19 Ekim 2017 Perşembe

bir dizi olarak "The Shannara Chronicles"

The Shannara Chronicles ilk bölümü 5 Ocak 2016'da yayınlanan bir fantastik dizi, diye söze başlayabilirim. Çünkü aramızda hiç duymamış olanlar olabilir. Dizi hikayesine başladığında kendimizi yaprakları dökülmeye başlayan bir ağacın, kutsal bir ağacın yanında buluyoruz. "Four Lands" olarak anılan dünyayı, en basit tabiriyle kötülüklerden koruyan bir tür tılsım, kapı bekçisi gibi bir şey bu ağaç, Ellcrys. Ama ağacın yaprakları dökülmeye başlıyor ve buna engel olunması gerek kötülük dünyaya geri dönmesin diye. Bunun için de ağacın seçtiği Amberle kızımızın yanına "Shannara" olan Will Ohmsford isimli genç ve bir şekilde kaderi onlara bağlanan serseri-gezginci (rover) Eretria kızımız katılıyor ve bu üç genç, ağacın tohumunu yenilemek üzere bir yolculuğa çıkıyorlar. Geçen sene ocaktan marta yayınlanan 10 bölümde bu yolculuğu ve görevin yerine getirilmesini izledikten sonra geçen hafta 2.sezonun ilk bölümü ile hikayeye bıraktığımız zamandan hemen hemen bir yıl sonrasında ve türlü türlü yeni karakterlerle devam etmeye başladık.
mesela ilk sezondaki saçıyla Will Ohmsford
Hikaye esasında Terry Brooks'un taa 1977'de yayınlanan ve (73 yaşında olan amcamızın) hala yazmaya devam ettiği bir kitap serisinden. Türlü türlü parçalara ayrılmış durumda bu seri, vallahi ben çözmeye çalışıyorum hala kronolojisini. 1977'de başlayan üç kitaplık hikayeye orijinal Shannara serisi deniyor. Türkçe'ye de çevrilip basılan bu üç kitap;
olarak geçiyor. Dizinin hikayesi de temelde bu serinin ikinci kitabı elftaşlarına dayanıyor. Bu orijinal üçlemenin dışında öncesini sonrasını aralarını anlattığı bir dolu üçleme daha yazmış Terry Brooks. Peki ama nasıl bir dünyadan bahsediyoruz?
Şimdiki dünyamızdayız, bizim bildiğimiz haliyle dünyamızda, yıllar süren nükleer ve çeşitli biyokimyasal savaşların ardından ben diyeyim yüzlerce siz deyin binlerce yıl sonrasındayız. Amerika'nın kuzeybatı topraklarının adı artık "Four Lands". Bu topraklar dörde ayrılmış, kuzeyda daha çok troller yaşıyor, güneyde ise insanlar. Doğu cücelerin ve gnomeların vatanıyken, batıda daha çok elfler var. Bu dünyada artık toprak altında mikroişlemciler var, eski köprülerin arabaların enkazları ufukta öylece duruyor. Bilimin ilmi çoktan unutulmuş, belki birkaç kişi hatırlıyor elektrik nasıl bir şeydi. Ama bunun yerine büyü geri gelmiş, Ellcrys yapraklarını dökmeye başladığında artık Druidlerin sonuncusu Allanon mezarından dirilip, geliyor. Bildiğimiz dünya yıkılmış, harap olmuş, gömülmüş ama aslında canlıların hali hep bildiğimiz gibi, ırklar yine birbirlerine sırt çevirmiş, kimse kimseyi beğenmiyor. Dört tarafta da çeşitli krallıklar var.
mesela Manu amca, pardon yüksek druid Allanon
Hikaye aslında benim tercih edeceğim bir fantastik dünya yaratımı kategorisinde değil. Yani ben daha çok tamamen bu dünyadan, bildiğim dünyadan kopabildiğim, yeniden yaratımlara ilgi duyarım. (Her ne kadar üzerine tartışmalar olsa da) Orta Dünya gibi, Legend of The Seeker evreni gibi. Ya da büyü-kılıç ekseninin antik dünyaya taşındığı Zeyna, Herkül (hatta belki Sinbad) gibi hikayeleri. Gerçi Dune da Shannara gibi, çoook uzak bir gelecekte geçiyor ama Dune benim için ayrı bir yerde. Bu yüzden Shannara en başında da, ara ara da, gözüme kürdan batırıyor. Bizim "bilimimize", teknolojimize dair şeyler oradan buradan pırtladığı vakitler dudağımı bükmekten alamıyorum kendimi. Gerçi bu türden, diğer sevdiğim diziler (ve filmler) gibi Yeni Zelanda'nın o muhteşemliğinde çekiliyor. Dahası tüm gençliğimizi yaşadığımız, birlikte büyüyüp, okullar bitirdiğimiz Smallville'in ardındanki iki isim beliriyor her defasında açılış jeneriğinde: Alfred Gough ve Miles Millar. Ayrıca Yeni Zelanda'nın bize kazandırdığı bir başka iyi insan (yani adama bakınca sanki çok iyi bir insanmış, güvenilirmiş gibi bir enerji edinmiyor musunuz siz de? benim için hep Liam Neeson kategorisindeki amcalar bunlar) Manu Bennett'i artık yeter nalet getirsin dediğimiz Arrow'da Deathstroke olarak izleyemediğimiz zamanlar burada gayet karizmatik bir adet Druid olarak izleyebiliyoruz. Yanında, yıllar öncesinin "Pan's Labyrinth"inin ufaklığını büyümüş, su gibi bir kadın haline gelmiş olarak, Eretria olarak görüyoruz. Tüm bunlar bir araya gelince tüm o "kürdanlara" rağmen ilk sezonu oluşturan 10 bölümü gayet hevesle ve keyifle izlemiştim.
mesela bir adet "çok şey beklediğim" Bandon
Ama ikinci sezonu yayınlamak için verdikleri bir buçuk yılı bulan devasa aradan mı bilmiyorum, hikaye geri döndüğünde artık o eski hikaye değildi. Değil yani. Henüz 2.sezonun iki bölümü yayınlandı ama her bir sahneyle birlikte bana daha da çiğ gelmeye başladı. Bir şeyler yürümüyor, bir şeyler akmıyor gibi geliyor şimdilik. Sezonun ilerleyen bölümlerinde o eski havasına, temposuna kavuşur mu bilemiyorum tabi. Hem de hikaye daha da dallanıp, budaklanmışken; dünyamızın diğer köşeleri ve ırklarına da yayılmaya başlamışken; yeni ve ilginç karakterler katılmışken neden böyle geldi, bu da mı benim suçum, sorun bende mi,..diye merak etmiyor değilim. Çünkü Shannara hakikaten keyifle izlediğim üç beş şeyden biriydi. Bir yaştan sonra dizilere sarabilmek kolay olmuyor gençler, bu sözümü ciddiye alın. Vallahi bakın, artık öyle oturayım sabahlara kadar sezon bitireyim dediğiniz, oha şimdi ne olacak acaba diye parmaklarınızı kemirdiğiniz hikayeler çok sık çıkmamaya başlıyor karşısınıza 20li yaşlarınızdakine kıyasla. Bir hikaye en başında sarmışsa sonra bir noktada öff deyip bırakıveriyorsunuz. En başında sarmamışsa zaten öyle eskisi gibi aman oturayım izleyeyim sırf merak ettiğimden ilginçleşecek mi diye izleyemiyorsunuz. O sebeple, böyle izlenebilir bulduklarınıza sıkı sıkı sarılıyor ve nolur bozmasın nolur şöyle haftada bir izleyip 40 dakika keyfim yerine gelsin nolur yarebbim amin diyerek totem yaparken buluyorsunuz kendinizi. Hele böyle eline birkaç sihirli taş alıp, kılıç sallayarak kötülükleri yenen, kötülüklere karşı gelen hikayelerin içinde olarak, şu yaşadığımız lanet dünyanın pisliklerinden 40 dakikalığına bile olsa kaçabileceğimiz bir fantastik dünyaya sıkı sıkı sarılıyorsunuz.
mesela böyle yaratıklar
Şimdilik dediğim gibi Shannara. İlk sezonu gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz. İkinci sezon için ben o ilk sezonun hatrına daha baya bir sabredeceğim. Ama aklıma da düşmüyor değil, acaba en başından beri böyle ergence ve basitçe miydi dizi de bana mı öyle gelmedi bir buçuk sene önce? Aslında hep böyleydi de ben mi değiştim? Öyle ya daha geçenlerde muhabbetini ettik Cey'le, ulan biz nasıl izlemişiz o Merlin'i diye? Harbiden biz nasıl izlemişiz Merlin'i? Şimdi izleyemeyiz çünkü, on dakika dayanamayız. Demek ki insan değişiyor mu, büyüyor mu, bir şeyler oluyor (o ergen kafayla Bradley James bilinçaltımdaki Anthony düğmesini çevirdiğindendi bence herşey ben farkındayım da hadi neyse :) ).
Sanırım kitapları okumaya üşenmediğim noktada dizi hakkında daha sağlıklı düşünebileceğim ama, yine de ilk sezonu bir izleyin siz. Bir kendiniz bakın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...