15 Mart 2018 Perşembe

Goblin : Büyük büyük bir Güney Kore dizisi

Kim Shin neredeyse 900 yıldır ölümsüz bir goblin olarak dünyada dolaşmakta, ara sıra ihtiyacı olduğunu gördüğü, yardıma değer gördüğü insanlara ufak tefek "sihirsel" yardımlar yapmaktadır. Ölümsüz olmasının nedeni olan kılıç, onu öldüren kılıç sihirli bir şekilde göğsünde duruyordur tabi bu arada. Onu, bu tüm sevdiklerinin devamlı ölümlerini izleyip de kendisinin bir türlü huzura kavuşamadığı ölümsüz hayattan kurtarabilecek tek kişi goblinin gelini denilen bir insan olacaktır. Kim Shin 900 yıldır o insanı bekliyordur. Sonunda bir lise öğrencisi, Ji Eun Tak ile karşılaşır. Doğduğundan beri hayaletleri görüp onlarla konuşan Ji Eun Tak goblinin gelini olduğunu iddia eder. Bir yandan onun hiç doğmamış olması gerektiğini söyleyen ve peşine düşen "grim reaper" da olaylara dahil olur. Tabi bu grim reaper da gidip Ji Eun Tak'ın part time çalıştığı tavukçunun sahibi Sunny'ye aşık olunca ve aynı zamanda Kim Shin'e de ev arkadaşı olunca, her şey birbirine girer.
Goblin-goblinin gelini-grim reaper, ama çok tatlısınız siz böyle be, off gene ağlayasım geliyor baktıkça.
Goblin-grim reaper-yeğen
Goblin 2 Aralık 2016'dan 21 Ocak 2017'ye kadar 16 bölüm (artı 2 de özel bölüm) olarak Güney Kore kanalı tvN'de yayınlanmış bir dizi. Bu kore dizileri olayına daldığınızda ilk karşılaştığınız dizilerden biri zaten. Tüm kore dizisi izleyenlerin - o büyük güruhun - mutlaka izlenmeli, yok şöyle müthiş yok böyle inanılmaz dediği, tüm dünyadan böyle inanılmaz iyi eleştiriler almış bir dizi. Hatta şeye bile rastladım, kore dizilerini Goblin'den öncekiler ve Goblin'den sonrakiler olarak nitelediklerine ve Goblin'den sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz artık diyenlere. Öyle bir şeyle karşı karşıyayız yani çocuklar. Böyle açıp izleyeyim diye karar verirken bile insanın üzerine bir ürperti geliyor.
ama şu sahnenin hem ikonikliği hem de kendi kendini ti'ye alması :)
Ben de o ürpertiyle başladım zaten. Hem başroldeki Gong Yoo (goblin rolündeki insan yani)'yu Coffee Prince'te izlemiştim, orada neredeyse ergenliğini görmüş, acaba bu komik şey olgunlaşınca ne işler çıkardı demiştim. Hem de konu pek zevkli görünüyordu. Dizi de harbiden mükemmel başladı. Görüntüler muhteşemdi. Ekrandan gözlerimi alamıyordum. Müzikler çok ama çok iyi gidiyordu. Goblinin ölümlü hayatını, son ölüm dakikalarını falan gösterdikleri flashback sahneleri ayrı birer sanat eseriydi. Gong Yoo acayip karizmatik bir Goryeo dönemi savaşçısı-generali olmuştu. Sadece görüntüsüyle de değil, role verdiği tüm o ruhla. Goblinin gelinini oynayan kız da hem çok masum bir yüze sahipti hem de tüm o çocuksuluğu, heyecanı verebiliyor hem de senaryonun getirdiği dramı tüm ağırlığıyla taşıyabiliyordu. Grim reaperi oynayan (bakın şimdi buna Türkçe'de ne isim verebilirim bilmiyorum çünkü çeviride direkt azrail diyor ama değil yani böyle azrailin saha elemanlarına bu ismi veriyorlar İngilizce'de eh bizde de bunun bir karşılığı olmadığına göre böyle demeye devam edeceğim) insan evladıysa resmen Gong Yoo'yu goblin olayını falan devede kulak bırakıyordu. İnanılmaz şahane oynuyordu grim reaper'ı Lee Dong Wook. Onunla ilgili her bir detay şahaneydi. Goblin ile olan sahneleri, dinamikleri hem eğlencenin dibiydi hem de aşık olduğu Sunny ile olan sahnelerinde tüm o bakışları, konuşamaması, halleri her şeyi hem komik hem iç burkucuydu. 
sanat eseri flashbackler
ama ne flashbackler öyle böyle değiller
Ya her şeyi çok karman çorman anlattım değil mi? Böyle her bir karakteri tek tek incelesem, her bir hikaye parçasını tek tek anlatsam daha iyi olacaktı ya. Ama ne bileyim hem bir yandan çok şey söylemek istiyorum Goblin ile ilgili hem de kendime engel olamıyorum düşüncelerimi sıraya koyamıyorum. En iyisi mi izlerken aldığım notlara da bakarak madde madde bir sıralayayım:
1. Müzikler ve müzik kullanımı çok güzel. Diziyi kapattıktan sonra tüm o şarkılar beyninizde dönmeye devam ediyor, bilinçaltınıza işleyiveriyor.
2. Görüntüler, kadraj şahane. Her bir karesi ayrı bir tablo gibi dizinin. Bak bak doyamıyorsunuz.
3. Konu hakikaten ilginç. Günümüzdeki hikayeyi birkaç bölüm içinde nereye gider ne olur çözüyorsunuz ve eh aman işte diye bakıyor hale geliyorsunuz ama asıl olayı, tüm karakterleri günümüze getiren olayları, yüzyıllar önce olanları büyük bir merak uyandırıcılıkla çekerek anlatıyorlar.
4. Her bir bölümün sonu çılgın noktalarda bitiyor. Her bir bölümün bitiş jeneriğine ağzınız açık başlıyorsunuz. Valla haftalık yayınlanırken izliyor olsaymışım ekranı kemiriyor olurmuşum.
5. Yan hikayeler çoğu yerde ana hikayenin önüne geçecek kadar dokunaklı ve iyi yazılmış-çekilmiş halde. Özellikle goblinin yardım ettiği insanların hikayeleri ve hayaletlerin yolcu edilişleri öylesine sahneler ki çoğu kere hüngür hüngür ağladım.
6. Komedi unsuru inanılmaz. Dizi boyunca bir anda üstünüze atılan espriler, birden bire geliveren espriler şahane.
7. Grim reaper ile Sunny'nin sahnelerinden, tüm dizi boyunca sahnelerinden tek başına dizi çıkabilecek vaziyette ve dahası kalitede. Komedi, dram, romantizm, absürdlük her şey var bu sahnelerde. İki oyuncu da tek kelimeyle mü-kem-mel olmuşlar bu rollerde. (İkisini de ilk defa burada izledim ben.)
sana diyecek bir şey yok be General
Ama...
Tüm bunların yanında, tüm o herkesin övmesinin, tüm medyanın büyütmesinin, ödülleri resmen hüpletmesinin yanında bir şeyler beni ikna etmedi. Çoğu yerde sıkıldım. Bunu itiraf etmek çok zor evet, insan bu kadar beğenilmiş, bu kadar övülmüş bir iş için böyle hissettiğini fark edince önce kendinde arıyor sorunu ama söylemek de zorundayım. Hikaye çoğunlukla tahmin edilebilir şekilde ve yavaş ilerliyor. Tıpkı bizim diziler gibi baya baya müziklerle video klip tarzında çekilmiş bir dolu bölüm var. Herkes uzun uzun bakışıyor, görüntüler evet şahane ama saatlerce görüntü izliyoruz. Hikaye ilerleyecek diye beklediğim çok oldu. Hatta çoğu zaman sırf oyuncuların mükemmelliği hatrına gözümü ekranda tuttum. Çünkü dediğim gibi şahane yazılmış ve oynanmış karakterlere sahip bu dizi. Ömrümde izlediğim en ilginç ve izlemesi en keyifli karakterlerden biriydi mesela Sunny. Grim reaper ise hem tek başına, hem de oluşturduğu her ikilide, üçlüde harikalar yaratıyor. Yıllar sonra bile açıp açıp gülmekten koltuktan düşeceğimiz sahnelere imza atıyor resmen (telefonla maceraları deyince bile kahkahalarıma engel olamıyorum:D )
Hikayenin ilerleyiş hızı ve yer yer sıkıcılığı konusunda yakınmamı yaptığıma göre sonu hakkında da çemkirebilirim. Hatta dizinin genel anlamda tadı hakkında. Tüm hikayeyi izleyip bitirdiğimde ne mutlu ne keyifliydim. Çok iyi bir iş, çok iyi karakterler izlemiş olmama rağmen ağzımda tuhaf bir tat kalmıştı. Sadece sonundan, hikayeyi bitiriş şekillerinden dolayı olamaz bu gibime geliyor. Yani tamam hiç de istediğimiz gibi, bizi tatmin edecek bir şekilde bitmedi. Ya da başka şekilde şok edici bir sonuca da ulaşmadı hikaye ama yine de. Herhalde tüm hikayenin, dizi boyunca onca espriye onca karakter dinamiğine rağmen insanın içine oturan böyle yudum yudum bir dram sızıyor ya ondandır diyorum.
Yalnız her biri bu kadar güzel mi olur bu insanların ya?! Yani her birini öyle giydir giydir koy önümüze bakalım, öyle güzeller. Tabi bunu yine belirtmekten kendimi alamadım. Çok güzeller. Seyretmesi çok güzeller. Demiş miydim? Bir de bu bir aşk hikayesi değil. Lütfen o yanılgıyla izlemeye başlamayın.

Şahane müzikleri için sizi şuraya alayım :

14 Mart 2018 Çarşamba

Spider-Man: Homecoming(2017)

Sanırım hepimizde ayrı bir yeri var spidey'nin. 90larda çocuk yaşta olan bizler için ve bizden sonraki 2000ler çocukları için. Çünkü ben çocukken - biz çocukken - tvde rastladığımız ilk çizgi filmlerdendi örümcek adam (okeskin hatlı çizgilere sahip batman çizgi filmleriyle birlikte). Artık hani yıllarda yapılmış, spidey'nin hangi dönemdeki maceralarını konu alıyordu, normalde kaç bölümdü falan hiç bilemiyorum tabi. Eskiden televizyon şimdiki gibi değildi (yani internet yoktu sevgili çocuklar), bir diziyi programı öyle sezon dvdsini oynatır gibi planlı programlı düzgün bir şekilde yayınlamak diye bir şey yoktu. Sadece her gün aynı saatte sizin izlediğiniz şeyin olduğunu bilir ekran karşısına geçerdiniz, artık o gün hangi bölümü neresinden neresine kadar yayınlamaya karar verdiyse kanal. Aynı bölümü milyon kere yayınlayabildikleri gibi yıllar sonra internete kavuşup da oha böyle bir bölüm mü varmış diye keşfettiğiniz durumlar da olabilirdi. Haliyle çoğu dizide mesela sezon başından sonuna gelişen çözüme kavuşan olayları biz zerre anlayamazdık. Artık bahtımıza hangi bölümü izlemek düşmüşse ondan tek başına keyif alırdık (salla hikaye bütünlüğünü!).
O yüzden de kafamda hiçbir türlü mantıklı, ayarlı bir Peter Parker hikayesi yok-tu, ta ki 2002 yılında Sam Raimi o gönüllerimizin üçlemesini önümüze koyana kadar. 2004 ve 2007'de gelen devam filmlerini de yöneten Raimi'nin adını zaten o sıralar sürekli tv ekranımda okuyordum: Xena'yı yaratanlardan biri ve yapımcı olarak jenerikte geçiyordu (ki bu noktada Xena ile ilgili hislerimi, hayatımdaki yerini falan burada hiç anlatmamış olduğum geldi aklıma. Neyse, bakalım, kısmet.). Tobey Maguire'ın aslında sokakta görsek hiç de sallamayacağımız bir insan olması gerçeği, bu üç filmde adeta bizden biri haline getirdiği spidey ile yerle bir olmuştu. Bu filmler hakikaten de çok başarılı bir hikaye oluşturmuştu. Lise öğrencisi Peter'ı alıp, örümcek tarafından ısırılmasından adım adım örümcek adama dönüşmesini, sorumluluk ne demek öğrenmesini, örümcek adam olmak ne demek anlamasını, ailesini, arkadaşlarını, hayatını nasıl yıkıp yıkıp inşa edebileceğini öğrenmesini, her bir şeyini adım adım anlatmıştı bu filmler. Uncle Ben olayını acayip bir düzleme oturtmuştu, Aunt May tam da olması gerektiği gibiydi, Mary Jane hikayesini eksenine alıyordu ve Sandman'le Venom'la Doktor Octopus'la Goblin'le tanıştırıyordu bizi. Tamam son film biraz şeydi, ona çok da takılmayalım şimdi ama genel anlamda MCU ortaya çıkana dek bizim için süper kahramanlık adına bir şeylerin oluşmasını bu üçlemeye (ve tabi Nolan abininkilere ve bir de belki X-Men'ciklere) borçlu gibiyiz.
Ama sonra ilk filmden 10 yıl sonra, 2012'de yine spidey'yi çağırmaya karar verdiler. Her şey mükemmel görünüyordu aslında, Andrew Garfield hem sempatik hem düzgün bir aktördü (Tobey Maguire gibi spidey rolü dışında her yerde insanın sinirlerini hoplatan bir tipe sahip değildi), yanında mis gibi Emma Stone'u koymuşlardı yani Gwen Stacey olayına giriyorduk (önceki üçlemenin son filminde de güya gördük Gwen'i ama oradaki konumuz MJ'di). Bu sefer lizard ve electro ile tanışıyorduk, goblin yine yanı başımızdaydı tabi. Ama olmadı. Bir şeyler yerine oturmadı. Bu "The Amazing Spider Man" ve iki yıl sonrasında gelen ikincisi, hiçbir türlü bize o ilk üçlemenin hissettirdiklerini hissettirmedi.
yepisyeni Spidey
O yüzden büyük bir hevesle ama biraz da korka korka bekliyorduk Marvel'in spidey'yi bu yeni MCU'ya katmasını. Civil War'da izledikten sonra bu son spidey'yi neyi bekleyip beklemeyeceğimizi oturtmuştuk kafamızda aslında. Sütten ağzı yanıp yoğurdu kaşıklamak misali bakıyorduk Homecoming'in gelişine.
Vulture
Oysa bu yepyeni Peter Parker şahane olmuş be çocuklar! Hem hikaye dört dörtlük gidiyor, hem de karakterler yerli yerinde. Nasıl Raimi'nin çektiği örümcek adam filmleri 2000lerin başına aitse bu film de, bu hikaye de tam da bu çağa ait görünüyor. Bir şeyleri yansıtmak isterken saçma sapan yerlere gitmemiş, her bir şeyi ne eksik ne de fazla. Hem ruhuyla hem de görüntüsüyle bu döneme, yeni bir döneme ait bir spidey hikayesi bu. Bu sefer iyice genç bir örümcek adam - hatta örümcek ergen - var karşımızda, 14-15 yaşlarında bir Peter Parker'layız. Hikayesel açıdan hakikaten çok eli yüzü düzgün bir kurgu oluşturmuşlar. Her şey tık tık tık ilerliyor, nereden başladığımız nereye gittiğimiz ve oraya nasıl vardığımız çok güzel anlatılıyor. Dahası karakteri başlattıkları dönemine de uygun bir hikaye yaratmışlar. Daha yeni yeni öğrenen bir Peter var önümüzde. Hem önce ergenliğini yapıyor hem yavaş yavaş da öğreniyor. Film ne öyle birden bire acayip sıçramalar geliştiriyor ne de büyük büyük oynuyor. Alabildiğine adım adım bir kurguyla, hem mücadele sahnelerini çok iyi kotarıyor hem de espri seviyesini, eğlence miktarını güzel bir tatlılıkla sunuyor.
Michelle-Liz-Ned
Dünya nasıl çağlarla birlikte dönemlerle birlikte değişiyorsa, gelişiyorsa, ayak uyduruyorsa, hikayelerimiz de öyle yapmalı. Örümcek adamın hikayesini de bu döneme güzelce ayak uydurtmuşlar. Uncle Ben olayına hiç girmiyor Homecoming, Aunt May çağa ayak uydurmuş (tam bir klasikçi olan ben bile bu May'e bayıldım), Peter'ın yanındakiler-arkadaşları hem klişeye düşmeden hem de çok abartmadan oluşturulmuş. Ned şahane bir karakter olmuş, Michelle zaten insanı heyecanlandırıyor (MJ kıps;)), Peter'e "bullying" edeni de öğretmeni de Peter'ın ilk "love interest"i de oldukça yerinde. Ayrıca 2002'den bu yana teknolojide aldığımız yol muazzammış farkında değilmişiz. Nerede o beni elleriyle çizdiler diye bağıran binalarda dolaşan spidey, nerede bu izlediğimiz? Tony Stark ve Happy dahiliyetleri, kostümün ve oyuncaklarının tüm detayları, filmin kötüsünün bile bir mantığı bir arka planı bir hikayesi olması-hem de oldukça ele alınabilir bir hikaye olması...başarılı kelimesinin yetersizlikte çığır açacağı şeyler olmuş durumda.
Açıkçası bu yeni başlayan hikayesini ve karakterlerini çok sevdim ben spidey'nin. Dedim ya en başta yeri ayrı diye, öyle. O ilk üçlemedeki spidey'nin yeri hakikaten ayrı bir halde duruyor bende. Eh haliyle artık bu hali, bu yeni ergen spidey bana aynı şeyi yapmıyor, ama bu durum yine de ondan aldığım keyfi azaltmıyor. Çok da güzel olmuş.

13 Mart 2018 Salı

Thor : Ragnarok (2017)

Marvel filmlerini bayadır boşlamıştım, Black Panther'in gelişiyle bir silkindim ben de hadi dedim get back to your senses! Gerçi onu da gösterime girişinden ancak 3 hafta falan sonra izleyebildim ama. Neyse. Vakit geriye dönük eksiklerimi tamamlama vaktidir diye yola çıktım ve önceki gün en bir sevdiklerimizden olan Asgard'ın en son macerasına bakayım dedim.
Açıkçası ben - tabi o kadar ara verdikten sonra doğal herhalde diye düşündüm - Thor'u en son nerede ne halde bırakmıştık hiiiç hatırlamıyordum. En son Doctor Strange(2016)'i izlemiştim, böyle hayal meyal bir after credit sahnesi hatırlıyorum, Thor bira içiyor falan. Ama tam kadroda olarak en son Avengers: Age of Ultron(2015)'da görmüşüm birazcık didikleyince fark ettiğim üzere. Thor orada Asgard'ın yıkılacağına dair rüyalar gördüğünden ve olayı bir şekilde infinity stone'lara bağladığından hadi ben bir araştırayım geleyim modunda yola çıkmıştı. İşte Thor:Ragnarok'a da bu noktadan başlıyoruz.
Asgard hakikaten de Thor'un rüyalarında gördüğü gibi mahvolmak üzere. Ölüm tanrıçası Hela geri dönmüş, kendi hakkı olarak gördüğü Asgard tahtını geri almak için herkesle savaşıyor. Onu durdurmak için uğraşan Thor'un yanında canımız ciğerimiz bir tanemiz Loki'yi, yeni ve ilginç bir karakter olarak bir valkyrie'yi ve yeşil devimiz Hulk'ı izliyoruz. Ayrıca tabi Asgard'dan diğer tanıdıklar da cabası.
Ragnarok ne ki diyenleriniz varsa bu noktada üç beş bir şeylerden bahsetmek belki iyi olabilir. Ragnarok İskandinav mitolojisinde tanrıların kıyameti demek. Daha doğrusu bir döngünün son bulması, yeni bir döngünün başlaması manasında. Valkyrie ise yine İskandinav mitolojimizde Odin'in yardımcılarına verilen isim. Bunlar böyle ölen savaşçıların ruhlarını Valhalla'ya öte dünyaya taşıyan, kanatlı atlarına binen kadınlar. Thor'u Loki'yi Odin'i Asgard'ı biliyorsunuz artık onlara girmiyorum.
ver ordan led zeppelin'i karşiim cıstak cıstak
what the ragnarok! vat is heppıning?! diyorsunuz değil mi?
Thor: Ragnarok artık ismini taşıyan üç film içinde ilk film - Thor(2011) - gibi bir noktada hemen hemen. Ama sıkıntı ötesi ikinci filmden - Thor:The Dark World(2013) - kesinlikle iyi. Hatta bence ilk film en iyisiydi ya. Valla. Böyle yeni bir şey görüyorduk, eğlenceli bir şey, değişik bir teması vardı o ilk filmin. Ragnarok'ta da o eğlence hissi devam ediyor. Hem de -bence-en dikkate değer kötülerden birini hikayesinde taşımasına rağmen. Açıkçası ben bayıldım Cate Blanchett'in Hela haline. Hela, matematiksel olarak baktığınızda oldukça efektif bir kötü. Önüne gelen ne varsa saniye sektirmeden çat çut ediyor. Onunla aşık atmakta baya zorlanıyor bizim Asgardlılarımız. Dahası koca bir dünyanın - Asgard'ın - yıkılışını izliyoruz ama tüm bunlara rağmen film öylesine eğlenceli ve parlak ki, bittiğinde hem eğlenmekten keyif almaktan hem de izlediklerinizin doyuruculuğundan yorgun düşmüş oluyorsunuz. Ama bu güzel bir yorgunluk. Böyle ohh be ne güzel dövüş-mücadele-savaş sahneleri izledim yorgunluğu. Ve yine tabi GoTG ile zirve yapmış müziklerin kullanımı mevzuunun Thor uyarlamasının güzelliğiyle gelen o mutluluk. Bu sefer film için de tıpkı GoTG'de olduğu gibi bir dönem teması seçmişler mesela. Bir 70ler 80ler elektro-disko havası içinde film. Ki bence bu da güzel bir durum olmuş.
Hela Helaaa hey hey hey
işte bunlar görmek istediğimiz çizgi romanlar
Demem o ki bu acayip eğlenceli bir Marvel filmi. Thor külliyatının da ortalaması. Neyse ben eksiklerime devam edeyim, daha Ant-Man ile Spider Man:Homecoming'i izleyeceğim.

Annihilation(2018) : Yanarım yanarım 1 saat 55 dakikama yanarım


Biyolog Lena'nın asker kocası Kane son gittiği görevden 1 yıldır dönmemiştir. Ayrıca birliğinden, üstlerinden falan da Lena hiçbir şekilde bilgi alamaz. Kane öldü mü kaldı mı bilemeden geçirdiği bu zaman süresince Lena (off elim hep Jane yazmaya gidiyor çok zorlanıyorum bu karakterin adını Lena diye yazarken beynim bir türlü yakıştıramadı ona Lena'yı) kendini işine vermiş halde dünyayla bağlarını koparmıştır neredeyse. Sonra bir gün odasının duvarını boyarken kocası çıkagelir. Ama bir tuhaftır Kane, neredeyse hiçbir soruyu doğru düzgün yanıtlamaz. Üstüne bir de kan kusmaya başlar. Ardından Lena kendini kocasının sın görev yerindeki üste bulur. Kane'i karantinaya almışlardır. Lena'ya da psikolog Ventress sorular sormaya başlar. Kane'e ne olduğunu anlamaya çalışırken (çoklu organ yetmezliği der doktorlar) oradaki birkaç kadınla tanışır Lena. Sağlık görevlisi Anya, jeomorfolog Cass ve fizikçi Josie ile muhabbet ettikten sonra onların kısa süre sonra Kane'in çıktığı görevin aynısına çıkacaklarını öğrenir. Görev şudur: 3 yıl önce gökten bir şey (artık göktaşı mı desem "alien"mı desem ne desem) bir deniz fenerine düşmüş, sonra da etrafında böyle ışıltılı bir alan oluşmaya başlamış (Stephen King'in Dome'u gibi işte onun böyle prizmatik ışıltılar yayanı). Bu alan gittikçe büyüdüğü için de içine keşif birlikleri yollamışlar ama geri dönen olmamış. Tek dönen kişi Kane, o da zaten yoğun bakımda. İşte psikolog Ventress'in liderlik ettiği bu son keşif birliğine bizim Lena da kocama ne oldu ki acaba ben de gideyim diye dahil oluyor ve onların deyimiyle "Shimmer"ın içini keşfe çıkıyoruz.
ooo çiçekler böcekler falan
Annihilation (http://www.imdb.com/title/tt2798920/) Amerikalı yazar Jeff VanderMeer'in (https://www.goodreads.com/author/show/33919.Jeff_VanderMeer) 2014'te yayınlanan aynı adlı kitabından Alex Garland tarafından senaryolaştırılmış ve yönetilmiş. Bu kitap Southern Reach isimli üçlemenin ilk kitabıymış, yazarı üçlemeyle Shirley Jackson Ödülü'nü ve Nebula Ödülü'nü almış (Üçlemenin ilk kitabını Alfa Yayıncılık geçen sene Yok Oluş adıyla yayınlamış Türkçe olarak). Ama gelin görün ki kitabın dönüştüğü film tam bir zaman kaybı haline gelmiş durumda. Yani ne desem nasıl anlatsam da gelecek nesiller vakitlerini harcamaktan alıkoysam bilemiyorum. Çok sinir oldum kendime, hakikaten oturup izlediğim için. Ama ne bileyim, fragmanı çıktığında ilginç gelmişti, değişik bir şey olabilir gibi görünmüştü. Hem de bilim-kurgu sularıydı, görmek gerekiyordu. Ama inanın ne ilginçmiş, ne de bilim kurgu. Tamamen bir Natalie Portman'ın sinirli bakan suratını, damarları fırlayan alnını, bol bol CGI ile örülü bir ormanda izlemekten oluşuyordu film. Zaten yeni bir şey söylemiyor, ilginç bir şey diyecekmiş gibi oluyor ama demiyor, hiçbir karakteriyle bağlantı kuramıyorsunuz, hikayeleri yok karakterlerin-varmış gibi ama bize geçmiyor, hikaye öylesine yavaş ve etkisiz ilerliyor ki oha lan ne oldu diyeceğiniz şeyler oluyor ama öff bitse de gitsek diye bakıyorsunuz. Hele o sonuna resmen güldüm. İzlediğim ilk film olsaydı, 5 yaşında falan olsaydım hadiii beee derdim ama bakın artık bunca yıllık bir film endüstrisi, hikaye anlatımı var ortada. Böyle bir son yaparken ne düşünüyorlardı acaba? "Bakın şimdi şöyle yapalım acayip ters köşe olur ha çok zekiyiz lan" falan demişlerdir herhalde. Öyle bir zekanın, öyle bir kişiliğin ürünü olabilir çünkü ancak. Yani nasıl olsa izlemeyeceksiniz spoiler vermekte sakınca yok ama hadi ben gene profesyonellik çizgimi bozmayayım spoiler vermeden diyeyim: Öyle bir son yapacaksanız ona göre önceki sahneleri, kilit sahneyi çekersiniz, çekmelisiniz. İpucu olması gereken sahnenin bu sonu mantıklı kılabilecek bir çekimi yok ki!
aaa tabi çok ilginç şeyler oluyor
Vallahi daha kötülerini de izlemiştim, ona yalan yok ama bu da sağlam bir yere oturdu kötülükte yani. Zaten balık baştan kokarmış, ilk izlenimler kötü olunca şirket ay aman biz bunu hiç dünyada gösterime sokmaya uğraşmayalım paramız gitmesin verelim netflix'e koysun internete demiş. Bir tek Amerika ve Kanada'da sinemalara dağıtmışlar o kadar.
Vay benim iki saatime. Olan benim zamanıma oldu. Hayır şimdi ağzımda kalan bu nahoş tadı silebilmek için bir dolu başka bir şeyler izlemem gerekecek.

Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald'dan ilk fragman



Ohhh mis! Fragman o havadan çekimle açılıyor ya hani, yine eve dönüyoruz ya...var ya...o ne güzel bir his!

Bu arada kanalı bildirim olarak ayarlamıştım ki çıktığı anda haber etsin izleyeyim diye. Az önce bildirim geldi hemen tıkladım. Ben açarken bile 55 görüntüleme vardı, 1 dakika 56 saniye fragmanı izledim, sayfayı yeniledim, görüntüleme sayısı 2753 olmuştu! Vooovvv!

11 Mart 2018 Pazar

200 yıl öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı

Tam 200 yıl önce bugün, 11 mart 1818'de, Britanya'da bir kitap yayınlandı. Adı Frankenstein'dı, yazarının ismi yoktu, anonim diye geçiyordu. Önsözünü o dönem bir şair olan Percy Shelley yazmıştı, eh bu yüzden de çoğu okur onun yazdığı bir kitap olduğunu düşündü. Kısa sürede okumayan kalmadı Frankenstein'ı, herkes onu konuşur oldu, yazarlarından lordlarına, parlamentodaki siyasetçilerinden sokaktaki insanlara kadar. Bin bir türlü anlam yükleniyordu hikayeye, taraflar tutuluyordu. Cephe alan, hikayeyi saçma ve zararlı düşünceler barındırır bulanlar da vardı elbet. Yaşadıkları döneme göre "değişik" fikirlere ve hayat tarzlarına sahip insanların arasından çıkmıştı bu hikaye çünkü. Yazarı Mary Shelley daha 20 yaşında bile değildi, havanın kötü olduğu bir günde eve tıkılan 4-5 arkadaş, kendilerini eğlendirmek için korku hikayeleri uydurmaya karar verince ortaya çıkmıştı Frankenstein. Ama neyi anlatıyordu da bu hikaye, 200 yıl boyunca neredeyse tüm popüler kültüre yerleşmiş, dünyanın bir ucundan öteki ucuna bir şekilde adı duyulmuş olmuş ve üstüne tonlarca teori geliştirilmiş, barındırdığı anlamlar dağları aşmıştı?
Aslında 1700lerde bir tarihte Robert Walton isimli İngiliz bir genç kaşifin, bir kutup macerasına girişmesiyle başlıyor kitap. Hikaye içinde hikaye bir anlamda, Walton'ın kız kardeşine yazdığı mektuplar aracılığıyla okuduğumuz bu kutup yolculuğu en dıştaki hikayemiz. Walton gemisi ve mürettabatıyla yol alırken buzullarda donmak üzere olan bir adam buluyor. Gemiye alıp, baktıkları adam kendine gelmeye başladığındaysa o başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya ve Walton da kız kardeşine mektubunun içinde bu hikayeyi yazmaya, bu da ikinci katmanımız oluyor. Hayatını anlatmaya başlayan Cenevreli Victor Frankenstein'ın annesinin ailesinin başına gelenlerden başlayıp, babasıyla tanışmasına, evlenmelerine, Victor'un çocukluğuna, en yakın dostu Henry Clerval'a, ailenin sahip çıktığı talihsiz kız çocuğu Elizabeth Lavenza'ya dair bir dolu hikaye dinliyoruz. Victor, onu ceset parçalarından oluşturduğu bir yaratığa hayat vermeye kadar götüren her şeyi anlatıyor, sanıyor ki onu bu meşum olaya ulaştıran tüm motivasyonları açıklayabilir önceki hayatı. Üniversitede yıllarca uğraşıp, kafayı takıp, başardığı bu deney aynı zamanda hayatının en büyük laneti haline geliyor. Victor'ın hikayesinde bir noktada da isimsiz yaratığın can bulduğundan itibaren hayatını anlatışını dinlemeye başlıyoruz, ki bu da üçüncü katmanımız oluyor. Tabi bu katmanın içinde de bir ufak katman olarak yaratığın duvardaki bir delikten gözetlediği, kulübedeki ailenin hikayesini okuyoruz.
İlk bakışta bir korku hikayesi gibi görünüyor evet. Zaten Mary Shelley'nin sonraki baskının önsözünde kendisinin de anlattığı gibi yola çıkış amacı bu. Ama o kadar yıldır o kadar fazla tartışmaya konu olmuş durumda ki Frankenstein, Mary'nin yalnızca bir gece rüya gördüm ve oturdum onu yazdım diye açıklaması kimseye yetmemiş haliyle. Onun satırlarının arkasında onlarca anlam aranıyor. Kimileri hikayedeki tüm karakterlerin Mary'nin hayatındaki kişileri temsil ettiğini söyleyerek ona göre bir okuma yapmış, kimileri de yazıldığı dönemde Mary'nin ve içinde bulunduğu arkadaş-eş dost-tanıdık grubunun siyasi düşüncelerini yansıttığını söylemiş. Peki ama böyle bir hikayeyi ortaya çıkaran nasıl bir hayat?
hikayemizin yaratıcısı Mary Shelley
21.yy.ın film gibi diyeceği türden bir hayat aslında. Hatta resmen o tarihi filmlerin, "period drama" dediğimiz dizilerin senaryolarını aratmayacak türden, birçok insanın iç içe geçmiş, ölümlerle spekülasyonlarla dolu bir hayat. Hikayeyi yaratan beyin, Mary Shelley, yıllar sonra önsözde "Frankenstein'ı dizilerinden biri için seçen Standard Novels yayımcısı, benden öykünün ortaya çıkışı
hakkında bilgi vermemi rica etti. Ben buna dünden razıydım, çünkü bu sayede şahsıma sık sık yöneltilen bir sorunun cevabını verebilecektim: O sıralarda henüz bir genç kız olan ben, nasıl böylesine dehşet bir fikri düşünmüş, geliştirmiştim?" diye yazmış. Sonra hayatından ufak ufak bahsederek bu sorunun cevabını vermeye çalışmış. Ama yalnızca çocukken hayal kurmasıyla, ufak tefek hikayeler yazmasıyla açıklanabilir mi bilmiyorum. Onu dünyaya getiren iki insandan başlayan bir hayat öyküsünü okuduğunuzda ancak diyorsunuz ki Frankenstein'ın canavarı o soruları sorabilir, o yakınmalara ses verebilir. Mary'nin annesi (Mary Wollstonecraft) döneminin - yani 1700lerin ikinci yarısının - dişli bir feministi, yazarı, felsefecisi, babası (William Godwin) ise yine aynı dönemde etkili bir siyasi düşünür, gazeteci ve yazarı. İkisi de oldukça kendine güvenli ve dik başlı bu iki insan ilk etapta birbirlerinden hiç hazzetmeden tartışıp dururmuş. İkisinin de evliliğe inancı yokmuş, günümüzde bile oldukça bohem olarak görülebilecek kafalardalarmış anlayacağınız. Annesi, babasından önce Amerikalı bir diplomat ile birlikteymiş ve bu birliktelikten bir kız çocuk sahibi olur olmaz adam onu terk etmiş. Birkaç yıl sonra anne Wollstonecraft ve baba Godwin birlikte olmaya başladıktan sonra anne Wollstonecraft Mary'ye hamile kalınca eh napalım bari evlenelim demişler.
baba William Godwin ve anne Mary Wollstonecraft
Ama Mary doğduktan 11 gün falan sonra anne Wollstonecraft enfeksiyon kapıp daha 38 yaşındayken ölmüş. Diğer birlikteliğinden getirdiği kızı ve Mary, baba Godwin'e kalmış. E adam da durmamış yeniden evlenmiş, üvey kızını uzağa okula göndermiş, Mary de evde kitaplarla kendi kendine büyüsün diye durmuş. Bu arada yeni evlendiği kadının da bir kızı varmış, o da onu getirmiş mi eve, bir de Mary'ye tam filmlerdeki üvey annelikten ettiğinden ötürü Mary tabi kendini hayallere, kitaplara, yazmaya vermiş.
15 yaşına geldiğinde bir dostlarının yanına kalmaya gittiğinde yazar-şair Percy Shelley ile tanışmış Mary. O zaman 20 yaşında olan Percy ailesi tarafından bohem (evet yine bu kelime) hayat tarzından dolayı reddedilmiş, Oxford'dan ise ateist olduğu için kovulduğundan ötürü maddi sıkıntı içinde sığınacak yer ararken Mary'nin babasının evinde kendine yer bulmuş (hani baba Godwin büyük bir usta yazar gibi, çaylak ama gelecek vaadedenler de onun bilgisinden ilminden fayda görmek adına kanatları altına giriyor gibi). Eh iki genç de bir noktada kanları kaynayınca bir gece birlikte kaçıvermişler evden (Mary'nin üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı da eksik kalmamış tabi). Mary hamileymiş çoktan tabi 16-17 yaşında kaçarlarken. Birlikte orada burada dolanıp durmaya başlamışlar. Ama aşırılık üstüne aşırılık, Percy'nin bu sırada geride - artık kim bilir hangi evde - yasal bir eşi varmış, hem de ikinci çocuklarına mı ne hamile halde.
sorumsuz insan Percy Bysshe Shelley
Mary ile Percy dolanıp dururken dönemin efsanesi Lord Byron'a denk gelmişler Cenova'da. Lord Byron da bu arada inanılmaz skandallar adamı, kafası bir milyon zaten her daim, vur patlasın çal oynasın dolaşan bir beyzade. Onun da eşi var güya bu sırada ama kızları Ada doğunca kadın demiş yeter, bu manyak delinin yanında daha da kalmam, hatta kızımı da bundan zerre etkilenmesin diye tamamen saklarım. Akıllı kadınmış vesselam, Byron'dan kaçırdığı kızını matematikçi yapmış, o kız da büyüyüp yüzyıllar öncesinden, şimdi size bu satırları yazmamı sağlayan aletin temelini keşfetmiş. Selam olsun sana Ada Lovelace!
Cenova demiştik ya, ortama bakın. Bizim deli Lord Byron, 16 yaşında falan kaçtığı adamdan çoktan hamile kalıp bir de birkaç günlük bebeğini kaybetmiş, birkaç hafta olmadan yeniden hamile kalmış Mary, bu şekilde işler çevirdiğini öğrenen eşi karnındaki çocuğuyla intihar eden beş parasız Percy ve Mary'nin onlarla evden kaçan üvey kız kardeşi ki o da bu sırada, Cenova'dalarken hamile. Millet arkalarından neler neler diyormuş zamanında. Hatta üvey kız kardeşin bebeği Byron'dan mı Percy'den mi belli değil. (Tamam manyakça magazine girdim farkındayım ama aslında hikayenin yazıldığı ortamı ve o kafayı canlandırmaya çalışıyordum azıcık coşmuş olabilirim.)
tam bir deli, Lord Byron
Böyle bir ortamda bir gece Byron'ın off canım sıkıldı hadi herkes bir korkunçlu şeyler anlatsın da keyfim yerine gelsin demesi üzerine, Mary gece yatıyor ve Frankenstein hikayesi olarak ortaya çıkacak olan rüyayı görüyor. 3 yıl boyunca üstünde çalıştıktan sonra yayınlanmış kitap. Ama Mary'nin hayatı hakikaten kitaptaki gibi ölümlerle dolu. Hatta sevdiği, tanıdığı herkesin ölümünü görmüş, yani onlardan sonra ölmüş olması bile yazdığı hikayeye benziyor. Önce büyük kız kardeşi intihar etmiş. Kitap üzerinde çalışırken Percy'nın eşi de intihar edince ancak evlenebilmişler ama Mary 24 yaşına geldiğinde Percy bir gezide boğularak ölmüş. Eşini kaybedene kadar bu arada Mary 4 doğum yapmış, sadece bir çocukları bebekliğini sağ salim geçirebilmiş. Percy'den iki yıl sonra Lord Byron hastalanıp ölmüş. Mary'nin kendisi de 54 gibi erken bir yaşta beyin kanserinden ölmüş. Film gibi derken haksız mıymışım?
Ne zaman yazıldığını veya kimin nasıl yazdığını bilmeden, bağlamına hiç girmeden kitabı elinize alıp, hikayeyi okumaya başlarsanız eğer en başta tamamen bir korku hikayesi gibi görebilirsiniz. Abartılı çıkışlar, dramatize edilmiş betimlemelerle dolu bir Victoria dönemi gotik romanı gibi geliyor insana (Victoria dönemini 1837'den başlatıyorlar evet ama anlayın işte ne demeye çalıştığımı). Hatta ne yalan söyleyeyim çoğu yerde pıhlayarak güldüm. Gereksiz pek çok detaya boğuluyorsunuz mesela, alakalı alakasız bir ton başka yerlere sürükleniyorsunuz. Asıl kafamızda oluşan sorulara bakmıyor bile Mary Shelley, bilimsel herhangi bir yön herhangi bir çaba göstermiyor, dahası pek çok şey fazlasıyla kendiliğinden oluyor. Yazım anlamında açıkçası büyütülecek, klasik olarak görülecek bir anlatım bulmadım ben. Tabi bunu 200 yıl sonrasından baktığımda söylüyorum. Ama mesela siz kendiniz bakın neler diyor Mary Shelley'nin kalemi:

Ancak Sancho Panza’nın deyişiyle, "Her şeyin bir ilki vardır ve o ilkin de kendinden önceki bir şey ile bağlantısı olmalıdır." Hindular dünyayı file taşıtır, ama fili de kaplumbağanın sırtına bindirirler. Şunu tevazuyla kabul etmeli ki yaratıcılık denen şey, yoktan var etmekle değil, kaostan var etmekle alakalıdır; her şeyden önce unsurların yerli yerinde olması gerekir.
(...), çünkü aşın üzüntü, gelişimi, hayattan keyif almayı ve hatta günlük görevlerini yerine getirmeni engeller ki bunları yapmayan bir insan toplumda barınamaz.”
Dürtülerimiz yalnızca açlık, susuzluk ve şehvetten ibaret olsaydı, neredeyse özgür olacaktık. Oysa şimdi esen her rüzgârdan, tesadüf eseri edilmiş bir sözden ya da o sözün zihnimizde uyandırdığı manzaradan etkilenir durumdayız.
Ne kadar da değişkendi hislerimiz ve ne tuhaftı en kederli anımızda bile hayata tutunma aşkımız!
Frankenstein'ın dostu olduğunu söyleyen sen, günahlarımdan ve talihsizliklerimden haberdar gibisin. Ancak sana anlattıkları içinde benim aciz tutkularla yanıp tükendiğim günler, aylar yoktur eminim. Çünkü onun ümitlerini bir bir yok ederken, kendi arzularımı tatmin edemedim. Coşkun ve tükenmez arzulardı bunlar. Sevgiyi ve dostluğu hâlâ hayal ediyor, ama hâlâ dışlanıyordum. Sence bunda hiç mi adaletsizlik yok? İnsanlığın tamamı bana karşı günah işlemişken, suçlu olarak bellenecek tek kişi ben miyim? Neden bir dostu kapısından geri çeviren Felix'ten nefret etmiyorsun? Neden çocuğunun kurtarıcısını öldürmeye çalışan köylüye lanetler yağdırmıyorsun? Hayır efendim, onlar erdemli, kusursuz varlıklar! Zavallı ve yapayalnız ben ise dışlanması, tekmelenmesi, ayaklar altında ezilmesi gereken bir ucubeyim. Bu haksızlığı düşündükçe şimdi bile öfkeden kanım kaynıyor.
Frankenstein'ın asıl cevheri, onu böylesi bir klasik yapan, anlattığı hikayeyi çevreleyen düşünceleri. Victor Frankenstein bir canavar yaratıyor, o da onun peşine düşüp tüm sevdiklerini öldürüyor, hayatını cehenneme çeviriyor gibi görünen hikaye aslında birçok soru yöneltiyor hem kendine hem zihinlerimize. Yaratım ne demek, bundan kim sorumlu? Birini bir şeyi yaratmak, yaratıcısına nasıl bir sorumluluk yüklüyor, yüklüyor mu? İyiliği de kötülüğü de biz mi yaratıyoruz? Önyargılarımızı bizi insanlıktan çıkarıyor mu, dış görünüş uğruna dünyayı ne hale getiriyoruz? Yaratmak sevmeyi gerektiriyor mu, yarattıklarımızı neden seviyoruz? Sevgi, canavarların ortaya çıkmasını önler mi, buna yeter mi?
Frankenstein'ın ortaya çıktığı o ev, Villa Diodati
Açıkçası ben Victor'a üzülmedim. Hatta direkt isimsiz yaratığa hak bile verdim okurken. Victor ilk olarak saçma sapan bir şekilde, etrafındaki herkesi yok sayarak, dünyayı unutarak, saplantılı bir halde hayat yaratma deneyinin peşinden gidiyor ki ilk olarak bencil egoist herif diye iki tane geçiresim geldi o noktada. İkinci adımda bu sefer sırf görüntüsünden ötürü tam bir korkak gibi çığlık çığlığa kaçarak yaratığı ortada bırakıyor. Bu kadar adi bir korkak olmasına deli olmamın ardından Victor'a daha da sinirlendim çünkü geri kalan tüm hikaye boyunca yaptığı hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan, sadece sızlanarak, ayılıp bayılarak, onu sevenlere daha da rahatsızlık vererek ortalarda dolaştı. Her şey bitip, hikayenin sonuna geldiğimde cinayetlerin tek katili Victor'du diye düşündüm. Tüm o insanları aslında o öldürdü. Kendi hayatını da daha en başından, böylesi bir saplantının peşine düştüğünde kendisi mahvetti. Dahası hiçbir türlü iyi bir insan olarak okunmuyordu bence Victor satır aralarında. Mary Shelley'nin tüm taraflılığına, kahramanını mükemmel insan gibi göstermeye yönelik tüm çabasına karşın bence erdem olarak görülebilecek, ele alınabilecek bir yönü yoktu karakterinin (vay arkadaş resmen diş bilenmişim Victor Frankenstein'a :p ).
200 yıldır popüler kültürün malzemelerinden dedim ya, Frankenstein'ın hikayesi aynı zamanda bir dolu tiyatro oyununa, filme, başka kitaplara da malzeme olmuş durumda. Ama çok ilginç bir şekilde tüm bu filmler, oyunlar ve diğerleri Mary Shelley'nin yazdıklarının özünden çok yazmaya başlama amacını temel almış kendilerine. Öyle ki hepimiz bir şekilde biliyor hale geliyoruz Frankenstein'ı ama kitabı okuyana kadar mesela öğrenegeldiğimiz hikaye, kitaptakinden çok daha farklı şeyler barındırıyor hale geliyor. "Yaratığın adı yok, Frankenstein yaratıcısının ismi" durumunu kaçımız biliyor (ama sanırım bu Mary Shelley'nin suçu)? Ya da kitapta yeni doğan bir bebek gibi zamanla yürümeyi, konuşmayı, okumayı öğrenen, sonunda adeta bir felsefeci mertebesinde yaratıcısına çemkirir hale gelen yaratığı bir kere bile böyle izleyebildik mi? Filmlerde hep bir tür zombi, devasa bir canavar şeklinde göstermeyi, konuşturmamayı seçtiler yaratığı. Victor Frankenstein'ın aksine filmler ona bir beyin vermeyi reddetti. Hele o şimşeklerin elektriğinden yaratığa hayat vermek numarası yok mu, o nasıl bir klasik haline geldiyse...Kitapta tabiki öyle bir şey olmuyor. Aslında hiçbir şey olmuyor, Mary Shelley hiçbir şekilde yaratım sürecini açıklamıyor. Dışarıda yağmur olduğu bir gece, Victor bir bakıyor yaratık gözlerini açmış [Bu arada 2011'de bu türden filmlerden birini, House of Frankenstein'ı izlemişim-->şurada].
Yine eli yüzü düzgün bir kitap incelemesi yazamadım iyi mi? Oysa gayet de karizmatik başlamış, adeta bir edebiyat dergisine yazar gibi ilerliyordum ki yine salon kadını çizgimden çıkıp savruldum, kendimi magazinle coşup, 200 yıllık bir hikayenin hayali kahramanına çemkirirken buldum. Neyse demeye çalıştığım Frankenstein'ın gerçek hikayesini okuyun, edebiyat anlamında ne katar size bilemiyorum ama klasiklerden haberdar olmak iyidir, değişik sorularla beyninizi vicdanınızı insanlığınızı sorgulamak, bunları size yaptırabilen bir hikayeyi okumak daha da iyidir.

[Ben kitabı pdften okudum. Pdf de Can Yayınları'nın temmuz 2012 tarihli Duygu Akın çevirisiyle 1.baskısı. Eh 200 yıllık kitap olduğundan ötürü bir dolu basımı var etrafımızda, kolayca bir sahafta da bulunabilir bence ama yeni bir tane isterseniz nette 7-8 liradan 20 liraya kadar değişen fiyatlarda basımları var.]


9 Mart 2018 Cuma

Black Panther (2018)

Marvel'in günün birinde durup hadi be biz bir evren (hani işte o "universe" diye adlandırdıklarından) yaratalım demesi, sanırım başımıza gelen az sayıdaki iyi şeyden biri. Şimdilerde bu işi tam olarak 2008 yılının ortalarına yerleştiriveriyoruz, direkt diyoruz ki o ilk Iron Man(2008) filmiyle bir M(arvel)C(inematic)U(niverse) ortaya çıktı. O zamana kadar süper kahraman izlemiyor muyduk, ohoo o vakte kadar çoktan Tobey Maguire'lı harbiden iyi 3 tane Spider Man filmi izlemiştik. Eric Bana'lı kötü bir Hulk(2003), Ben Affleck'li facia bir Daredevil(2003) görmüştük. Neyse ki arada pek de fena olmayan X-Men filmleri vardı. Ama hiçbirisi Robert Downey Jr. ile başlayan ve son 10 senemizi - en azından sinema açısından - keyifli hale getiren şeye yanaşamadı.
Ve ister istemez ortaya bir formül çıktı. Yani belki aslında en başından beri buldukları formüldü bu, Iron Man ile nasıl da tuttuğunu görünce evreni tamamen bu formüle göre inşa ettiler. Her bir filmde işe yaradı, hatta arada o kadar şahane filmler ortaya çıkardı ki çoğu kere sinemada çığlıklar atarak perdeye doğru uçacak hale geldik. Öylesine gaza getiriyordu hikayeleri anlatış biçimleri. Öylesine bir atmosfere sokuyordu ki sonunda hemen hemen her yıl bir MCU filmi görüyor, yıllık dozumuzu alıyor rahata eriyorduk.
Bu sene bu formülü yine uyguladıkları - senenin - ilk MCU filmi Black Panther (https://www.imdb.com/title/tt1825683/) oldu. Görmek için benim kadar geç kalan oldu mu bilmiyorum, hele hikayesinden bahsetmek çok gereksiz görünüyor gözüme çünkü filme gitmeyi düşünmüşseniz zaten bildiğiniz içindir, gittiyseniz de eh yani. Benim asıl bahsetmek istediğim filmin bana neler yaptığı.
işte bunlar hep wakanda teknolojisi
eh yani Wakanda
Film daha açılırken alttan alttan o ritimleri saldı kulağıma. Önce bir "yaratılış miti" diyebileceğimiz bölümü hafif çizimlerle atlattıktan sonra güüüm diye Wakanda teknolojisine çarptım. Ohoo dedim ne manyak şeyler gelecek film boyunca kim bilir. Tanıştığım karakterler de gene bir ilginç, oh oh şahane şeyler olacak dedim. Acayip havaya girdim kendimi gazlayarak. Yoksa ortada bir şey yok. Yani daha ilk 10 dakikada mesaj yağdı üstüme ama iyi iyi dedim hikaye de boş değil. Sonra Wakanda'ya şöyle bir yukarıdan girdik. Bir burnumu buruşturdum istemsizce. Tamam teknoloji sevmem, modern sanat sevmem falan filan ama çok kurmuşum kafamda Wakanda nasıl görünecek diye, sonunda önüme koydukları görüntüden pek tatmin olmadım. Neyse dedim, bu kadar kusur kadı kızında da olur (bu da nasıl bir atasözüyse yarabbim, sanki kadının kızı olunca melek mi olması gerekiyor dünya güzeli mi olması gerekiyor nedir yani kadı kimdir eyy kadı sen kimsin?!).
Zuri wan kenobi
kadın gücü fışkırıyor buralar hep
Ama film birden ilerlemeye başladı. Yani ooo güzel süper hızlı ve keyifli film anlamında değil. Film birden gitmeye başladı. Ama bir tuhaf ederek ilerledi. Böyle dövüşler kovalamacalar yenilgiler ihanetler çalkantılar falan oluyor, senaryoda var yazan yazmış, ama her şey sanki böyle suyun üstünde gidiyormuşuz da arada ufak ufak elimizi suya değdiriyor gibi yapıyormuşuz hissi veriyor. Böyle tam gaza geliyorum vohuuu diye perdeye koşar halime gelmek istiyorum, ama olmuyor. Black Pantherimiz -karakterimiz - üzerinde her şey çok hafif geçiyor gibi oldu mesela. Yeni tanıştığımız General Okoye'ye bittim bu arada, onu oynayan Danai Gurira'yı nasıl takdir ettim belirsiz. Filmde resmen parlayan Shuri karakterini (Letitia Wright'mış kendisi) tüm film izlemekten acayip keyif aldım. Müzikler deseniz, resmen filmi alıp tamamen başka bir noktaya taşıyan, filme, hikayeye kişilik veren elementti müzikler.
afrika kültürü pek renkli tabi
yürü be shuri!
Ama işte. Dedim ya bir şeyler olmuyordu. Olmamış yani. Böyle sipariş verdikten sonra bir süre beklediğiniz yemek gelir de o gazla yemeye başladığınız için tadını tam algılayamazsınız, iyi gelir lezzetli gelir gibi olur ama bitirip durduğunuzda ağzınızda anlam veremediğiniz bir tat kalmıştır. Böyle kötü deseniz değil, iyi deseniz değil. Kafam değil ama duygularım karışık gittim eve o yüzden. Ama sonra düşündüm, görüntüleri her şeyi gözümün önüne getirdim, filmi kafamda bir daha izledikten sonra sanırım beni rahatsız edeni buldum. Kurgu. Evet olsa olsa buna kurgu deniyordur (işin uzmanı olmadığımdan profesyonel terimleri de doğru bilemeyebilirim çocuklar). Oturmayan bir şeyler, filmin akışında rahatsız eden bir şeyler...Yoksa bakın gayet eli yüzü düzgün mesajlarla dolu bu hikaye, anlatmak istediği çok önemli şeyler var, onlara yanaşma şekli de gayet iyi. Ama hiçbirini öyle kafamıza sokamıyor, göğsümüze oturtamıyor. Oysa yapmaya çabaladığını görebiliyorsunuz.
Neyse kısmet Avengers : Infinity War'a. Sadece 7 haftacık kaldı.

Filmin en güzel yanı, müzikleri için albüm şöyle, dinlemeden geçmeyin (özellikle 3 ve 7 benim favorilerim):

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...