29 Temmuz 2016 Cuma

çünkü bazen odadaki tabancayı en yakın arkadaş taşımak zorunda kalır

Şimdi, durup dururken buraya koymak istedim bunu. Zamanında okurken kaydetmişim, mutlaka göstermeliyim size de diye. Çünkü okurken nasıl da birden bire gözlerimden yaşların boşalmasına, hıçkırarak ağlamaya başlamama sebep olduğunu çok net hatırlıyorum. Ama neden o anda da şimdi de bu cümlenin beni bu kadar vurduğunu anlayamıyorum. Yani bu cümlenin dışında kocaman bir aşk hikayesi dönüyor mesela, ona çarpılmış yamulmuş olmam lazım falan diyor insan ama o beni zerrece etkilemezken bu cümle, bu cümleye gelen cümleler..Ne bileyim, bu da böyle birşey işte.

Zamanında “asla söylemeyeceksin” deyip mektup yutan, ama gelinlik denerken “sır ne olacak, söyleyecek misin?” diyen Nihan’ı da anlıyorum, çünkü bazen odadaki tabancayı en yakın arkadaş taşımak zorunda kalır.

(Ranini Tv'deki Kiralık Aşk'ın sezon finali bölümüne dair inceleme yazısından bu cümle.)

18 Temmuz 2016 Pazartesi

nell'oscurità

Çok, çok karanlık.
Güneş doğacak mı?
Güneş doğsa bile ne getirecek?
Keşke benim zamanımda olmasaydı. Keşke benim zamanımda olmasaydı. Keşke benim zamanımda olmasaydı.
Nelere üzülmüşüm değil mi? Nelerle bocalamışım. Ne çok vakit kaybetmişim.
Bilseydim bu kadar daha karanlık olacağını.

1 Temmuz 2016 Cuma

Arthur Conan Doyle'dan "Baskerville'lerin Köpeği"

"Çorak manzara, yalnızlık duygusu ve görevin gizemiyle aciliyeti, hepsi kalbimi titretiyordu." diye yazıyor kitabın arka kapağında. Hatırlarsanız (bilmem hatırlar mısınız), eski işyerimin tek sevdiğim yanı olan devasa kütüphanesinde kendimi kaybettiğim zaman diliminde Doyle'un tüm Sherlock külliyatını okumuştum. Hatta senelere yayılan basımlardan dolayı oldukça seçici bir şekilde, planla programla okumuştum hikayeleri. "Baskerville'lerin Köpeği" de daha küçükken İngilizcesini, külliyatı okurken de çizgi roman şeklindeki basımını okuduğum Sherlock hikayesiydi. "Baskerville'lerin Köpeği"nde bu sefer İngiltere kırsalına gerilim dolu bir yolculuğa çıkıyoruz Doktor Watson ve Sherlock Holmes ile. Dehşet dolu bir geçmişe sahip Baskerville ailesinin son üyesi de korkutucu ama gizemli bir ölümle bu dünyadan ayrılınca, bir arkadaşı Sherlock ve Watson'a konuyu araştırması için gelir. Çünkü ölen Baskerville'den sonra tek bir hayatta kalan aile üyesine ulaşılmıştır ve genç Baskerville malikaneye geldiğinde onun da başına aynı şeylerin gelmesinden korkulmaktadır.
Hikaye orijinalinde 1902 yılında yayınlanmış. Doyle 1894 tarihli "The Memoirs of Sherlock Holmes"un son öyküsünde Sherlock'u öldürdükten sonra 8 yıl boyunca yazmayıp, sonra "The Return of Sherlock Holmes" kitabında Sherlock'un kendini ölü gösterdiğini ve geri döndüğünü yazmış. Baskerville roman olarak "The Sign of the Four" ile "The Valley of Fear" arasında yer alıyor. İlki 1914'te olmak üzere çılgınlar gibi uyarlamaları yapılmış. Bizim bilebileceklerimiz Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman'in yer aldığı BBC dizisinin "The Hounds of Baskerville" bölümü ve Jonny Lee Miller ile Lucy Liu'nun yer aldığı dizi Elemantary'nin "Hounded" bölümü.
Neyse, en iyisi Cumberbatchli bir fragmanla bırakayım sizi.



Böylece 10 kitaplık gotik serimi bitirmiş ve huzura ermiş oluyorum.

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" 
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

7-Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"
8-Grazia Deledda'nın "Sardinya Efsaneleri"

Harper Lee'den giderayak "Tespih Ağacının Gölgesinde"

Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Ama hepsi de öylesine düzensiz, sırasız, alakasız biçimde dolanıyor ki aklımda, klavyenin üstündeki parmaklarımın tüm bu düşünceler bütününden şöyle eni konu okunabilecek, bir şeyler ifade edebilecek biçime getirebilmesi mümkün değilmiş gibi geliyor. Harper Lee'nin yazdığı - her iki - kitapla da bana neler yaptığını anlatabilmemin bir yolu yok belki de.
4 yıl önce okumuşum "Bülbülü Öldürmek"i, şimdi Neverland'e baktığımda gördüm. Cey'in doğumgünü hediyesi olan kitabı raftan alıp baktığımda o yazısı karşılıyor beni ilk sayfada. "25 oldun ama ne mutlu ki hayalgücünü kaybetmedin sen." diye okuduğumda içime oturuyor yine, tıpkı Harper Lee'nin yazdıkları gibi ilerleyen sayfalarda. Ülke çamurlu bir yokuştan aşağı son sürat yuvarlanıyorken, ben o hayalgücümün 29 yaşımda hala peşimi bırakmayan o hayalgücümün, kafamdaki şeytanların beni sürüklediği yerdeyim, sürükleniyorum. "Bülbülü Öldürmek"te beni Scout'la birlikte ağaçların tepesinde fındık kavsuklarının üzerindeki yazlara götüren Lee, bu kez de ben 29'uma gelmişken Scout'u 26 yaşında bir Jean Louise olarak önüme getiriyor. Ben artık beni sarıp sarmalayan o kabuğu yırtıp, parçalayıp, "ev" kozasından çıkmaya, kendimi büyütmeye çabalarken Jean Louise, tüm o "ev" kavramından bağımsızlaşmış olduğunu düşünen Jean Louise ise eve dönüyor ve aslında hiç de büyümediğini, o kozayı hiç delmediğini fark ediyor. Çünkü,
"...şimdi sen, bir vicdanla doğmuş genç bayan, yaşamının bir yerlerinde onu bir deniz kabuğu gibi babanın vicdanına yapıştırmışsın. Büyürken, büyüdüğünde, yaptığın şeyden tamamen habersiz bir şekilde, babanı Tanrı ile karıştırmışsın. Onu hiçbir zaman bir erkeğin yüreğini ve bir erkeğin kusurlarını, zaaflarını taşıyan bir erkek olarak görmedin - kabul ediyorum, görmen gerçekten zor olurdu, çünkü çok az hata yapıyor, ama o da hepimiz gibi hata yapıyor. Sen duygusal anlamda sakattın, ona dayanıyor, aradığın yanıtları ondan alıyor ve kendi yanıtlarının mutlaka onun yanıtlarıyla örtüşeceğini varsayıyordun.Sonra bir gün, tesadüfen onu vicdanının - tabii senin de vicdanının - tam da antitezi olan birşeyi yaparken gördüğünde, bunu sözcüğün gerçek anlamıyla kaldıramadın. Bu seni bedenen hasta etti. Hayat senin için yeryüzündeki cehenneme döndü. Kendini öldürmek zorundaydın ya da ayrı, bağımsız bir varoluş sürdürebilmen için o seni öldürmek zorundaydı."
Jean Louise gibi ben de adeta bir tanrı gibi baktığım Atticus'u öldürmek zorunda kaldım. "Atticus'la çoğu yerde aynı düşündüğümü, aynı tepkileri verdiğimi gördüm. İçimdeki Atticus'la tanıştım. Eğer olsaydı öyle bir ihtimal, günün birinde aynen onun gibi bir ebeveyn olmak istedim." diye yazmışım 4 yıl önce. Meğerse ben de tıpkı o 6 yaşındaki Scout gibi vicdanımı, yargılarımı Atticus'a yapıştırmışım. "Tespih Ağacının Gölgesinde"yi okurken de o sonsuz güvenimin çıktığı o gökdelenin çatısından pat diye düşüp milyonlarca parçaya ayrılmasını izledim. Bu yüzden nefret ettim zaten kitaptan, Harper Lee'den, Atticus'tan. O kozayı parçalamak içerden bakınca tek bir darbeye bakıyor gibi geliyorken, o kozanın kendim olduğunu anladım. Delip geçmek için, parçalamak atmak için kendimi önce parçalamam, öldürmem gerekiyormuş. Günün birinde olur da bir çocuk yetiştirmem gerekirse aynen Atticus'un Scout ve Jem'i yetiştirdiği gibi, onun davrandığı, konuştuğu gibi bir ebeveyn olmak istemiştim o zaman onunla tanıştığımda. Hatta o güne kadar aklımda olan düşünceye uyuyor, bunu destekliyordu. İnsanlar belli bir seviyeye, akıl mantık gücüne, yetkinliğine, anlayışına sahip olana kadar, olmadıkça çocuk da yapmamalı diyordum. Sonra ortada böyle bizler gibi bir sürü ne yaptığını, ne olduğunu bilmeyen, zarar ziyan insanlar çıkıyor diyordum. Bunu da yerle bir etti "Tespih Ağacının Gölgesinde". Şimdi her şeyin ne kadar da gri olduğunu görebiliyorum. Öylesine mükemmel olup, o mükemmeliyetimin sarsılmaz küresinde bir çocuk yetiştirmenin yanlışlığını görebiliyorum. Çocuklarımızın da bizim de ayrı ayrı hatalarımız, doğrularımız, gelgitlerimiz olmalı ve onları bırakmalıyız ki o bağlayıcı vicdanımızdan, bilincimizden kendilerini büyütebilsinler, kendi kendilerine birer insan olabilsinler.
Şimdi ben de kendimi ve tanrılarımı öldürerek, zor olan yoldan, Jean Louise gibi gitmeye çabalıyorum:
Hemen hemen aşıktı Hank'e. Yo, olanaksız bu, diye düşündü: ya aşıksındır ya değilsindir. Aşk bu dünyada sarih olan, su götürmeyen tek şey. Sevginin pek çok çeşidi var, tamam, ama hepsinde de "ya seviyorsun ya da sevmiyorsun" önermesi geçerli.Jean Louise kolay bir çıkış yoluyla karşılaştığında, mutlaka zor yolu seçen biriydi. Şu anki kolay yol, Hank'le evlenmek ve kendine baktırmaktı. Birkaç yıl sonra, çocuklar beline geldiğinde, asıl evlenmesi gereken adam ortaya çıkacaktı. Kalp yoklamaları, telaşlar, alevlenmeler ve kızgınlıklar, postanenin basamaklarında uzun bakışmalar; kısacası herkesin payına bolca düşecek bir bedbahtlık. Bütün o harala gürele ve alicenaplık bitince, geriye kalan tek şey, Birmingham taşra kulübü tarzı bir başka küçük, pespaye gönül macerası olacaktı, bir de Westinghouse marka son model mutfak aletleriyle dolu, kendi elinle inşa ettiğin, sana özel bir cehennem. Hank bunu hak etmiyordu.Hayır. Jean Louise şimdilik evde kalmışlığın taşlı patikasında ilerlemeyi seçecekti.

Yol

Saat gecenin bir kırk üçü. Otobüs molasından yazıyorum. Evden çıkana kadar yetiştiremediğimden. Temmuzun 11'ine kadar yokum. Bu arada önceden hazırlayıp kaydettiğim iki kitap yazısını paylaşacağım şimdi. Çok uykusuzum, uzun zamandan sonra ilk defa çift koltuklu eski usül bir otobüsle uzun yol gidiyorum, herkesle dipdibeyim ve önümdeki ergen irisi koltuğun yataylaşma limitlerini zorluyor. Ve tam anlamıyla bir aile bayramı geçirmeye gidiyorum. Babamla ve tüm akrabalarımla geçireceğim 10 gün için bana acıyın ve şans dileyin.
Haa bir de Aşti'de hiçbir şey patlamadan çıktım şimdilik. Bakalım geri dönüşe.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...