29 Ağustos 2020 Cumartesi

la pala

Bazı anlar içim acayip yazma hevesiyle doluyor, o an fırsatım olsa açıp burayı dolduracağım. Kafamda planlıyorum, şu zaman şunu yaptıktan sonra, şu geçince ... oturayım. Planladığım zaman geliyor, içim bomboş. Bir bakıyorum bilgisayarı bile açmak gelmiyor içimden. Tek bir kelimem dahi yok. Vazgeçiveriyorum hemen. Bir şeyi yapmamak için kendime bulabileceğim bahane sayısı milyon taneyken ve hepsi de gayet mantıklı geliyorken, o şeyi yapmak için, kendimi ikna etmek için sunabileceğim tek bir sebep bulamıyorum o anda. Aklıma gelenleri işte buraya yazmama sürecim böyle gelişiyor. Okuduğum, izlediğim hikayeleri yazmamak için ise kendimi çok daha kolay ikna edebiliyorum. İkna etmeme bile gerek kalmıyor çünkü onları yazarken bile vazgeçecek gibi oluyorum. Çünkü o yazıların eli yüzü düzgün, böyle bir dergide, gazetede bir kitap eleştirisi olarak yayınlanmış gibi olmasını istiyor gönlüm. Çılgınca uğraşıyorum, burada bir kitabı, bir filmi, bir diziyi anlatacaksam senaristin, yazarın diğer yazdıklarını öğrenmek gibi şeyleri geçtim, ilkokulda en sevdiği ders neymiş gibi şeylerin bile peşine düşüyorum. Aklım en ufak, en uzak alaka detayı bile bilmem gerektiğini söylüyor çünkü habire tepeden tepeden. İnsanlara bir kitap hakkında ahkam keseceksen bari yazı ilk defa nerede icat edildi, kim etti bunları bilmen gerekmiyor mu diye dürtüklüyor. Listeler yapıyorum, tablolar, çizelgeler. Dizi izliyorum ya mesela, onu burada anlatacağım için her şeyine hakim olmam gerekiyor. Oturuyorum karakterlerin soy ağacını çıkarıyorum, onları önceki izlediğim dizilerdekilerle bağlıyorum, tarihler yazıyorum, ortalık tarihlerle doluyor. Mesela yeni bir Jane Austen uyarlaması izledim diyelim (izledim evet bu örnek gerçek). İzliyorum bitiyor ve diyorum ki bunu yazayım anlatayım. Aklım o an şöyle çalışmaya başlıyor. Bu kitabı Jane ne zaman nerede yazmıştı, diğer kitaplar arasında hangi noktaya tekabül ediyor oturup önce bir çiz. Önceki uyarlamalar nasıldı onların bir listesini çıkar, haa ama önce onları da izlemen lazım, dur dur izlenecek listesi yap. Hangi basımları vardı ki bu kitabın acaba, bir onu da çıkart bakalım, en düzgünü hangisi, ben ne zaman okumuştum bunu, heey gidi ne hissetmiştim okurken, doğru doğru şimdi o zaman bir daha okuman lazım şimdi nasıl hissediyorsun acaba. Ayy ama bu arada şey çıkarsan çok güzel olacak Jane'in hayatı boyunca bulunduğu evler, hangi yıl nerede ne kadar kalmış, şöyle bir harita mı yapsan acaba, ah ne güzel olur. Ooo regency dönemi, ne zaman başlıyor ne zaman bitiyor, özelliği neymiş ki, o döneme ait başka ne yapımlar var acaba, dur dur onların listesini yap onları da izle ki karşılaştırabil. Ohoo kostümler, elbiseler çok güzel ama ya özelliği neymiş ki bu dönemde kollar böyleyken Victoria döneminde öbür türlüydü bel çizgisi. Hımm bu şeyleri mi çıkarsan hani hangi dönemde hangi elbise tarzı. Bunları bir kronolojik olarak çizsen çok güzel olur, şöyle deftere doldursan. Diğer tarihi yapımlarda da kontrol edersin hem tarihsel olarak kostümler olmuş mu. Ayy bunu izlemişken madem bir Jane Austen maratonuna mı girişsen şöyle hepsini bir en baştan izlesen de bunu öyle yazsan.
Ve saniyeler içinde kafamın içinde kendi kendimi görevlere boğduktan sonra o dakikada vazgeçiyorum yazmaktan buraya izlediğim şeyi. Tüm bunları yapmadan yazamam çünkü. Sadece yazmak için de değil bu durum, bir gün tvyi açıyorum diyelim. Öylesine bir şeyler izlerim diye. Bir kanalda bir film görüyorum. Yeni başlamış ya da ortasına doğru ilerliyor. Çok izlemek istiyorum. İzlemeye başlamamın üstünden iki dakika geçmiyor ki kafamdaki ses yine beni görevlendirmeye başlıyor. Bu film şimdi yarısından böyle olmaz, bence bir ara şey yap, bundan 4 tane film var ya hani serisi bunun, hah işte bir maraton yap seriden, en baştan düzgünce izle. Sonra tek tek bloga yaz. Ama onu maraton yapacaksam bu oyuncunun diğer filmlerini de izleyeyim. Tamam. Yok ama bir de o dönemin filmleri ayrı bir konu. O dönemin bu tarz filmlerini bir listeleyeyim, onları da tek tek izlerim. Ve aklım filmden kayıp gidiyor. Çeviriyorum kanalı, dolaşıp duruyorum kanallar arasında. Yarım saat hiçbir şey izlemeden boş boş kanallar arasında dolandıktan sonra tvyi kapatıyorum.
Uzmanlık tezini yazmam gerekiyor şu aralar. Tabiki yapamıyorum. Ama onu bu anlattığım sebepten yazamıyor değilim, tamamen konuyla zerre ilgilenmediğim için elim gitmiyor. Onu yazmak için her oturduğumda yapacak bir sürü başka şey aklıma geliyor. İş yerinde bakarım diyorum. İş yerinde bir saniye boş kalamıyorum. Sonra evde bakayım diyorum. Hafta içi akşamları 9 da uyuyuveriyorum. İşten gelip, önce bir kendimi ve her şeyi çamaşır suyuna sabuna batırmakla uğraşıyorum. Sonra balkonda güneşin batışını izliyorum boş boş bakınarak. Haberlere de bakıp, moralimi psikolojimi iyice bozduktan sonra yatıyorum. Şubata kadar bir şeyler yapabilecek miyim artık orası kısmet.
Moralim her geçen bozuluyor zaten. Sizin de bozulmuyor mu? Saçma sapan bir dünyaya bulaştık ya valla yeminle. Gerçi önceki dönemlerde yaşayanlar da bunu diyordu büyük ihtimalle ama bizimki de bu nedir ya? Kötü haberden, habire birine bir şey olacak korkusundan içim şişti. Farkındayım sağlıklı değilim ama elimde de değil. Annemler köye döndü, dakika başı aramamak için ellerime hakim olmaya çalışıyorum. Annemlere abimlere çocuklara bir şey olacak diye kalbim çarpıp duruyor. Cey oralarda bir başına ne yapıyor diye her gün nefesim daralıyor. Hiçbir şey düzelmeyecek gibi geliyor. Yıllarca okuyup izleyip vaay be ne uçuk dediğimiz distopyaların hepsini birden yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Zaten kendimi insanlardan soyutlamıştım, sosyal hayatım diye bir şey kalmamıştı. Ama şu anki durumda tamamen tuhaf bir şey oldum. İnsanlarla konuşuyorum baktığımda, evet konuşuyorum ama sadece işle alakalı insanlarla ve iş konularında. Şu an şu gün bir mucize olsa ve dünya eski haline dönse, nasıl dışarı çıkacağımı bilmiyorum. Yani "dışarı çıkmak" ne ona karar veremiyorum. Ev ve ofis dışında bir yere nasıl gidilir, üstüme ne giymeliyim mesela. Evdeki pijamalar ve işe giderken giydiğim şeyler dışında mesela bir akşam arkadaşlarla bir yere giderken ne giyilir, yok o bende. Öyle bir yere gidecek arkadaşım da yok gerçi şimdi düşününce. Ya da oldu ya yeni insanlarla tanıştım (nasıl tanışılıyor onu da bilmiyorum şu an), oturup insanlarla ne konuşulur, ne denir onu da bilmiyorum. Hiçbir zaman bilmiş miydim emin değilim. Bilmiyordum bence. Daha doğrusu hiçbir zaman normal, "sosyal" bir varlık olamadım herhalde. Sosyali özellikle vurguladım çünkü sosyal dendiğinde aklımıza hemen gelen o anlamını kastetmiyorum. İnsan sosyal bir varlıktır cümlesindeki anlamında söylüyorum. Şimdiye kadar hep aynı sınıfa düştüğüm insanlarla arkadaş oldum, bazı arkadaşları da çalıştığım yerlerden edindim sanırım. Bu bakınca normalmiş gibi görünüyor, hepimiz öyle yapıyoruz sonuçta diyor olabilirsiniz. Ama anormal olan şu ki, benim bu edindiğim arkadaşlar yıllar içinde hayatlarında ilerleyip, başka yerlere gittiler ve ben aynı yerde tek başıma duruyorum. Zaten biliyorsunuz en son hepsiyle iletişimimi kesmiştim. Okullardan sonra artık kimseyi de arkadaş olarak kabul etmediğimi fark ettim. Yani insanların çabaladığını görüyordum, telefon ediyorlardı, mesaj atıyorlardı, iş yerindeyken muhabbet ederken şunu yapalım bunu edelim şuraya gidelim diyorlardı. İnsanlar arkadaş edinmeye çalışıyordu beni (bu böyle mi denir bilemedim şimdi çarpık bir cümle oldu ama olsun). Ama iş yerindeki birini o binanın dışında bir yerde görmeyi düşünemedim ben hiç. Yıllarca bu hep böyle oldu, kaçıp durdum. Sonunda anladım neden olduğunu. Okulda tanıdığım insanlar arasından benim gibi olanları bulabiliyordum, çünkü okula her yerden her ortamdan insan geliyordu. Bu kadar seçenek arasında gerçekten dost olabileceğin insanlar bulabiliyordun. Ve daha önemlisi henüz 20 yaşına bile gelmemiş oluyorduk, ne hayatı biliyorduk, ne düşüncelerimiz oluşmuştu, ne zevklerimiz ne kişiliklerimiz. Birlikte oluşturuyorduk her şeyi, o kadar zaman bir arada durarak birlikte bir resim yapıyorduk. Oysa iş yerinde karşılaştığım insanlar tüm o yollardan elene elene gelenler. Benim nefret ettiğim ve hiçbir şekilde dahil olmak istemediğim o lanet yolun sonuna kendi isteğiyle gelmiş insanlar. Düşünceleri, zevkleri, ilgileri, kişilikleri belirlenmiş insanlar. Paylaşabileceğim bir şey yok. Beni anlamaları da mümkün değil (ki denedim, gerçekten denedim ilk başlarda. o yüzden beni tanıyan insanların yarısından fazlası bir acayip işte diye düşünüyor hakkımda, çünkü çoğunu iş yerlerinde tanıdım ve karşılaştıkları hiç kimseye benzemiyordum). O yüzden iş yerinde bir çay içimlik sürede otururken muhabbet ediyoruz, o sürede ben her yaştan her sosyal sınıftan insanın suyuna gidebiliyorum ve onlar da arkadaş olduk diye düşünüyorlar. Artık haftasonu sinemaya gidebiliriz diye düşünüyorlar. Oysa o odadan çıktıktan sonra onlarla konuşabileceğim iki çift lafım bile yok. Aynı şeyleri yaşamadık, aynı tecrübeleri edinmedik, aynı hiçbir şey düşünmüyoruz. Ben sadece çok iyi bir dinleyiciyim ve fazlasıyla mimik yapıyorum.
Off çok saçma bir haldeyim. Normal konuşmayı unuttum vallahi billahi. Dedim şu insanlarla konuşulan, dilini geliştirmek falan filan için olan uygulamalardan indirip, konuşmaya çalışayım, hani insanlıktan çıkmış gibiyim geri geleyim. Sadece indirip, baktım. Bir şey yazanlara bir şey diyemedim, ben kimseye bir şey yazamadım. Tanımadığım kimseyle ne konuşulur, nasıl konuşurum, insanlarla nasıl tanışılır...dedim ya hiçbir şey bilmiyorum. Şu yaşıma geldim, hiç öyle ne akşamları dışarı çıktım, ne öyle arkadaşlarla buluşalım da şunu yapalım oldum. Düşününce bir yandan çok şey yaptım diyorum, hani çok yere gittim, çok insanla tanıştım, bir dolu şey yaşadım. Ama bir yandan da hiçbir şey yaşamamışım, hiçbir şey bilmiyorum.
Sabah instagramda bir haber gördüm ve hüngür hüngür ağladım. Black Panther'i oynayan oyuncu vefat etmiş. Ne alaka değil mi? Ben de durup dedim kendime ne yapıyorum ben? Adamı sadece bir kere bir filmde izlemişim (tabi işte bir de Avengers falan olarak). Hakkında hiçbir şey bilmiyorum, izlediğim zaman da merak edip araştırmamışım. O derece alakasızım. Ama o kadar durup dururken o kadar beklenmedik geldi ki koptu bende. Daha doğrusu henüz genç bir yaşta kanserden ölmüş olması şu deli günlerde yine ölümlülüğümüzü ve hastalıklılığımızı hatırlattı zaten panik olan aklıma. Korkudan ağladım, panikten ağladım, çaresizliğimize ağladım sanırım.
Neyse siz düğün yapmaya devam edin olur mu? Aman sakın düğün yapmadan evlenmeyin. Sade bir nikahla olur mu hiç? Ondan sonra parayı altınları nasıl toplayacaksınız milletten değil mi? Nasıl ilan edeceksiniz herkesi çağırıp ortalarında boy gösterip oynamadan evlendiğinizi değil mi? Siz yapın düğününüzü, nasıl olsa evlerinizi de döşediniz. Girersiniz tüm kış evlerinize.
Sonra insanlardan neden nefret ediyorum oluyor. İyi ki çıkmışım insanlıktan.
Aslında bir kürek her şeyi düzeltebilir, çok mantıklı gelmeye başladı bana bu fikir.


3 yorum:

  1. Bende ağladım ya ölüm haberine
    Okudum okudum hazmedemedim
    Birde hayran kaldım o teşhisle bile yapmış onca filmi
    Kendi yapamadıklarıma ürettiğim bahanelerden utandım bir de

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Düşününce evet, insan vay be diyor, benim bir gün yarım saatliğine karnım ağrısa tüm dünya yıkılmış gibi hissediyorum. Şuraya uzanayım da her şey bitsin moduna geçiyorum. Oysa insanlar en zor durumlarında bile çalışıyor, üretiyor, yaratıyor. Bilmiyorum belki gerçekten tembeliz, belki acayip şımartıldık biz farkında olmasak da. Ya da gerçek anlamda çok zorluk mu yaşamadık, bilemedim.
      Yazacaktım o an whatsapptan size de haberi görünce, yeminle aklıma üzüleceğin geldi, yüzünün görüntüsü geldi, dedim belki görmemişlerdir, ses etmeyeyim.

      Sil
    2. Görmemek mümkün değildi ya. İnsta da falan da her yerdeydi.

      Bende aynen dedim yazayım, sonra hep üzücü şeyler dedim yazmadım.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...