ben barnes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ben barnes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2011 Pazartesi

Oscar Wilde'dan "Dorian Gray'in Portresi"

Oscar Wilde'dan tanıdığım kadarıyla pek hoşlanmış değildim. Gene de bu hiç yaşlanmayan güzel adam ve onun yaşlanan portresi konusu oldukça ilgi çekiciydi, haliyle merak ediyordum. Ama acele etmemiştim, sırası gelince onu da görürdük nasıl olsa.
Ama Narnia Günlükleri'nin karşıma Ben Barnes'ı çıkarmasıyla taa 2009 tarihli Oliver Parker filmi Dorian Gray'e ulaştım. O vakit, artık kitabı da gözden geçirmenin yeriydi. Elime Remzi Kitabevi'nin Ağustos 1968'deki ikinci basımından Ferhunde ve Orhan Şaik Gökyay çevirisi 251 sayfalık Dorian Gray'in Portresi'ni aldım ve Wilde'ın kendi deyimiyle "dostlarından birinin hiç yazamayacağını iddia etmesinden dolayı birkaç gün içinde yazdığı" hikayeye daldım.
Oscar Wilde
Orijinal adıyla "The Picture of Dorian Gray", Oscar Wilde'ın 1891 yılında yayınlanan, yazmış olduğu tek romanı. Vikipedi'nin belirttiğine göre güçlü Faustvari temalı klasik bir gotik kurgu. 1854-1900 arasında yaşamış olan Oscar Wilde İrlandalı bir şair-oyun yazarı-öykücü olarak, zengin ve rahat başlayan ancak sonra dibe vuran, sefalet içinde biten bir hayat yaşamış, aykırı bir kişilik. Aykırı kelimesini kendi döneminde insanların ona yakıştırdığı düşüncelerden dolayı sarf ettim. Yoksa düşündükleri, yazdıkları ve yaptıkları kime göre neye göre aykırıdır bilemem.
Bahsi geçen olayımızsa şöyle: Viktorya döneminin sonlarında(hay bin kraliçe victoria, ne kadınmış yahu) Britanya'da Basil Hallward adlı oldukça saf, esasında normal düşünceleri olan her alelade insan gibi seven-hareket eden-mutlu olan-mutsuz olan-çabalayan bir ressamın, çok beğendiği bir genç adamın gerçek boyutlu bir portresini yapmasıyla başlıyor herşey. Dorian Gray adındaki genç, zengin ve mevki sahibi bir aileden gelen güzeller güzeli annesinin, kendilerine göre daha düşük bir seviyede olan bir adamla ailesine rağmen evlenmesi sonucu dünyaya gelmiş, sırasıyla önce babasız, sonra annesiz kalarak büyükbabası tarafından büyütülmüş bir delikanlı. Hikayemiz başladığında henüz 20lerinde bile yok. Ancak Basil'in de ona neredeyse taparcasına aşık olmasına sebebiyet vermiş olağanüstü bir güzelliği var. Tabiki henüz hayatının başında ve hiçbir şey görmemiş olmasından dolayı, bu güzellik hem içinden hem dışından fışkırıyor. Ressam da bu güzelliğinden dolayı kendi sanatının zirvesi sayılan bir portresini yapmaya koyuluyor.
Ancak ortada bir de Henry Wotton adlı lordumuz var. Basil'in yakın arkadaşı -ki hafiften şaşırtıcıydı benim açımdan- olan lord da resim münasebetiyle ortamda bulunan Dorian ile tanışmış oluyor. Zaten bence kilit nokta da bu. Basil'in tüm övgülerine ve güzelliğine tapmasına rağmen lord ağzını açana kadar Dorian kendi güzelliği hakkında aslında pek de birşey düşünmüyor. Ama lord güzelliğinin geçiciliği ve hayatın zevkleri hakkında o zehirli düşüncelerini sarfetmeye başladığında, Dorian o geri dönülemez yola girmiş oluyor. Zaten bence kitabın ismi Henry Wotton'ın hayat karartan düşünceleri falan olmalıymış. Çünkü ne Dorian'ın güzelliği ne de sonrasında yaşadığı hayat değil aslında hikayenin temeli. Tamamen her bir cümlede, her bir düşüncede, alttan alta Henry Wotton'ın dünya görüşü var. Herşeyi büyük oranda bilerek ve çok az miktarda da bilmeyerek, onun düşünceleri ve söyledikleri değiştiriyor, şekillendiriyor.
Ben Barnes'tan bir adet Dorian Gray
Herneyse hikayenin düğüm kısmı zaten çoğumuzun duymuş olduğu gibi. Resmine etrafındaki iki adamın da etkisiyle nerdeyse aşık olan Dorian Gray, hiç yaşlanmamak ve hep bu resimdeki kadar gençliğinin-güzelliğinin zirvesinde kalmak istiyor. Bunun için hemen hemen yakarıyor tanrıya ve dileği bir şekilde gerçek oluyor. Kitap boyunca geçen 20 yıl süresince hiçbir şekilde yaşlanmıyor ve güzelliğinden birşey kaybolmuyor. Kendine verilen bu hediyeyi değerlendirmek adına, hayatını tamamen zevki ve sefahati  yaşamaya veriyor. Ama acı bir şekilde keşfettiği üzere yaşadığı hayatın ruhunda fark ettirmeden gerçekleştirdiği değişiklikler, portrede olduğu gibi ortaya çıkıyor. 20 yıl boyunca, Dorian Gray 18 yaşında bir gencin tüm tazeliğinde kalırken, portre zevk ve - zamanın anlayışında- ahlaksızlıkla dolu hayatın tüm izlerini yansıtır şekilde değişiyor.
Hikayenin sonu da en az ortası gibi güzel düşünülmüş, yerinde ve düşündürücü. Zaten tüm kitap boyunca Wilde her bir cümlesinde insana hayatını, etrafını, düşüncelerini sorgulatıcı şeyler söylüyor. Her bir cümleyle, sanat-güzellik-hayat-zevk-mutluluk-insanlık-toplum hakkında yeni fikirler üretiyorsunuz. Kimi zaman Wilde sizi korkutuyor, kimi zaman da siz kendinizden korkuyorsunuz. Düşündüklerinizden, düşünebildiklerinizden veya içinizden gelenlerden.
2009 yılındaki uyarlamayı ise henüz açıp izleyemedim ama kısaca bahsedersek; güzeller güzeli Dorian Gray'i Ben Barnes, Henry Wotton'ı Colin Firth ve Basil Hallward'ı da Ben Chaplin canlandırıyor. Benim kitabı okurken kafamda canlananlar sarışın-mavi gözlü bir Adonis gibi bir Dorian Gray (ki Wilde'ın tasviri de böyle), en başında daha genç ve karizmatik bir Henry Wotton'dı. Bu seçimlerin ne kadar işe yaramış olduklarını henüz bilemiyorum ama filmin bir diğer güzel yanı olduğundan şimdiden eminim: Dorian'ın ilk aşkı, zavallı bir talihe sahip Sibly Vane rolündeki Rachel Hurd Wood.
Oscar Wilde, kitabın Başlangıç bölümüne "Sanatçı güzel şeyler yaratıcısıdır." diyerek başlayıp, "Sanatta hiçbir fayda aranmaz." diye bitiriyor. Aynen dediği gibi o da bize Dorian Gray adındaki güzel şeyi yaratıp, sunuyor. Ama fayda aramamamızı söylese de aslında bize çok büyük bir fayda sağlıyor.
"Ve sanat?" diye sordu.
"Bir hastalıktır."
"Aşk?"
"Kuruntu."
"Din?"
"İmanın yerini alan moda bir madde."
"Siz bir şüphecisiniz."
"Asla! Şüphecilik imanın başlangıcıdır."
"O halde nesiniz?"
"Belirtmek sınırlamaktır."
"Bana bir ipucu veriniz?"
"İpler kopar. Labirentte yolunuzu  kaybedersiniz."
"Beni şaşkına çevirdiniz. Başka birisinden bahsedelim."

15 Mayıs 2011 Pazar

The Chronicles of Narnia: The Voyage of the Dawn Treader (2010)

Sabit Film Uyarısı:Üzerinde çok düşünmezseniz,spoiler içermez.Haa ama yok çiseden nem kaparım,olayı hemen abartırım diyorsanız spoiler da içerir,gereksiz muamele de yapar.

Benim Narnia yolculuğum 2005'teki The Chronicles of Narnia: The Lion, the Witch and the Wardrobe    ile başladı. Oz'dan, HP'nin Muggle gözlerinin önündeki büyülü dünyasından, Neverland'den ve tavşan deliğinin içinden haberim vardı ama Clive Staples Lewis'in 1950'de yayımlanan kitabıyla birlikte tanıştırdığı Narnia dünyasına hiçbir şekilde rastlamamıştım.

İlk filmin fragmanları dönmeye başladığında ve gösterim tarihi boy boy her yerde yer almaya başladığında gördüğüm tek bir şey karar vermeme yetti: Çocuk kitabından uyarlanan film.20 yılı geçen bu dünya üstündeki süremde öğrendiğim en yararlı bilgilerden biri buydu: Bir çocuk kitabı,asla bir çocuk kitabı değildir.
Diğerleri, bu yaftayı yapıştırıp arkalarını dönerken,biz biliriz ki en büyük hazinelerden birine daha kavuşmuşuzdur.Bırakırız onlar çocuk kitabı sanmaya devam etsinler,burun kıvırsınlar,öyle desinler.

Bu anlamda Narnia diğerlerinden şöyle farklı böyle soylu demeyeceğim,keza her bir dünya farklıdır "bu" evrende.Lewis'in yaptığı da esasında tıpatıp kuralları takip eder;"gerçek"dedikleri,yaşamak zorunda bırakıldığımız bu boyutun yansımalarını kendi içimizdeki dünyanın taşı,toprağı,suyu,bulutu olarak kullanıp,orayı aslında her birimizin içimizde yaşadığı yeri anlatır.Bu esnada diğerleri gene topa girerler,"Hristiyanlık bıdı bıdısı vıdı vıdısı" diye bilir bilmez laf ederler.
Belki öyledir,belki de değildir.Lewis'in kendi içine bakıp gördüğü dünyanın bir yansımasıdır sonuçta Narnia.Siz isterseniz her bir ağacını,otunu,çöpünü İncil'den cümleler olarak görürsünüz,isterseniz sadece Narnia'yı görürsünüz.Ki zaten Narnia'yı göremeyecek kadar şanssızlaşmışsanız,büyümüşsünüz demektir.
Oxford'da Tolkien'le de birlikte çalışmış olan Lewis,Narnia serisini 1949 ile 1954 yılları arasında yazmış.Filmlerin çekiliş sırası kitapların ilk yayımlanış sırasına göre.Ancak bu üçüncü filmden sonra eğer dördüncüyü de yaparlarsa ardından göreceğiz ki kitaplardaki olayların sırası böyle değil.
Hikaye örgüsüne göre Büyücünün Yeğeni,Aslan-Cadı ve Dolap,At ve Çocuk,Prens Caspian,Şafak Yıldızının Yolculuğu,Gümüş Sandalye,Son Savaş şeklinde sıralanıyorlar. İlk film dediğim gibi 2005'te Aslan,Cadı ve Dolap'tı. Ardından 2008'te Prens Caspian geldi.
Bu geçen seneki üçüncü film de Prens Caspian'ı bıraktığımız yerden yeni bir macerada bulmamızı sağlıyor. Narnia Günlükleri'nin bir klasiği olan büyüyen çocukların artık hikayeden ayrılması durumunu ikinci filmin sonunda öğrenmiştik,bu filmde görmüş oluyoruz.İki büyük kardeş Peter ve Susan ergenliğe adım atmış gençler olarak artık Narnia'ya çağırılmıyorlar. Ancak Narnia'nın hala Edmund ve Lucy'ye ihtiyacı var,ayrıca onların tam bir başbelası olan gıcık kuzenleri Eustace'a ihtiyacı olduğunu anlıyoruz ilerleyen dakikalarda.
Prensimiz Caspian'sa artık sanırım biraz da film dokunuşundan olsa gerek, beyaz atlı prens görüntüsünde olmaya devam ediyor.
Dorian Gray'de dişe dokunur bir performans göstermiş Ben Barnes, Caspian rolünde yine aynı saflıkta, sevecenlikte.Kendisini şansımız olursa Killing Bono'da izleme zevkine erişeceğiz.
Pevensie kardeşlerin her zaman en sevdiğim üyesi olan Edmund'a can veren Skandar Keynes diğer iki filme göre zayıf kalıyor. O ilk filmdeki çocuk halinde bile Edmund'un iç mücadelesini, saf doğasını daha iyi gösteriyordu. Artık büyüyen, genç bir adam çehresi kazanmış yüzünde aynı ifadeler çok donuk kalıyor. Neredeyse bir Peter Pevensie bayıklığına gelmek üzere. Kendisinden bundan sonra çok güzel şeyler bekliyoruz, o ayrı.
İlk filmden beri beni en fazla etkileyen Aslan olmuştur bu arada. Liam ustamın sesi mi yoksa aşmış efektlerin oluşturduğu o inanılmaz, kitapları okuduğunuzda gözünüzde canlanan kırka katlayan aslan görüntüsü mü Aslan'ı bu kadar etkileyici yapan, karar veremiyorum hala. Ekranda o alev alev görüntüsüyle ortaya çıktığında her defasında hakikaten bir kükreyişiyle Narnia'yı yaratan Aslan'ın o olduğuna tüm benliğinizle inanıyorsunuz.
Ama ne yazık ki görüntülerin ulaştığı bu seviyeye hikaye hem de Lewis'in o müthiş satırlarına inat, bir türlü gerekeni yerine getiremiyor. Sadece bol bol görsellikle, üstünde baya uğraşılmış aksiyonun arasında sıkışıp kalmış birkaç karakter gelişimi, kitaplardan araklanmış ama kesinlikle yansıtılmaya çalışılmamış birkaç mesaj, öylece dolanıp duruyor film boyunca.
Bir yerden sonra birşey beklemekten vazgeçiyorsunuz, oturup güzel şeyler göreyim diyorsunuz. Ki ilk film kesinlikle böyle değildi, ikinci de bir dereceye kadar idare ederdi.
Neyse Narnia dünyasının en azından bu müthiş görüntülerle ve adabında seçilmiş oyuncularla perdede yaratılmış olmasından gene de mutluyuz, geri kalan 4 kitabı da bekliyoruz.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...