23 Nisan 2025 Çarşamba

Previously on Neverland


 En son 5 Nisan'da halimi vaktimi bildirmemin ardından neler oldu bitti anlatmaya geldim.

Tam da o gece berbat bir mide ağrısıyla uyandım. Gecenin bir vakti, derin uykudan uyandırabilecek kadar ağrımasına sebep olabilecek ne yemiş, ne yapmış olabilirim diye düşündüm tabi. Saçma sapan bir rüyadan sıyrılmaya çalışıyordum ağrı beni uyandırdığında. Filmlerdeki askeri kamp-üs tarzı bir yerdeydim annem ve babamla. Altınları alıp, oradan kaçmaya çalışıyorduk. Hangi altınları ve neden hiç bir fikrim yok. Tutuklu gibiyiz ama dolaşıyoruz da, tuhaf. Altınlar bir pakette, o paketi de bir odadaki bir mini fırının içine koymuşuz. Kaçarken oradan alacakmışız. Fırının bulunduğu oda tıpkı bir 90lar evi odası. İçeride salon koltuk takımı var, sehpalar var, fiskos masaları var. Her şeyin üstünde dantel örtülü. İçeride kıpırdamaya yer yok eşyadan. Nöbetçilerden sıyrılıp, odadaki altınları almaya uğraşıyoruz. Bu sırada daha da saçma şeyler olmaya başlıyor. Bu dediğim odada güzellik yarışması tarzı bir şey başlıyor. Beni oturtup, diyorlar ki karşına gelen kızlardan en güzelini seç. Gözüm hemen yan tarafımda duran, içinde altınların olduğunu bildiğim mini fırına takılıp duruyor. Karşıma üç tane kız getiriyorlar. Üçü de Regency dönemi kıyafetleri içinde, bembeyaz elbiseleri. Birbirlerine çok benziyorlar, ayırt da edemiyorum ki bir şey diyeyim. Zaten aklım altınlarda, odanın içinde kızlar, ben ve ellerinde tüfeklerle nöbetçiler var, arka tarafımdan da parti sesleri geliyor. Bana hadi seç en güzeli hangisi diye baskı yaparlarken işte midemin ağrısına uyandım. Bayram dönüşü iki gün evde değişik bir şey yememiştim. Gelirken annemin yanıma koyduğu peynirli böreklerden yemiştim sadece. Onların da yapması mümkün değil yani. Bir tek birkaç hafta önce Korelee'den aldığım danmuji kalıyor şüpheli. Böreklerin yanında meze niyetine ondan yemiştim birkaç tane. Bir hafta sonra falan bir daha yediğimde yine ağrıdı midem diye büyük oranda ona yıkıyorum suçu ama.

Mide ağrısıyla uyandığım o pazar günü başım da tuttu bir güzel. Haliyle gecenin 3 buçuğunda ağrıyla uyanıp, sabaha kadar evde ilaç olmadığı için nane çayıyla balla muzla midemi rahatlatmaya çalışıp, sonunda ağrı bir türlü geçmediği için güne doğduktan sonra sızıp kaldığım için başım ağrımasın da ne yapsındı. Rahatsız uykumdan uyanınca sabah hemen nöbetçi eczane bakıp, ilaç almaya koştum. Midem ağrıyordu, başım ağrıyordu ve başım ağrıdığı için midem ayrıca acayip bulanıyordu. Neyse ki ilaç içtikten ve bir lokma bir şeyler yiyebildikten sonra biraz hafifledi ağrılarım da rahat edebildim.

7'sinde pazartesi günü uzuuun bayram tatilinden sonraki ilk dolu dolu iş haftası başladı. Pazartesi sabahı tartıya çıkma cesaretini gösterdim. İki tane 5 rakamını yan yana önümde görünce düşüp bayılacaktım. Midem ağrımaya devam ediyordu zaten. O hafta boyu aralıklarla devam etti ağrı. Arada hafifledi, arada bastırdı. Sabahları Nexium, gün içinde birkaç defa Rennie ile bir hafta geçirdim. Tartıda o rakamları görmemin yanında tabi evdeki hiçbir giysiye sığamıyor oluşum da moralimi yerle bir ediyordu. Öğle arasında bir koşu gidip, pantolon almak zorunda kaldım çünkü bir süredir var olan tek eşofman altımla gidiyordum işe.

Cuma sabahı her yer bembeyaz olmuştu kalktığımda. Acayip kar yağıyordu. Mutlulukla indim aşağıya, servis gelene kadar milyon tane kar fotoğrafı, videosu çekme hevesiyle. Dakikalar geçti, servis gelmedi. Sonra aradılar, ana caddeye çık ara sokak kardan kapanmış diye. Caddeye bir çıktım, arabalar ilerlemiyor, lapa lapa kar yağıyor. Asfalt görünmüyor, gökyüzü görünmüyor. Servisi bekledim de bekledim. Sonunda taa yukarıda öylece duruyor gördüm, trafik ilerlemediği için. Ben servise yürüdüm. Binebildiğimde kardan ben de görünmüyordum. O gün ofise normalde gittiğimden bir buçuk saat sonra gidebildim.

O hafta cuma akşamı nihayet oturup, bir film izleyebildim. Normalde hep diyorum ki kendi kendime evde olduğum cuma akşamları bir film izleyeyim. Bu böyle bir geleneğim olsun. Ama hiçbir kere de motivasyonum olmuyor. Film izlemek için de neden motivasyona gerek duyar ki insan? Hiç işte. Neyse, Viola Davis'in yeni filmi gelmişti "G20" onu açtım izledim. Viola Davis'i pek seviyorum, sanırım daha önce hiç bahsetme şansım olmadı. Filmlerini, filmlerinde canlandırdığı karakterleri hep sevmiştim ama asıl instagram ortaya çıkalı beri profilini, dediklerini, paylaştıklarını gördükçe kendi karakterin, sevmeye başlamamın ayrı bir etkisi oldu gibime geliyor. O gazla açtım filmi ama...Çok iyi niyetlerle yapılmış olsa da film pek olmamış. Koskoca iki saatimi neden buna harcadım diye kalakaldım filmin sonunda.

O haftasonunu evde geçirdim çünkü sonraki haftasonu vizeler var diye biraz ders çalışmalıyım diye düşünmüştüm. 14'üyle başlayan hafta, yani geçen hafta iş yerinden eğitime gönderdiler. Bir hafta ofise değil, firewall'la ilgili bir eğitime gittim. Yeni insanlar görmeyi, tanışmayı, başka başka insanların hikayelerini dinlemeyi sevsem de bu çocukluktan yerleşmiş sosyal beceriksizlik ve anksiyete ile hiç kolay olmuyor. Bu arada, normalde işe servisle gidip geldiğim için ve serviste çoğu zaman ya muhabbet ettiğimiz ya da uyukladığım için pek fark edemiyordum ama Ankara'nın trafiğine ne olmuş?! Eğitime gittiğim 5 gün boyunca sabahları ve akşamları arabayla o trafiğe girmem gerekti ve bu insanlar bunu her gün nasıl yaşıyor anlayamadım. Böyle değildi ya. Bu şehir böyle değildi. En alakasız saatte bile yollar tıkalı. İşe gidip ve işten çıkış saatlerine denk gelmiyordu eğitimin saatleri. Gayet ara saatlerde tüm bu insanlar nereye gidiyor arabayla? Cidden onca zaman yolda trafiğin içinde hep beraber durduğumuz anlarda pencereyi açıp sorasım geldi etrafımdaki arabalara, siz nereye gidiyorsunuz? Yani bu saatte normalde işte ya da okulda olmanız gerekiyor. Çalışmıyorsanız arabayı nasıl aldınız? Tüm bu insanlar nereden geldi ya? Neden bu kadar çok insan var?

Eğitime gidip, yepyeni insanlar görmenin bir yan etkisi de yeni, nurtopu gibi mikroplarla karşılaşmam oldu tabi. Normal bir hafta içinde sadece odamdaki diğer 3 iş arkadaşımı ve servisteki 5-6 kişiyi görerek insanlara maruz kalma seviyemi minimumda tutabiliyorum. Oysa geçen hafta bir oda dolusu değişik yerlerden gelmiş insanla bir hafta geçirdim. Haliyle salı akşamı boğazım acımaya başladı. Çarşamba sabahına da hayrolsun diyerek uyandım, bir yandan o gece de yine mide ağrısıyla uyanıp geri uyumaya çalışmıştım. Akşamına grip için ilaç içtim, zaten mide ilacıyla artık yaşayamaz gibi olmaya başlamıştım. Perşembe sabahı boğazım da kafam da kötüydü, gribin halsizliği çökmüştü üstüme. Eğitime gitmeyeyim bugün dedim. Ama erkenden yataktan iş kaldırdı. İş yerinde bir sorun çıkınca bilgisayarın başına geçmek zorunda kaldım. Birkaç saat onunla uğraşınca ister istemez kendime gelmiş oldum, çıktım eğitime gittim öğlene doğru.

Cumartesi sabahı 8 buçukta doktoruma kontrol zamanım geldiği için ona gittim. Dışarısı yağmur, karanlık. Gribim, mide ağrım aralıklarla iki haftadır devam ediyor ve üstüne regl olmuş haldeyim. Hayal edin, o halde 8 buçukta önce doktora, sonra 9 buçukta sınava gitmem gerekiyordu. Ardından öğleden sonra ikide yine sınavım vardı. Sabah o halde 8'de evden çıktım aç bilaç. Doktordaki kontrolüm bitince sınava geç kalmayayım diyerek arabama koşmaya başladım. Tam kendi arabamın önündeki boşluğa ayağımı atmıştım ki bileğim 90 derece büküldü, dengemi kaybettim kendi arabamla öndeki arabanın arasına yuvarlandım. Yokuş aşağı olduğu için de toparlanamadım, kendi arabama çarparak durabildim. Yerde sırtımın üstünde acıyla bir süre durup gökyüzüne baktım. Ne oldu şimdi diye. Ne yapıyorum ben şu an diye. Bileğimin acısına anlam veremez halde, elim sıyrılmış, omzum, bacağımın üst tarafı her yerimi çarptığım için zonkluyordu. Dedim olmaz böyle kendimi kalkmaya zorladım. Acıyla ağlamaklı halde arabaya oturabildim. Bir yandan arabayı çalıştırıyordum, bir yandan da bileğimi kırdım mı acaba diye düşünüyordum ama sınava gitmeyi de bırakmıyordum. Ağlamalıyım diye düşündüm ama arabayı da sürmeliyim dedim. Böyle salak saçma bir halde yol aldım, sınavın olduğu okula doğru sürdüm gittim. Böyle mal gibi bir halde, etrafıma boş boş bakarak. Haritaya bak da yakınlardaki bir acile git işte hemen değil mi? Ne bu zorun? Girmeyiver sabahki sınava da, vizeler zaten bir dur değil mi? Yok salak salak gittim okula. Park ettim, nasıl ineceğim diye düşünerek. Arabadan okula 300 metre mesafe görünüyordu, topallayarak gittim. Sınav sırasında otururken bir yandan bileğim zonkluyordu, ayakkabının yavaş yavaş ayağımı sıkmaya başladığını fark ettim. Sınavdan çıkışta daha da fazla topallayarak yağan yağmurun altında yine arabaya dönüp, eve gittim. Evet yine hastaneye gitmedim, eve gittim.

Evde bir açtım baktım ki ayağım bileğim kocaman olmuş, üstünde sarılık morluk kızarıklık. Hemen dolabımdan bulduğum merhemi sürdüm, sardım, yastık üstüne koyup, oturmaya başladım. Acısını unutmak için film açtım. Ahahaha, evet oturdum film izledim öğleden sonraki sınava kadar. O kadar dalmışım ki sınavı da unutuyordum o derece. Son anda saati fark edip, kendimi dışarı attım. Normalde yürüme mesafesindeydi ikinci okul ama tamam dedim o kadar da salak değilsin herhalde. Taksiye bindim. Ama ne yaptım, o sınavdan çıkışta eve yürüdüm. Bir yandan hala kafamın içi kabul edemiyordu çünkü bir yerime bir şey olabilmesi ihtimalini. Kendi işimi kendimin göremeyeceği ihtimalini.

Bu arada aklımı uzaklaştırsın diye açtığım film "Captain America : Brave New World"dü. Diziyi fena bulmamıştım - geçen sene diyecektim ama The Falcon and The Winter Soldier yayınlanalı 4 sene olmuş! Ama diziden aldığım keyfi ya da diğer Captain America filmlerinden aldığım keyfi almadım tabiki. Yani ne söylemek istediği çok belli olmayan bir hikaye yazmışlar. Yeni bir Avengers takımı toplanacak evet, bunun için ortamı hazırlamaya bir şeyler olsun diye öyle iki dakikada masa başında yazıvermişler senaryoyu gibi. Her şey cringe, her şey formüllü.

Bir ara da Culpa Mia diye bir filmi açtım, hava kapalı yağmurlu olunca Twilight tarzı bir şeyler olsa diye açarak. Artık böyle şeylere dayanamadığımı fark edince geri kapattım.

Pazar sabahı da sınava gittim, hiç durmadım. Ama neyse ki o sınavdan çıkışta hastaneye gittim. Ama para vermek istemiyorum buna da şimdi diye bir üniversite hastanesinin aciline gittim, yakında o vardı. Çarşamba pazarı gibiydi tabi. Kimin nerede ne yaptığı belli değil. Bir yanda kolu bacağı kırıklar yatıyor, bir yandan başka hastalar, yarı yaşımdaki öğrenciler neyim var diye soruyor. Neyse bir röntgen çektiler ama kimse neyim olduğunu, nereme ne kadar bir şey olduğunu, ne yapmam gerektiğini hiçbir şey söylemedi. Kimse ilgilenmedi. Bir reçete yazıp, elime verdiler. Git bile diye olmadı. Öyle olunca gittiğime de pişman oldum. Reçetede yazanları da almadım. Ayağıma doğru düzgün bakmadılar bile uzaktan şöyle bir iki saniye gördüler görmediler.

O gün başım tuttu yine. İlaç içmeyeyim diye direndim. Zaten iki haftadır midem ilacı, ara ara ağrı kesici içiyordum. O kadar saçma bir haldeydim ki yani dışarıdan bakıldığında. Evde de mutfakta durup dururken elime aldığım kase elimde kırıldı. Öylesine. Bir anda. Kendi kendime gülmeye başladım. Yani halimin saçmalığı, başıma gelenlerin saçmalığı...

Pazartesi günü yine doktorumla kontrol vardı. Sabah iş yerine gittiğimde çok topallamama çalıştım. Kalktığımda da sanki ayağımın üstündeki şişlik azalmış gibiydi. Bir de iş yerinde sabah ilk birkaç kişi falan aaa nooldu diye sordukça sinirim bozuldu. Dedim tüm gün böyle bunu çekemem, olabildiğince topallamayayım. Zaten üstüne de basabiliyorum. Yürüdükçe açıldım gibi hissettim. Bir şeyim yokmuş gibi devam ettim öğlene kadar. Öğlende doktoruma gittim, dönüşte yürüyebilirim aslında dedim, başladım yürümeye. Bir süre sonra acım artmaya başladı, tamam dedim, o kadar da değil zorlama, atladım yine taksiye. İş yerinde de oturunca yine ayakkabı bir sıkmaya başladı ama neyse dedim.

Akşam eve gidip açıp bakınca gördüm ki bu sefer bileğimin yan tarafı şişmiş, ayak tabanıma yakın kısım olduğu gibi morarmış ve parmaklarımın hemen dibindeki kısım da mosmor olmuş. Tüm akşam kıpırdamadan, ayağım havada oturdum. Gece bu sefer de baş ağrısıyla uyandım uykumdan. İki ayrılıyor sandım kafam. Hemen ilaç içtim ama sabaha kadar geçmedi, sabah da geçmedi gerçi de. Geç gidebildim işe. Yine topallayarak. Bu sefer insanları takmayarak. Salı günü ofiste tamamen oturdum. Bir ayağım sehpanın üstünde. Yerimden kalkmadan. Baş ağrım da ikinci ağrı kesiciyi içince hafifledi.

Bugün iyi ki tatil. Cidden böyle nasıl yaşıyorum ben ya? Neyse. Hiçbir şey izleyemiyorum da. Bir şey açayım diyorum ama yok aman dur ona başlamayayım diyorum, yok öbürüne başlamak için hazır değilim, yok bunu izlemek için şöyle bir ortam lazım falan filan derken buluyorum kendimi. Böyle bir delilik içinde duruyorum. Güvercinlerle de başım belada zaten. Balkondan bir türlü vazgeçiremedim kuşları. Ev benim olmadığı için kapattıramıyorum da balkonu. Oraya buraya ağ geriyorum, örtü atıyorum falan gene de minicik deliklerden giriyorlar, bir çıkıyorum balkona yerden bana bakıyorlar. Geçen kışa kadar bu balkonda saksılarda çiçekler, domatesler, otlar yapıyordum ben. Bir tane de kuş gelmiyordu, oturuyordum, yatıyordum. Geçen kıştan beri kuşlar yüzünden ne saksı koyabiliyorum ne sandalye masa. Hepsinin içine ediyorlar. Bomboş balkona bile geliyorlar. Çok tuhaf. Yani gerçekten çok tuhaf. Vallahi artık tüm başıma gelenlerle de birlikte kafam iyice şey düşünmeye başladı. Çıkıp gece vakti balkonda dolunayın altında bir şeyler yakacağım. Büyüler falan yapacağım en sonunda. Bu nedir ya?!

Dün akşam sonunda BTS'in Busan'daki Yet To Come konserinin videosunu izlemeyi bitirebildim. Haftalardır açıp, biraz bakıp geri kapatıyordum. Yeterli gücüm yoktu tüm konseri izlemeye. Dün akşam sonunda kendimi de gözyaşlarımı da tutabildim. İzledim, kendimle savaştım, düşüncelerimle savaştım, kendimi mantığa davet ederek, kendimi bunun keyif alınacak bir müzik dinletisi olduğuna ikna etmeye çalışarak izleyebildim.

"When Life Gives You Tangerines"i ise bıraktım. Dümdüz bıraktım. 6'ıncı bölümü de izledim ve dedim zorlamanın gereği yok. Evet aşırı iyi bir senaryo, aşırı iyi bir prodüksiyon ama benim de korumam gereken bir ruh sağlığım var. Bıraktım.

"Crushology 101 (바니와 오빠들)" diye bir dizi başlamış, ona bakayım dedim. Hem salak saçma bir şey hem de gözüm gönlüm açılır diye. Ama dayanılabilecek salaklıkta değil. Bazen gerçekten anlayamıyorum. 10 yaşındaki yeğenimi masanın başına oturtup, üniversiteli bir kız ve ondan bir anda hoşlanmaya başlayan etrafındaki 3 yakışıklı erkekle ilgili bir hikaye yaz desem, inanın cümleleri de yazdıkları da bu diziden daha kaliteli olur. O kadar çocuk yazmış gibi. Çok beter. Hatta bakın bu konusunu bile bir ilkokul çocuğu bulmuş gibi. Tamam hafif, çerezlik bir şey yapalım diyebilirsiniz ama bu kadar da olmaz. Bu derece olmaz. Güzelim Lee Chae Min'e, Cho Jun Young'a yazıklar olmuş. İzlediğim kısmında daha gelmemişti ama ilerleyen bölümlerde gelecek olan Hong Mingi'ye ise daha da yazık olmuş.

"The Haunted Palace (귀궁) " başlamıştı bir de ona baktım. O gerçekten çok iyi çıktı. Hiç umudum yoktu açıkçası, tarihi olduğu için merak etmiştim ama beklemediğim kadar iyi çıktı ilk iki bölümü. Başrollerindeki Bona'yı daha önce doğru düzgün izlememiştim başka bir yerde. Çok ilgimi çekici, sempatik bir kız da değil bana göre ama burada fena gelmedi. Yook Sung Jae'yi ise sadece - hepiniz gibi - Goblin'de izlemiştim, onunla ilgili düşüncelerim şimdilik tam oturmuş değil. Kim Ji Hoon'u ise 2020'de Flower of Evil'da izleyip de etkilenmeyen, şoka girmeyen yoktu herhalde. İlk defa kral olarak böyle birini izliyorum tarihi kore dizisinde. Neyse ilerleyen bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum şimdilik.

Bugün de bileğimdeki şişlik azalmış gibime geliyor ama yürürken acıyor ayağım. Ayrıca bacağıma yukarı doğru da acı giriyor zorlayınca. İki bacağımda da yer yer morluklar var zaten, vücudumun diğer yerlerindeki morluklar da acıyor. Amaaan neyse. Geçer herhalde. Öyle duracak değil ya?

2 yorum:

  1. Çok geçmiş olsun diyorum ama başınıza gelenlere bakınca bu laf az gelecek, başka ne diyeceğimi bilemedim, acil şifalar olsun.

    YanıtlaSil

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...