2 Ağustos 2014 Cumartesi

çizimim çok kötü ki benim

Nerede kalmıştık? Hı, tamam, şeyi diyordum. Son yazılarda biraz fazla kendimi acındırmış ve karamsarlıktan dibe vurmuş bir görüntü çizmiş olabilirim ama endişe edilecek birşey yok. Dışarıda parlak bir güneş var - bazı yerlerde sel suları da var sanırım - ve ben her zamankinden daha da bunalımda değilim. Hakikaten, iyiyim.
Şimdilik anlatmak istediğim bir konu var. Son bir kere - belki de ilk defa - doğru düzgün anlatıp kurtulacağım. Şimdiye kadar hep 'hayallerim var şunu istiyorum bunu istiyorum kahretsin lanet olsun o niye orda ben niye değilim şu niye benim değil kimim ben nolmuş' şeklinde sayıklayıp durdum ya hani, hayatıma bir şekilde ucundan kıyısından dahil olan herkes de nasibini almıştır ya bu serzenişlerden, hah işte onu anlatacağım. Gerçek, tam, ne eksik ne fazla bir tablo çizeceğim.
Ne istiyordum. Tablomun ismi bu.
Yaklaşık 9 yaşımda - ki ocak ayında doğmuş olmak her zaman bu yaş mevzuunda kafamı ağrıttığı için yaklaşık şeklindeki ifadeleri kullanmak zorunda kalıyorum - tvde Indiana Jones filmlerini izledim. Şimdi aynı dönemde Hababam Sınıfı, Süt Kardeşler, Alien vs. gibi filmleri de izledin neden onlara takmadın diyebilirsiniz. Ama zaten hayatın gizemlerinden biri de bu. Anlamadığımız 'büyüler'. Neyse, izledim işte. Ve deli olduğumu hatırlıyorum. Allahım ben de bu adam gibi olacağım diye içimdeki ses bas bas bağırıyordu. O kadar güzel bir dünyaydı ki, o kadar eğlenceli  o kadar macera dolu. Mutluluktan ölebilirdim. 9 yaşındaydım, hala mest olmuş şekilde Burak Kut şarkıları dinleyip, sınıfın en çalışkan çocuğuna aşıktım. Indy'nin yaptıkları öylesine farklıydı ki aklıma başka hiçbir şey giremedi. Pencerenin önünde oturup Şeker Portakalı, İlyada, Beyaz Diş okuduğum o yıl, ne olmak istediğime karar vermiştim. Indiana Jones.
Ertesi yıl Indy'nin yaptığı işin adını öğrendim, tesadüfen. Okuldaki bir testte şıklardan biri arkeolojiydi. Cevap o değildi, ama ben ineğin tekiydim ve şıklardaki diğer bilmediğim herşeyin ne anlama geldiğini gidip araştırdım. Herşey yerli yerine oturdu, ben Indy olacaktım, Indy de arkeologdu. Öyleyse ben arkeolog olacaktım. 8 yaşımda kurduğum Thalia dizilerinden fırlamış Güney Amerika varoşlarında geçen aşk hikayeleri konulu düşlerimden sıyrıldım ve sonraki senelerde, liseye başlayana kadar geçmişle ilgili ne varsa araştırdım. Herşeyi okumaya çalışıyordum, gazeteden haberleri kesip ajandalara yapıştırıyordum, şurada şu eseri bulmuşlar defineciler yine patlatmışlar şeklindeki tüm haberleri. Focus dergisi alıp getiriyordu babam eski dergi satan yerlerden, abim antik dönemlerde geçen kitaplar getiriyordu eve geldikçe. Deliler gibi okuyordum ve Antik Mısır'a aşık olmuştum. Tüm Mezopotamya, Sümer, Babil, Antik Yunan,...hepsi kanımı kaynatıyordu ama en çok o, en çok orası. Mısır. Bir tekne üstünde, Nil nehrinde, yüzümü Abu Simbel'e döndüğüm, rüzgarı hissettiğim rüyalar görüyordum. Bir tapınağın gizli bir odasında, kafamı kaldırıyor tavanda kocaman bir hikaye okuyordum. II.Ramses'in tahta çıkış yılını ezbere bildiğim, kafamda piramitlerin konumlarıyla gezdiğim bir dönemdi. Arkeolojiyle, ejiptolojiyle bağlantısı olabilecek herşeyle ilgiliydim, dönem ödevlerim, proje ödevlerim gezegenler, dünya dışı yaşam gibi başlıklar taşıyordu (ticaret dersinde ufolar gerçek mi diye kocaman bir ödev teslim etmişliğim var, başka ne diyeyim). 
Lisede iyice sıyırdım. Hazırlıkta tüm bir sene eve koşturup ansiklopedilerden Mısır'la ilgili maddeleri defterlere geçiriyordum, işaretliyor, analiz ediyor, haritalar çıkarıyordum. İnternetle birlikte dünyayı da gördüğüm için plan netti kafamda. Arkeoloji okuyacak, Amerika'ya gidecek bir üniversitede akademisyen olacak, yazları Krallar Vadisi'nde kazı yaparken yıl içinde oradan oraya uçacak konferanslar verecektim. Tarihin derinliklerinde geçen fantastik hikayeler yazacak, kitaplarımı okuyan çocuklar gençler benden daha fazla hayal kuracaktı. Adım adım hepsi belliydi, ne yapmam gerektiğini biliyordum ama nasıl yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Ve beni kötü sona ittiren de bu cahilliğim oldu. Lisede alan seçmemi istediklerinde önümdeki manzara korkunçtu. Süper lise denen saçma durumun son öğrencilerindenim, iki ayrı binada yer alan lisemin bir binası düz lise diye tabir ettiğimiz cehennem çukuru, diğeri de bizim binamızdı. Zekilerin, şanslı azınlığın, ukala takımının mekanı. Müdür yardımcısının adeta özel laboratuvar fareleri gibiydik, o düz lisedekiler ne halleri varsa görsünlerdi, biz çok çalışacak ve mutlaka doktor mühendis avukat olacaktık. Avukatlığa da çok dayanamıyordu sanırım ama elinden birşey gelmedi, TM seçen en azından iki sınıf dolusu insan olunca razı gelmek durumunda kaldığı kanısındayım. Her neyse, hepimize MF yazdırmaya çabaladı müdür yardımcısı. Aslında arkamda duran aklı başında kültürlü ebeveynlerim olsaydı belki o adama zerre kadar aldırmak zorunda kalmazdım ama hikayeyi biliyorsunuz, öyle bir ailem yok. -Baba ben arkeolog olsam? -Tamam, mesleğini eline al, olursun. -Ama baba para benim umrumda değil.İstemiyorum ben para.Bir şekilde geçinirim. -Parası olmayanın arkadaşı bile olmaz. -... Şeklinde gelişen diyaloglarımız vardı. 16 yaşımdaydım ve bugün bildiklerimin yarısını bile bilmiyordum. Sonuçta o kağıtta MF'yi işaretledim çünkü TS diye bir seçeneğim bile yoktu. TS seçersem, ki müdür yardımcısı saçlarımdan tutup bahçede evire çevire döverdi beni, diğer binaya düz liseye geçmek ve oradaki ders yapılmayan, çöplüğe benzeyen sınıflardan birinde oturmak durumunda kalırdım. MF seçtim, hala içimde bir umutla. Belki zarlar yüksek gelir ve eli burdan çevirebilirim gene de diyerek. Hayatımın en kötü senelerini geçirdim sonraki iki yıl. Snape'le İksir derslerinden daha beter Fizik dersleri, evdeki kapıları yumruklamam sebep Kimya dersleri ve sonunda Edebiyat hocasının önünde ağlama krizi geçirmeme varan dağılmışlık. Herkes üniversite seçerken, ODTÜ olsun orası süper ya da ben İstanbul'da okumak istiyorum oh ne güzel gezerim şahane türünden muhabbetler ederken ben sadece ders çalışıp radyo dinliyor sinemaya gidiyordum. Hayatımda en çok sinemaya o sene gittim herhalde sınava hazırlanırken. Üniversiteler umrumda bile değildi, nasıl ederim de bir şekilde arkeoloji yazabilirim modundaydım. Ama tekrar ediyorum, salaktım. Ve satranç bilmiyordum - hala öğrenemedim o ayrı. Üç hamle ötemi bırakın tek hamlemi nasıl yaparım onu bile bilmiyordum. Sınav sonucu geldiğinde evde bayram havası vardı, süperdim ben ya, gerçi bekledikleri buydu başka birşey mi olacaktı. Ben hep ailenin zekisi, ailenin ineği, sonunda ya doktor ya mühendis olacaktım. Babam tıpları doldurdu listesine, umrumda bile değildi öylece izledim. Alan dışı tercih yapamıyordum, benim için tek gerçek buydu. Şurdaki elektroniği de yazalım mı bu makineye ne dersin diyordu babam. Sesimi bile çıkarmadım, umrumda bile değildi, arkeolojiyi yazamıyordum. Tıplarla mühendisliklerle sonlarda mimarlıklarla dolu tercih listemde şansıma bilgisayar mühendisliği düştüğünde kocaman bir sis bulutunun ardından bakıyordum hayatıma. Lise gibi düşündüm, buna da 4 yıl katlanmak zorunda kalacağım ve geçecek, bitecek. Bu bitince istediğimi yapabileceğim o zaman gelecek. Sesini çıkarma, katlan, sadece şimdiye kadar yaptığını yap, okula git ve ders çalış. Daha iyi bildiğin birşey yok nasıl olsa.
Yarı katatonik halde gittiğim üniversitenin iğrenç çıkmasının yanında hayatımın en büyük bunalımına girmemi sağlamasını da anlatarak sizi boğmaya devam etmeyeceğim. Lisedeki fizik derslerinden daha kötü ne olabilir sorusunun cevabı Gazi'de Bilgisayar Mühendisliği okumaktı. Tüm kişiğilimi yıktı geçti, içimi tamamen boşaltıp yerine kocaman bir boşluk bıraktı oradaki 5 sene bana. Kim olduğum ne olduğum belli değil halde 23 yaşıma geldim. Kendime aklıma zekama zerre kadar güvenim kalmamıştı, insanlardan nefret ediyordum, herkes çıkarcı bencil pisliğin tekiydi ve ben kendi başıma gidip bakkaldan ekmek alabilecek kadar bile güven sahibi değildim.
Sonrasında beni buraya kadar getiren herşey daha da saçma ama siz ana fikri anladınız. Kafamda çizdiğim o tablo, 16 yıldır değişmedi. Ne yapsam da değişmiyor, istediğim tek şey o tabloya kendimi yerleşmiş görmek. Aşık olmak, çocuklar büyütmek, çok paralar kazanmak, ailece pikniklere gitmek, bayram ziyaretleri...en ufak bir kıpırtı hissetmiyorum bunlar için. Ben sadece o teknede dikilmiş, ufka, nehrin kenarındaki tarlalara, onların ardında çölün göz kamaştıran görüntüsüne bakan Indy şapkalı kadın olmak istiyorum. Bayramlarda yeğenlerine müthiş hikayelerle dönen, kitaplarını okuyan çocukların dünyanın sayısız macerayla keşfedilmeyi beklediğine inandığı, derslerini dinleyen gençlerin insanlar için, bu koskocaman evren için yapılabilecek bir sürü şey olduğunu, öğrenecek bir sürü hikaye, uygarlık, hayatlar olduğunu gördüğü o kadın olmak istiyorum. 90 yaşıma geldiğimde de bunu istiyorum olacağım ve kafamı duvarlara çarpsam da gitmiyor bu, yerin dibinde güneş görmeyen bir sunucu odasına tıksanız da gün boyu bilgisayar başına hapsedip switch konfigüre ettirseniz de gitmiyor. Beynimin her yerinde hiç durmayan bir kaşıntı gibi, içten içe kemiriyor, tatillere gitsem de oraya buraya saçma sapan paralar harcasam da insanlara aşık olmaya çabalasam da kendimi azgın nehirlerde raftinglere atsam da dünyanın bir ucuna uçup 72 milletten insanın ortasında dondurucu soğukta dikilsem de gitmiyor. Kemiriyor, hep orada durup beynimi yiyor. O olmalısın diyor, o olmalıydın, öyle olmalıydın, öyle yapıyor olmalıydın, yanlış yerdesin, yanlış kişisin, yanlış hayatı yaşıyorsun diye kemirip duruyor.
Tablom bu. Sonunda anlattım. Ne eksik ne fazla. Artık aramızda anlatılmamış birşey kalmadığına göre normale dönmeye çalışabilirim.

4 yorum:

  1. Ya ben şimdi tam anlamadım ama galiba tekrar sınava girdin, sevdiğin bölümü burslu olarak kazandın, ama gidemiyorsun, doğru mu?

    Çok düşünen, kendini çok irdeleyen, yani "akılda yaşayan" biri olduğun için rasyonel tarafın sanki kemirip duruyor "Bak gerçekten emin misin, yürümek istediğin yol bu mu? İşi seviyor olabilirsin ama okulunda okumaya mecalin var mı? Tutkusu bu olduğu için değil puanı buna yettiği için orada olan çömezleri ve çapsız ama yetkili akademisyenleri kaldıracak miden var mı? Ömrünün bir 5-6 yılını bu yeni yolda geçirdikten sonra vardığın yerde kendini yine mutsuz bulursan? Geri dönüp akranlarının 5-6 yıl gerisinden tekrar başlamak zorunda kalırsan? Uçurmasa da süründürmeyen mevcut ekonomik gelirinden vaz geçmeye değecek mi bu risk?..."

    Sevgili arkadaşım, hatırlarsan sene başında sana ilk yazdığımda demiştim "kelim, merhemim yok" diye.. Ve çıkış yolunu ilk bulan diğerine haber versin demiştim. Nope! Hemen umutlanma : ) Elimde hala bir çıkış yolu yok. Ama bir ip ucu yakaladım: Cesaret ve Güç binary parametreler değillermiş. Yani yaşam yolunda majör bir atılım yapacak cesaretin/gücün yok değil. Bu atılım büyüsünü yapmak için yeterli cesaret "mana"n yok. Ve "mana" biriktirmenin yolu da 'yiyebileceğin lokmalarla' cesur kararlar alıp hayata geçirmekmiş!

    Bu yiyebileceğin büyüklükteki lokmaları ben bilemem... Gerçekte pek hazzetmediğin birisine artık görüşmek istemediğini söylemek gibi... Bilmediğin bir yer hakkında araştırma yapıp hafta sonu tek başına oraya gidip gezmek, konaklamak, yerli halkıyla sohbet edip notlar almak gibi... Bir sinema forumundan tanışacağın bir yabancıyla Skype'dan İngilizce sohbet etmek gibi... Annene "en başından başlama şansın olsaydı kim olmak isterdin" diye sorup onun hayallerini & can kırıklarını dinlemek gibi...

    Bu ip ucunu nerden yakaladım dersen, şöyle oldu. 10 yıldır çalıştığım ama 6-7 yıldır sevmediğim firmadan ayrılma kararı aldım. Üstelik son 2 senedir ultra rahatım. Pek çok küçük firmadaki müdürler seviyesinde maaşım var, vaktimin 60%'ında falan ancak doluyum, ayda 1 hf yoğunluk yaşıyorum, hesap verenim yok, soranım yok... Ama kendimi ait hissetmediğim, değerlerini & kültürünü sevmediğim bir yerde çalışıyorum. 2 ay önce bir iş görüşmem oldu. O insanları çok sevdim; anlattıklarını kendime çok yakın buldum. Maaşım hemen hemen aynı kalacak ama çok daha yoğun bir tempo ve daha uzun mesai saatleri olacaktı. Hiç "akıl" kârı değil diyerek reddettim ama kalbimin yarısı orada kaldı. 2 ay sonra baktım hala ilanları açık, arayıp dedim ki geliyorum. Senelerden beri ilk kez aklımı daha az, kalbimi daha çok dinleyerek bir karar vermiş oldum. O günden beri daha canlı hissediyorum. Umarım yolun sonu da hayra varır. Hayatımla ilgili majör atılımlar yapabilme ihtimali bile o kadar uzaktı ki, her düşündüğümde depresif oluyordum. Şimdi ise sanki ileride bir gün mühendisliği de müdürlüğü de babalığı da fırlatıp atıp caz piyanisti olarak hayatıma yeniden başlayabilmem mümkünmüş gibi görünüyor.. Ama tabi daha çoook "mana" toplamam lâzım ; )

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ben yine çok teşekkür ederek başlayacağım yazdıkların için. o mana'ları benim toplamam imkansızmış gibi duruyor şimdilik çünkü kendimi bildim bileli ya hep ya hiç'çi bir yapım vardı. yani ufak atılımlar, küçük cesaret gösterileri yapa yapa sonunda bir yere ulaşabilirim diye değil de, hayatımda bir değişiklik olacaksa küt diye karar verip hoop oraya atlamam gerekiyor diye çalışıyor kafam. eh öyle olunca da hep aynı kalıyorum. ve bana hep çok geç kalmışım gibi geliyor, zaman uçmuş ben herşeyi kaçırmışım gibi. ama senin yaptığına çok sevindim, daha canlı hissedebilmek için daha yaşıyormuş gibi hissedebilmek için neler vermezdim, çok şahane birşey yaptığın. caz piyanisti olmak, çok eğlenceli görünüyor :)

      Sil
  2. İyi ki yazıyorsun,umarım devam edersin hep...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim okuduğun ve yorum bıraktığın için.keşke ismini ya da ne bileyim blogun sayfan falan varsa onu da belirtseydin.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...