Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.”
der Shakespeare, ilk defa 1606'da sahnelenen Macbeth'te. İskoç kralı Duncan'ın generalleri Macbeth ve Banquo'nun, İrlandalı ve Norveçlilerle yaptıkları savaşlardan zaferle dönerken karşılaştıkları 3 cadının kehanetiyle alt üst olan ve alt üst ettikleri hayatların bir masalıdır aslında bu oyun bir anlamda. Shakespeare belki kendisiyle dalga geçmiş bile olabilir bu sözleriyle; hayat hakikaten de bir salağın anlattığı, gürültüyle öfkeyle dolu, hiçbir şey ifade etmeyen bir masaldır. Macbeth'in daha ilk perdesinden son perdesine kadar bunu görür, bunu yaşarız. Tüm hayal ettiklerimize meydan okur Shakespeare oyun boyunca. Macbeth'in tüm yaşadıkları kehanette öyle dendiği için mi gerçekleşir yoksa kehaneti duymuş olmasının etkisiyle her şeyi aslında kendi iradesiyle mi yapar? Hep içinde midir insanın o bitmek bilmeyen hırs, açgözlülük, kana susamışlık?
Böyle bir dolu şey düşündürten bir oyundur Macbeth. Aynı zamanda yüzyıllardır dünya kültürüne yerleşmiş imgelerle, fikirlerle doludur, onların kaynağıdır zaten. Şahane cümleleri vardır içinde. Shakespeare'in hemen her oyununda baş ucuna yazılacak cümleler vardır elbet ama Macbeth'te daha çoktur gibime gelir benim. Belki artık o kadar objektif bakamıyor oluşumdan bu oyuna, bu hikayeye. Doğru düzgün okuduğum, anladığım ilk oyunu çünkü Shakespeare'in. Bir noktada tamam artık okumalıyım şu oyunları deyip de dalmaya başladığımda Shakespeare okyanusuna, görmüştüm ki onun yazdıklarını okumaktansa izlemek daha etkili, daha anlaşılırdı. Azimle okudum, okumadım değil, denedim, bir çoğunu da okumuşum şimdi listeme bakıyorum da. Ama bakın okumuşum diyorum, çünkü çoğunu - yani aslında izlemediklerimi - hatırlayamıyorum. Bir şey ifade etmemiş benim için, daha doğrusu anlamamışım. Ne cümlelerini takdir edebilecek kadar ne de oyunların neyi anlatmaya çalıştığını çözecek kadar. (Bu arada izlemekten kastım tiyatroda ya da herhangi bir şekilde dizi-film olarak uyarlanmış olarak. Yani hani 10 Things I Hate About You'yu falan alıyorum içine öyle düşünün.)
Bu yüzden devlet tiyatrolarının bu dönemki oyunları arasında İkinci Katil'i görünce uçarak gittim adeta Macbeth'in 3 cadısı gibi. Tamam Macbeth'in kendisi değildi ama o hikayeydi, benim hikayemdi. Shakespeare'in yazdığı oyunda Macbeth'in arkadaşı Banquo'yu ve onun oğlu Fleance'ı öldürmesi için gönderdiği katillerden birinin, ikincisinin hikayesiydi bu. Meyhaneci Warden ve karısı Mary'nin, Macbeth ve Lady Macbeth'in hikayesine paralel bir şekilde ilerleyen ama aynı zamanda birçok şeyin iç yüzünü, hem Shakespeare'in hikayesine hem de insan doğasına dair kocaman da bir ayna tutarak anlatan bir oyun İkinci Katil. Yazarı Serhat Yiğit olarak görünüyor devlet tiyatrolarının sitesinde. Oyun boyunca kaleminden çıkan cümlelere, o cümlelerin ifade ettiği her şeye, şapka çıkartmamak, önünde eğilmemek mümkün değildi. En başlarda belki biraz tempo yavaştı, her şeyin yerine oturması biraz zaman aldı ama sonrasında öyle bir akış tutturdu ki oyun...Üstüne bir de oyuncuların coşmasını izlerken insanı adeta yerine zamklıyordu. Özellikle Mary rolündeki Fulya Koçak'tan oyun boyunca gözlerimi alamadım. Mezarcı rolündeki Edip Tümerkan ise girdiği her sahnede inanılmaz cümleleriyle, onları çaktırmadan ama içimize işleyerek söyleyişiyle muazzamdı. Ama sanırım ben en çok cadıların ele alınışını, gösterilişini ve oynayışlarını beğendim. Çünkü şimdiye kadar ne şekilde izlesem bir türlü oyuna (bu durumda tabiki Macbeth'in içindeki hallerini diyorum), oyunun ruhuna doğru düzgün oturtamadığım 3 cadı, bu oyunda bana keyif verdi (yani tabi hala olmalarını hayal ettiğim gibi bir sahne oluşturmadılar ama artık önümüzdeki uyarlamalara bakacağız).
Oyunla ilgili tek sinirimi bozan şey de aslında oyunun kendisiyle ilgili değil. Tiyatroya öksürmek ve diğer sesleri çıkarmak için gelenlerle ilgili. Böylesi bir oyunda kendimizi tam sahneye dalmış, oyunun içine tüylerimiz diken diken kendimizi kaybetmiş halde girerken durmadan, azimle öksüren ve bizi içine daldığımız o harikalar diyarından adeta halatlarla çekip alanlar. Bakın küfretmemek, ağzınızı yüzünüzü dağıtmamak için kendimi zor tutuyorum. Hasta olabilirsiniz ama o zaman gelmeyin arkadaşım oyuna. Gelip de benim tüm tiyatro zevkimin içine etmeye hakkınız yok. Hem kendiniz izleyemiyorsunuz hem de bize izletmiyorsunuz. O kadar ki çoğu zaman sahneyi duyamadım öksürük sesinden. Hayır hadi ilk perdede azimle oturdunuz, ikinci perde başlamadan çekin gidin. Neden insanlar bu kadar salak, saçma sapan, bencil, düşüncesiz? Neden beyniniz iki satır çalışmıyor? Bakın gene sinirden köpürdüm hatırladıkça. Ulan var ya. Leto'nun tanrı imparator olarak insanlara o şekilde hükmetmesini çok iyi anlıyorum vallahi. Palpatine'i de hatta Voldemort'u bile anlayabiliyorum. Hak veriyorum. İnsanlara katlanmak zorunda kaldıkça, yeminle hak veriyorum.
Neyse, İkinci Katil şahane bir oyun. Şansınız olursa gidin, yaşayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder