16 Eylül 2012 Pazar

Doğu Yücel'in "Hayalet Kitap"ı

2004 yılının başları. Lise 2'nci sınıftayım. Tüm hayatım boyunca fevkalade ilerlettiğim eğitim öğretim kariyerim ilk sallantılarını yaşıyor. Lise 1'in bitimi 2'nin başlangıcı ile birlikte zorunlu olarak alan seçmişim ve istediğim yoldan ilk defa bu kadar ters yöne gittiğimin ilk defa yüzüme şaklamaya başladığı zamanlar. Edebiyat öğretmeninin rehberlik dersinde masasına çağırıp, elinde dosyam, "e peki sen o zaman neden fen bölümü seçtin?" diye saf saf sorduğu, masanın çiziklerinden gözlerimi kaldırmadan yutkunarak gözyaşlarıma engel olmaya çalıştığım (ki aynı hocanın yüzüne karşı ağlayacaktım bir boş ders sırasında sınıfın tam dışındaki bankta tek başıma otururken), kimya hocasının tahtaya yazdıklarını diğer her şeyi anladığım sandığım gibi aslında zerrece anlamadığımı gördüğüm sınavlardan hayatımın ilk 3'ünü aldığım, artık ne akılla veli toplantısında fizik hocasına çıkışan babamın günahını ödetmeye çalışan hocanın tüm fizik derslerini ve okulu zehir ettiği zamanlar. Kendimi esaslı olarak ilk değil ama son da olmayacak şekilde kitaplara, filmlere, yazmaya, müziğe, radyo programlarına, dizilere ve düşünmeye - en dibinden düşünmeye hem de - verdiğim zamanlar.
Sinemaya Okul filminin geleceğini duyduğum zamanlardı ayrıca. Yerli filmler o zaman bu kadar fazlaca olmazdı, habire festivallere gidip ödül almazlardı. Türkiye'de korku - ya da gençlik korku "teen horror" - ilk defa yapılıyor diyerek duyurmuşlardı filmi. Sonuçta ergendim ben de, hadi be ilk mi vay bir görelim havasındaydım. Genç yazar Doğu Yücel'in bir kitabından uyarlanmıştı, öyle deniyordu ayrıca. Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları diye adı olan bir kitabı da vardı hem, tam hayal edip de olamadığım şeyleri temsil ediyordu ucundan azıcık bu "genç yazar". Ben de gençtim çünkü, yazıyordum kendimce ve öyle güzel bir kitap adı bulmuştu ki daha kitabı görmeden ne yazdığını kurmuştum ben kafamda, bayılmıştım hatta kendi kendime kurduklarıma göre o kitaba.
Kitapçılarda bulamamıştım tabi kitabı o zamanlar, filmin uyarlandığını da. Kitapçılar dediğim de Karanfil'deki Dost yani, o yaşta dershaneden çıkıp dümdüz yürüyüp oraya bakabilirdim bir tek. Ben de tüm heyecanımla filme gittim. Nehir Erdoğan'a zaten gıcık oluyordum, Melisa Sözen'e sevgimin ilk tohumları atılmıştı tıpkı şu Sinem Kobal'a uyuzluğumun tohumlarının atıldığı gibi. Berk Hakman'la tanışmıştım, dergilerden hala resim kestiğim zamanlar olduğu için resimlerini kesmiştim hatta. Burak Altay'a ise Güldem'in hissettiklerini hissediyordum, zerrece yakışıklı bulmadığım ama beni her türlü anlayan, yanında olmaya bayıldığım en iyi arkadaşım gibiydi. Film ise...Türkiye'de dram ve trajedi dışında yapılan her film gibiydi. Olmamış, olamamış, eğreti kalmış bir garip deneme. Korku filmiydi ama güldürüyordu - çok şaşırdınız değil mi? Efektler özenliydi ama biz o zamana dek neler görmüştük, o kapakları nasıl kendi kendilerine açtırdıklarını bildiğimi düşünmekten korkmayı aklımızın ucuna bile getirmiyorduk. Mizahı akıllarıyla değil, mini etekler giydirdikleri mankenlerle yapmaya çalışıyorlardı ve saçmalıyorlardı - buna da pek şaşırdınız biliyorum. Sonuçta filmi gittim gördüm ve tüm sönmüş heyecanımla eve geri döndüm. Bir daha da Doğu Yücel'i ve kitaplarını aklıma getirmedim.
bayılıyorum da bu poza ben.
Sonra tanrı "twitter olsun" dedi oldu. Yıllar yılı sadece kapağında bayıldığım biri olduğu sürece aldığım Blue Jean'deki yazılarını ya da işlerini aklımda tutmadığım Yücel'in twitterda takipçisi oldum. Böyle takipçisi demek de hakikaten belirli bir Psycho tınıları veriyor ortaya ama yapacak birşey yok, öyle çevriliyor. Neyse günler haftalar geçerken o da eğlenceli, faydalı, güzel tweetlerini atarken yeni kitabını yazdı. Varolmayanlar adını koydu, ben gene kıskandım. Niye bu kadar iyi isim bulabiliyordu bu adam. Alayım hemen okuyayım dedim, olmadı, yüksek lisansın içinde debeleniyor, zorla bilgisayar mühendisi yapılmaya çalışılırken işe girmekten kaçmaya çabalıyor ama tam da göbeğine düşüyordum ve olmadı. Kitapçıya kadar gittim, önünde dikildim kitabım ama almadım. Sonra bu sene bir haber daha verdi Doğu Yücel. Hayalet Kitap'ın 10.yılı dolmuştu, o kadar sene olmuştu öyle ya, yeniden basıyorlardı. Bu sefer bahanem kalmamıştı, zaten mutsuzdum, hep mutsuz olacaktım hiçbir şey değişmiyordu. Ben de gittim hem Hayalet Kitap'ı hem Varolmayanlar'ı aldım (yanlarına bir de onlara yaraşır "Bir Kurt Cobain Romanı"nı katarak). Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları gene yoktu tabi, başka bir 10 yıla belki dedim içimden.
İlk işim Hayalet Kitap'ı yemek yutmak oldu. Tabi ufak pek ufak bir sorun vardı ki kitabı okuma zevkimin içine etti. Kafamda habire 8 yıl önceki filmden görüntüler, karakterleri olayları hep onlarla karşılaştırıp duruyorum. Filmdeki oyuncuların da yarısından çoğuna gıcığım ya, kitaptakilere daha çok gıcık oluyorum okudukça. Hayır zaten kitapta sevilecek, azıcık sempati duyulacak bir karakter de yok ya neyse. Kötü yazıldıklarından falan değil yok öyle birşey de, hepsine ayrı ayrı sinir oluyorsunuz.
Olay şu aslında. Dokuz Eylül iktisatta bir Güldem var pek güzel, bir de ona aşık Gökalp. Gökalp bu yazan, üreten, hayal eden, düşünen adamlardan hani bildiğimiz. Güldem'se o kızlardan işte, hani güzel bulunan, kendini güzel bulmadığını söyleyen, anlamsız salakça insanları beğenen, büyük olasılıkla da akıl yoksunu kızlardan. Böyle yazınca sanki pek bir cadalozluk sezdim kendimde ama, valla değilim. Sadece kitaptaki Güldem'e acayip sinir olmuş olabilirim. Gökalp'e de olacağım hatta sinir, böyle çocuklar hep gidip böyle kızlara aşık olur bile bile manyaklar mı ne. Neyse. Gökalp hep küçük hikayeler yazar Güldem'e okusun diye, madalyonun bir tarafında aşk varken diğerinde dostluk varken hem de. Bir gün Gökalp, Güldem'e son bir hikaye bırakır "Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım." diye başlayan.
Ben şimdi sevdim mi sevmedim mi bilemiyorum Hayalet Kitap'ı. Mutlaka okuyun derim, rahat. Ama ne hissettiğim konusunda emin değilim kendimden. Bir kere tüm o satırları yazanın benim gibi, bu ülkedeki eğitim sisteminden nasibini almış, aynı olmasa da benzer yollardan geçmiş, benzer şeyler görmüş ve düşünmüş ve hala da aynı ülkede yaşayan bir genç insan olduğunu bilerek okudum. Aklımın köşesinde böyle bir gerçek olunca okuduklarıma çoğunlukla iyi niyetle, sevinerek baya baya da şaşırarak baktım. Hadi be o da böyle düşünmüş yok artık bu sadece benim yaşadığım birşey değil mi şeklinde tepkiler çıkarıp durdum. Bu güzel yanıydı. Kötü yanıysa kıskançlıktı. Ben de yazmak istiyorum böyle, ben de anlatmak istiyorum diye tepinip durdum. Öylesine içten, rahat, nasıl yaşamışsa nasıl görmüşse nasıl hissetmişse yazmıştı ki resmen cadılık yapmak üzereydim. Sevinçliydim ama çok, biri, bizden biri, böyle birşey yazmıştı.
"Bu kitap Platonik Aşıklar Krallığı'nın asil vatandaşlarına adanmıştır." diye başlıyor kitap ve üç bölüm boyunca tarihlerle ilerliyor; Hayalet, Korku ve Yalnızlık. Her bölümün başında yine bizden şeyler var, kah bir Tim Burton filmi repliği, kah bir Pink Floyd şarkısı sözü, kah bir Buffy sahnesi. Aşka, üniversiteye, hocalara, anneler babalara kardeşlere, arkadaşlara, sevgililere ve hayallere dair pek çok şey söylüyor Doğu Yücel.
Zaman, güzelliğin ve aşkın en büyük düşmanı. Neden günümüzün aşklarından memnun olmayan herkes geçmişe ve geçmişteki aşklara özlem duyar? Geçmiş saçmalıktır. Geçmişte de aşk yoktur. Geçmiş zamanın aşkları abartılıyor. Eminim geçmiştekiler de "Gelecek olsa da aşk daha özgür olabilse" gibi zırvalıklar düşünmüştür. Oysa gelecekte de geçmişte de karşılıklı aşk hiçbir zaman olmayacaktır. Aşkı yaşayan tek bir kişidir ve onun için işleyen zamanla karşı taraf için işleyen zaman farklıdır. "Sonsuz aşk", "Sonsuza kadar seveceğim" geyikleri, bunlar güzeldir ama hepsinin altındaki ana fikir şudur: Zaman oldukça aşk gerçek olmayacak.
(...)
İyi bir yalan söylemek için bir numaralı altın kural, söylediğinize önce kendinizin inanması gerektiğidir. Bu başlangıçta insana zor gelir, bir yalanla hem karşınızdakini hem de kendinizi kandırmanız zaten zor bir olaydır ama yaşınız ilerledikçe ve yalan söylemeye daha çok ihtiyaç duydukça bu iş bir alışkanlığa dönüşür. Artık iki hayatınız vardır: biri uydurduğunuz hayat, diğeri gerçek hayatınız. Gerçek hayatınız çok geçmeden sizden habersiz ilerlemeye başlar. Uyduruk hayatınız her yalanla birlikte güç kazanır ve kontrolünüzden çıkar. Artık hangisinin sizin hayatınız olduğunu bilemezsiniz. Bir şeyi rüyada mı gerçek hayatta mı yaptığını bilmemeye benzer bu.
(...)
Zaman tüneline dalmış, orada olası bir geleceğe gitmiştim. Ve o gelecek artık benim için mümkün değildi. Hayalet beni acımasız bir yolculuğa çıkarmıştı. İki sene önce verdiğim kararın yanlışlığını anlatan bir gelecek senaryosunda oynatmıştı beni. İktisat diploması yerine konservatuarı seçmem sonucunda gerçekleşecekler, biraz önce konuk olduğum dünyada kalmıştı. Ve ben bundan böyle her zaman orada yaşamak isteyen, kendi yaşamımda bir yabancı gibi dolaşan bir turist olacaktım. Cehennemi gezdiğinin farkına varan bir turist, başka bir şey değil.
(...)
Bir dersin temek formüllerini bilmek elbette bir öğrencinin o dersi özümsemesi için gerekli ama hocanın derste tahtaya yazarken bile kitabına bakarak geçirdiği, hatta geçirirken zaman zaman yanlış yazdığı formülleri bir beyne zorla sokma çabası "işkence" kelimesinin Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne göre yapılan "bir kimseye maddi ya da manevi olarak yapılan aşırı eziyet"  tanımına girmiyor mu?
(...)
Kadıncağız orada öylece o davetiyeye bakıyordu. Sonra kendini suçlamaya başladı. Yıllar önce onun konservatuara gitmesine karşı çıkmıştı. Öyle, çok sert bir tavır ortaya koymamıştı ama yine de karşı olduğunu belirtmişti. Çocuklarına görünür kurallar koymaktansa onların bilinçaltı tarlasına gizlice kurallar eken anne cinsindendi Güldem'in annesi.
Ah bir de imza gününe geldiğinde Ankara'ya, gidebilseydim o gün.

Bakmak isterseniz böylesi de var : http://www.duslervekabuslar.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...