30 Haziran 2011 Perşembe

Welcome To The Rileys (2010)

"Welcome to the Rileys" Ben Hixon'ın yazdığı, Jake Scott'un yönettiği bir drama. en kısa ve açık şekilde böyle tanımlanabilir. Üç oyuncu arasında geçen, sessiz sahnelere katılan insani tepkilerle ve net açılarla çekilen görüntülerle hikayesini en sade şekilde anlatan bir film.
James Gondolfini, Melissa Leo ve Kristen Stewart'ın döktürme eğilimde olduğu bir iki saat boyunca ABD'nin Indiana'sından New Orleans'a uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz Riley ailesi ile birlikte. En azından ondan geriye kalanlarla.
Baba Riley (ehehe evet şarkı gibi oldu) ile anne Riley, kızlarını 15 yaşında bir araba kazasında kaybetmişler. Üzerinden 7 yıl geçmiş bu olayın ardından, ikisi de bu filmlerde bolca gördüğümüz aile travması halinden çıkamamış durumdalar. Baba Doug, her perşembe gecesi yaptığı gibi arkadaşlarıyla poker oynuyor ve çıkışta da bir kafeye gidip waffle'ını yiyor. Kafenin sevimli garsonu Vivian ile de bir ilişkisi var. Anne Lois ise o olaydan beri evden dışarı adımını atmamış, bir ton ilaç alıyor her gün ve evin içinde büyük bir düzen ve titizlik içerisinde dolaşıyor.





Ve alışık olduğumuz üzere, birlikte yaşayan iki yabancı durumundalar. Sadece evliliğin gerektirdiği kadar konuşup, yan yana geliyor hale gelmişler. İkisi de kızlarının ölümünden veya içlerinde tuttukları dertlerinden konuşmuyor, kendi köşelerinde gizli gizli ağlıyorlar.
Bir iş toplantısı için New Orleans'a gidecek olan Doug'ın sevgilisi Vivian kalp krizi geçirip ölüyor. Tek başına olduğu bir toplantı gününün ilerleyen saatlerinde daralan Doug, sokaklara vuruyor kendini ve bir striptiz kulübüne geliveriyor.
Burada kendisine yapışan striptizcinin ısrarlarına yanıt vermiyor. Sadece konuşmak istiyor, çünkü karşısındaki kız hakikaten kızı yaşında görünüyor. Ama striptizci onu polis sanıp kovuyor mekandan. Gene de birkaç saat sonra dışarıdaki kafede rastlaşıyorlar ve konuşmaya başlıyorlar. Doug daha sonra evine bıraktığı kıza - ki kullandığı isim Mallory- bir şekilde kol kanat germeye başlıyor.
Bu sırada tüm olanlarla birlikte artık kabuğunu kırması gerektiğine karar veren Lois de atlıyor arabaya, New Orleans'a geliyor. Kocasının peşinden. "Sen terk etsen de ben seni bırakmam." diyerek. Bir şekilde Doug da durumu karısına açıklıyor ve ikisi bu kendileri gibi öksüz kalmış genç kıza aile olmaya çalışıyorlar. Onlar Mallory'ye yardım etmeye çalışırken aslında kendilerine yardım ettiklerinin farkına varmıyorlar. Kendi yaralarını, bu genç kız üzerinden onarmaya çalıştıklarını anlayamıyorlar.
Tabi ilerisinde ve sonucunda ne olduğunu söylemeyeceğim, filmin hikayesi de bu zaten. Bu haliyle de film, güzel bir hikayeyle lokum gibi boğazınızdan kayıp giden şahane bir tad bırakan oyunculuklar ortaya çıkarıyor. Alınması gereken bir mesaj yok, öğrenilmesi gereken bir ders yok. Sadece insanlar var, duyguları ve ufak yaşamlarıyla.
Film boyunca duyulan o güzel melodiyle noktalayalım:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...