Lina liseden mezun olduğu yaz, üniversiteye başlamadan önceki bu 3 ayını Roma'da annesinin bir arkadaşının yanında geçirmek üzere yola çıkar. Bu, uzun yıllardır hastalıkla mücadele edip, sonunda Lina mezun olmadan vefat eden annesinin son isteğidir. Annesi de Lina ile hemen hemen aynı yaşlardayken Roma'da böyle bir vakit geçirmiştir ve kızının da bu güzel deneyimi yaşamasını istemektedir. Lina, Roma'da annesinin arkadaşı ilginç teyze Francesca ile yaşamaya başlar, Francesca'nın kuzeni üniversitede profesör amca Howard da Lina'ya destek olurken tabiki yeni insanlarla tanışır ve İtalyan mutfağının güzelliklerini tecrübe etmeye başlar.
Yani böyle özetlemeye çalıştım ama çok da ilginç bir şey yok. Jenna Evans Welch'in 2016'da yayınlanan aynı adlı romanından uyarlama filmimizin konusu alabildiğine klişelerle dolu ama tabi bu o kadar da kötü bir şey değil. Sevimli, sıcak ama bilindik, tahmin edilebilir şeylerle dolu bir hikaye. Ve kitapla ilgili birkaç şeye baktıktan sonra gördüğüm kadarıyla kitabın hikayesi ile filmin hikayesi alabildiğine farklı gidiyor gibi görünüyor. Bu açıdan aslında sanki kitaptan uyarlama bile denilemez buna, daha çok böyle bir şey okuduk buradan yola çıkıp biz de bunu yaptık gibi olmuş.
Bu tür filmlerden beklenmeyecek derecede de uzun bu arada film. 1 saat 50 dakikalık upuzun bir şey izliyoruz ki mesela şöyle 4-5 bölümlük bir mini dizi yapabilirmiş Emily in Paris tarzında. Çünkü aslında yine öyle bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Amerikalı "hard-working" ve aklı başında, sorumluluk sahibi kızımız bir başka rüyalar şehrine gelip, oranın büyüsüyle çılgın şeyler yapmaya başlıyor. Çılgından kasıt da işte sabah kahvaltısında yaş pasta yemek derecesinde şeyler yani. Yine aynı şekilde iki farklı erkek arasında kalmalar, kendi sorunlarına sahip erkekler, mutlaka ama mutlaka çılgın bir orta yaşlı kadın akıl hocası, kendi için harekete geçemeyen "düzgün" kızımızı habire dürtükleyen aşırı çılgın ve sinir bozucu ama sevimli en yakın arkadaş,...evet olmasını beklediğimiz her şey var. Bu o kadar da kötü bir şey değil gerçi. İnsanın bazen böyle hikayelere ihtiyacı oluyor. Oturup, karşısında hiçbir şey düşünmeden, içinde üzücü şeyler olsa da o kadar içinize işlemediği için üzülmeyeceğiniz, tahmin edilebilirliğin güvenli çayırlarında hoppidi hoppidi adımlar atabileceğiniz, yüzünüze ara ara cringelikten minik sırıtmalar oturtacağınız hikayelerle günü bitirip, biraz da olsa sakin bir kafayla uykuya gidebileceğiniz günler olması güzel bir şey.
Oyuncuların hepsini ilk defa gördüm bu arada. Başroldeki, Lina'yı oynayan Susanna Skaggs'ı ilk başta pek hikayeye oturtamadım. Karaktere çok da belli bir "karakter" veremiyor gibiydi. Lina kim nasıl davranır ne hisseder ne düşünür anlaşılmıyordu. Film ilerledikçe sanırım gözüm alıştı, o yine çok da rol yapamadı ama ben en azından pek güzel pek hoş görünmeye başladı diyerek kabullendim. Francesca teyzemize bayıldım haliyle ama bu tamamen karakterin ve oynayan Valentina Lodovini'nin cazibesinden kaynaklanıyor yoksa bu karakter de diğerleri gibi alabildiğine karikatürize yazılmıştı. İki "love interest"ten birini oynayan Saul Nanni elindeki metnin ona verdiği kadarıyla sadece "genç kızların yüreklerini hoplatan arızalı cool kötü ama iyi çocuk" klişesine yerleşmeye çalıştığı için çoğu zaman ekranda kocaman açılmış gözleriyle ürkütücü ürkütücü dikiliyor hissi veriyor mesela. Diğer love interest'imizi canlandıran Tobia De Angelis daha normal, daha izlenebilir ve hatta filmdeki diğer pek çok oyuncudan daha iyi bir oyun ortaya koyuyordu açıkçası. Amaan zaten böyle filmlerden beklediğimiz şey oyunculuk da olmuyor. Hikaye içinde aksın gitsin, göz kanatmasın, sinir bozmasın, sevimli sevimli mutlu etsin istiyorsunuz.
Bu streaming platformlarına üye olduğumdan beri bu tür filmleri izliyorum. Şunu da izleyeyim bunu da izleyeyim diye kaydettiğim filmleri bir kenara bırakıp, saçma bir günün ardından eve geldiğimde görmek istediğim, içinde yaşamak istediğim hikayeler bunlar oluyor çünkü. Hayatımdan kapıyı açıp, başka bir dünyaya çıkabilmemi sağlıyor böyle filmler. Görüntüler çok güzel oluyor, tablo izler gibi. Tüm gün duvarlarla çevrili bir ofiste oturup, Ankara'nın tamamen beton binalarının arasından eve döndükten sonra insan kendini Roma'da bulmak istiyor mesela. Elimde sıcacık cornette'imle Via Barberini'den aşağı doğru yürüyor olmak istiyorum yine.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder