31 Temmuz 2014 Perşembe

akşamüstü sayıklaması

Uzandım. Sokağın seslerini dinliyorum. Pencere ardına kadar açık. Fonda bolca çocuk sesi, öyle tiz perdeden değil ama derinden derinden. Üstüne bir tutam kuş sesi. Çok uzaklardan trafiğin ve çalınan kapı zillerinin sesi. Ayaklarım ılık tuzlu suyun içinde. Okyanus tuzu. Bozkırın ortasında, yazın sıcağında ayaklar okyanus tuzunda. Hava sıcak, evet. Çok sıcak, doğru. Herkes bunalmış, kaçacak ufak bir serinlik arıyor. Bense mutluyum. Ayaklarım sıcak, ayaklarım da vücudumun geri kalanı ile aynı sıcaklıkta diye şükrediyorum yüzümden terler boşanırken. Umrumda bile değil sıcak, keşke hep böyle olsa. Keşke hiç ayaklarım üşümese, üstümde ince, şekilsiz bir elbise ile dolaşabilsem. Her bir yanımdan ter fışkırıyor ama önemli değil, bu sıcaklık güzel, bu hava iyi. Yeter ki soğuk olmasın.
Aylardır tek kelime bile yazmadım, biliyorum. Sadece buraya da değil, defterlere, kitapların kenarlarına, hiçbir yere. Düşünce anlamında tek bir kelime yazmadım. Retweet ettim düşünceleri, okuduğum kitaplardaki cümleleri tekrar ettim instagram resimlerinin altına. İnsanları dinledim, of aman yarabbi ne dedikodu yaptılar ama! Ben de yaptım, yapmadım mı? Her iki tarafa da birbirini çekiştirdim. Çünkü iki tarafın aksine ben her iki tarafı da sevmiyorum. Her iki taraf da aslında hatalı ve her iki taraf da yanlış. Ve ortada hep ben dinlemek zorundayım. O yüzden de her iki tarafa da dert yanıyorum. Birine dönüyorum bak gördün mü pislikleri diyorum, öbürüne dönüyorum bak şu paçozlara diyorum. Ben onlardan bıktım, ben onları normalde sokakta görsem yanlarına yanaşıp da arkadaş olmam ama ortalarına düştüm.
Aylardır tek bir şey düşünmedim. Düşününce delirecek gibi oluyor ya insan, çoğu zaman ondan. Bazı zamanlarda da düşünmezsem eğer, aklıma getirmezsem eğer geçip gider kendiliğinden çözülür herşey bir rüya olur diye. Bir sürü karar almaya çalıştım çünkü, saçma sapan seçimler yaptım gene. Saçlarım deli gibi dökülüyor, elimde beyazlar buluyorum bakınca. Yazacak birşeyim yoktu genelde, yazmaya değer düşüncelerim olduğuna ikna edemedim kendimi. Boş bir kabuk gibi. Çünkü eninde sonunda soru hep kendiliğinden beliriyor önümde : Neden yazacakmışım ki? Neden yazıyorum?
Yazmadım ben de. Elimde ne kelimeler ne cümleler var. Detayları daha sonra bolca anlatırım ama gene bombok bir durumun ortasına atıverdim kendimi. Yaşadığım ülkenin dört bir yanında savaş var, her gün yüzlerce insan ölüyor, parçalanıyor, ortalık kana boyanıyor ama benim derdim herkes bayramlaşırken herkes birbirine nasılsın ne yapıyorsun diye sorarken ortada durup haykıramamak kazandım ben yıllardır hayalini kurduğum okulu kazandım hem de burslu kazandım yüzde yüz burslu tek kuruş bile ödememe gerek yok hem de durup dururken kazandım sınavlara zar zor yetişerek insanlık ölmemiş dedirten insanların hayrına yetiştirmeleriyle hastalıktan kıvrana kıvrana girdiğim sınavları atlatıp da kazandım ben kazandım  diye. Çünkü sonrası yok, sonraki cümlelerim yok. Kazandım evet. Ama gidip de okuyamayacağım. Çünkü benim babam ara ara sevgi zerreleri insanlık belirtileri gösterse de esas itibariyle öküzün teki, çünkü benim annem kendine en ufak bir güven duymayan, prozacla gününü ancak kurtaran ziyan olmuş bir ruh, çünkü ben ne yapsam da onların yükü altından çıkamıyorum. 30 yaşına gelip kafamda beyaz saç tellerimle hala bana biçtikleri rolden, içime koydukları salak saçma kişilikten sıyrılamıyorum.
Belki de herşeyi çok abartıyorum, korkaklıklarıma kılıf yaratmaya çalışıyorum. Ama demeye çalıştığım da bu aslında, korkaklığı ben yaratmadım, korkak olmayı ben seçmedim. Bu aileyle olabileceğim en ileri nokta buydu. Devamlı ne tepki verecek diye kollanan diken üstünde bir ortam yaratan bir baba ve kendini hep ikinci plana itmiş bir anneyle yapabileceğim tek şey koca bir korkak olmaktı. Ben de oldum. Herşeyi denemeye korkuyorum, kendimi uçurumdan atmayı bırakın, uçuruma uzaktan bakmaya bile korkuyorum. İnsanlara ses çıkarmaya korkuyorum, düşüncelerimi söylemeye korkuyorum, sevmediklerime sevmediğimi belli etmeye bile korkuyorum. O okula gidip kaydımı yaptırmaktan korkuyorum, ingilizce sınavında konuş dediklerinde konuşamayacağımdan korkuyorum (korkmanın da ötesinde adım gibi biliyorum konuşamayacağımı-konuşamadığımı), bir sene hazırlık okumaktan çok konuşamadığımı göreceklerinden korkuyorum, bunca yıl sonra elime geçirebildiğim kum tanesi kadar özgürlüğü sağlayan tek şeyden-lanet olasıca işin verdiği maaştan birdenbire kopup aileleri milyonlar içinde yüzen ukala yeniyetmelerin arasına düşüvermekten korkuyorum, herşey bittiğinde otuzlu yaşlarının ortasında yapayalnız işsiz güçsüz beş parasız ve tükenmiş halde kalakalmaktan korkuyorum. Herkes, hepiniz, hayatı yaşamış olduğunuzda ben çamurun içinde debelenmiş olmaktan korkuyorum. Ödüm patlıyor.
O yüzden oturuyorum oturduğum yerde. Her sabah güç bela kalkıp servise koşturuyorum. Yerin dibindeki bilgisayarımın başına geçiyorum, her türden salağın, amaçsız zarar ziyan hayatlar tüketen insanların dedikodularını öküzlüklerini cehaletlerini kabalıklarını ve hayvanlıklarını dinleyip çay içiyorum arada. Haberleri izliyorum her sabah onlarla oturup. Herkesin ölüşünü izliyorum haberlerde, kılım kıpırdamıyor. Kendime üzülmekle, kendime acımakla meşgulüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...