2 Ekim 2018 Salı

Oliver Bowden'dan bir kitap olarak Assasin's Creed-->Suikastçının İnancı: Rönesans

1476 yılında Floransa kentindeyiz. Ezio Auditore henüz 20 yaşında bile olmayan bir delikanlı ve tek derdi sokaklarda avarelik edip, çatılardan bacalardan tırmanıp atlamak, kendi gibi arkadaşlarıyla kentin sokaklarını arşınlamak, eh ara sıra da Pazzi ailesinin oğluyla ve adamlarıyla dalaşmak. Ailesi Floransa'nın ünlü bankacı ailelerinden, bu yüzden Rönesans'ın bu ilk çağında - altın çağında Floransa parıl parıl parlarken arka planda tüm güçlü aileler İtalyan kentleri arasında entrika dolu güç mücadelelerine girişmişken Ezio hiçbir şeyden habersiz macera peşinde koşuyor. Ama günün birinde bildiği haliyle dünya başına yıkılıyor ve kendini bundan sonraki hayatında ailesinin intikamını almakla başlayıp, çok daha kadim bir inanışın, "amentünün" peşinde 15.yy.'ın İtalyan kent devletlerinin arasında sürüklenirken buluyor.
bu kitabın yazarı
artık Anton Gill mi diyeyim
Oliver Bowden mı bilemedim
Assasin's Creed - çoğunuzun da bildiği üzere - bir oyun aslında. İlk kez 2007 yılında piyasaya sürülmüş, bu zamana kadar I, II, Brotherhood, Revelations, III, Liberation, IV-Black Flag, Rogue, Unity, Syndicate, Origins, Odyssey olarak bir dolu versiyonu çıkmış (böyle versiyonu mu denir bilemedim çok emin değilim çünkü aşırı uzağım bu oyun olayına). Oyunların hikayesinin romanlaştırılmaya başlanması ise 2009'da gerçekleşmiş. Oliver Bowden ilk kitap Rönesans'ı yazmış ki bu ilk kitap aslında oyunun ikinci versiyonunun hikayesini barındırıyor. Bu ilk kitabın ardından (Epsilon Yayınevi'nin çevirip bastığı isimleriyle) Yoldaşlık, Gizli Sefer, Sırlar, Sahipsiz ve Cehennem geliyor. Bizde çevrilmeyen 3 kitap daha var, Epsilon'a sormak lazım bu kitaplar için tarihleri var mı. (http://www.epsilonyayinevi.com/kisi/oliver-bowden.html) Oliver Bowden bu arada, bir takma ad. Bir Rönesans tarihçisi ve aynı zamanda yazar da olan Anton Gill Rönesans'ı ve Yoldaşlık'ı yazdıktan sonra hadi bana eyvallah demiş ve geriye kalan kitapları yine aynı takma ad altında yazar Andrew Holmes yazmış. Eveeet, yeteri kadar yazılı kronolojik ve yazılı bilgiyle içinizi baydıktan sonra artık rahat rahat çemkirmeme geçebilirim. Haa ama önce bir ağlayıp, sızlayayım.
Bakın Assassin's Creed oyunlarını duyduğumdan-gördüğümden beri çok aşırı büyük bir hevesle ahh keşke ben de oynayabilsem diye iç geçiriyorum ben. Çünkü şu hayatta bana zevk veren bir avuç şeyin neredeyse hepsini barındırıyor hikayesi. Tarih, gizli tarikatlar, tarihin içinde dönen entrikalar, macera, aksiyon, geçmişe yolculuk, tarihin içinde gizlerin bulmacaların peşinden koşmak,...anladınız işte. Bu yüzden kitaplarının olduğunu gördüğümde hepten yerimde duramaz oldum. Oyun oynayamayacağımı bildiğimden hiç yeltenmemiştim ama tam da istediğim gibi o hikayelerinin içine atabilirdim kendimi kitaplarıyla. Ama kitapların peşine ilk düştüğümde nedense içimden bir ses geri dur dedi, biraz dur, biraz bekle bakalım. İnsan bazen hislerine güvenmeli (hatta her zaman o sesi dinleyin, kafanızın içindeki mantık çarklarını sallayın gitsin, ben ne çektiysem onlardan çektim). Bu yüzden uzun bir süredir kitapçıda dolaşırken en azından bir kere elime alıp, geri bırakıyordum. Sonunda geçenlerde, eylülün ortasında, canım fena halde İtalya çekmişken dayanamadım, vakti geldi dedim. Serinin ilk kitabı Rönesans, içinde benim gibi bir kafa için çılgınca şeyler barındırıyor, öyle böyle değil okurken rastladığım yerlere, insanlara, olaylara çığlık atarak, etrafta koşturarak, çok sevdiğim ve ayrı kalmak zorunda olduğum dostlarıma kavuşmuşçasına sevinmemek için zor tuttum. Floransa'da karşıladı bir kere kitap beni. Adım adım arşınladığım, hala gözlerimi kapatsam yönümü kaybetmeden yürüyebileceğim sokaklarda dolaştırdı, piazzalarda koşturdu. Ezio'nun geçtiği her yolda, üstünden atladığı her çatıda içimden ince bir ahh koyverdim. Yetinmedi hikaye San Gimignano'ya, Forli'ye, hala düşündükçe kendimi ıslak hissettiren Venedik'e sürüklendi. Tarihin içinde kovaladığım birçok karakter dolandı hikayeye; Leonardo (Da Vinci), Caterina Sforza (ama o ne kadındır öyle google aratın muhakkak duymadıysanız), Muhteşem Lorenzo (Medici), Machiavelli, Girolamo Riario, Mediciler Borgialar Orsiler Pazziler...Ahh tabi elbette sadece bunlardan ibaret değildi hikaye. Assassin'ler vardı, tarikat vardı, Tapınak Şövalyeleri vardı, şifreli antik parşömenler, gizli hazineler ve komplolar vardı. Yani başına geçip, iştahla yiyebileceğim o her zaman aradığım şahane yemek için tüm malzemeler vardı.
Ama hepsi bir araya gelince ortaya çıkan yemek hiç de hayalini kurduğum ya da olması gereken şey değildi. Bir şeyler fena halde yanlıştı. Aşırı sevdiğim şeyler oluyordu ama kitabı okumak için kendimi çok zorluyordum. Normalde pek merak ettiğiniz olaylar ve karakterlerle karşılaştığınızda sayfaları nasıl çevirdiğinizi bilemezsiniz değil mi? İşte ben de bu yüzden çok şaşırdım. Her okuduğum sayfa ile birlikte neden böyle oluyor diye kafam karıştı. Halbuki cevap gün gibi ortadaydı. Bu kötü yazılmış bir kitaptı. Anton Gill amcanın belli ki oyunun başında geçirdiği saatler kalemine tıpkı bir oyun gibi yansımış. Kitap okumuyor da ekrandaki oyunu takip ediyorsunuz sanki. Roman yazmak böyle bir şey olmamalı. O zaman Markus Zusak'in, Alessandro Baricco'nun, Tolkien'in, Umberto Eco'nun, Amin Maalouf'un yazdıklarına ne diyeceğiz? Hayır tamam bu saydığım isimler gibi şeyler de beklemiyorum, elime aldığım sayfaların bir bilgisayar oyunundan ortaya çıktığının farkındayım. Ama sonuçta roman bu, kitap. Daha fazlası, bir oyundan az biraz daha fazlası olması gerek. Yazan kişinin bunu sağlaması gerek. Bu adamın diğer kitapları da mı böyle acaba? Yoksa oyuna özgü bir şey mi bu yeteneksizliği bilemedim. Üçüncü kitaptan itibaren başkası yazmış ya, belki o kitaplar gerçekten "kitap"tır hı, ne dersiniz hiç şans yok mu?
Filmde de böyle olmuştu. Burada da yazmıştım hatta. Ne büyük beklentilerle izlemiştim, hatta filmin içinde ilerlerken daha da beklentiyle dolmuştum ama o da bir türlü olamamıştı. Dünyadan çok mu şey bekliyorum?

18 Eylül 2018 Salı

bir yolu olmalı


Saat sabahın 10'u, işyerindeki masamdayım ve odada kimse yokken bunu yazmaya başlıyorum. Büyük ihtimalle burada, gün içinde bitiremeyeceğim ve akşam evde devam edeceğim ama olsun.
Geçen hafta yine böyle işyerinde, masamda bir şeylere bakarken My Modern Met'teki bir yazıya denk geldim, okumaya başladım, o saatlerde yapacak daha iyi bir şeyim yoktu. "The Story Behind Raphael’s Masterpiece ‘The School of Athens’"ti okuduğum yazı. Vatikan'daki bir freskin, Raphael'in yaptığı "The School of Athens" freskini kare kare, figür figür inceleyen bir yazı bu. Okumaya başladığımda aklımda sadece şey vardı, ulan o kadar gezdim oralarda, ne kadar baktım şu resimlere ama doğru düzgün okumadan gitmişim yuh bana yuh olsun bana diye söyleniyordum kendi kendime. Çünkü zamanında oradayken her şeyi de göreyim, ah aman hibe parasıyla nasıl geçineceğim, Vatikan'a nası bedavaya gireceğim endişeleriyle dolu bir halde panikle dolaştığım için hakkını verememişim gibi hissediyorum. Şimdi aklıma getirdikçe oradaki günlerimi yani, öyle düşünüyorum. O yüzden işte bu yazıyı okurken hem bir yandan orada, o salonlarda bir dolu insanın arasında boynum tutulana kadar duvarlara tavanlara bakarkenki halime ışınlanıp gülümsüyor vay be en azından gidebilmiştim oralara diyordum, hem de bir yandan işte bu yukarıda dediğim sebeplerden ötürü pişmanlıkla boğuşuyordum.
Ama sonra yazıda ilerledim. Her bir figürü tek tek özümseyerek okumaya devam ettim. Ve öyle bir an geldi ki kafamı ekrandan kaldırıp, fiziksel olarak bulunduğum ortama bakarken buldum kendimi. Ne yapıyorum ben burada diye bir süre kaldım. Ben napıyorum?! Yapmam gereken şey tam da bu okuduğum şeyken, ben burada ne yapıyorum? O yazıyı okurken her şey o kadar açıktı ki, o kadar net, o kadar düzgün bir nehir gibi akıp gidiyordu ki... Bakın ben hayatım boyunca bu duygunun eksikliğinden dolayı savrulup durdum, ne saçmalıklar denediysem hep bu duygunun peşinde olduğumdan yaptım. Ne mi duygusu? Bu, sanki her şey öyle olması gerekiyormuş gibi hissettiren duygu. Yani hani dizilerde, filmlerde şey diye duyarız ya hep "everything is as it should be" ya da "meant to be" gibi ifadeler. Türkçe'ye çevirmeyi denemeyin, sadece bunları duyduğunuz sahneleri, o hikayeleri gözünüzün önüne getirmeye çalışın, o anlarda hikayenin anlattığı, ifade ettiği, hissettirdiği şeyi. Hah işte o duygudan bahsediyorum. "Olması gereken" deyince yeteri kadar anlatamıyormuşum gibi geliyor çünkü.
İşte öyle bir anda geldi bu "kavrayış" bana. Bakın Rönesans sanatından, ne bileyim Vatikan'dan, Raphael'den, Antik Dönem felsefecilerinden falan bahsetmiyorum. Vah niye ben İtalya'da yaşamıyorum yok efendim vay efendim ben niye sanat tarihçisi değilim falan filan değil. Daha önce denediğim her şey de aslında bu olması gereken, meant to be'nin serzenişleriymiş zaten. Hep biliyordum ne olması, ne olmam, ne durumda olmam gerektiğini ama işte ben sadece filmlerde izlediğim için, dizilerde eğlendiğim için ve hatta içine düştüğüm lanet getiresice meslekten bir türlü zerre anlamadığım, kafam basmadığı için kaçıyorum diye düşünüyordum. Tembelliğimden diyordum hatta. Ben herhalde ya obsesifim ya da acayip üşengeç-tembelim ki mühendisliğe alerji geliştirdim diyordum. Hep izlediğim şeyler yaşadığım hayattan daha eğlenceli ve mutlu diye diyordum ben de arkeolog olmak istiyorum, tarihçi olmak istiyorum. Oysa hayatımın hiçbir döneminde, kazıya gittiğimde, arazi tozu soluduğumda bile bunu hissetmedim ben. Bu kadar kristal berraklığında önüme serilmedi. Onca müzeyi gezerken, antik kalıntıların arasında adım atarken bile bu kadar açık seçik göremedim ben bunu. Bilmiyorum belki bunca şeyi, bunca hatayı saçmalığı örselenmeyi savrulmayı yaşamam gerekiyordu. Ya da bilmiyorum yine benim salaklığımdı (her şeyde olduğu gibi). Ama o gün, yine bu masada, bu bilgisayar ekranına bakarken sanki tüm dünya netlik kazandı.
Şöyle bir senaryo çizerek anlatayım "olması gereken"i. Benim tarihçi olmam gerekiyordu. Bildiğiniz normal bir şekilde tarih eğitimi görüp 4 sene, sonra akademik bir şekilde ilerlemem gerekiyordu. Bir dolu şey araştırmam, yazmam, yayınlamam, anlatmam, habire öğrendiklerimi bildiklerimi öğrencilere, dünyadaki diğer tarihçilere anlatmam gerekiyordu. Çünkü öğrenmekti beni şarj eden (yazımına baktım bu şarjın TDK'nın sözlüğünden garanti olsun diye:p ). Tarihle ilgili her şeyi öğrenmek, her bir köşe taşının her bir detayın hikayesini dinlemek. Kaybolmak tarihin içinde. Her bir kelimenin kökenini bulup, çıkarmak. Her bir harfin her bir işaretin nasıl ortaya çıktığını açıklamak. Yaptığım şeyleri neden yapıyoruz milyonlarca yıldır, tüm soruların bir cevabı var mı, bunun peşine düşmek. Bu yüzdendi evet Indiana Jones'a Relic Hunter Sydney Fox'a kafayı takmalar. Bu yüzdendi hepsi ama yanlış yollara sapmışım, dolanmış durmuşum, bir türlü algılayamamışım.
Ama işte şimdi yine başınızın etini yediğim noktaya geliyorum. Burada 2011'den beri size, bilmem kaç yıldır arkadaşlarıma habire aynı şeyi söylüyormuşum, dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyormuşum gibi görünüyor biliyorum. Hepiniz çok sıkıldınız bu muhabetten, öff gene mi aynı şey yeter be 70 yaşına geldin diyorsunuz, onu da biliyorum. Ama sadece yazmam gerekiyordu, anlatmam gerekiyordu. Çünkü yine önümde salak saçma bir yol var gibime geliyor ve kafamda da bir dolu düşünce. Çıkmadık candan umut kesilmiyor galiba bir türlü. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyorum ama bir şeyler yapacağım, yapmam gerek, bu kesin. Bir yolu olmalı. Bu ruhla doğmuş olmamın bir nedeni olmalı. Kafam son sürat bir yol bulmaya çalışıyor bu günlerde, çalışmaktan patlamak üzere son devirde.
Bir yolu olmalı.

13 Eylül 2018 Perşembe

Madeline C.Zilfi'den "Osmanlı İmparatorluğu'nda Kölelik ve Kadınlar (1700-1840)"

Kadınlar ve gayri müslimler, dönemin erkek Müslüman üstünlüğünün iki temel dayanağıydı. Bu iki dayanak toplumsal bakımdan birbirine denk değildi. Kadınlık biyolojik bir kategori olarak anlaşılıyor, dönemin teknolojileri dikkate alındığında da kalıcı olarak görülüyordu. (...)Dini aidiyet, "Müslüman olmama" sıfatı, iradeyle terk edilebiliyordu; ihtida (din değiştirip İslam'a geçmek) sık rastlanan bir şeydi ve özellikle de böyle yapan erkekler Müslüman cemaatinde coşkuyla karşılanıyordu. Avrupa'nın gayri müslimler lehine (erkekler için doğrudan, kadınlar için onlara bağlı kişiler olarak dolaylı yoldan) müdahaleleri nedeniyle gayri müslimler, ister Müslüman, ister kendileriyle aynı dinden olsun, gelenekçilerin dayatmalarından giderek daha çok kaçınabiliyorlardı. Kadınların ise kendilerine kadın olarak diplomatik dokunulmazlık sağlayacak yabancı bir hamileri ya da doğdukları ülkelerin yasalarına ve geleneklerine başkaldırmalarını destekleyecek savaş gemileri yoktu.
Aslında bu cümleler durumu özetliyor. Osmanlı İmparatorluğu'na dair onlarca yıl bir dolu savaş ve anlaşmayla dolu tarih derslerinin içinde boğuşup duruyoruz ama hiçbir hocamız veya hiçbir ders kitabı bize o anlaşmaya mührünü basan padişahın annesinin ve onu büyütenlerin, doğduğu yerden zorla alınıp, hiç bilmediği bir şehirdeki bir sarayın içine hapsedilmiş, tüm kimliğinden tüm benliğinden vazgeçirtilmiş köleler olduğundan bahsetmiyor. Ya da o sayfalarca süren, anlata anlata bitiremedikleri savaşları kazananların, fetihleri yapanların, ailelerinden çocuk yaşta kopartılmış ve yıllarca sadece askeri eğitim verilmiş köleler, onlara uygun görülen isimleriyle devşirme erkekler olduğunu hiçbiri söylemiyor. Bu şekilde devşirilip, padişahın kölesi, kulu haline getirilmiş olmasına rağmen, yıllar sonra basamakları tırmanıp da o kölelik ettiği padişahın yanıbaşında bir paşa olduktan sonra - kendisi de zaten bir köle değilmiş gibi - konağına köşküne köleler doldurup, aynı muameleyi onlara edenlerle ilgili tek bir satır bile yazmıyor ders kitaplarımız. Amerika'daki kölelikle, Avrupa'daki kölelikle ilgili bir dolu film, dizi izliyoruz ama koskoca bir imparatorluğun neredeyse tamamen kölelerle yürütülmüş olduğunu aklımıza bile getirmiyoruz. 1846'da Sultan Abdülmecit'in yayınladığı fermanla Osmanlı'da köleliğin kaldırılmış olduğuna dair tek bir satır bilgi hatırlamıyorum ben bir türlü bitmek bilmeyen okul yıllarımdan. Gerçi bu da tam bir kaldırma değil, sadece sarayın neredeyse yanıbaşındaki Esir Pazarı'nın kapanmasına ve köleliğin el altından ama yine de açık seçik bir şekilde devam etmesine neden olmuş bir ferman bu. Çünkü sanırım bu koskoca kitapta da anlatmaya çabaladığı gibi Zilfi'nin, kölelik konusu bu coğrafyada, o filmlerde izlediğimiz durumundan çok daha farklı bir şekilde algılanmış yüzyıllarca. Kölelik anlayışı, bir kısmı dinden de kaynaklanan bir çok etkenle şekillenmiş.
İşte Zilfi büyük oranda bu anlayış farklılığını ve bakışı anlatmaya çalışıyor. Kitabının başlığında belli bir dönem belirtiyor, 1700-1840 arasını seçmiş. Tarih derslerinin olabilecek en sıkıcı şekilde anlatıldığı bizler için ise şöyle bir çerçeve oluşturabilirim bu zaman aralığına: Karlofça Antlaşması'nı hatırlıyorsunuz değil mi az buçuk, hah işte onun hemen ardından başlatıyor yazarımız zaman aralığını. Mısır'da Mehmet Ali Paşa'nın iyiden iyiye güçlendiği, Rusya ile habire savaşlara girilip çıkıldığı, hani şu Yeniçeri Ocağı'nı kaldıran II.Mahmud'un saltanatının bitişiyle de bitiriyor. Yani en azından böyle bir sözde bulunmuş ama kitaba başladığınızda fark ediyorsunuz ki Zilfi'nin hiç acıması yok; en başından anlatıyor her şeyi. Osmanlı'da köleliği anlatabilmek için kadınları anlatmak gerek diyor, onları anlatmak için toplum yapısını, onun için erkekleri anlatmalı diye Osmanlı'nın nasıl kurulduğundan, İstanbul'dan tutun da İslam'ın yapısına kadar her şeyi başa sarıyor. Aslında çok güzel ve yerinde, doğru tespitlerde de bulunmayı ihmal etmiyor:
Erken modern standartlar çerçevesinde kozmopolit bir kentti ama herkesi kaynaştıran bir yer değildi. İstanbul'a göç, yeni gelenlerin çoğu için hayatlarını değiştiren bir deneyimdi ama her şeyi değiştirmiyordu. Kentte yaşamak, buraya göç edenlerin beraberlerinde getirdikleri farklı kökenleri, toplumsal hal ve tavırları silmeye pek yetmiyordu.(...)Başkentin yerlisi bile olsalar nüfusun çoğunluğu kentli köylünün arketipiydi. Sözde kentliydiler ama memleketinde bıraktıkları aile fertlerine, köy cemiyetlerine, örf ve adetlerine derinden bağlıydılar.
Hatta bu tespitlerinin zamansızlığı yani zamandan, çağlardan bağımsız oluşu karşısında insan acı acı gülümsemiyor değil:
İmparatorluğun sınırlarının daralmasına, kaybedilen ya da savaştan zarar gören vilayetlerdeki mansıp, timar ve arpalıkların ortadan kaybolmasına rağmen, merkezi sistem 18.yüzyılda ve II.Mahmud'un hükümranlığı sırasında yeni mezunlarla şişmeyi sürdürdü. Merkezi sistem bunu yaparken aslında tutamayacağı sözler vermiş oluyordu.
Bunların yanında konuya dair güzel özetleri oluyor mesela ki o yıllar süren tarih derslerimizi de böyle anlatmayı seçmiş olsalar acaba koskoca bir millet olarak Osmanlı tarihini bu kadar öğrenmemiş halde olur muyduk diye merak ettiriveriyor:
16.yüzyıl hasekilerin, 17.yüzyıl valide sultanların devriyse, 19.yüzyıl da hanedan mensubu kız kardeşlerin devriydi.
Ancak tüm bu güzel satırlara, yerinde düşüncelere ulaşabilmek için kocaman bir karmaşa yığınının içinde kaybolmadan, yolunuzu şaşırmadan ve ipin ucunu kaçırmadan ilerlemeniz gerekiyor. Çünkü Zilfi her ne kadar bir zaman aralığı belirtmiş olsa da (ve bu aralığı hiçbir şekilde sallamamış olsa da) insan yine de bir kronolojiye uymasını, diyecek neyi varsa artık onu belli bir sırada söylemiş olmasını umuyor. Ama umduğumuzla kalıyoruz. Yazarımız olaya gayet felsefi ve akademik bir açıdan yaklaştığından olsa gerek konu başlıklarını da ona göre belirlemiş. Kronolojiden ziyade, anlamsal bütünlüğü oluşturma gayretiyle çeşitli açılardan ele alıyor geneli itibariyle Osmanlı'yı ve köleliği. E hal böyle olunca da her bir başlık altında tüm bir Osmanlı dönemini her defasında başından ama farklı bir konu etrafında okuyoruz. Bu durum bana bu yüzden hep dönüp dolaşıp aynı şeyi yazıyormuş ve ben de onu okumak zorunda kalıyormuşum hissi verdi. Maryland Üniversitesi'nde tarih profesörü olan Madeline C.Zilfi (http://history.umd.edu/users/mzilfi) tamam bu konuda çılgıncasına otorite bir insandır belki ama inanın koskoca kitap boyunca hep aynı şeyi söyledi bence. Arada güzel bilgiler verdi, vaaay öyle miymiş dediğim şeyler gösterdi falan ama asıl anlatmak istediği şey olan kölelik ve kadınlar hakkında söylemek istediği açık seçik bir şey yok gibiydi, lafı dolandırıp durdu sanki.
Osmanlı tarihi hakkında profesör olmuş bir insana da lafı dolandırıyor diye çamur attığıma göre sessizce uzaklaşabilirim sanıyorum çocuklar buradan. Ama hakikaten ya, ne umutlarla ne heyecanla aldım ben bu kitabı, içine düştüğüm batağa bak. Ne olaydı şöyle keyifli bir kitap yazaydın be hanım teyze he ne vardı..


Ben kitabı 7.cadde'deki İş Bankası Kültür Yayınları'nın yerinden almıştım. Arada bunaldığımda kendimi orada, o ufacık ama tıka basa kitapla dolu yerde buluveriyorum. Bir güzel yanı da büyük oranlarda indirim uygulanıyor olması oradan alırken kitapları. Bu yüzden mesela arka kapağında belirlenen fiyat 28 tl ama ben çok daha az bir şeye almıştım-tam hatırlayamıyorum gerçi.

9 Eylül 2018 Pazar

16 bölümlük bir amaçsızlık: Cinderella and The Four Knights

Lise son sınıf öğrencisi Eun Ha Won (InHaVon diye okuyoruz çocuklar) küçük yaşta annesini kaybettikten sonra babası, üvey annesi ve üvey kız kardeşi ile birlikte yaşamaktadır. Tıpkı masaldaki gibi, Eun Ha Won'un da babası kamyon şoförü olduğundan evden hep uzaktadır, talihsiz kızımız da kötü kalpli üvey annesi ve en az onun kadar kötü kalpli üvey kız kardeşinin insafına kalmış durumdadır. Mezun olmasına sayılı günler kala, üniversiteyi de kazanmışken iyice sersefil, perperişan duruma düşer. Üstündeki okul eşofmanı ve sırt çantasıyla kapının önüne koyar evdeki şeytanlar onu. Olaylar birbirine dolanır, kaderin ağları işe karışır ve Eun Ha Won kendini acayip zengin (böyle hani Güney Kore'nin en bir zengini falan yani o derece zengin) Kang ailesinin üç erkek varisinin birlikte yaşadığı über-tasarım-harikası evde (malikanede) bulur. Bu üç oğlan da hemen hemen Eun Ha Won'un yaşlarındadır, eh yani 2-3 yaş falan ancak büyükler öyle yani. Ama her biri ayrı bir telden çalmaktadır, üçü de birbirinden hiç hazzetmeden, hayattaki sorumlulukları ne zerre iplemeden ve ailenin büyüğü, tüm paranın da kaynağı büyükbabalarının her bir istediğinin de tersini yaparak yaşayıp gitmektedir. Büyükbabanın derdi bunların bir aile olmayı öğrenmesidir, bu arada da şirketin  başına kendisinden sonra hangisinin geçeceğini belirlemeye çalışmaktadır. İşte pek zeka küpü büyükbabamız Eun Ha Won'u bu "aile" işi ile görevlendirerek salar oğlanların üstüne. Saf Cinderella'mız da üniversite başlayana kadar normalde günde 30 tane falan farklı part-time işte çalışarak kazanmaya çalıştığı harç parasını bu şekilde tek seferde kazanabilmek umuduyla atlar görevin ortasına. (4 şövalye diyor değil mi dizinin adı, tamam endişe yok, o da büyükbabanın kişisel asistanı gibi bir şey olan şirket çalışanı abimiz) (https://mydramalist.com/16119-cinderella-and-the-four-knights)
Çemkirmekten kendimi kaybetmeden önce söyleyivereyim, ben bunu niye izledim bilmiyorum. Yani neden açıp izlemeye başladığımı biliyorum orası net. Bir kere adı çok umut vaat edici gelmişti. Posteri falan da hah tamam şöyle eğlenceli, marshmellow kıvamında, salak salak sırıttıracak bir şey izleyeceğim olley dedirtiyordu adeta. Ama bu kadar boş çıkabileceğini inanın tahmin edemedim. İnanamadım bile yani izlerken. Ellerinde bu kadar neler neler çıkarabilecek sevimli mi sevimli bir isim ve konu varken anlatmayı seçtikleri yöntem ve anlattıkları şeyler o kadar kötü olamazdı ya. Olsa olsa bir tür şakaydı bu dedim. Böyle bir isim koyarak oturup bir senaryo yazsam neler anlatırdım dedim. Oysa bu senarist çok amaçsızca, çok anlamsızca bir şeyler yazıp öyle atmış ortaya sanki. Hayır bunu okuduktan sonra bunca insan da nasıl ikna olmuş oynamaya, çekmeye orası daha bir ilginç. Tamam hakkını yemeyeyim, arada böyle üç beş sevimli an, gülmekten insanın karnına ağrılar sokan sahne yok değil. Ama bunlar da tümden oyuncuların falan çabası. Onların başarısı. Yoksa senaristle alakası yok.
Bakın şimdi baştan alalım. Elimizde bir Cinderella var, şahane seçilmiş. Bir kere tüm o Güney Kore dizilerindeki kadın oyuncuların tersine hafif tombik, bacakları falan çalı çırpı boyutunda değil. Sevimli bir kadınsılığı var, erkeksi değil ama öyle Cinderella gibi de değil (Oyuncunun adı Park So Dam). 4 tane de şövalye seçmişler. Biri olması gerektiği gibi hiç kimseyi takmayan, eğlenceli, şımarık tip (Oyuncunun adı Ahn Jae Hyun). Biri romantik prens kıvamında, friend-zone'a girdikten sonra kızların kalbini çalanlardan (Oyuncunun adı Lee Jung Shin). Öbürü buzlar prensi, belalı geçmişiyle karizmatik ama kalpsiz tip (Oyuncunun adı Jung Il Woo). Sonuncusu da dürüstlük abidesi, her zaman başınızı yaslayabileceğiniz güvenilir omuz, görev adamı prensi (Oyuncunun adı Choi Min Sung). Her birine bir geçmiş de oluşturulmuş, alabildiğine karmaşık olaylar da var. Büyükbabanın yeni evlendiği orta yaşlı hanım ablada da bir işler dönüyor diyorsunuz, şirkette de bir şeyler oluyor gibi geliyor. Bu arada şeytani üvey anne ile üvey kız kardeş de sadece kötü değil, bir de salak olduğundan onlar da bir dolu saçma şey çeviriyor. Yani elde tüm malzemeler var. Ama bunu en başından tüm kartları açık edip, olabilecek en saçma şekilde bağlayarak hiç ediyor senaryo. Madem 4 tane esas oğlan koydun, o halde neden en başından esas kızı bir tanesine aşık ediyorsun? Başından sonuna ona aşık Eun Ha Won, prens de ona tabi. Diğer üç karakter sıfır işe yarıyor bu durumda ana öyküde. Bir tanesi de tamam kızımıza aşık oluyor ama niyeyse çok üstelemiyor, öyle hafifçe geçiştiriyor. Bir diğeri zaten en başından beri eski sevgilisine aşık olduğundan zaten o da ana aşk hikayesine sıfır etki yapıyor. Hele dördüncüsü...Aman yarabbi bu adamın 4.şövalye olmakta alakası yok ki senaryoya göre. Esas kızımızla sahneleri bile sayılı. Haa ama her birinin kendi hikaye düzlemi ayrı ayrı olarak gayet başarılı. Ama dizinin en başında vaat ettiği şekilde değiller. Böyle bir diziye senaryo yazarsak Cinderella'mızın ne yapmasını umarız? Her bir şövalyesinin hayatına ayrı bir şekilde dokunmasını, iyiye doğru değişmesinde etkisi olmasını, kendisinin de her birinden aynı derecede bir şeyler kapmasını, etkilenmesini anlatan bir iskelet kurarız. Tamam hepsine tek tek aşık etmeyiz, o zaman hikayenin kendi kurgusu içindeki inanılırlığı yıkılır ama hepsinden bir şekilde "etkilenmesini" anlatırız. Bunu gösteririz. Çünkü en sonunda tüm karakterler yaşadıkları etkileşimlerle ulaştıkları yeni noktada hikayeyi tamamlamalılardır. Oysa burada böyle şeyler olmuyor. Üstüne üstlük tüm yolculuk boyunca Cinderella'mızı daha da salak saçma şeyler yapar, düşünür hale getiriyor senaryo. En başında oluşturduğu karakter temelini sallamıyor gitgide. Zaten evlere şenlik bir esas prens var, bu kadar mimiksiz oynamayı başarmak da yetenek herhalde. Onlardan tamamen ayrı takılan bir başka prens ve hikayenin sonunda eee yani ne oldu dedirten bir "story arc"a sahip diğer prens. Ha bir de dayanılacak gibi olmayan üvey anne-kardeş sahnelerine hiç değinmiyorum. Kaldı ki daha bunun Cinderella'nın mal babası hikaye örgüsü var.
Şimdi diyorsunuz ki e o zaman neden izledin 16 bölüm? Bakın onu diyorum işte, vallahi bilmiyorum. Yani hadi bir iki bölüm izledim, bu saçmalığı fark ettim, sonra her defasında bir bölüm bittiğinde dedim ki daha da izlemem bu ne be?! Ama sonra nasıl olduysa yeni bir bölüm daha açtım, izledim. Her izleyişimde de ulan ben napıyorum diye diye izledim. Böyle çekirdek çitlemek gibi kanımca. Tadı yok, ağza gelen bir kütlesi yok doğru düzgün ama başlayınca bırakamıyorsunuz ya. Ya da sanırım daha mantıklı bir açıklamam şu: Prenslerimizden birini oynayan Ahn Jae Hyun (sanırsam AnJeYun diye okunuyor) karakteriyle harikalar yaratmış ve dizinin müzikleri şahane. İşte bu iki nedenden ötürü çitlemeye devam ettim. Ahn Jae Hyun ile tanıştığım diziydi bu, sonra You Who Came From The Stars'da da izledim ama buradaki karakteri sayesinde en keyifli kahkahalarımı attım. Ama onu da boşa harcamış sevgili senarist, neler çıkarabilecek bir karakterin neler getirebilecek hikayesini hem karşısına dünyanın en yeteneksiz ve sevimsiz oyuncusunu koyarak hem de hiç bir şey çıkartmayarak heba etmiş. Tebrikler. Halbuki yönetmen Secret Garden'ı A Gentleman's Dignity'i yöneten adam. Öyle bir yönetmen de nasıl kabul etmiş bu senaryoyu hala oradayım ben.
bu arada mevzu bahis ev pardon malikane bu, normalde Southcape Club House olarak geçiyor, golf kulübünün şeysi. tabi böyle havadan görüntüyle pek bir şey belli edemedim ama içi dışı bahçesi dizaynı falan böyle acayip, ilginç. pek benlik değil ama (çünkü şatomda kalemde büyüdüğümden ötürü) takdir de ettim yani.
Neyse derdimi anlatabildim mi bilmiyorum. Baya oldu izleyip bitireli bu diziyi, geçen sene bu zamanlar bile olabilir. Ama öyle bir dolmuşum ki ancak şimdi patlayabildim saçmalığına çemkirmek için. Demem o ki sevgili kore dizisi izleyicisi dostlar, yapmayın bu işkenceyi kendinize.

Eh o halde soundtracki de şuraya koymadan gitmeyeyim:

4 Eylül 2018 Salı

The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society (2018)

II.Dünya Savaşı'nın ardından yazar Juliet Ashton Guernsey Adası'nda yaşayan Dawsey Adams adında birinden bir mektup alır. Dawsey adalarındaki kitap kulübü için çok sevdiği bir kitabı nerede bulabileceğini sorar mektubunda. Merakını cezbeder bu mektup Juliet'in ve kitabı alıp kendisi gönderir, bir de sorularla dolu cevap mektubunu iliştirerek. Savaş herkesi çok ama farklı yollardan yaralamıştır; Juliet de hayatının tam olarak neresinde olduğunu, kim olduğunu, ne yazdığını bilemediği bir noktasındadır. Dawsey'nin ikinci mektubunda anlattığı hikayesi öylesine içine işler ki Juliet'in ve bu kitap kulübü öylesine aklına düşer ki kendini gemiye atlamış, Guernsey Adası'na giderken bulur. Kulübün toplantısına katılacaktır; Elizabeth'in Eben'ın Isola'nın Amelia'nın ve Dawsey'nin kurduğu bu "The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society" gibi ilginç bir isme sahip kitap kulübü sanki Juliet'i çağırmaktadır.
Film bu öyküsünü Mary Ann Shaffer'ın (ve Annie Barrows'un) 2008'de yayınlanan aynı adlı kitabından almış (Bizde de Epsilon Yayınevi taa 2009'da Fazıl Şimşek çevirisiyle yayınlamış kitabı "Edebiyat ve Patates Turtası Derneği" adı altında). Hikayesi gibi biraz üzücü bir yolculuğu var kitabın da. Shaffer yıllarca kütüphaneci, editör, kitapçı gibi hep kitaplarla iç içe bir şekilde çalışmış ama hep bir gün kendi kitabını yazabilme hayaliyle. Tam bu kitabı yazarken hastalığı ortaya çıkmış ve kitabı tamamlaması için yeğenine, Annie Barrows'a devretmiş. Hayatı boyunca yazdığı bu ilk ve tek kitabının yayınlanmasından 5 ay önce ise hayatını kaybetmiş.
Spoiler gibi olmaz herhalde o yüzden diyebilirim bence, neyseki yazarının bu içimizi biraz da olsa burkan yazma yolculuğuna nazaran kitaptan uyarlanan filmin hikayesi çok daha gülümsetici, çok daha umut verici. Savaşın önce Juliet üzerinden ana karadaki halini, etkilerini izliyoruz. Sonra hikayemiz ilerledikçe adadaki halini, açtığı yaraları, insanlara yaptıklarını görüyoruz. Yıllarca Nazi işgali altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmış bir grup insanın, arkadaşın tek tek ve ortak hikayeleri etrafında insan olmanın ne demek olduğuna dair, kitapların ve kelimelerin umutla dolu birleştirici gücüne dair pek sevimli bir film bu. Esasında çok acı, çok yürek burkan şeyleri sevimli bir incelikle ve insanın yüzüne içten bir gülümseme oturtarak anlatıyor. Kitapla filmin hikayesi arasında çeşitli farklılıklar olduğuna dair referanslara rastladım ama kitabın da bu sevimlilikte olduğuna eminim ben.
Bunun yanında muhteşem bir doğa, şahane bir ada resmediyor filmin görüntüleri. Keşke olsa da biz de gitsek orada öyle bir ufak kulübede yaşasak dedirtiyor film boyunca hikayeye mekan olan yerler. Hayalimize böyle bir Guernsey Adası yerleştirmelerine rağmen filmde izlediğimiz yerler Birleşik Krallık'ın başka yerlerinden, Devon ve Cornwall'danmış. Yine de sanıyorum Guernsey'nin kendisi de bu görüntülerden aşağı kalır şekilde değildir.
ama ben sizi yerim ya (ama turtayı yemem ıhıh)
Peki bu kadar güzellikler barındıran, bu derece sevimli ama bir o kadar da düşüncelere sevk eden bir film için çok çok sevdim çok etkilendim diyemediğimi, ama ne filmdi yahu diye yazamadığımı bilmem fark ettiniz mi? İnanın çok isterdim öyle diyebilmeyi. İstedim de. Hiç bir tahminle açmamıştım halbuki filmi. Şöyle hafif, sevimli bir şeyler izleyeyim diye bulmuştum. Sonra film ilerledikçe, Juliet ile birlikte adım adım her bir hikayeye daldıkça kendimi böyle isterken buldum, filmi çok ama çok beğenmek istiyordum, çok büyük umutlar oluştu içimde. Ama iki saatin sonunda elimde kalan sevdiğim, izlediğime sevindiğim ama tam vuracakken vuramamış bir filmdi. Yani elinde çok daha etkili olabilecek bir şeyler varmış da bunu o kadar vurucu yapamamış gibi. Oysa tonu, anlatışı, duygusu her şeyi çok iyi, çok yerindeydi. Direkt bir şeyine de diyemedim hah işte bu yüzden olmamış diye. Yanlış olan bir şey de yoktu bakınca. Ama işte damakta bıraktığı tat böyle hissettiriyordu.
Gene de bence izleyin diyeceğim bir film The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society. Hakikaten şöyle bir pazar öğleden sonrası ya da kafanızın çok bozulduğu, boğulduğunuzu hissettiğiniz bir iş gününün akşamı açın izleyin. (Ama keşke şu Lily James olmasaymış. Bunu da böyle bir yerlerde sıkıştırmam gerekiyordu. Çünkü çok ama çok kötü. Acayip kötü. Bu kadına neden birisi sen bu işi bırak dememiş, demiyor? Halbuki pek de sevimli bir insan, güzel bile derim yani. Downton Abbey'de rolü öyle gerektirdiği için öyledir diye izlemiştim senelerce ama sonra diğer filmlerde de izledikçe - ki neden her filmde o var?! - dayanılacak gibi olmadığını fark ettim. Siz etmediniz mi ya, nasıl olur ya, hakikaten ama neden?)
Ben de gayet possible olduğunu düşünüyorum ahh ahh Juliet ama işte kader bir izin vermiyor


Bu arada filmin, hikayesi gibi insana geçirdiği değişik bir enerjisi var sanırım. Çünkü filmi izleyip, kapattıktan dakikalar sonra takip ettiğim bloglarda yeni yazı var mı diye açıp bakarken daha az önce izlediğim film hakkında Austenzede'nin de yeni yazmış olduğunu görmüştüm o gün. Böyle ilginç bir film bu. Bu arada Austenzede'nin film hakkındaki düşünceleri de şurada.

3 Eylül 2018 Pazartesi

Jason Segel ve Kirsten Miller'dan "Otherworld"

Lise son sınıf öğrencisi Simon başını soktuğu belaların ardından, bir de çocukluğundan beri en iyi dostu olan Kat ile arasını düzeltmenin bir yolunu arıyordur. Ortada hiçbir sebep yokken Kat birden bire onunla görüşmeyi keser, üstüne bir de ne idüğü belirsiz tiplerle takılmaya başlar. Bu yüzden Simon da annesinin kredi kartını yürütüp, yeni piyasaya sürülen Otherworld oyununun özel başlıklarından aletlerinden falan hem kendine hem de Kat'e alır. Gerçek dünyada konuşmasalar bile en azından oyunda karşılaşıp, aralarını düzeltebileceklerini düşünüyordur Simon. Bu çabalarının ardından bir gün terk edilmiş bir fabrikadaki bir partinin sonucunda Simon'ın hayatı tamamen bambaşka bir yöne girer. Artık dostu Kat'i ve onun gibi başka gençleri de kurtarmanın sorumluluğu üstünde, Simon kendini yine Otherworld'ün sanal ama bir o kadar da gerçek dünyasında bulur. Artık tek çaresi oyunu bitirmektir.
Otherworld Jason Segel ve Kirsten Miller'ın birlikte yazdığı, 2017 tarihli bir kitap. Goodreads young-adult ve sci-fi kategorilerine almış kitabı ama sanırım artık böyle bir çağda pek sci-fi sayılmaz kitabın hikayesi. Bence young-adult yönü daha buram buram kokuyor. Ben kitaba havaalanında oyalanmak için girdiğim d&r'de rastladım. Aklımda bir kitap alma düşüncesi ile bakmıyordum, çantamda zaten halihazırda vardı kitabım ama üzerinde Jason Segel ismini görünce buna mutlaka bakmalıyım dedim. Bilmiyorum biliyor musunuz, Segel'i yıllarca How I Met Your Mother'ın Marshall Eriksen'ı olarak izledik (mesela bakın IMDb). Ben hem oradaki karakterini pek severdim, hem de aynı doğum gününü paylaştığımız için (arada 7 yıllık bir farkla) hep daha yakın gelir. Gerçi yine de o kadar işlerini takip etmişliğim yok, bir Forgetting Sarah Marshall (2008) 'ı izlemiştim tee çıktığında, bir de en bir sevdiğim, kalbimdeki yeri çok ayrı olan Freaks and Geeks'te izledim (oradaki karakterinden zerre hazzetmemiştim ama kısmet). Normalde böyle oyuncuların falan kitap çıkarıyor olmalarına çok burun kıvırarak yaklaşıyorum bu son senelerde. Çünkü sanırım bir tür moda, akım gibi bir şey oldu bu kitap yazma olayı. Sadece oyuncuları kastetmiyorum, tüm dünyada böyle durum oluştu bence. O yüzden az biraz da aldığıma pişman olmadım değil kitabı çantama atarken. Öte yandan bir isim daha vardı kitabın üzerinde - Kirsten Miller - ki kendisi geneli çocuk kitabı olmak üzere bir dolu kitap yazmış bir yazar. Ayrıca kendi sözlerinden kendini tanıtışını okuduğumdan anladığım kadarıyla acayip de kafa bir insan. Sizin benim gibi. O derece. (https://www.kirstenmillerbooks.com/)
Tüm bu motivasyonlarla - birbiriyle çelişen önyargılarla mı demeliydim acaba - sonunda geçen hafta okumaya başladığımda kitabı hiç de beklediğim gibi bir hikayeyle karşılaşmadığımı söylemeliyim. Dışında yazanlara falan bakınca ben direkt bir bilgisayar oyunu içinde böyle Matrix-vari şeyler falan olacak diye bekliyordum, gözümün önünde böyle Total Recall'dan sahneler falan (hayır oynak kaşlı Colin Farrell'li değil Arny'li versiyondan). Oysa hikaye oyun dünyasıyla gerçek dünyadaki aksiyon ve maceranın, kovalamacalı bir koşuşturmanın iç içe geçtiği bir kitap sunuyor. Ayrıca gayet iyi düşünülmüş bir oyun dünyası oluşturuyor. Karakterleri de olması gerektiği kadar ya da şöyle diyeyim, bir young-adult kitabından bekleyebileceğiniz gibi yazılmışlar. Zaten bu durum kitabın genelinde de böyle. Yani hikayenin kurgulanışı, ilerleyişi, anlatılışı hep ait olduğu tarzın beklentilerini karşılıyor. Tamam hikaye iyi düşünülmüş, çoğu yerde hiç beklemediğiniz şekilde ilerliyor ve bu oldukça ferahlatıcı bir okuma sağlıyor. Ama diğer her şey alabildiğine young-adult. Hani böyle koştururcasına okuyup, bir dikişte bitirmiş gibi hissettiren hikayelerden bu da. Çünkü bu tarzın dilinde yazılmış durumda. Kendine - veya yazarlarına - ait bir dili yok, böyle bir şey oluşturma kaygısı da yok kanımca. Sadece bizim gibi gerçek hayattan kaçarak kitaplara, hikayelere, oyunlara, filmlere, dizilere kendini atıveren çocuklar onlar da sonuçta, kendileri gibiler için kaçacak bir başka dünya hayal etmişler ve bunu anlatmak istemişler diye düşündüm ben.
Otherworld çekincelerime ve önyargılarıma rağmen okumaktan keyif aldığım ve aldığıma pişman olmadığım bir kitap oldu. Bu sene bitmeden ikincisinin de yayınlanması bekleniyormuş ki sanırım okumak isterim (şurada yazdığına göre tam olarak 30 ekim tarihi verilmiş ABD için). Ayrıca Jason Segel de Kirsten Miller ile birlikte yalnızca bu Otherworld serisini yazmamış, Nightmares isimli 3 kitaplık başka bir seriyi de ortaya koymuşlar. Yani Jason anladığım kadarıyla HIMYM'dan sonra kendini iyiden iyiye yazma işine vermeye çalışmış gibi görünüyor.

Bende kitabın Dex Kitap'tan Taylan Taftaf çevirisi 2018 tarihli ilk baskısı var. Dediğim gibi d&r'den almıştım, ark kapaktaki fiyatıyla:27 tl. Bu noktada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, kitabın isminin bu şekilde çevrilmeden bırakılmış olması hakikaten kimin fikriyse onu tebrik etmek istiyorum (hayır dalga geçmiyorum ciddiyim). Çünkü böyle şeyleri çevirmeye çalıştıklarında ortaya saçma şeyler çıkıyor, hem hikayenin ruhuna uymayan şeyler oluyor hem de pazarlama açısından başka bir şeymiş gibi görünüyor. Oysa bu haliyle bence şahane olmuş. (http://www.dexkitap.com/anasayfa)

16 Ağustos 2018 Perşembe

iyi bayramlar



Dvorak hakkında uzun uzadıya yazmak istiyorum aslında ama şimdilik vaktim dar ve bu en en en bir sevdiğim eserini, elime keman almamın sebebini, bu videonun 5. ve 12. dakikaları arasındaki Serenade'ın vals kısmını, buraya şöyle bir fırlatıp kaçıyorum. Bayramdan sonra görüşürüz!

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...