14 Aralık 2018 Cuma

Harry Potter dünyasından Muggle dünyasına : Sihir Tarihi

"2017'de Harry Potter ve Felsefe Taşı'nın yayımlanışının yirminci yılını kutlamak için J.K.Rowling, Bloomsbury ve British Library bir araya geldiler. Ziyaretçilerini Harry Potter hikayelerinin kalbine götürecek bir yolculuğa çıkaran yepyeni bir sergi kapılarını açtı." diyor iç kapak yazısında. Bu elimizdeki öyle hep o beklediğimiz kitaplardan biri değil. Harry Potter kitaplarının sayfalarında her sene başındaki kitap listesinde adını okuduğumuz veya Madam Pinch'ten gizli kütüphanenin rafları arasında rastgeldiklerimizden biri değil yani. Daha çok her şeyden ortaya karışık bir toplama gibi. Hani böyle yıllarca kutulara, çekmecelere atılıp, bir köşede duran şeyleri getirip salonun ortasına döküp, sonra aa bakın neler varmış diye bakmak gibi. Belki de yirmi yıla yakındır hayatımızda olan bir hikayenin, birçoğumuzun hayatını değiştiren bir hikayenin o hep bildiğimiz "fakir ve zorluklar içindeki genç bir kadının bir tren yolculuğunda bir hikaye gelir aklına ve kafelerde bir bardak kahve parasına oturup, binbir güçlükle yazar bu hikayeyi" kısmına daha detaylı ve somut şeyler üzerinden bir bakış bu.
Kitap temelde sergideki eserleri gösterme amaçlı olsa da bunu bildiğimiz bir evrenin kuralları içinde yapmaya uğraşmışlar. Önce ne ile karşı karşıya olduğumuza dair bir "Sunuş" bölümü var, serginin baş küratörü tarafından yazılmış. Sonrasında 9 bölüm var, her biri - sonuncusu hariç - Hogwarts derslerinin isimlerini taşıyor. Her bir bölümü o dersin konusuna uygun bir şekilde, ilgili eserlerle ele almaya çalışmışlar. Mesela ikinci bölüm "İksirler ve Simya" adını taşıyor ve haliyle hem Hogwarts'taki İksir dersini, kitaplardaki halini ele alıyor hem de Muggle dünyasındaki tarihte iksirlerle, simya ile ilgili yazmaları, arkeolojik eserleri gösteriyor. Diğer bölümler sırasıyla "Bitkibilim", "Tılsımlar", "Astronomi", "Kehanet", "Karanlık Sanatlara Karşı Savunma", "Sihirli Yaratıkların Bakımı" isimlerini taşıyor. Tabi bu arada tıpkı ders yılı başında Hogwarts'a doğru çıktığımız yolculuk gibi Sunuş'un hemen sonrasındaki ilk bölümün ismi de "Yolculuk" ve bu bölümde bizi genel hatları karşılıyor büyü dünyasının. 
Her bir bölümün başında önce giriş niteliğinde bir makale yer alıyor. Bu bölümde anlatılan konuyla ilgili gibi görünen, alanında önemli işler başarmış (olduklarını düşündükleri) insanların yazdıkları makaleler bunlar. Aslında öyle çok da alakalı insanlar değiller bence ama işte bir şekilde kendilerine böyle bir kitapta yer bulmuşlar. Hani tamam misal Bitkibilim bölümünün başındaki makalenin sahibi bitkilerle ilgili kitapları bulunan bir yazar falan ama bunun yanında Tılsımlar bölümünün makalesini yazan kişi normal bir gazeteci-köşe yazarı. Ha diyeceksiniz Tılsımlar için büyüyle ilgili biri mi olması gerekiyordu, gidip de bir üfürükçü hocayı falan tutup getirselerdi ama ne bileyim, benimkisi de kıskançlık işte. Yani tamam hasetlikten çatlıyorum gibi ama bazı bölümlerin yazıları hakikaten de zorlama gibi geliyor okurken. Sanki yazan kişi zorla yazmış, Harry Potter'dan haberi yokmuş da sırf onunla ilgili bir kitaba yazıyor olduğu için mecburen o anda açmış google'ı Harry Potter'dan konusuyla ilgili bir iki satır referans aramış gibi (sonra da bulduğu o cümleleri yazısına alakasız bir şekilde sıkıştırmış gibi). Evet benim içim kötü.
Bu bölüm makalelerinin ardından tabi bir dolu incelenecek şey koymuşlar önümüze. Rowling'in hikayeyi oluştururken çiziktirdiği tüm resimler, notlar, planlar, karalamalar...Kitapların yayıncıdan çıkana kadar editör masasında geçirdiği yolculuğa dair yazılı, çiziktirilmiş bir dolu sayfalar...Ve Jim Kay'in muhteşem ötesi çizimleri (Jim Kay kim mi-->http://www.jimkay.co.uk/home/about-me/). Sırf onun çizimleriyle kitapların resimli olarak basılmış halleri Türkçe'ye de çevrilmiş ve satışa çıkmış durumda sanırım şu aralar. Bana neredeyse tüm çizdikleri tamamen kitapları okurken hayal ettiğim duyguları ifade ediyor gibi gelir hep. Ha tamam arada McGonagall gibi kesinlikle karşı olduğum çizimleri de yok değil ama bu kanımca Maggie Smith'in suçu. İnsan bu kadar da özdeşleşmez ama bir karakterle yahu.
En son bölüm ise "Geçmiş, Şimdiki Zaman, Gelecek" ismini taşıyor. Filmlerin senaristi Steve Kloves'un yazısıyla açılıyor ve bu yazı tam da ihtiyacımız olan şey. Bizim hislerimiz kadar samimi, içten. Rowling'in o sihirli hayalgücünün tıpkı bizi ele geçirivermesi gibi ona da olan şeyi anlatıyor. Kitabı özetleyen tek bir cümleyle -"Küçük bir oğlan büyücü okuluna gider."- onun da hayatının nasıl sihirle dolduğunu anlatıyor bize. (neyse yazıyı bu noktada sonlandırıp resimleri çekmeye başlayayım yoksa ağlamaya başlayacağım yine)
Harry Potter: Sihir Tarihi belki tam beklediğimiz şey değil ama ihtiyacımız olan şey olabilir. Yine de 

25 Kasım 2018 Pazar

Ajan dizisi görünümlü sıcacık bir komedi-->Terius Behind Me

King's Castle sitesinde yaşayan Go Ae Rin, 5-6 yaşlarındaki ikiz çocuklarına bakmak için evde saçını süpürge ederken kocası da geçim kaygısıyla işinde stresli günler geçiriyordur. Sonunda bir akşam kocasının kalp krizi geçirip, öldüğü haberi ulaşır Go Ae Rin'e. Artık çocuklarına bakabilmek için iş bulması ve o çalışırken da çocuklarla ilgilenecek bir bakıcı bulması gereken yalnız bir anneye dönüşür böylece. Çocuklarına bakıcı olarak ise hemen kapı komşusu, çok ortalıkta görünmeyen, münzevi gibi yaşayan bir adam olan Kim Bon'u bulur. Go Ae Rin yeni çalışmaya başladığı çanta ithalatı yapan şirketteki ve patronundaki tuhaflıklara iyice dalarken Kim Bon da bir yandan hem bakıcılığın bu hiç bilmediği dünyasına dalmaya hem de yıllardır peşinde olduğu suçlulara dair ipuçlarının peşine düşer. Haa, çünkü Kim Bon kod adı Terius olan bir NIS ajanıdır (Kore'nin gizli servisi işte) ve en son operasyonunda vurulup, hainlikle suçlandığından beri kaçaktır. Aynı zamanda o operasyonun muhbiri olan sevdiği kadını öldüren ve ona bu tezgahı kuranların peşine kendi düşmüş, son 3 yıldır yemeden içmeden iz sürmüştür. Ve şimdi de - kaderin oyunu işte - bu izlerin ucu karşı komşusu Go Ae Rin'in kocasının ölümüne bağlanmıştır. Bir yandan NIS'teki eski dostları (ve de düşmanları) bu suçluların peşine düşmüşken, bir yandan Go Ae Rin ve onun sitedeki adeta kendi gizli servislerini kurmuş olan ev hanımları-adamlarından oluşan kankaları olayların içine girmişken Terius hem ikizlere bakıcılık yapıp, hem de kötüleri yakalayabilecek midir?
Terius Behind Me, böyle bir girişle başlıyor gibi görünüp, bir bakıyorsunuz hiç beklemediğimiz bir hal alan 32 bölümlük bir Güney Kore dizisi. Yarımşar saatten 32 bölüm ama işte bildiğiniz 16 bölümlük. 27 Eylül'de MBC kanalında başladı, 15 Kasım'da da bitti geçen hafta. So Ji SubOh My Venus'te izledikten sonra (şurada) haliyle takibe almıştım, adam alınmayacak gibi değil kore dizisi izleyicileri biliyor kanımca, muazzam bir adam (öyle tipim değil, yani hakikaten adam muazzam hakkını yememek gerek. Yoksa biliyorsunuz ben sonuna kadar Ji Chang Wook'çuyum, tipim o:)). O dizide Shin Min Ah ile birlikte bana çok güzel şeyler yaşattığından, eh haliyle bir sonrakinde mutlaka ne yapıyor bakacaktım (bu arada Shin Min Ah'a ya resmen aşık olmuştum orada, hala bu koreli kadın oyuncular arasında en en en güzeli olduğunu düşünüyorum). Bu dizinin haberleri de çıktığında pek bir heyecanla beklemeye başladım. Ama hikayesi önce bir hımm dedirtti. Sonra karşısına koydukları kadın oyuncunun da pek bir ışıltısı yoktu, öyle ya Shin Min Ah ile birlikte resmen ortalığı yıkıyordu enerjileri ki o kadın da çılgın parlıyordu. İlk haberleriyle bende oluşan heyecan dizi başlayana kadar iyice azalmıştı. Sonra bir baktım başlamış, 6 bölüm falan yayınlanmış. Yine işten çıkıp, hayattan nefret etmiş bir halde yatağıma girdiğim bir akşam rastladım hem de. O ruh halim içinde tabi unutmuş gitmişim başlayacağını.
İlk açtığımda da çok güvenim yoktu çünkü önce çok karanlık bir komplo dönüyor dedirtiyor, böyle devlet işleri, yolsuzluk, cinayet, tetikçi falan, So Ji Sub da zaten sicim gibi çekmiş takımları üstüne kesin çok ciddi bir işler oluyor diyorsunuz. Ama sonra bir anda bir bakıyorsunuz sevimlilikten, gülücüklerden geçilmiyor ortalık. Kötü adamları-kadınları bile sevimlilikle doluveriyor, yeri geliyor hiçbir şeye kızamıyorsunuz, yeri geliyor o en başta pattadanak maruz kaldığınız cinayetleri bile unutur hale geliyorsunuz. Yani çok ciddiymiş gibi görünen ama alabildiğine sevimli, mutlulukla verici, absürtlüğe varan komediyle dolu sürükleyici bir hikaye bu. Ben yayınlanan bölümlerine yetişebilmek için o ilk akşamdan sonraki her akşam ikişer bölüm izledim. Her akşam işten adeta koşarak gelip, yatağıma girip, diziyi açmak günümün en güzel kısmı oldu. Sonrasında da her hafta o 4 bölümün yayınlanmasını iple çeker oldum.
So Ji Sub adeta Michelangelo'nun elinden çıkmış gibi :)
Temelde bir komedi bu evet. İlk başta hikayenin sunar gibi yaptığı pek çok şey kenarda ona eşlik ediyor gibi oluyor ama esas olarak komedi. İki başrolü bir romantizm yaratacak gibi gösteriyor ama aslında kore dizilerinde alışık olduğumuz o aşk hikayesi kıvamında bir şey değil bu. Daha dostluktan, saygıdan, olgun insanların birbirine duydukları o omuz ihtiyacından gelen bir iç ısıtan bir sevgiyi izliyoruz. Evlerinde kalıp, çocuklarıyla ve komşularıyla kocaman sevimli bir dünya oluşturan normal insanların hikayelerini izliyoruz. Ajanların bile sevimlilerini yazmışlar, Terius'a yardım eden iki ajan Yoo Ji Yeon ile Ra Do Woo'nun dinamiğinde asıl romantizmi yaşıyoruz mesela. Başrollerdense onların arasında çok daha iyi bir kimya oluşmuş bence (bu arada Ra Do Woo'yu oynayan Kim Sung Joo'yu ilk defa izledim burada ve dibim düştü, onu da takibe alınmış bulunmaktayım :p ). Hikayenin ilerlemesiyle birlikte "bromance" bile geliveriyor, Son Ho Jun'un tipinden hiç hazzetmesem de rolü acayip kıvırdığını söylemeden edemem. Haa tabiki esas kızımızın hakkını teslim etmeliyim bu arada. Jung In Sun'u dediğim gibi ilk başta bu ne yahu diye izledim. Ama sonra kendini bir şekilde sevdiriyor, ısınmaya başlıyorsunuz ve bir de bakmışsınız aslında hiç ezilmemiş. Ama sanırım tüm hikayenin en parlayanı, parlayanları ikizler Joon-Joon'du. Böyle sevimlilik, böyle mükemmel sahneler, böyle mutluluk hakikaten zor bulunan bir şey. Ne güzel çocuklar bulup, ne güzel bir hikaye yazmışlar yahu.
Bittiğine inanılmaz üzüldüğüm bir dizi oldu bu Terius Behind Me. Hani olur ya böyle hiç bitmesin, eve geldiğimde her akşam bir doz alayım da hayatıma devam edebilecek gücü bulabileyim diye düşündüğüm bir hikayeydi. Hiç beklemezken hem de önüme düşüverdi. Keşke böyle hikayeler çok olsa ya da bulması zor olmasa da...Çok sevdim be. Öyle muhteşem aksiyon macera zeka ince noktalar falan barındırmıyor evet, çok ciddi bir hikaye anlatmıyor, çok önemli bir mesajı ya da hayatın anlamına dair cevapları falan da yok. Ne anlatıyorsa hem eğlenceli hem de sakince anlatıyor, yüzümüze kocaman bir gülümseme kondurtuyor ve hayatımıza sevimli mi sevimli bir öpücük konduruyor. O yüzden izleyin olur mu?


Şu şarkının ve görüntülerin sevimliliğiyle sizi baş başa bırakıyorum :

19 Kasım 2018 Pazartesi

Braveheart'ın hemen sonrasında İskoçya'da --> Outlaw / King

13.yy.ın sonlarında Britanya Adası'nda İngilizlerin kralı I.Edward, kuzeyindeki deli İskoçlar taht kavgasına girişince fırsattan istifade İskoç tahtını da kendine alıverir. Önce bir William Wallace çıkar karşısına, peşine taktığı gaza gelmiş İskoç kardeşleriyle bir bağımsızlık diye tutturur (Hepimiz bu kısmı biliyoruz, Braveheart (1995) sayesinde). Ama bu deli adamlar, İskoç klanları, daha kendi aralarında bile bir araya gelemediklerinden ve bir İngilizlerin bir kendilerinin tarafına geçip durduklarından, Wallace'ın hikayesi yakalanıp, idam edilmeyle devam ederken klan şefleri de tek tek I.Edward'a bağlılık yemini etmeye başlar. 1302 yılına geldiğimizde Edward hepsini sindirmiş, ortalığı toz duman etmişken Carrick kontu Robert the Bruce ayaklanmaya karar verir. Ama yıllardır devam eden savaştan bıkan ve Edward'ın zulmünden çekinen çoğu klan ona katılmayı reddeder. Yine de yakınındaki az sayıdaki destekçisiyle ve rahiplerin onaylamasıyla Robert İskoç kralı ilan edilir ve İskoçya'nın ilk bağımsızlık savaşı adını alan mücadeleye girişir.
Outlaw/King, Robert the Bruce da dahil diğer İskoç klan şeflerinin İngiltere kralı I.Edward'a bağlılıklarını sunmaları ile başlayıp, İskoçların yaklaşık 400 kişi ile 3000 kişilik İngiltere ordusunu Loudoun Tepesi Savaşı'nda yenmesi ile sona eriyor. Yani hemen hemen 1302 ile 1307 yılları arasındaki 5 yılda Robert'ın kral olmasıyla bağımsızlık yolundaki ilk adımları atmasına dair bir hikaye sunuyor bize film. Geçen sene Toronto ve Londra film festivallerinde görücüye çıktıktan sonra 9 kasımda Netflix ekranındaki yerini almış durumda. Ben tabiki Netflix falan üyesi değilim (ya da almadım, artık neyse sistemi nasıl ifade ediliyorsa onu bile bilmiyorum o kadar gerisindeyim popüler kültürün), filmi önce instagramda gördüm (çünkü #scotland etiketli her şeyi doymak bilmeyen bir merakla takip ediyorum evet), sonra da zaten hemen her zamanki online film izleme siteme düşüvermiş buldum. İskoçya kalbimdeki memleketim olduğundan (tamam gülebilirsiniz bana hiç utanmıyorum) haliyle tarihiyle ilgili her hikaye de hemen görmem gerekenler arasında oluyor. Bu habire bir bağımsızlık telaşı içine girmeleri de yüzyıllardır devam ediyor ya hani, Culloden'la ilgili gerekli bilgiyi Outlander sayesinde hakkıyla edinmişken Mel Gibson pardon William Wallace "freeeedoooom" diye bağırdıktan sonra bu iş nereye vardı, o umutsuzluktan nasıl oldu da Mary'nin kellesini giderecek hale geldi ortam (bunu da gerek Elizabeth:The Golden Age(2007) ve gerek Reign(2013) ile ezberlemiştik ki yetmemiş olacak, aralıkta Mary Queen of Scots(2018) geliyor) acaba diye düşünürken iyi oldu dedim bu film. Tüm diğer tarihten esinlenen hikayelerde olduğu gibi bu da elbette ki kati bir kesinlikle anlatmıyor olanları ya da kişileri. Şuradaki incelemede mutlu sonlu bir Macbeth hikayesi diyor mesela Robert the Bruce'un gerçek hikayesi için, çok hoşuma gitti, bundan daha iyi bir ifade bulunamazdı sanırım.
Filmdeki Robert, İngiltere kralına boyun eğiyormuş gibi görünürken bile gururunu omuzlarında dimdik taşıyor. İskoç halkının ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu gören, duyan, onlarla birlikte çamurlara bata çıka çalışan bir "toprakların değil insanların kralı" olarak yolunu çiziyor. Alabildiğine "şövalye ruhuyla" hareket ediyor ilk başta, gayet medeni (13.yy.'a göre bile oldukça medeni bakın hakkını vereyim) davranışlarla savaşına girişiyor. İlk eşinden olan kızına karşı çok sevecen bir baba, yeni evlendiği - adeta politik bir hediye olarak verilen - eşine ise acayip derecede saygılı bir adam portresi çiziyor. Ama tabiki gerçek hikaye böyle değil. Hakikaten de bir Macbeth bu Robert. Ama belki şanslısı ve aklı daha iyi çalışanı. Ülkesinin bağımsızlığı ya da halkın ihtiyacından çok, kendi iktidar hırsı için hareket etmiş, oldukça iyi bir siyasetçiymiş gerçek Robert the Bruce.
Hikayesinde tarihsel gerçekliği azıcık saptırsa da prodüksiyon ekibine haklarını teslim etmek gerekiyor. Yaratılan atmosferden tutun da, tüm kostümlere tüm aksesuarlara, dekorlara ve ortama değin her bir detay 13.yy.'da nasılsa aynen öyle (evet çünkü boş zamanlarımda gidip geliyorum ben, gördüm yani kesin bilgi). Ama...büyük bir ama'sı var filmin. Hiçbir şey hissettirmiyor. Ne duygulanabiliyorsunuz, ne gaza geliyorsunuz, ne düşünmeye itiyor ne de heyecanlandırıyor. Bir şey hissetmiyorsunuz. Tüm tarihsel saçmalamalarına rağmen misal Braveheart hala kendinden nasıl bahsettiren nasıl böyle büyük büyük hissettiren film ise, bu da değil işte. Oysa ufak ufak pırıltıları seçebiliyorsunuz hemen. Chris Pine gayet basitmiş, dümdüzmüş gibi görünen ama bir dolu boyutlu, komplike bir karakter yaratıyor, yaratmaya çabalıyor esasında bu hoplaya zıplaya savrulan senaryonun ve düzenlemenin içerisinde. Aaron Taylor-Johnson'ı tanıyamıyorsunuz film bitip yazılar akana kadar, öyle bir James Douglas oynuyor çünkü (valla gün içinde insanın anlamsız yerlerde gaza gelip, misal merdiven çıkarken, kapıları açarken falan douglaaaaassss diye bağırası geliyor). James Cosmo kısacık zamanında bile tek bir sahnede tek bir bakışıyla, bir iki kelimesiyle, bir iç geçirişiyle kalbinizi titretiyor. Tamam kabul ediyorum Drew'la da bir hislenmiyor değiliz ama yine de koskoca iki saatin sonunda bunlar dışında öyle aşırı bir şey hissedemeden bitiriyoruz hikayeyi. Dahası hiçbir noktayı doğru düzgün gelişimiyle anlatmadan, hop bu oldu, hop şu gitti, hop şimdi buradayız şeklinde ilerliyor. Altı üstü 5 yıllık bir süreci anlatmak (bakın daha asıl savaş bile yok ortada o sonra) bu kadar hoplamayı gerektirmemeli değil mi?
Demem o ki benim gibi İskoç olsun da çöpten olsun diye sırf meraktan izleyebilirsiniz. Bir de tabi görüntüler için, belki biraz da aksiyon için falan açabilirsiniz. Ama çok da öyle şey etmeyin.

13 Kasım 2018 Salı

Deborah Harkness'ın Ruhlar Üçlemesi ve "A Discovery of Witches"ın İlk Sezonu

Tarihçi Diana Bishop, yine her günkü gibi odasından çıkar, araştırmasına devam etmek üzere Bodleian Kütüphanesi'nin kapısından içeri adımını atar. Alanının en genç  profesörü olan Diana, eski simya metinlerini inceliyor, tarihin tozlu parşömenleri arasında simyanın izlerini sürüyordur. Hemen hemen her zamanki yerine oturur, istettiği el yazmalarını önüne alır ve olağanüstü bir şeyler olmaya başlar. Diana çok tuhaf bir şeyler hissettiğinden hemen gerisingeri rafına yollar yazmayı. Büyülü olduğunu anlamıştır çünkü eh, Diana da kuşaklar boyu güçlü ve ünlü cadılar çıkarmış bir soydan gelen bir cadıdır. El yazmasının büyüsünü sadece Diana hissetmez tabi, Oxford çevresindeki hemen hemen her cadı, büyücü, demon ve vampir de hisseder. Ve bu el yazması tam da hepsinin yüzyıllardır aradığı cevapları barındırdığına inanılan şeydir. Diana ne yaptığını bilmeden tüm doğaüstü yaratıkların hedefi haline gelir bir anda. Onu tüm bu tehlikeden koruyacak beyaz atlı şövalye ise tehlikenin tam da kendisi olarak önünde beliriveren genetik profesörü Matthew de Clermont'tur. Soylu Clermont ailesinin üyesi olan vampir Matthew de Clermont.
İnsan bazen bazı hikayelerle, bazı kitaplarla karşılaşması gereken kesin bir zaman olduğunu düşünmüyor değil. Cadı Diana ile vampir Matthew'un böyle başlayan hikayesi de benim için öyle bir hikaye. Ne öyle ahım şahım, ne de dünyalar yaratan-yıkan bir hikaye bu, bence. Ama işte, bir şekilde hayatımın bu döneminde, kabaca bir aylık bir zaman diliminde hayatımın tüm b.ktanlığından kaçabilmem için kafamı tümüyle içine gömebileceğim bir dünya oluşturma göreviyle yazılmış gibi hissettirdi bana. Çünkü bakın tam da size bahsetmiştim ya bir şeylerden, şu yazıyı ("Bir Yolu Olmalı")yazmıştım hani. Hah işte o aydınlanışın hemen ardından haftasonu kahvaltımı yaparken izlemek için bir şeyler açmak üzere bakınırken her zamanki web sitesine, bölümünü gördüm ve ha cadılı falan, uzundur böyle şeyler gelmiyordu bakayım diye açtım. Daha ilk dakikalardan beynime okları yollamakta gecikmedi. Henüz birkaç gün önce neler düşünmüştüm, şimdi önümde tarihçi görüyordum (hem de Oxford'da! hey yarabbim!). O ilk bölümü nasıl duygu coşmasıyla izledim tarif edemem. Cadılar vardı, vampirler vardı, büyüler vardı, yağmurun çiselediği taş döşeli yollarıyla Oxford manzarası vardı, Matthew Goode vardı tarih mitoloji vardı, kendimle özdeşleştirdiğim simgeler vardı,...sanki 15 yaşıma geri dönmüştüm, hayat daha yeni başlıyordu, tüm olasılıklar önümde uzanıyordu.
Deborah ablanın ta kendisi,
kaynak:Boulder Book Store
Tabi nereden çıkmış bu diye interneti didik didik etmekte gecikmedim o gün. Deborah Harkness isimli Amerikalı bir yazarın 3 kitaplık serisinin ilk kitabından uyarlanmıştı dizi (http://deborahharkness.com/). All Souls (bizdeki basımında Ruhlar) üçlemesinin ilk kitabı A Discovery of Witches'dı (Cadıların Keşfi), ikincisi Shadow of Night (Gecenin Gölgesi) ve üçüncü kitap da The Book of Life'tı (Hayat Kitabı). Pegasus Yayınları'nın seriyi gayet keyifli kapaklarla ve güzel bir baskıyla bastığını ve kutulu bir şekilde de internette satılıyor olduğunu görünce zaten hemen sipariş verdim. Kitaplar elime geçtiği andan itibaren de ilk kitaba öyle bir gömüldüm ki 672 sayfalık kitabı bitirmem 4 günümü almış, farkında bile değildim. Ha ama okurken yanlışını, eksiğini gediğini, falsolarını, kalitesini-kalitesizliğini de anlayarak, farkına vararak okudum. Ama sırf hikayeden ötürü kendimi öyle bir kaptırdım, gittim. Ama bakın bu noktada elimizdekinin ne olduğunu, ne olmadığını söylemem gerekiyor. Bu tıpkı Twilight ve ondan sonra gelen diğerleri gibi (evet o grili tonlu şeyler de dahil) evinde, işinde oturan yaşını başını almış bir ablanın ay aman ben de böyle hayal ediyorum, hülyalara dalıyorum diye yola çıkarak tesadüfen(!) çok-satan olmuş hikayesi. Bu tür kitapların (ve yazarların) taşıdığı tüm "attribute"ları taşıyor. Ana karakteri kendisinin tıpkısının aynısı: Tarihçi, İngiltere'de eğitim görmüş bir Amerikalı, fiziken tıpatıp kendisi ve binicilik gibi kendisinin de yaptığı bir hobiye sahip vb. Dahası Deborah abla resmen oturmuş, bakmış, okumuş tüm bu tür kitapları, hepsinde ne var ne yoksa bir araya katıştırmış. Cadılar, vampirler, araya hadi değişik bir şey yapmadı demesinler diye demon diye bir tür koymuş (ki gerçekten onlara ne yeteri kadar işlev yükleyebiliyor ne de yeteri kadar derinlik verebiliyor - bu arada "demon" sözcüğü ve kavramı esasında tarih içinde Hristiyanlaşan Avrupa'nın literatüründe yer alan bir şey), büyü olayını da eh o kadar yıllarca tarihi metinler üzerinde çalıştığından değişik mantıklı renkli zeminlere oturtmuş. Olay örgülerini, karakterlerin kişiliklerini, hikaye yapılarını bulabildiği her şeyi hakikaten bir araya getirmiş. Okurken sık sık hah bu da şuradan, o da buradan diye hatırlayıp duruyorsunuz. Hayır işin komiği tek bir seriden araklamamış olması. Öyle olsa ulan köftehor gitmiş çalıp çırpmışın diyeceğim, tüüü edeceğim. Ama hiç bozuntuya vermeden, gayet dikiş diker gibi bulabildiği her şeyden kocaman bir, onların "patchwork" dedikleri
battaniye yapmış. Zaman yolculuğu da var demiş miydim mesela ? :)
Evet var. İkinci kitapta da geçmişe gidiyoruz. Ki bence serinin en iyisini bu kitap yapan unsurlardan biri bu. Hayır benim zaman yolculuğuna zaafım olduğundan ötürü değil, ilk kitaba göre cidden yazımında dağlar bayırlar kadar ilerlemeler göründüğü için Deborah ablanın. Hakikaten ilginç bu durum. Tamam bir yazarın ikinci kitabında gelişmesi, geliştiğini görmemiz çok normal bir durum ama bu öyle de değil. Ana karakterlerimiz, bu cadımızla vampirimiz ilk kitapta nasıllarsa öyle konuşmaya, davranmaya devam ediyorlar ikinci kitapta da. Yani alabildiğine ergenler (sadece karakterleri açısından demiyorum, yazım açısından da öyleler, çünkü yazan kalemimiz yazamıyor). Ama olayların akışı, parçaların bir araya gelişi, geçmişin tablo gibi içindeki her bir öğesiyle önümüze resmedilmesi şahane oluyor. Hele ki kalabalık sahnelerde, bir dolu karakterin bir arada olduğu ve konuştuğu, etkileştiği sahnelerde Harkness ondan beklenmeyen bir şekilde çılgınca yazmış. Çoğu sayfada ne oluyor yahu nasıl olur yani bu kitabı yazanla ilk kitabı yazan, dahası birkaç sayfa önceki bölümleri yazanla bu bölümleri yazan aynı insan olamaz diye bakakaldım kitaba. (Bir de kitabı elime her alışımda içimden fışkıran, kafamın içinde dönüp duran şarkıdan da çok muzdariptim, öyle böyle değil gece gölgenin rahatına bak bir de dön kaderimin bahtına yaaaarrr)
Ama tabi bu ikinci kitabı okurken hissettiğim keyif ve şaşkınlık, üçüncü kitapla birlikte yerini aynı sıkıntıya bırakmakta gecikmedi. Üçüncü kitapta da yine kendisine dönmüş Deb abla. İlk kitapta hatalarıyla, kötü yazımıyla falan yine de idare edilebiliyordu hikayenin aşkına ama son kitapta sanki her şeyi cevaplandırmak, sonuca erdirmek zorunda olduğunu bildiğinden ve tabi daha katıştırması gereken başka başka kitap serilerinin son kitapları olduğundan ötürü bir sıkıcılık, bir tekdüzelik, aman şuraya da bir şaşırtıcı şeyler yapayım da vauuuvv desinler'cilik hakim oluyor. Bakın ablanın elinde manyak malzemeler var, kendi halinde bile bıraksan acayip eğlenceli, keyifli olabilecek bir hikaye bu. Ama bir şekilde olmuyor, olamıyor. Üçüncü kitap tüm hevesimi de iştahımı da söndürüp, beni içinde süründürüp öyle bitti.
Tabi şimdi diyorsunuz aldın yere attın üstünde tepindin sonra da gömdün resmen. Hayır sadece objektif oluyorum. Evet çok keyif aldım, çok sevdim bu hikayeyi. Önüme çıktığı için ayrıca mutluyum, memnunum (gerçi ilk karşılaşmam değilmiş bu, seriyle. Goodreads'teki okunacaklar listeme eklemişim görüp de taa 2015'te ilk kitabı ama işte, dedim ya ilk başta, her hikayenin bir zamanı varmış). Deborah Harkness yarattığı bu evrenin içine dalmaktan, orada o karakterlerle güzel günler geçirmiş olmaktan dolayı gayet mesudum. Ama yazım açısından eksikliğini fark etmemem mümkün değil. Evet, ait olduğu türün çok gösterişli bir üyesi. Yazarının gayet iyi bildiği ve eğitimini aldığı bir konuda - tarih hakkında - yazmış olmasının da etkisiyle belki ait olduğu türün diğer serilerinden bir parça daha öne de çıkıyor gibi. Ama yine de "edebi" açıdan durduğu noktayı okurken açık açık görebiliyorsunuz. Bakın bunu böyle bir tür elitistlik, ne bileyim burnu havadalık gibi dürtülerle yapmıyorum, sadece bunca zamandır kitap okuyan insanlar olarak bir şekilde hepimizin hissedeceği, göreceği şeyleri söylüyorum. Evet damak zevki herkesin farklı oluyor ama bir yemeği tattığınızda yapanın yılların aşçısı mı, yılların evde yemek yapan teyzesi mi yoksa başka biri mi olduğunu anlayabilirsiniz ya, öyle bir şey.
Pekiii, tüm günahlarıyla sevaplarıyla bu hikayenin uyarlandığı dizinin durumu ne? (https://www.imdb.com/title/tt2177461/) İlk sezonu birer saatlik 8 bölüm sürdü, geçen hafta bitti. Yayınlanması da bir ayrı konu zaten, çözemedim ben bu tv işlerini. Oyuncuların falan instagramlarından çözdüğüm kadarıyla taa geçen sene çekmişler 8 bölümü de. Sonra yayınlayacak kanal, platform, ülke aramaya başlamışlar. Bu işler böyle oluyor artık herhalde. Benim internetten bulduğum hali Sky One kanalında yayınlanan (https://www.sky.com/watch/channel/sky-one/discovery-of-witches). Britanya ile senkronize izledim yani. Şimdilerde hala haberleri geliyor, bilmem şu tarihte şu ülkede bu kanala gelecek falan diye. İlk sezonun bittiği günlerde 2.ve hatta 3.sezonun da olacağı kesinleşti, instagramdan duyurdular. Yani 2. ve 3. kitap da aynı şekilde dizi halinde önümüzde belirecek. Mutluyum, çünkü oyuncular çok iyi, rollere çok iyi oturmuşlar ve çekim mekanları, detaylar gayet güzel. Tereddütlüyüm, çünkü ilk sezondaki gibi yaparlarsa izlemek yine gözlerime ve aklıma batar hale gelecek. Böyle diyorum çünkü ilk bölümdeki o coşkum beni bir 3 bölüm falan götürdükten sonra yavaş yavaş bir şeylerin olmadığını görmeye başladım. 3.bölümden sonra sanıyorum alla alla neden böyle, bir terslik bir şey var ama hımm... derken buldum kendimi. Oyuncular şahaneydi. Çekim kalitesi güzeldi. Senaryo bile kitaptan ufak tefek değişikliklerle daha da hoşlaştırılmıştı. Ama tüm malzemenin bir araya getirilişinde bir şeyler yerine oturmuyordu. Sahneler birbirine bağlanmıyordu, geçişler yoktu. Tek tek kameranın çalışmaya başladığı, birilerinin action! diye bağırdığı noktalarla kestiği noktaları görebiliyor, tek tek skeçler gibi hikaye parçalarının sıraya girdiğini hissedebiliyordunuz. Alıp götürmüyordu yani, şimdi bu oldu şimdi şu oldu şimdi bu oldu diye izlettiriyordu dizi kendini. Artık "editing" mi diyorlar işin asıl bilenleri, kurgu mu diyorlar, ne diyorlarsa işte anlatmaya çalıştığımı anlamış olmaları gerek. İşte eğer düzenleme odasındaki ekip bir şeyleri değiştirmezse, bu haliyle gelecek sezonlardaki o manyak malzemeyi nasıl harcayacaklar, tüh diyorum açıkçası.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Devlet Tiyatroları'nda 2018-2019 : İkinci Katil

“Life ... is a tale
Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.”

der Shakespeare, ilk defa 1606'da sahnelenen Macbeth'te. İskoç kralı Duncan'ın generalleri Macbeth ve Banquo'nun, İrlandalı ve Norveçlilerle yaptıkları savaşlardan zaferle dönerken karşılaştıkları 3 cadının kehanetiyle alt üst olan ve alt üst ettikleri hayatların bir masalıdır aslında bu oyun bir anlamda. Shakespeare belki kendisiyle dalga geçmiş bile olabilir bu sözleriyle; hayat hakikaten de bir salağın anlattığı, gürültüyle öfkeyle dolu, hiçbir şey ifade etmeyen bir masaldır. Macbeth'in daha ilk perdesinden son perdesine kadar bunu görür, bunu yaşarız. Tüm hayal ettiklerimize meydan okur Shakespeare oyun boyunca. Macbeth'in tüm yaşadıkları kehanette öyle dendiği için mi gerçekleşir yoksa kehaneti duymuş olmasının etkisiyle her şeyi aslında kendi iradesiyle mi yapar? Hep içinde midir insanın o bitmek bilmeyen hırs, açgözlülük, kana susamışlık?

Böyle bir dolu şey düşündürten bir oyundur Macbeth. Aynı zamanda yüzyıllardır dünya kültürüne yerleşmiş imgelerle, fikirlerle doludur, onların kaynağıdır zaten. Şahane cümleleri vardır içinde. Shakespeare'in hemen her oyununda baş ucuna yazılacak cümleler vardır elbet ama Macbeth'te daha çoktur gibime gelir benim. Belki artık o kadar objektif bakamıyor oluşumdan bu oyuna, bu hikayeye. Doğru düzgün okuduğum, anladığım ilk oyunu çünkü Shakespeare'in. Bir noktada tamam artık okumalıyım şu oyunları deyip de dalmaya başladığımda Shakespeare okyanusuna, görmüştüm ki onun yazdıklarını okumaktansa izlemek daha etkili, daha anlaşılırdı. Azimle okudum, okumadım değil, denedim, bir çoğunu da okumuşum şimdi listeme bakıyorum da. Ama bakın okumuşum diyorum, çünkü çoğunu - yani aslında izlemediklerimi - hatırlayamıyorum. Bir şey ifade etmemiş benim için, daha doğrusu anlamamışım. Ne cümlelerini takdir edebilecek kadar ne de oyunların neyi anlatmaya çalıştığını çözecek kadar. (Bu arada izlemekten kastım tiyatroda ya da herhangi bir şekilde dizi-film olarak uyarlanmış olarak. Yani hani 10 Things I Hate About You'yu falan alıyorum içine öyle düşünün.)

Bu yüzden devlet tiyatrolarının bu dönemki oyunları arasında İkinci Katil'i görünce uçarak gittim adeta Macbeth'in 3 cadısı gibi. Tamam Macbeth'in kendisi değildi ama o hikayeydi, benim hikayemdi. Shakespeare'in yazdığı oyunda Macbeth'in arkadaşı Banquo'yu ve onun oğlu Fleance'ı öldürmesi için gönderdiği katillerden birinin, ikincisinin hikayesiydi bu. Meyhaneci Warden ve karısı Mary'nin, Macbeth ve Lady Macbeth'in hikayesine paralel bir şekilde ilerleyen ama aynı zamanda birçok şeyin iç yüzünü, hem Shakespeare'in hikayesine hem de insan doğasına dair kocaman da bir ayna tutarak anlatan bir oyun İkinci Katil. Yazarı Serhat Yiğit olarak görünüyor devlet tiyatrolarının sitesinde. Oyun boyunca kaleminden çıkan cümlelere, o cümlelerin ifade ettiği her şeye, şapka çıkartmamak, önünde eğilmemek mümkün değildi. En başlarda belki biraz tempo yavaştı, her şeyin yerine oturması biraz zaman aldı ama sonrasında öyle bir akış tutturdu ki oyun...Üstüne bir de oyuncuların coşmasını izlerken insanı adeta yerine zamklıyordu. Özellikle Mary rolündeki Fulya Koçak'tan oyun boyunca gözlerimi alamadım. Mezarcı rolündeki Edip Tümerkan ise girdiği her sahnede inanılmaz cümleleriyle, onları çaktırmadan ama içimize işleyerek söyleyişiyle muazzamdı. Ama sanırım ben en çok cadıların ele alınışını, gösterilişini ve oynayışlarını beğendim. Çünkü şimdiye kadar ne şekilde izlesem bir türlü oyuna (bu durumda tabiki Macbeth'in içindeki hallerini diyorum), oyunun ruhuna doğru düzgün oturtamadığım 3 cadı, bu oyunda bana keyif verdi (yani tabi hala olmalarını hayal ettiğim gibi bir sahne oluşturmadılar ama artık önümüzdeki uyarlamalara bakacağız).
Oyunla ilgili tek sinirimi bozan şey de aslında oyunun kendisiyle ilgili değil. Tiyatroya öksürmek ve diğer sesleri çıkarmak için gelenlerle ilgili. Böylesi bir oyunda kendimizi tam sahneye dalmış, oyunun içine tüylerimiz diken diken kendimizi kaybetmiş halde girerken durmadan, azimle öksüren ve bizi içine daldığımız o harikalar diyarından adeta halatlarla çekip alanlar. Bakın küfretmemek, ağzınızı yüzünüzü dağıtmamak için kendimi zor tutuyorum. Hasta olabilirsiniz ama o zaman gelmeyin arkadaşım oyuna. Gelip de benim tüm tiyatro zevkimin içine etmeye hakkınız yok. Hem kendiniz izleyemiyorsunuz hem de bize izletmiyorsunuz. O kadar ki çoğu zaman sahneyi duyamadım öksürük sesinden. Hayır hadi ilk perdede azimle oturdunuz, ikinci perde başlamadan çekin gidin. Neden insanlar bu kadar salak, saçma sapan, bencil, düşüncesiz? Neden beyniniz iki satır çalışmıyor? Bakın gene sinirden köpürdüm hatırladıkça. Ulan var ya. Leto'nun tanrı imparator olarak insanlara o şekilde hükmetmesini çok iyi anlıyorum vallahi. Palpatine'i de hatta Voldemort'u bile anlayabiliyorum. Hak veriyorum. İnsanlara katlanmak zorunda kaldıkça, yeminle hak veriyorum.
Neyse, İkinci Katil şahane bir oyun. Şansınız olursa gidin, yaşayın.

9 Ekim 2018 Salı

"So Long, Lonesome"

Çok tuhaf. Buraya yazmak için bile açmamıştım halbuki bilgisayarı. Kızlara mesaj yazmak için açmıştım; bir de Y'ye diyecektim, o söylenecek şeyler bulur çünkü ben böyle saçmalamaya başladığımda. Ama sonra bir anda kendimi mesaj yazarken değil de buraya yazarken buldum. Çok tuhaf bir ruh hali içindeyim. Böyle hem çok mutlu oldum gördüğüme. Normalde beni mutlu eden bir enerjisi var çünkü, vardı yani. Eskiden böyle yüzüme kocaman bir sırıtış oturtan bir hale gelirdim onu görünce, ikimiz de hayatımızın çok saçma bir zamanında tanışmış olmamıza rağmen. Ama bu akşam bunun yanında tuhaf bir hüzün oturdu içime. Değişik bir mutsuzluk. Mutsuzluk da doğru kelime mi bilmiyorum. İfade edemiyorum. Böyle o kocaman enerjiyle dolduran, gördükten sonra tüm şehri bir uçtan diğer uca koşma isteği uyandıran, o sırıtışı getiren yüzüme,...o his varla yok arası, var mıydı yok muydu...Onun yerine bu değişik hüzün. Bu anlam veremediğim şey var. Bu kendime döndüren, içime oturan, bu değişik şey var. Neden böyle oldu ki şimdi? İnsan kendine hayal kurmayı da yasaklayabilir mi farkında olmadan? Tam böyle elin kapıya giderken, diğer elinle o eli durdurur musun? Ve bunu artık, sırf her seferinde o kapının ardında hayal ettiğin şeyin olmadığını gördüğün için çok korkmuş, çok bıkmış, çok üzülmüş, için çok ama çok acımış olduğu için refleks haline getirmişsen...Ben çok yoruldum. Böyle olmaktan çok yoruldum.
Bazı şarkılar da çok acımasız.

2 Ekim 2018 Salı

Oliver Bowden'dan bir kitap olarak Assasin's Creed-->Suikastçının İnancı: Rönesans

1476 yılında Floransa kentindeyiz. Ezio Auditore henüz 20 yaşında bile olmayan bir delikanlı ve tek derdi sokaklarda avarelik edip, çatılardan bacalardan tırmanıp atlamak, kendi gibi arkadaşlarıyla kentin sokaklarını arşınlamak, eh ara sıra da Pazzi ailesinin oğluyla ve adamlarıyla dalaşmak. Ailesi Floransa'nın ünlü bankacı ailelerinden, bu yüzden Rönesans'ın bu ilk çağında - altın çağında Floransa parıl parıl parlarken arka planda tüm güçlü aileler İtalyan kentleri arasında entrika dolu güç mücadelelerine girişmişken Ezio hiçbir şeyden habersiz macera peşinde koşuyor. Ama günün birinde bildiği haliyle dünya başına yıkılıyor ve kendini bundan sonraki hayatında ailesinin intikamını almakla başlayıp, çok daha kadim bir inanışın, "amentünün" peşinde 15.yy.'ın İtalyan kent devletlerinin arasında sürüklenirken buluyor.
bu kitabın yazarı
artık Anton Gill mi diyeyim
Oliver Bowden mı bilemedim
Assasin's Creed - çoğunuzun da bildiği üzere - bir oyun aslında. İlk kez 2007 yılında piyasaya sürülmüş, bu zamana kadar I, II, Brotherhood, Revelations, III, Liberation, IV-Black Flag, Rogue, Unity, Syndicate, Origins, Odyssey olarak bir dolu versiyonu çıkmış (böyle versiyonu mu denir bilemedim çok emin değilim çünkü aşırı uzağım bu oyun olayına). Oyunların hikayesinin romanlaştırılmaya başlanması ise 2009'da gerçekleşmiş. Oliver Bowden ilk kitap Rönesans'ı yazmış ki bu ilk kitap aslında oyunun ikinci versiyonunun hikayesini barındırıyor. Bu ilk kitabın ardından (Epsilon Yayınevi'nin çevirip bastığı isimleriyle) Yoldaşlık, Gizli Sefer, Sırlar, Sahipsiz ve Cehennem geliyor. Bizde çevrilmeyen 3 kitap daha var, Epsilon'a sormak lazım bu kitaplar için tarihleri var mı. (http://www.epsilonyayinevi.com/kisi/oliver-bowden.html) Oliver Bowden bu arada, bir takma ad. Bir Rönesans tarihçisi ve aynı zamanda yazar da olan Anton Gill Rönesans'ı ve Yoldaşlık'ı yazdıktan sonra hadi bana eyvallah demiş ve geriye kalan kitapları yine aynı takma ad altında yazar Andrew Holmes yazmış. Eveeet, yeteri kadar yazılı kronolojik ve yazılı bilgiyle içinizi baydıktan sonra artık rahat rahat çemkirmeme geçebilirim. Haa ama önce bir ağlayıp, sızlayayım.
Bakın Assassin's Creed oyunlarını duyduğumdan-gördüğümden beri çok aşırı büyük bir hevesle ahh keşke ben de oynayabilsem diye iç geçiriyorum ben. Çünkü şu hayatta bana zevk veren bir avuç şeyin neredeyse hepsini barındırıyor hikayesi. Tarih, gizli tarikatlar, tarihin içinde dönen entrikalar, macera, aksiyon, geçmişe yolculuk, tarihin içinde gizlerin bulmacaların peşinden koşmak,...anladınız işte. Bu yüzden kitaplarının olduğunu gördüğümde hepten yerimde duramaz oldum. Oyun oynayamayacağımı bildiğimden hiç yeltenmemiştim ama tam da istediğim gibi o hikayelerinin içine atabilirdim kendimi kitaplarıyla. Ama kitapların peşine ilk düştüğümde nedense içimden bir ses geri dur dedi, biraz dur, biraz bekle bakalım. İnsan bazen hislerine güvenmeli (hatta her zaman o sesi dinleyin, kafanızın içindeki mantık çarklarını sallayın gitsin, ben ne çektiysem onlardan çektim). Bu yüzden uzun bir süredir kitapçıda dolaşırken en azından bir kere elime alıp, geri bırakıyordum. Sonunda geçenlerde, eylülün ortasında, canım fena halde İtalya çekmişken dayanamadım, vakti geldi dedim. Serinin ilk kitabı Rönesans, içinde benim gibi bir kafa için çılgınca şeyler barındırıyor, öyle böyle değil okurken rastladığım yerlere, insanlara, olaylara çığlık atarak, etrafta koşturarak, çok sevdiğim ve ayrı kalmak zorunda olduğum dostlarıma kavuşmuşçasına sevinmemek için zor tuttum. Floransa'da karşıladı bir kere kitap beni. Adım adım arşınladığım, hala gözlerimi kapatsam yönümü kaybetmeden yürüyebileceğim sokaklarda dolaştırdı, piazzalarda koşturdu. Ezio'nun geçtiği her yolda, üstünden atladığı her çatıda içimden ince bir ahh koyverdim. Yetinmedi hikaye San Gimignano'ya, Forli'ye, hala düşündükçe kendimi ıslak hissettiren Venedik'e sürüklendi. Tarihin içinde kovaladığım birçok karakter dolandı hikayeye; Leonardo (Da Vinci), Caterina Sforza (ama o ne kadındır öyle google aratın muhakkak duymadıysanız), Muhteşem Lorenzo (Medici), Machiavelli, Girolamo Riario, Mediciler Borgialar Orsiler Pazziler...Ahh tabi elbette sadece bunlardan ibaret değildi hikaye. Assassin'ler vardı, tarikat vardı, Tapınak Şövalyeleri vardı, şifreli antik parşömenler, gizli hazineler ve komplolar vardı. Yani başına geçip, iştahla yiyebileceğim o her zaman aradığım şahane yemek için tüm malzemeler vardı.
Ama hepsi bir araya gelince ortaya çıkan yemek hiç de hayalini kurduğum ya da olması gereken şey değildi. Bir şeyler fena halde yanlıştı. Aşırı sevdiğim şeyler oluyordu ama kitabı okumak için kendimi çok zorluyordum. Normalde pek merak ettiğiniz olaylar ve karakterlerle karşılaştığınızda sayfaları nasıl çevirdiğinizi bilemezsiniz değil mi? İşte ben de bu yüzden çok şaşırdım. Her okuduğum sayfa ile birlikte neden böyle oluyor diye kafam karıştı. Halbuki cevap gün gibi ortadaydı. Bu kötü yazılmış bir kitaptı. Anton Gill amcanın belli ki oyunun başında geçirdiği saatler kalemine tıpkı bir oyun gibi yansımış. Kitap okumuyor da ekrandaki oyunu takip ediyorsunuz sanki. Roman yazmak böyle bir şey olmamalı. O zaman Markus Zusak'in, Alessandro Baricco'nun, Tolkien'in, Umberto Eco'nun, Amin Maalouf'un yazdıklarına ne diyeceğiz? Hayır tamam bu saydığım isimler gibi şeyler de beklemiyorum, elime aldığım sayfaların bir bilgisayar oyunundan ortaya çıktığının farkındayım. Ama sonuçta roman bu, kitap. Daha fazlası, bir oyundan az biraz daha fazlası olması gerek. Yazan kişinin bunu sağlaması gerek. Bu adamın diğer kitapları da mı böyle acaba? Yoksa oyuna özgü bir şey mi bu yeteneksizliği bilemedim. Üçüncü kitaptan itibaren başkası yazmış ya, belki o kitaplar gerçekten "kitap"tır hı, ne dersiniz hiç şans yok mu?
Filmde de böyle olmuştu. Burada da yazmıştım hatta. Ne büyük beklentilerle izlemiştim, hatta filmin içinde ilerlerken daha da beklentiyle dolmuştum ama o da bir türlü olamamıştı. Dünyadan çok mu şey bekliyorum?

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...