dan brown etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dan brown etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2014 Pazar

Dan Brown'ın "Cehennem"i

Ben Gölge'yim.
Acılar kentinden kaçarım.
Sonsuz kederin içinden uçarım.
Her gün yeni bir haber geliyor, şuradaki gösteride bu kadar ölü yaralı var diye. Yaşadığımız ülkenin her bir tarafında gün geçmiyor ki birileri sokaklarda ortalığı dağıtmasın, önüne gelen yeri yağmalamasın, arabaları ateşe vermesin, polisler insanları öldürmesin, insanlar herkese saldırmasın. Hemen yanıbaşımızda tarafların bile tam olarak kim olduklarından emin olamadığımız bir savaş sürüyor. Suriye'de iç savaş var. Irak, ABD harala gürele oraya daldığından beri sadece bir savaş alanı. Kimin yetkili kimin toplum kimin insan olduğu belli olmayan, her gün sayılarla duyurdukları kadar insanın ölümüne yol açan bombaların patladığı bir savaş alanı. İsrail acımasızca Filistin'i haritadan silmeye, o toprakların üzerinde yahudi olmayan tek bir canlı bırakmamaya yemin etmiş durumda, saldırıyor. Mısır, o binyılların görkemli Mısır'ı, artık toplu idam haberlerinin geldiği bir coğrafya. Libya 2011'den beri bir iç savaşa sürüklenmiş durumda. Aynı dönemlerde Tunus'ta insanlar artık yoksulluğa başkaldırıp, 23 yıllık liderlerini devirmeye giden protestolara giriştiler, diğerleri gibi bu da kanlıydı. Benzeri gösteriler Ürdün, Yemen ve Bahreyn'de de meydana geldi. Sonra ansızın, biz farkına bile varmadan Rusya (hani şu yıllardır bize ezberletmeye doyamadıkları sıcak denizlere inme uğruna babasını bile satabilecek Rusya) Kırım'a el koydu, Ukrayna'ya saldırdı. Gözlerimizin önünde resmen savaş çıkarttı. Çin ile Hindistan arasındaki bölgede Çin her fırsatını bulduğunda hak iddia ediyor, oraya buraya saldırıyor ve benimsin ya da kara toprağın diyerek ortalığı kana buluyor. Nijerya'da kendine bir isim bulmuş eli silahlı bir örgüt, bir yatılı okuldan 200 tane kız öğrenciyi kaçırdı. Karanlık ıssız bir arka sokakta gecenin bir vakti tek başına yürüyen bir insanı alıp götürmelerinden bahsetmiyorum, güpegündüz 200 insanı ellerini kollarını sallayarak götürmelerinden bahsediyorum. Aynı örgüt Nijerya'da ortalığı birbirine katmaya devam ediyor. Kimse birşey yapamıyor. En son haberlerde hükümetin örgütle uzlaşmak üzere olduğu yazıyordu, düşünsenize koskoca bir ülkeyi yönetmekle sorumlu insanlar, bir örgütle uzlaşmaya çabalıyor. Afganistan yıllardır bir yangın yeri, savaş alanı. Diğer ülkelerin askerlerini yollayıp, sadece biraz daha fazla bombalı saldırı olmasından başka bir işe yaramadıkları bir cehennem çukuru. O çukur ki binyıllar öncesinde Nil'in bereketli sularının kıyısında yaşayanlara, Mezopotamya'nın efsanelerle dolu şehir devletlerindekilere, Anadolu'nun her bir köşesine göz kamaştırıcı mücevherler için taşlar yollayan bir yerdi. Dünya üzerinde savaşın olmadığı, insanların sadece daha fazlası için, birbirlerinden birşeyler çalabilmek için birbirini öldürmediği bir dönem olmadı. Bu gezegenin üzerinde insan yokken barış vardı sadece. Kutsal kitapların ortak söylencesi, Adem ile Havva'nın cennetten kovulduğudur. Belli ki kovulduktan sonra gidebilecekleri tek yer, aslında cehennemmiş. Bizim kendi cehennemimiz. Hep birlikte yarattığımız cehennemimiz. Her gün gözlerimizin önünde oynayan bir tiyatro gibi. Evet bir tiyatro gibi, çünkü ne kadar içinde yer alırsak alalım o kadar da dışında hissediyoruz kendimizi. Dışında tutuyoruz belki, tıpkı Dan Brown'ın kaleminden, kahramanı Sienna Brooks'un simgebilim profesörümüz Robert Langdon'a anlatmaya çalıştığı gibi: "İmkansız değil Robert, sadece akıl almaz. İnsan zihninin ilkel ego savunma mekanizması, beynin kaldıramayacağı kadar fazla stres üreten tüm gerçekleri reddeder. Buna inkar denir." "İnkarı daha önce duymuştum," diyen Langdon espri yapıyordu. "Ama var olduğunu sanmıyorum." Sienna gözlerini devirdi. "Çok hoş ama inan bana çok fazlasıyla gerçek. İnkar, insanın başa çıkma mekanizmasının önemli bir kısmını oluşturur. O olmasaydı, her sabah hangi şekilde öleceğimizi düşünerek dehşet içinde uyanırdık. Bunu yapmak yerine zihinlerimiz, işe vaktinde yetişmek veya vergilerimizi ödemek gibi başa çıkabileceğimiz stresle meşgul olarak, varoluş korkularımızı perdeler. Eğer varoluşla ilgili daha büyük korkularımız olursa, basit işler ve günlük meşgalelerle vakit geçirerek onları hemen aklımızdan çıkarırız."
Belli ki inkar ediyoruz. Elimizde değil, içgüdüsel bir tepki veriyoruz. Böyle başa çıkıyoruz. İnsanların ölüm haberlerini, saldırı haberlerini görüyor, dinliyor, izliyor ve sadece başa çıkıyoruz. Gülümseyerek fotoğraflar çekiyoruz, arkadaşlarımızla keyifli vakit geçiriyoruz, insanlar açlıktan ölmüyormuş gibi biz lezzetli yemekler yemeye çalışıyoruz, hunharca su harcıyoruz. Saatlerce nette geziniyoruz, sabah 8/9 akşam 5/6 işlerimize gidip kendimizi canlı canlı tabutlara kilitliyoruz. Hepsinin ne önemi var? Aslında var. Var olmaya devam etmek için, yaşamak için yapıyoruz bunu. İnkar ederek hepsini, sadece yapmamız gerekeni yapıyoruz. Çünkü öyle yapmazsak, hiçbirimiz nefes alamayız. Göğsümüze çöreklenen o yumruları görmezden gelmezsek insan olamayız. Bunun için cennette yoktu yerimiz, burasıydı olmamız gereken yer.
danbrown.com'dan
Dante bunun için mi yaratmıştı 700 yıl önce cehennemini arafını cennetini bilmiyorum. Bildiğim, Dan Brown'ın son romanı için seçtiği temanın beni tüm bunları düşünmeye sevk ettiği. Brown hiç bir zaman derinlikli şeyler yazmadı, biliyoruz. İlk defa bir Dan Brown kitabı (Da Vinci'nin Şifresi) okuduğum zamanı dün gibi hatırlıyorum. Lisedeydim, kendim de dahil herkesten nefret ederken ve onların hepsi yanıbaşımda çılgınlar gibi test çözerken ben kendimi Robert Langdon ile Fransa'da, Louvre'da, tabloların heykellerin içinde kaybetmiştim. Çok mutluydum orada, bilmediğim bir çok şey söylüyordu bana Brown. Her gün okuldan eve, ansiklopedilerin içinde sörf yapmak için koşturan bir insan için onun allayıp pulladığı bilgiler güllü çifte kavrulmuş lokum gibiydi. Melekler ve Şeytanlar'a resmen aşık olmuştum mesela, günlerim netten haritalar üzerinde, dokunamadığım heykellere bakmakla geçiyordu.
Şimdi Cehennem'i okurkense Brown'ın o wikipedi bilgilerini sıralamasına dayanamadığımı fark ettim sadece. Belki de artık o dünyanın ne olduğundan haberi olmayan öfkeli genç insan olmadığımdandır. Belki de artık tüm o bilgileri bir şekilde kendi kendime de bulabileceğimi, istesem atlayıp gidip oraları görebileceğimi bildiğimdendir. Artık onun cümleleriyle önüme serdiği dünyaların o kadar da uzakta, o kadar ulaşılmaz olmadığını kendi kendime kanıtladığımdandır. Dan Brown artık anlatırken büyülenmiyorum, maceranın hevesiyle koşturup sürüklenmiyorum. Sadece yukarıdaki gibi şeyler akın ediyor aklıma. Eskiden tüm dünyadan beni kaçırıp, çok sevdiğim bir yere savuran hikayesi artık beni daha da içine atıyor yaşadığım dünyanın. Oysa diyorum, stresimi azaltsın, kafamı düşünmem gereken şeylerden uzaklaştırsın diye almıştım ben seni kütüphaneden. Neden artık böyle olduk. Neden artık böyle oldum.
Cevap Robert Langdon'da değil elbette.
Botticelli'nin La Mappa dell'Inferno'su, kaynak

27 Aralık 2011 Salı

Dan Brown'dan "Kayıp Sembol"

Dan Brown nerden çıktı, nasıl çıktı bilmiyorum ama ne yaptıysa ya da bu yaptığı neyse, Bruckheimer'ın gişe canavarları yaratmasıyla aynı başarıda bir şey olduğu ortada. Ve sanırım tam da bu yüzden yerden yere vuruldu, eleştirildi, sevilmedi, basit bulundu, ucuz numaralar yaptığı söylendi.
Adamın derdi hiçbir zaman edebiyat yapmak gibi görünmemişti zaten. Da Vinci Şifresi'ne kadar yazdıklarının tutmamasından da anlaşılabileceği gibi hep aynı şekilde yazdı, basit, olay odaklı, derinliksiz karakterlerin oradan oraya koşturduğu, tam da ortasından popüler komplo teorileri.
İşin kötü yanı ben bir de inanıyorum okurken buna. Kaptırıyorum böyle, ne yazıyorsa. Tıpkı Dune okurken insanların yüz hatlarını incelemeye çabalamak ve eğer yeterince süre nefes almadan durabilirsem tüm kaslarıma hakim olabileceğimi düşünmek gibi, Dan Brown'ın yazdıklarını okurken de kafamda dedikleri canlanıyor. Robert Langdon'la birlikte o özel jetten bu müzeye, o ajandan bu müride koşturup duruyorum. Açıp netten şehir planlarına bakıyorum gözlerimi kırpmadan, sanki benden sakladıkları bir şeyleri görebilecekmişim gibi.
Ama işte tam da bu değil mi amaç? Günün tüm yorgunluğunu, hayatın tüm anlamsızlığını alıp götürüvermesi değil mi? Okurken kitabın içinde yaşamaya başlıyor olmamız. Düşünmeye gerek kalmadan, yorulmadan önümüzde açılan o heyecanlı, özel dünyayı yaşayabiliyor olmamız. Bir de özellikle seçtiği konular en sevdiğim dünyaların kapısını aralıyor bana mesela. Tarih, dinler tarihi, mitoloji ve antik gizemleri günümüz bilimleriyle harmanlayıp, en göz önündeki konulara bulaştırıp, tam ortasına da bir simgebilim profesörünü koyuyor. Daha ne yapsın? Tamam, biliyoruz kurgu murgu uğraşmıyor, bodoslama "ahanda gizem dedikleri bu, ben de çözdüm, hem de pek süper teknolojiler kullandım, hem zeki hem yakışıklıyım" olayına giriyor ama olsun.
Bu "Kayıp Sembol"de de bizim Harvardlı, fit profesörümüz Robert Langdon abisi bildiği Peter Solomon adlı pek zengin-mason-gizemli insan modundaki şahsiyetin ricası üzerine apar topar Washington'a bir konuşma yapmak üzere gidiyor. Olay hakkında - spoiler hatrına- ancak bunu söyleyebilirim. Langdon bu sefer Avrupa'nınkilere değil de ABD'nin köklerine, gizemlerine, komplo teorilerine bulaşıyor.
Brown aynı şeyi önceki kitaplarında da yapmıştı ama burada işi iyice abartıyor, tüm dinler ve hatta masonluk gibi oluşumlar hakkında acayip kalınlıkta bir pembe gözlük geçiriyor gözüne. Herşeye öyle bir açıda yaklaşıp, "en büyük mutluluk nefes alabilmek azizim" halinde bitiriyor. Haa bununla ilgili benim bir problemim yok, dedim zaten okurken inanıyorum bir hafif çakırkeyif oluyorum, bu da bana yetiyor.
Ben öncesinde, Dan Brown'ın yeni bir kitap yazacağı haberi çıktığında gazetenin verdiği bir kitabı okumuştum zamanında. Greg Taylor diye birinin yazdığı "altın yumurtlayan tavuğun yumurtasına vitamin olacak yemi atan elden beslenelim" kitabı "Dan Brown : Süleyman'ın Anahtarı ve Şifreleri". 159 sayfalık bu kitap fikri incelemesinde Brown'ın yazacağı kitapta ne anlatılıyorsa her bir köşe taşı incelenip, tartışılıyor. Yani başından bir fikrim vardı az buçuk. Ama bu gene de kitap içinde ikide bir salak saçma bir şekilde geçen Kartal Soğanlık Cezaevi ifadesini her görüşümde "höh" olmama ya da kitabın web sitesindeki sembol bulmaca oyunuyla saatlerce uğraşmama engel olmadı. Oyun demişken, merak eden olursa kendisi şurda ve pek güzel bir çözümü de burda.
Kitaptan ilginç satırlarla bitirirken, okuyabilirsiniz diyeyim. Bence gayet eğlenceli. Kafa dağıtıcı ve içimizdeki Sherlock'a, Pairot'a, Sydney Fox'a, Indiana Jones'a hediye.
Langdon başrahibin haklı olduğunu biliyordu. Ünlü Hermetik özdeyiş şunu söylüyordu : Sizler Tanrı olduğunuzu bilmez misiniz? Bu ifade Antik Gizemlerin temel direklerinden biriydi. Yukarıdaki aşağıdakine, aşağıdaki yukarıdakine benzer...İnsan Tanrı'nın suretinden yaratılmıştır...Tanrılaşma. İnsanın ilahi olduğu - gizli potansiyeli - mesajı sayısız inancın eski metinlerinde tekrar edilirdi. Kitabı Mukaddes bile Zebur 86:2'de sizler ilahsınız, diyordu.
(...)
Yaşlı adam, "Profesör," dedi.(...)Yanlış hatırlamıyorsam, tarihteki büyük dehalardan biri : 'Bize akıl ermez gelen, gerçekte var. Doğanın sırlarının ardında, anlaşılmaz, soyut ve açıklanamaz bir şey duruyor. Anlayabileceğimiz herşeyin ötesindeki bu güce hürmet etmek benim dinimdir,' demişti."
Langdon, "Bunu kim söylemiş?" diye sordu. "Gandhi mi?"
Katherine, "Hayır" dedi. "Albert Einstein." (s.327)
Peter merdivenlerden inmeye devam etti. "Robert, eskiler öğretilerinin nasıl çarpıtıldığını...dinin cennete bilet kesen bir gişe haline geldiğini...askerlerin, Tanrı'nın kendi davalarını desteklediğine inanarak savaşa koştuklarını görselerdi dehşete düşerlerdi, bunu ikimiz de biliyoruz. Kelimeyi kaybettik ama gerçek anlamı hala erişebileceğimiz bir yerde, gözlerimizin önünde. Günümüze kadar gelen tüm metinlerde, İncil'den Bhagavad Gita'ya ve Kuran'a kadar her yerde yazıyor. Tüm bu metinlere farmosonluğun sunakları üzerinde yer ayrılmıştır, çünkü masonlar kelimenin unutulmaya yüz tuttuğunu bilirler...ama bu metinlerin her biri, kendi diliyle, aynı mesajı sessizce fısıldamaktadır." Peter'ın sesi duygu yüklüydü. "Sizler tanrı olduğunuzu bilmez misiniz?" (s.509) 

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...