26 Temmuz 2019 Cuma

“I was so good at being a kid, and so terrible at being whatever I was now.”

Şimdi bu oldukça uzun bir yazı olacak, ona göre başlayın çocuklar.
Her şeyi yaşadıktan sonra bir daha oturup da anlatmak için yazarken yeniden yaşıyor gibi olmak zaten ince bir ip üstündeki psikolojime hiç de iyi gelmeyecek biliyorum ama anlatmak da istiyorum. Öyleyse. Başlıyorum.
Sanırım aylardır kiralık ev aradığımı bilmiyorsunuz. Belki arada sırada söylemişimdir ama son senelere yayılan bu blogu boşlama durumunun yarattığı genel "anlatmama" halinden olacak, pek de bir şey söylememişim gibi geliyor. Bu yeni işe girmemin en öncelikli sebeplerinden biri de hayatımı yaşayış şeklimi değiştirmekti. Kendimle ilgili her şeyi değiştirmek. Yaşadığım yeri değiştirmek. Tamam madem hala ülke değiştiremiyorum, bari en azından aynı şehir içinde sosyal ve kültürel olarak daha farklı bir yere taşınayım. Kafası daha değişik bir muhite taşınırsam belki benim salak kafam da değişir. Ya da artık 30 yıllık olmuş eşyalarımı değiştireyim. Hiçbirini benim seçmediğim, almadığım eşyalarla çevrili bir evde yaşamayayım. Gibi düşüncelerle işe girdiğimden ev arıyordum, bakınıyordum internetten, gün içinde yürürken falan.
Bu sırada son 6 yıldır yaşadığım yerden az biraz bahsetmem gerekiyor gibi hissediyorum ama inanın içim kaldırmıyor. Şehir merkezine uzak bir semt, sokak düğünlerinin olduğu, teyzelerin apartmanın giriş kapısı önünde halı yıkadıkları, garaj yolunda yün didikledikleri, akşam hava kararınca eve dönmekten çekindiğim, dahası gün içinde de çok da özgürce giyinip dolaşamayacağım bir semt diyeyim yetsin. İşte buradaki apartmanda alt katımdaki komşunun önceki sene ikinci çocuğu oldu. Bu seneye kadar pek bir sesleri çıkmazdı. Ancak adam bağırırdı hör hör evin içinde, ya karısına ya çocuğuna. Ona da güler geçerdim. Sadece sokakta oynayan çocuklar sinir ederdi, gecenin 1'inde bile sokakta oynayan, eve girmeyen canavar çocuklar. Bir de hava ısınır ısınmaz, kar yağana kadar geceleri balkonda oturup, gürül gürül konuşan diğer apartmanlardaki insanlar. Sabahın 6'sında kalkıp yollara düşen, tüm gün stresli bir iş yaptıktan sonra evine gelip ertesi sabaha kadar uyumak isteyen bir insan için kabus gibi olan şeyler bunlar. İnsana sanki tüm mahallede bir tek kendisi işe gidiyor gibi gelmeye başlıyor bir süre sonra. Çünkü kimse geceleri uyumuyor, sabahları da siz işe giderken çıt çıkmıyor.
Ben yine de dayanabiliyordum bir şekilde. Nasıl olsa kış gelecek diyordum, nasıl olsa çok sıcak olsa bile pencereleri kapatırım diyordum. İdare ediyordum. Ama ne olduysa oldu, bu sene alt kattakiler kudurdu. Çıtı çıkmayan çocukları birden küldür paldır, gümbür gümbür koşturmaya, evin içinde oynamaya başladı. Her akşam kendileri gibi canavar çocukları olan misafirleri gelmeye başladı. Sadece çocuk sesini kastetmiyorum, bağıra bağıra konuşmalar gülüşmeler, hepsi yanımda gibi. İşten yorgun argın gelip, kendimi kanepeye attığımda altımdaki yer sallanmaya başladı her akşam. Bırakın uyumayı, evin içinde normal bir şekilde durabilmek mümkün olmamaya başladı. Önce yöneticiye gittim söyledim. Ki hemen onların altında oturuyorlar ve benden çok daha kötü durumda olmaları lazım geliyor üstlerinde bunca ses varken. "Ah yavruuum hiç sorma çok kötü çok kötü biz de duramıyoruz söyledim söyledim napacağız" diye o da bana dert yanmaz mı?! Yahu siz yaşını başını almış insanlarsınız, kalabalıksınız ailecek, kızın bağırın kavga edin bir şey yapın. BİR ŞEY YAPIN. Sonra direkt alt komşuya gittim, dedim çok ses yapıyorsunuz ben duramıyorum. Ama gayet medeni, gayet kibarca. Onlar da kibarlardı, tamam canım kusura bakma, dikkat ederiz gibi şeyler dediler. Oh dedim, en azından insanlarmış. İlk birkaç gün hakikaten de ses yapmamaya çalıştıklarını fark edebilirdiniz, duyabilirdiniz yani çabayı.
Ama sonra misafirler de abartmaya başladı. Artık her akşam eve gideceğim için ağlayacak hale geliyordum. İş yerinde mi kalsam diye düşünmeye bile başlamıştım. Eczane eczane dolaşıp ne kulak tıpaları aldım, denedim. Psikolojim bozuldu, devamlı panik, böyle stresli, saçma sapan bir halde dolaşmaya başladım. Bir türlü huzurla, normal bir şekilde uyuyamıyordum. Tek bir huzurlu dakikam kalmamıştı. Her akşam elimde ne varsa yere atıp, ses çıkarmaya çalışmakla geçiyordu. Sonunda bir akşam, bundan tam 15 gün önce, çıldırdım. Elimde merdane yere vurmaya başladım.
Bir yarım saat geçti geçmedi, alt kattaki kadın iki ufak çocuğu yanında kapıma çıktı. Misafirlerini kaçırmışım. Her misafir geldiğinde neden böyle vuruyormuşum. Kendileri apartmanı yıkarken, beni iki vurma sesimi nasıl duymuşlar buna da şaşırıyorum orası ayrı gerçi. Saat 10'da yatılır mıymış, akşam bile olmamışmış. Çocukmuş bunlar, dur sus denir miymiş? Şoka girmiş halde kadını dinledim. Ne desem kar etmeyecekti. Çünkü karşımda insan yoktu. Karşımda öyle bir seviye vardı ki, o an ağzımı açıp içimdekileri söylemeye çalışsam hiçbir şey ifade etmeyecekti. Anlamaları mümkün değildi. Bu kadar terbiyesiz, kültürsüz, pislik, allahın belası yaratıklara ne anlatabilirdim ki? Bir daha olmasın diyerek indi yaratık. Ağzım açık bakakaldım. Kapıyı çarptım ve içeri geçip deli gibi ağlamaya başladım. Bir yandan çılgınca yalnız hissettim, bir yandan acayip çaresiz hissettim. Hayatımda hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. Daha doğrusu hiç yalnızlığım içime dokunan bir şey olmamıştı. Perşembe akşamıydı, cuma akşamı trenle İzmir'e gidecek, haftasonu kalacak geri dönecektim. Bir yandan çanta toplamalıydım ama ağlamaktan nefes alamıyordum. O gece ses hiç bitmedi. Daha da abarttılar. Sonunda iki parça bir şey hazırlayabildim, ağlaya ağlaya uyuya kaldım.
Haftasonum daha da berbat geçti. Böyle başlayan bir haftasonundan ne bekleyebilirsiniz ki? Normalde macera olur diye düşündüğüm tren yolculuğu 15,5 saat sürdü. Öyle bir ruh halinde ve kafasında olmasam belki o kadar koymayacak yolculuk daha da büyük bir işkenceye dönüştü. Dahası hesapladığımdan geç ulaşınca planlarım da karıştı. Planlarım karışınca gelirim dediğim bir yere gidemedim. Böyle bir psikolojideyken ve cehennem gibi yorgun, uykusuzken 20 yıllık arkadaşımı da küstürmüş bulundum. Değişiklik olsun, eğlenceli olsun, dinlenmiş nefes almış olalım diye gittiğim bir şehirde daha da kötü bir hale düştüm. Ne gezebildim, ne dinlenebildim. Herkesten, her şeyden soğudum. Kimse görmek istemiyorum, kimseyi istemiyorum, arkadaş istemiyorum, insan istemiyorum diyerek döndüm İzmir'den. Eve döndüğüme hiç sevinmeyerek yine. Öyle bir haldeydim ki böyle dünya üstünde ne gidecek bir yerim var, ne yanımda kimse var, böyle olduğum yere çöküp ağlayarak ölesim geliyordu.
Salı günü işyerinde tüm gün en ufak arada ev baktım internetten. Çarşamba sabahı iki tanesine telefon ettim, akşam görmeye gelebilir miyim diye. Çarşamba akşamı deli gibi yağmur yağmaya başladı. İlk eve gittim. Baktım, emlakçı gezdirdi. Ama tek başıma, kendime en ufak bir güvenim olmadan, böyle diken üstünde. Allahım ben ne yapıyorum, ben ne yaptığımı biliyor muyum diye diye. Hayatımda hiç ev bakmadım, tek başıma hiç bir şey yapmadım. Bunlar hep yetişkin işleriydi çünkü. Ben daha çocuktum. Ben ne biliyordum ki. Eve bakıyordum ama neyine bakmalıyım bilmiyordum. Emlakçı ne dese inanırım diye düşünüyordum. Lan bu adam şimdi böyle diyor ama ben ne bileceğim ki diyordum. Hatta şimdi şuracıkta beni boğazlayıverse kim bilecek, kim engel olacak, ben ne yapacağım? O perşembe akşamı başlayan mutlak yalnızlık, çaresizlik hissi hiç gitmemişti içimden. Öyle düşünürken ve hava da berbatken diğer eve bakmaya gitmedim. Eve dönüp, annemleri aradım. Bu sırada annemlere alttakilerle olan şeyi söylemedim. Yoksa gelip cinayet işleyebilirlerdi. O gece babam yola çıktı. Sabaha burada oldu, öğlenden sonrayı izin aldım, birlikte eve bakmaya gittik. Sonra da emlakçıda buldum kendimi. Bir baktım saat üç olmadan evi tutmuşum. Maaşımın neredeyse hepsini çekmişim, emlakçıya teslim ediyorum.
Perşembe akşamı (o ilk bahsettiğim perşembeden tam bir hafta sonra) eski evin aboneliklerini kapattırdım internetten. Evi toplamaya başladık. Cuma sabahı 8'de suya başvurmaya gittik. Öğleden sonra açılmış olur dediler. Oradan hemen 8 buçukta açılan başkentgaza gittik. Ama önceki abonenin kapatma şeyi bitmediği için açtıramadık. Orada sıra beklerken telefonda elektrik için başvuru yaptım. Oradan işe yetiştim. İşte gün boyu elektrik için telefon bekledim, belgeleri hallettim. Cuma öğleden sonra üç buçuk civarı da o açılmıştı. Akşam eve bir geldim eski evdeki elektrik kesilmiş. Duş alamıyorum. Evi toplamaya devam ettik. Cumartesi sabahı nakliyeciler geldi. Sabah 8'den öğlen bir buçuğa kadar 30 yıllık eşyaları bir evden öbür eve taşıdık. Cumartesi akşama kadar yeni evi süpür, sil, eşyaları ittir, sürükle, dolapları birleştir, koltukları birleştir, rafları sil yerleştir, perdeleri as...Annem köyde kalmak zorunda olduğundan (hem inekleri bırakacak kimse yok, hem de fındık başlayacak) ilk defa annem olmadan taşınmış oldum. Babamla ikimiz, canımız çıktı. Ama fiziksel yorgunluk değildi koyan bana. Bir ara artık dayanamadım, hepsi üstüme çöktü düşüncelerin, yarı yerleşmiş yeni odamın bir köşesine oturup kaldım. Ağlamaya başladım. Kendi kendime. Bir yandan kendime ağlıyordum, bir yandan annemleri böyle sıkıntıya soktuğuma ağlıyordum. Yaptığım hiçbir şeyden emin olamamaya ağlıyordum. İki kere gördüğüm eve hemen taşınmama ağlıyordum. Eski ev sahibinin taşındıktan sonra bizden para koparmaya çalışmasına ağlıyordum. Devamlı endişe içinde olmama ağlıyordum. Ya yanlış bir şey yaptıysam, burada da rahat edemezsem daha kötü olursa da bu sefer benim seçimim olduğu için kurtulamazsam diye ağlıyordum. Ağladım. Sonunda gözyaşlarımı sildim, kalktım, evi yerleştirmeye geri döndüm.
Tüm pazar yine evi yerleştirdik. Kablo tv'yi arayıp, tv ve interneti bağlatmak için başvuru yaptım. Pazartesi yeniden gazı açtırmaya gittik. Gene kapanmamıştı ama bu sefer kart verdiler, babam götürdü onu taktı, geri başkentgaza getirdi. Ben de bu sırada işe gittim mecburen artık habire habire sabahları geç gitmeyeyim diye. Perşembeye kadar hem işe gittim, hem gazcıların gelip gazı açmasını bekledim. Önce geldiler, kaçak var dediler. Teknik ekibi çağırın dediler, onları bekledik. Onlar geldi, hallettiler, bu sefer yine bağlayacak ekibi bekledim. Bu sırada köydeki işler başlıyordu, babaannem de hastanede bayılıp kalmış haberi geldi. Babamın gitmesi gerekiyordu. Çarşamba akşamı o gitti. Böylece tüm parasını kendim ödediğim, tüm abonelikleri adıma olan ve sadece iki kere görüp üç gün içinde taşındığım evde tek başıma kalmış oldum.
Böyle yazınca neler hissettiğimi tam anlatamamış gibi oldum. Çaresizliğimi anladınız mı? Ben ilk defa böyle üstüne hiçbir hayal kurmadığım bir eve taşınmış oldum. Eskiden evi görürdük, bakarken aklımda kurardım ben şurası odam olur şuraya şunu koyarım diye hayalleri kurar, içimi o ev fikrine alıştırırdım. Sonra da taşınırdık. Annemle babam her şeyi hallederdi, ben kitaplarımı yerleştirirdim. Hiçbir şeyi düşünmem gerekmezdi. Hiçbir şeyi dert edinmem gerekmezdi. Nakliyecilere para mı verilecek, eşyaların başında mı durulacak o oraya mı bu şuraya mı yönlendirilecek, kontrat mı imzalanacak, gaz ne zaman açılacak, kablocular ne zaman mı gelecek, çamaşır suyu banyoya da yetecek mi, o raf silindi mi, klozet temizlendi mi, sabaha çayı neyde yapacağız...durup durup içime içime ağladım. Bir yandan işe gittim, bir de tüm gün orada insanların kahrını çektim, yok efendim internet niye böyleymiş, niye bu kadar sorun çıkıyormuş, aaa onu bile bilmiyor muymuşum...
Neyse bu gecelik burada keseyim, ağlamaktan burnum tıkandı yine nefes alamıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...