II.Dünya Savaşı'nın bitmesinin üzerinden yaklaşık 30 küsür yıl geçmişken, küçük bir Normandiya kasabasında eski bir eve konuk oluyoruz. Léonie, 20 yılın ardından kuzeni Thérése'in eve dönmesini bekliyor. Bu iki kadın arasındaki kavganın, geçmişin getirdiği tüm yüklerin etkisini bu koca evin duvarları, eşyaları, pencereleri, bahçesinin her bir köşesi ile okuyoruz. Nereden geldiğini hikayenin içinde ilerledikçe anladığımız Thérése'in evdeki ilk gecesinde Léonie ile beraber biz de yatağının ayak ucuna kıvrılıp, iki kadının zihinlerinde geçmişe gidişlerini izliyoruz. İlk birkaç bölümden sonra kendimizi tamamen geçmişte, savaş sonrası Fransa'da, evin duvarları içerisinde buluyoruz. Savaşın neleri getirdiğini veya götürdüğünü, Fransız olmayı, İngiliz olmayı, o dönemde bir çocuk, bir ergen olmayı, büyüklerin sırlarından nasıl kaçılamayacağını görüyoruz. Bir evin, kuşaklarca insanın yaşamında nasıl bir yer tuttuğunu, bir evin neleri saklayabileceğini öğreniyoruz.
resim Beverly Literature Festival'dan |
İmge Kitabevi basımı kitap, bayılıyorum zaten İmge'nin basımlarına. Orijinal ismi Daughters of The House, ekim 1999'da basmış İmge ilk defa, Ayfer Akansel Altay'ın çevirisiyle 286 sayfa. Nette oldukça ucuza - 3 lira 4 lira gibi fiyatlara - bulmak mümkün. Kapak tasarımını kimin yaptığını yazmışlar ama mesela resimlerin nereden olduğunu yazmamışlar o kapaktaki, merak ediyorum ben.
Roberts'ın anlatımı bana ilk başka kuru gibi gelse de sonradan açıldı gözlerim ve aklım. Aksine kuru olmaktan öte yazıyor, cümleleriyle incelikle işlenmiş bir tablo çiziyor karşınıza. Önünüzde her bir detayını en pastelinden en yumuşak tonlarına kadar renkler içinde buluyorsunuz hikayenin. Evin bölümleri ve eşyaları aracılığıyla tetiklenen anımsamaları yine bu eşyaların isimleriyle ayrılmış bölümlerce okuyoruz. Duvar, Yazı Masası, Kapı Zili diye devam ediyor mesela bölümler. Diyalogları konuşmalar şeklinde değil de hatırlamalar içerisine yedirilmiş, hatırlayan karakterin zihninde canlanan seslermişçesine okuyoruz.
Tabi bir de şöyle yönleri var kitabın, ilk etapta doğaüstü bir şeyler mi var bu işin içinde dedirtiyor. Sonra II.Dünya Savaşı hikayelerine, aitlik, kimlik bunalımlarına, Katolik-Protestan muhasebelerine, dine bakışa, çocukluktan gençliğe geçişin sancılarına girdiğini fark ediyorsunuz. E o zaman o en baştaki olay neydi diye kafanız bulanıyor, yavaş yavaş kendinizi vazgeçiriyorsunuz. O durumda, kitabın ortalarına doğru bir sıkılma beliriyor. Burada bir olay yok mu aslında diyecek gibi oluyorsunuz, neredeyse merağınız ölecek noktaya geliyor.Tamam, Roberts maharetli davranıyor tüm kitap boyunca, yavaş yavaş açılan katmanlarla hep bunun da altında bir şey var diye aralara ipuçları bırakıyor. Ama işte bu biraz yavaş gelebiliyor (ya da hakikaten ben Twilight gençliği miyim yoksa neler oluyor). Bir de mesela - bu noktada spoiler olabilir ben bilmem - bu ülkede ve bu zamanda yetiştiğimden belki de, bu II.Dünya Savaşı meselerinde tam olarak onların hissettiği şekilde hissedemiyorum. Evet bir Piyanist'te hepimiz ağladık, bir Er Ryan'ı Kurtarmak hepimizi perişan etti ama kitapta örneğin bir türlü hikayenin büyük olayının Yahudiler'i ihbar etmek olmasını ya da Antoinette'in sırf şarapları mahzende bulamasın Alman askeri diye yaptıklarını görmek o kadar etkilemedi beni. Çocukların Meryem Ana'yı görmüş olabilecekleri türünden şeylerin ben de gene bir etkisi olmadı. Algılayamadım neden önemli bu kadar diye, ne var bunlarda büyütülecek. Hem sonra ne yani bu iki kız "i see dead people" mı? Köyde yatır mı varmış? Öyle şeyler işte.
Bildiğiniz kılda tüy arıyorum (böyle bir deyim var mıydı ben mi uydurdum şimdi). Kitap da anlatım da güzel, Roberts'ı denemeye değer.
Michéle Roberts'ın web sitesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder