9 Ocak 2018 Salı

Travis - Love Will Come Through

Hava değişik bir kapalı. Kirlilikten mi yoksa sis mi var, anlaşılmıyor. Yani kapalı ama gökyüzüne baktığımda beyaz, kirli bir beyaz. Bu havaya da Travis'in Love Will Come Through'sunun Prag'da geçen klibi (Prag'tı orası değil mi ya?) çok uyuyormuş gibi gelir bana hep. Anton Corbijin'in yönettiği diğer klipten pek de hazzetmiyorum ne yalan söyleyeyim (3 buçuk dakikalık klip boyunca tüm işini yorganın altından çıkmadan halleden bir Fran Healy izlemek az biraz hoş değil bence yani. Ama yine de izlemek isterseniz-->burada). Şarkıysa dediklerinden çok dilime dolanmasından, Fran'le birlikte tekrar ederek söylüyor olmamdan dolayı güzel gelir. "So taaaake me, don't leeeeave me" diyerek dolaşırım. Yoksa nerde love will come through?

8 Ocak 2018 Pazartesi

Kwan Yeuk Pang'ın suluboya resimleri

Eh madem sanattan bahsediyorum bu akşam, o zaman Çinli ressam Kwan Yeuk Pang'ın sulu boya resimlerini göstermezsem olmaz. Bakın işte bahsedilmesi, takdir edilmesi, ne bileyim büyütülerek anlatılması gereken bu bence. Sanat bu. Bu resimleri yapabilen insanın elini öperim ben. Kendi web sitesi biraz Çince, o sebeple orayı hiç söylemiyorum, ama instagram hesabının keyfini çıkarabilirsiniz. (https://www.instagram.com/ppmblog/)





2017 Siena Uluslararası Fotoğraf Ödülleri'nin kazananlarından biri

kaynak: https://sipacontest.com/

Michele Palazzo'nun çektiği fotoğrafta NY'daki Flatiron Binası'nı bir kar fırtınası içinden görüyoruz.
Ama ne fotoğraf be! Bayıldım.

El yazısından yola çıkıp şirket kurmuşlar: Skylar Yoo

My Modern Met diye bir site var ya biliyorsunuzdur, rastlamışsınızdır nette dolanırken. Henüz rastlamamışsanız da hiiiç sorun değil, şimdi sayemde haberdar oluyorsunuz :) İşte burada geçenlerde gördüğüm bir haber var ( Interview: ‘Skylar Yoo’ Inspires All Women to Be Bold with Powerful Hand-Lettered Quotes). Öncelikle tabi görselleri ilgimi acayip çekmişti o yüzden habere (ya da artık makaleye mi deniyor ne denir böyle web sitesi içeriklerine) biraz daha detaylı baktım ve okuduklarım daha da ilgi çekici geldi. Şöyle ki, aynı sitenin kurucularından olan bir kadın, Alice Yoo, bir şirket kurmuş. Bir web sitesi aracılığıyla satış yapıyor (O site bu-->https://www.skylaryoo.com/). Peki ne üretiyor? El yazısı ile yazılmış gaza getirici sözleri çeşitli materyaller üzerine (giysidir dövmedir takıdır ne bulurlarsa) basıyorlar, sonra da o materyalleri satıyorlar. El yazısı dediğim de bu arada şey, böyle "el yazısı sanatkarları" falan varmış, onların oturup böyle süslü müslü, böyle ilginç değişik şekilde yazdıkları şeyler yani (Learn How Hand Lettering Can Elevate Ordinary Text into Extraordinary Art). Aşağıya beğendiklerimden örnekler koyacağım zaten o vakit ne dediğimi daha iyi anlarsınız. 
kaynak: MyModernMet
Bu tişörtü 48 dolara satıyorlar. kaynak: SkylarYoo
Bu böyle rozet mi ne denir işte ondan, 10 dolara satıyorlar. kaynak: SkylarYoo
Gayet estetik, ne bileyim gözüme güzel görünmeleri değil asıl ilgimi cezbeden. Bana ilginç gelen fikrin kendisi. Yani böyle bir şey önüme gelse normalde, hani birisi oturmuş bir tişörtün üstüne böyle süslü süslü "inanmak başarmanın yarısıdır hede hödö" falan diye yazıp gösterse, derim ki aa ne güzel olmuş aferin. Bana da yapalım mı bir tane. Hatta hiç demem, ben de oturur bir tane yapmaya çalışırım kendime, olur olmaz, orası mühim değil. Ama gidip de bunu bir işe, bir web sitesine, oradan millete bu yazdığımız şeyleri satmaya dönüştürmek aklımın ucundan bile geçmez. Çünkü saçma gelir. Saçma yani. Saçma dediğim, abi benim de elim kolum yok mu ben de güzel güzel yazar çizerim kağıda kumaşa, çerçeveletir duvarıma da asarım. Neden gelip senin, kendimin de birkaç saatte yapabileceği bir şeyi yapıp da bir dolu paraya bana satmana ihtiyacım olsun ki, diye düşünürüm. Bir de en önemlisi, insanların bunları çoook önemli bir şeymiş gibi sunuyor olması var ya. Yani şey gibi bu, ben alıyorum beyaz kağıdı önüme şöyle bir boya savuruyorum üstüne yalandan, sonra asıyorum duvara, gelen gidene de bunu öyle bir anlatıyorum ki kendimi öyle bir ressam-öncü-büyük sanatçı falan diye anlatıyorum. Hatta ahhh bu eseri yaparken neler düşündüm neler hayal ettim bu eser benim için şunu simgeliyor bla bla bla diye bir parçalanıyorum ki, bu kağıdın önünde durup bakanlar sırf birbirlerine rezil olacaklarını düşündükleri için ulan bu da sanat mı şimdi diye bir şey diyemiyorlar, üstüne acayip takdir ediyorlar beni, bayılıyorlar resme falan. Yani tam olarak olmasa da bu tür bir şey düşündürüyor bana bu işler. E diyeceksiniz şimdi başta beğendim dedin bu el yazısı olayına. Görselleri beğendim evet, ben de su kabağı değilim gözüm var estetik zevkim var. Ama diyorum ki dünyanın bir yerinde insanlar kış soğuğunda şişme botlarla denizde sadece karınlarını doyurabilecekleri bir yere ulaşabilmek için mücadele ederken, diğer bir köşesinde birileri de oturup evde sıkıntıdan yapabilecekleri şeyleri çok mühim şeylermiş gibi satarak para kazanıyor?
kaynak: MyModernMet
Yemin ediyorum The Crown'daki Prens Philip'i geçtim "complaining"de. Iyyy kendime bile ne çirkef geliyorum şu an. Ama sadece güzel bir şey gösterecektim ben ya. Valla billa öyle yapacaktım. Gene nereden geldim ben buralara, ne oldu bana böyle evde otura otura, resmen kendisi poposunu oturduğu yerden kaldırıp da eline bir şeye sürmeden olmamış o börek olmamış o yufkalar öyle açılmaz yufka diye çemkiren teyzelere benzedim. Iyyy. Yeminle.

7 Ocak 2018 Pazar

"Voldemort : Origins of The Heir" diye fan yapımı bir film ediyorlar ey ahali!

Valla böyle bir şey varmış, tee ne vakit Nihan yollamıştı haber etmişti de bir kenara kaydetmişim, yazacağım yazacağım bir türlü yazamadım. Şöyle bir web sitesi var: http://www.tryanglefilms.com/#vooth
Tryangle, web sitesinde yazdığına göre bağımsız bir film yapım şirketi. Çalışanlarının kurucularının isimlerinden falan ben İtalyan bunlar diyorum ama mühim kısmı bu değil. Arkadaşların mottosu, büyük paralar büyük şirketler falan olmadan da biz içimizdeki aşkla azimle o müthiş filmlerden yapabiliriz diye gözüküyor. Bu mottoyla bayadır üstünde çalıştıkları film "Voldemort:Origins of The Heir". Hemen anladınız evet, bizim Voldi'nin Tom Marvolo Riddle iken ne işler karıştırdığına dair bir "fan-fiction" hikayesi. Sanırım ilk fragman çıktığında haberim olmuştu benim. Şimdiki güzel haber ise 13 Ocak'ta youtube kanallarında filmin tamamının yayınlanacak olması. https://www.youtube.com/c/TRYANGLEFILMS yani bu adreste. Tam fragmanı ise şöyle şuraya iliştireyim:



Böyle bir işe kalkışmış olmaları her bakımdan bence takdire şayan. Bunun da ötesinde bu tür bir hikayeyi, yani Tom Riddle'ın kitaplarda o ufak ufak okuma şansı bulduğumuz (hadi tamam 6.kitapta Dumbledore'un anıları falan yoluyla üç beş gördüğümüz) geçmişine dair bir hikayeye bir yorumun getirilmiş olması çok güzel. Rowling'den olmasa bile yine de neyin, nelerin Tom'u Voldemort'a dönüştürdüğünü izlemek benim için çok çok heyecan uyandırıcı. Çünkü bilmiyorum, bir şekilde o kitapta o satırları - Dumbledore'un ilk defa Tom'la karşılaştığı yetimhanedeki o satırları Tom'un biliyordum biliyordum özel olduğumu biliyordum dediği o satırları - okuyana kadar ben de hepimiz gibi bakıyordum Voldemort'a, Harry Potter hikayesine, Rowling'in anlattıklarına. Ama orada, o satırlarda bir şey oldu. "Anladım." O an o çocuğu içimde hissettim. Ve bu hem iyi hem korkutucuydu. Çünkü aynı şeyi gıcık ihtiyar Yoda, tir tir titreyen bir ufacık Anakin'e yok efendim korkudur şudur budur diye laf ebeliği ederken de hissetmiştim. O Anakin tüm o adaletsiz galakside evrende karanlık tarafa yönelirken de "anlamıştım". Onu da hissetmiştim. Tıpkı bu son filmde Kylo Ren'in o uzanan elini tutacağımı anladığımda kendimden korktuğum gibi, o zaman da korkmuştum. Bu yüzden, bence Tom Riddle'ın hikayesi anlatılmaya - ve izlenmeye - değer.
Ulan gene nereden nereye geldik be. Neyse, 13 Ocak'a hatırlatıcı ayarlayın telefonunuzda, ona göre.

just darkness and possibly some dragons

kaynak: SparkNotes
Aslında tek bir kelime bile yazasım yoktu. Nasıl başlayacağımı bile bilemedim baksanıza, "aslında" diye başlanır mı koca yazıya? Sebebini bilmiyorum. Sadece motivasyonumu kaybettim sanırım yazmak için. Buraya yazmak için. Oysa birkaç hafta öncesine kadar ooo şunu da yazayım ooo bunu da yazayım diye oraya buraya notlar almakla meşguldüm. Yani başka şeylerle çok daha bir meşguldüm ama bir yandan da aklımda hep blog vardı. Çünkü burası ya da buraya yazmak, sanki en ufak bir şey olduğunda gelip en yakın dostuna bak şimdi ne oldu biliyor musun bak inanamayacaksın falan filan diye başlayarak ne olduğunu anlatmak gibi. Öyle oldu benim için hep yani. Bir dolu arkadaşım, yıllar boyunca hakikaten büyük sadakatle biriktirdiğim dostlarım, etrafımda beni seven bir dolu insan olmasına rağmen, sonuçta hep bir şekilde o içten içe yalnız oluşumun kendine bulduğu çözümdü belki blog. Yani benim durumumda aslında o günlük defterlerim. Blogu da o yüzden öyle "blog" olarak görmedim hiç, hep o defterlerden biriymiş gibiydi benim için. Ne zamanki internet sızdı hayatımıza, ne zamanki artık defterleri oradan oraya kendimle taşımak, gizliliklerini sağlamak iyice zorlaşmaya başladı, ben de bloga geçtim gibi oldu. Yani bir tür "dijital defter"e. Keşke o defterleri gösterme şansım olsaydı size de, o zaman tam olarak anlardınız neyi kastettiğimi. O sayfalar da tıpkı burası gibi çünkü. Tek farkları burada linkler aracılığıyla yaptıklarımı orada gazetelerden kesip yapıştırdığım resimlerle, şarkı sözlerini sayfalarca alt alta yazarak falan yapmış olmam. Bir şekilde, hep bir yolunu bulup konuşmaya, anlatmaya çalışmışım gibi geliyor. Gerçek insanlara, yüz yüze, gerçek sesimle cümleler kurup anlatamadığım için, kendi yarattığım dostlara hep yazarak anlatmışım gibi.
Buraya nereden geldi konu bilmiyorum, oysaki yeni yayın linkine tıklarken aklımda olan bu değildi ama sanırım "yazmanın" kanunu bu, boş bir sayfaya kanamaya başladığınızda damlalara yön, hiza falan veremiyor oluşumuz. Sanırım yeni bir yılla ilgiliydi söyleyeceklerim ama çok da içimden gelmemişti açıkçası, konunun böyle savrulduğu iyi oldu. Gene de ben buraya nereden geldim, onu demek istiyorum. Şimdi, şu hemen aşağıya koyduğum videoya tıklayıp izlemeye başlayın, video bitince de okumaya devam edin.



Bitti mi, izlediniz değil mi? Size de aynı şey oldu mu, bilemem tabiki ama benim ağzıma etti demin bu video. Hazırlayan Mateusz M. diye bir Polonyalı genç adam. Web sitesini falan inceleyince (http://www.mateuszm.com/) anlıyorsunuz ki arkadaş kafayı çalıştırmış hoşuna giden bir şeyi işi haline getirmiş, öyle gül gibi yaşayıp gidiyor (klasik ona buna başarılı olmuş mutlu insana koltuğa yapışmış halimle kıskançlığımdan b.k atma, çemkirme seansımı da yapıp böylece devam ediyorum). Sanırım esasen "video marketing" gibi bir şey yapıyor da bizi (beni) ilgilendiren kısmı motivasyon videoları hazırlamış (hazırlıyor) oluşu. Bu yukarıdaki en son işlerinden biri. Ve harbiden iyi. Tokat gibi. Yani yiğidi öldür hakkını yeme. Hakikaten iyi. Bakın sadece beni şu an allak bullak ettiğinden, bir saattir burnum tıkanana, nefesim kesilene kadar sarsıla sarsıla ağlattığından demiyorum iyi diye. Düzenlemesi, görüntüleri, verdiği mesajlar, metni, sesi...iyi yani. Ha sizi o kadar etkilemez, bilemem. Çünkü ben bu sıralar tam da bu moddayım, ondan üstüme çökmesi belki de.
Ne modu mu? "Ben ne yapıyorum ne yapacağım kimim neyim ne severim ne yapabiliyorum ne işe yararım amacım ne ulan harbiden ben ne yapabilirim" diye sormakla geçiyor günlerim, onun modu. Bu son bir kaç senedir devam eden sorgulama halimin tavan yaptığı bir dönemdeyim. Her şeyi sorguluyorum. Çünkü tam olarak boşlukta asılı kaldım. Öyle yerçekimsiz ortamda, uzay boşluğunda, herkes rotası girilmiş halde görevine devam ederken ben diğer uzay çöpleri gibi öylece salınıyorum. Her defasında tekrara düşüyor aynı şeyleri yazıyorum gibi oluyor ama hey, dostların amacı da bu değil mi zaten, bin kere de aynı şeyi anlatsa aynı şeyden yakınsa dostunu dinlemek? O yüzden yine diyeceğim. 30 yıldır olduğunu sandığım, ne bileyim belki hayal ettiğim insan olmadığımı anladığım bu son birkaç senede tüm o inşa ettiğim eğri büğrü kule yerle bir oldu. Ve elimde yeniden başlamak için hiç bir fikir yok. Yani ben kimim? İki sene önce buna bir cevabım vardı. Hayal ettiğim, olmak istediğim insana dair bir tanımdı bu ama en azından bir cevaptı ve vardı. Şu an o da yok. Hayal edemiyorum. Hiç bir düşüncenin ucundan kuyruğundan tutamıyorum. Şu Rory'nin yazının başındaki resmindeki gibiyim. Karanlıktayım. Böyle kapkara. Böyle zifiri sessiz kara.
Offf. Ne bileyim. Yine aynı noktaya geldik yazıda. Ne diyecektim? Böyle yeni yıllı, başlangıçlı bir şeyler diyecektim ama. Aklımı yine doldurdum bir dolu yakınmalarımla. Diyecektim ki şu ara içim böyle. Hem bir sürü soruyla doluyum, hem alabildiğine değişim içindeyim. Her şeyden kurtulmaya çalışıyorum, her şeyi değiştirmeye çalışıyorum. Kendimi değiştirmeye çalışıyorum. Ama değiştirecek bir kendim olması için önce o "kendim"in ne olduğunu bilmem gerekiyor, eh onu da bilmediğimden, kaybettiğimden, dediğim gibi o kule yerle bir olduğundan, sanırım değiştirmekten çok inşa etmeye çalışıyorum. Yeni baştan. En baştan. Yerdeki moloz yığınını ne kadar temizleyebilirsem artık. Gerçi 30 yılın molozu o, temizlemekten çok düzleyip, üstüne çıkacağım mecburen.
Harbiden ama, ben kimim ya?

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...