17 Aralık 2017 Pazar

Philip K.Dick'ten "Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?"

Dünyanın radyoaktif zerreciklerle kaplı olduğu, artık üzerinde yaşamanın çok zor hale geldiği, insanların diğer gezegenlere kaçıştığı, tüm canlı türlerinin tek tek yok olduğu bir gelecekte diğer gezegenlerden kaçıp dünyaya gelen, başıboş dolaşan androidleri avlamakla görevli bir avcı olan Rick Deckard'ın hayatı bir gün önüne gelen işle tamamen değişir. Dünyaya gelen bir grup yeni androidi yakalamakla görevlendirilir. Bu kaçak androidlerin üreticisi olan şirketle görüştükten ve tek tek her birinin peşine düşüp, avlamaya başladıktan sonra hayatıyla, kendisiyle, insan olmakla ilgili tüm bildikleri, hissettikleri, düşündükleri çalkalanmaya başlar. Bildiği her şey birbirine girerken Rick görevini yapmaya, bir avcı olmaya çalışır.
Ve android avcısı Rick androidlerin de elektrikli koyun düşleyip düşlemediklerini, insanlar gibi evlerinin çatısındaki ufak bir bahçede gerçek bir koyun beslemek isteyip istemediklerini düşünmeye başlar.
"Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?" Amerikalı yazar Philip Kindred Dick'in yazdığı ve ilk kez 1968'de yayınlanan bir bilim kurgu kitabı. Dick'in bu dünyadan ayrıldığı 1982 senesinde yapılan filmi Blade Runner her ne kadar o yıllarda yapım bütçesini bile karşılamak için kazandıracak kadar ilgi görmemiş olsa da geçen yıllarla birlikte bir bilim kurgu klasiği haline gelmiş durumda. Hatta görmemiş olmanız imkansız, geride bırakmaya hazırlandığımız sene içinde Blade Runner 2049 isimli bir devam filmi de geldi. Benim okuduğum ilk PKD kitabı belki ama bu isim bilim kurgu dünyasında devasa bir isim. Okumak için bu kadar geç kalmış olsam da bildiğimiz pek çok bilim kurgu hikayesi aslında PKD'ye dayanıyor. Sevdiğim (Minority Report, Total Recall {2012'deki Colin Farrell'li olan da iyiydi ama Arnie'li olan 1990 yapımı}) veya pek başarılı bulmadığım (The Adjustment Bureau, Paycheck) bir dolu bilim kurgu filmi hep onun satırlarından. Devam etmekte olan The Man in The High Castle, yeni yapılan Electric Dreams dizisi ve iki sene önceki Minority Report dizisi de hep bu akıldan çıkma.
Philip K.Dick abi, kaynak BBC
Filmlerin ikisini izlemedim, ilk filmi gördüğümde önce kitabını okuyayım diye kenara ayırmıştım. Ama kitabı okumanın yıllarımı alacağını düşünememişim. Ancak daha geçenlerde okuyabildiğim kitap sanki uzun zamandır bilim kurgu görmemişim gibi hissettirdi, sayfalarla birlikte çocukluğuma döndürdü. Çocukluğuma diyorum çünkü o Terminator'le ilk tanıştığım, Back to The Future'la olağanüstü bir dünyaya uçtuğum, Jurassic Park'a adım attığım zamanlardaki gibi hissettirdi içinde ilerledikçe. Tamam kabul, ilk başlarda, ilk sayfalarda bir bocaladım. En cahil cühela halimle söyleyeceğim, hikayenin içine girmekte bir zorlandım. Bilmem belki de bunda Rick'in egzantrik eşi Iran'ın ilk bölümü oluşturmasının payı vardır. Ama sonra birden bire, farkına bile varmadan içine düştüm, Rick'le birlikte koşturmaya, Isidore ile birlikte düşünmeye başladım. "İnsanlık felsefesini inceler." diyor Goodreads'te. İlk vatandaşlık verilen insansı robotumuzun da olduğu bir zamanda insana düşünecek çok şey veriyor aslında PKD'nin yazdığı hikaye. Aslında robotlarla bile ilgili değil belki tüm olay. Bizimle, kim olduğumuzla, ne olduğumuzla ilgili belki. “Nereye gidersen git, yanlış yapmaya devam edeceksin. Yaşamın temel şartı bu. Kendi kimliğini çiğnemek zorunda kalmak; zamanı geldiğinde yaşayan her canlı bunu yapmak zorunda. Bu en büyük gölgedir. Yaradılışın bozguna uğratılmasıdır. Bu evrendeki tüm canlı yaşamın kanını emen lanettir.” dediği gibi yaşlı adamın. Yaşam ne? Yaradılışımız ne anlama geliyor? Bizi canlı yapan ya da insan yapan ne? Düşünmek ne demek? Hissetmek ne demek? Hissedebilmek ne demek?
Neyse, ben de o zaman Iran gibi bir fincan koyu, sıcak bir kahve yapayım.

[Ben kitabın Kavram Yayınları'ndan Damla Işık çevirisiyle 1996 tarihli ilk basımını pdf'ten okudum. Nette d&r'ın sitesinde AltıKırkBeş'in pasparlak basımı 11,70 tl'ye görünüyor.]

15 Aralık 2017 Cuma

çünkü


6 Aralık 2017 Çarşamba

yazdım hep yazdım

"Yazdım. Hep yazdım. Çünkü eğer böyle yapmasaydım, ürettiğim hikayeler zihnimde hapsolup beni de kendileriyle birlikte esir edecek, en sonunda da patlayacaklardı. Onlarla birlikte ölmemek için yazdım.”

Bunu ben mi dedim diye bir süre donup kaldım ekrana bakarken. O kadar yani.
Ama yoook tabiki, bu yukarıdaki cümleler Stephanie Storey isimli bir yazara ait. Az önce Egoist Okur'da kitabı "Yağ ve Mermer"e dair bir tanıtım yazısının (Leonardo ile Michelangelo'nun Öldürücü Rekabeti) sonunda okudum. Hayat. Heyhat.

1 Aralık 2017 Cuma

adeta Stravinsky'nin Firebird'ü gibi

Yine buralar "geldim, gittim" yazılarıyla donandı gibi oldu ama kendime engel olamıyorum :) Bugün akşamüzeri İstanbul'dan döndüm. Yürümekten yorgunum, kuzenimin evi benim kıstaslarıma göre soğuktu, o sebeple üşümüş haldeyim ama hava aslında ben orada olduğum sürece İstanbul'da çok ılıktı, adeta bir ilkbahar havası kıvamındaydı. Yüzyıllardır görmek isteyip başaramadığım yeri, Topkapı Sarayı'nı gezdim bu sefer. Birkaç alternatif, birkaç klasik yer-lezzet falan denedim, çoğunlukla yokuşlara tırmanarak, vapurlarda uyuklayarak geçirdim oradaki vaktimi. Bu kadar kısa kalmazdım - daha Dolmabahçe Sarayı'na Aşiyan Mezarlığı'na gidemedim mesela - ama yarın ve öbür gün dışişlerinin sınavına gireceğim, mecburen döndüm. Bugün geldiğimden beri de ona bakıyorum. Yani önceki yılların sınav konularına. Ama resmen, ciddiyetle söylüyorum, hiçbir fikrim YOK. Yani sorulara bakıyorum. Sadece BAKIYORUM. Bakın gayet dürüstçe bir itirafta bulunayım, normalde hakkında fikir sahibi olmadığım çok az konu olduğunu düşünürüm (bu biraz itiraftan ziyade içimdeki kocaman kibrin dışarı fışkırması gibi oldu ama artık ruh halime verin :p ). Yazmak da elimden gelen, diğer pek çok şeye göre bir nebze olsun daha iyi elimden gelen bir şey olduğundan ötürü, her durumda da yazabilirim diye düşünürüm. Uydurma kapasitem vardır yani. Kompozisyon falan hiç problem olmaz, bir şeyler anlatır, yazarım. Bu zamana kadar hep böyle oldu, İDARE ETTİM. Ama saatlerdir örnek konulara bakıyorum ve ulan ben bunlara ne uyduracağım diye saçlarımı yoluyorum. Gerçekten zerre anlamadığımı bildiğim birkaç konu var tabi, yok değil. Misal ekonomi. Neden bir paranın değeri öbürünün üstünde olabiliyor, borsa ne ya, bor-sa ne? Gibi. Misal felsefe. Ama harbiden. Okuyorum, okuyorum diyorum ki eee? Felsefe benim için böyle. Bu akşam itibariyle dış politika hakkında da bir şey çakmadığımı fark ettim. Yani bence aslında çakıyordum ama metinleri, soruları falan okuyunca üzerine bir şey diyemiyorum. Sadece "evet tabi" diyorum, "haklısınız". Yarın saatlerce ne yapacağım o sınavlarda, ne yazacağım, bilmiyorum. Sinirim çok bozuk çocuklar, ben bu aşamaya nasıl geldim, ben bu hale nasıl düştüm, ben nereye gidiyorum?

28 Kasım 2017 Salı

Şimdi de trendeyim, İstanbul'a gidiyorum kuzenimle. 😊 Vallahi bu ara böyle kendimi bir jane austen karakteri gibi hissediyorum. Onlar gibi mr. ve mrs. dashwood'un kırsaldaki evine kalmaya gidiyorum gibi şeyler içindeyim. Neyse, cumaya görüşürüz.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...