10 Ağustos 2011 Çarşamba

TiMER (2009)

Şu hikayeyi herkes duymuştur değil mi, hani çoook, çok eskiden insanların bir kadın-bir erkek ruhtan oluştuğu ama bir şekilde tanrıları kızdırdıklarından Zeus'un yıldırımlarıyla ikiye ayrılıp, birbirlerinden uzaklara düştükleri ve o zamandan beri yeryüzündeki her bir yarım ruhun, diğer yarısını arayıp durduğunu? Hemen hemen tüm bu "ruh eşi" hikayelerinin kökenidir bu.
kaynak: fuck yeah john patrick amedori
Peki ruh eşini illa bulmak mı gerekir? Yarım olmanın ne sakıncası var? Ayrıca bu "ruh eşi"yle direkt, dakika bir, herşey hallolmuş mu olacak? Böyle bir garanti var mı? Ya da tüm hayatınızı birlikte geçirmeniz gereken kişi o mu? Bu mu demek ruh eşi? İnsan, kendisini her yönden tamamlayacak, tüm eksikliklerine, kusurlarına çare olacak kişiye mi aşık olur? Yoksa kendisine her yönden mükemmel gelene mi? Ama zaten ruh eşiniz de size her yönden mükemmel gelmez mi? Olayın doğası bu değil mi? Yani aslında, ruh eşiniz olmayan birine aşık olabilir misiniz?
Jac Schaeffer'in yazdığı ve yönettiği "TiMER"ın gerçekliğinde, insanlar 14 yaşlarından itibaren isterlerse yazı yazdıkları kollarının bilek iç kısmına bir sayaç taktırabiliyorlar. Bu sayaç - ki ismi "timer" - ruh eşinizle karşılacağınız zamanı yazıyor. Devamlı geriye sayan bu sayaç, sıfırlandığından itibaren 24 saat içinde ruh eşinizle göz göze gelirseniz ikinizin de timer'ı biplemeye başlıyor ve anlıyorsunuz ki buluştunuz. Timer'ınızdaki süre 2 gün de olabiliyor, 20 yıl da.
Kahramanımız Oona O'Leary'nin timer'ında ise taktırdığından beri hiç rakam yok. Çünkü ruh eşi bir yerlerde, artık nerdeyse, timer taktırmadığından karşılıklı saymıyor oluyor. Oona'nın annesi ve babası ruh eşi olmadıklarından boşanmışlar ve annesi ruh eşiyle evlenmiş. 30'una birazcık bir zaman kalan Oona da böylece bu evlilikle kazandığı üvey kız kardeşi Steph'le yaşıyor. Steph'in timer'ıysa 43 yaşında ruh eşiyle karşılaşacağını söylediğinden o kendince hayatını yaşıyor. Gündüzleri bir huzurevinde danışma olarak görev yapıyorken, geceleri bir barda barmenlik - ya da kadınlar için farklı birşey mi deniyordu bilmiyorum herneyse - yaparak, her gün de farklı bir adamla gününü gün ederek takılıyor öyle. Oona'ysa tam tersi, usanmadan ruh eşini bulmak için uğraşıyor. İlişki yaşadığı her timer'ı olmayan adama - ki bu yüzden hep timer'ı olmayanları denemek zorunda - gidip, birlikte timer taktırtıyor ve biplemeyi bekliyor. Tabi hiç birinde tutturamıyor.

Sonunda Oona da bir gün bıkınca bu deneme-fos çıkma-bekleme durumunda, markette kasiyerlik yapan Mikey'le tanışıyor ve kız kardeşinin tarzını denemeye karar veriyor. Karşında timer'ı olan ve kendi ruh eşiyle karşılaşacağı zaman belli olan bir adamla, gecelik günlük kısa süreli gönlünü gün etmece. Nasıl olsa ikisi de birbirlerinin ruh eşi olmadıklarını bilen iki insan böylelikle hiç bir sorumluluk, hiç bir düşünce taşımak zorunda kalmadan gayet rahat bir ilişki yaşayabiliyorlar.

Oona da bu düşünceyle yola çıkıyor ama Mikey'le  o kadar eğleniyorlar, o kadar sevimli bir ilişkileri oluyor ki görüşmeye devam ediyorlar. Mikey'nin timer'ında 4 aylık bir süre görünüyor bu arada. Oona da buna güvenerek zaten kendisini ayarlıyor, nasıl olsa  o kadar sürmeyecek ilişkileri diye endişe etmiyor. Çünkü Oona, başta da dediğim gibi esasında tek amacı kendi ruh eşini bulup, onunla mükemmel bir şekilde mutlu olmak olan, 30una yaklaşmış bir Ortodontis (herhalde böyle yazılıyordu, aman neyse dişçi işte :p). Mikey'se 22 yaşında, gündüz kasiyerlik yapıp, gece barda sahneye çıkan bir müzik grubunda baterist ve 4 arkadaşıyla bir evde kalıyor. Yani Oona'nın düşündüklerinin ve hayal ettiklerinin çok dışında bir tablo çiziyor Mikey.
Filmin geri kalanını izlemeniz gerek. Bu noktada  bunu söylüyorum. Çünkü hakikaten diğer pek çok romantik-komedi veya artık hangi kategoriye sokulabilirse onlardan, dahil olduğu grubun diğer filmlerinden oldukça ayrı bir yerde TiMER. Özene bezene yazılmış bir senaryosu, ilginç fikirleri var. Oona rolündeki Emma Caulfield idare eder bir performans gösterse de, onun dışındaki oyuncular özellikle şahane. Steph rolündeki Michelle Borth çok iyi. Desmond Harrington'ı Ghost Ship'ten sonra uzun bir aranın ardından yeniden görmek beni sevindirdi. John Patrick Amedori oynadığı için yönlendiğim filmde, bir saniye bile sıkılmadım. Sadece sonunda veya sonuna doğru olayların bağlanmasında sinirim bozuldu o kadar.



Ne düşünmemiz gerektiğine karar veremedim filmin ardından. Yani kimin ruh eşimiz olduğunun bir önemi yok da, aşık olacağımız insanı içimizden bir şekilde hissederiz mi, bu durum içgüdüsel bir şey mi diye düşündüm ben. Birlikte izlediğim arkadaşım da belki de filmin bize, ruh eşinin olmasının yanında, başka birine aşık olup, gerçekten çok mutlu olabileceğimizi söylemeye çalışmış olabileceğini söyledi. Ama bir yandan da garantici olmamayı, aşık olduğumuzda içimizde bunu bize söyleyen sesi mantığımızla bastırmamamızı söylemiş olabilir TiMER, çünkü bunu kabul edecek kadar cesur olamazsak pek çok şeyi kaybedebileceğimizi gösteriyor bir yandan da.

Andrew Kaiser tarafından yapılan müziklerini şöyle dinleyebilirsiniz, saat tiktakları arasında...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...