2 Kasım 2016 Çarşamba

Diocletian Hamamı, Palazzo Altemps ve Crypta Balbi

Sözümü tutuyorum ve her akşam nihayet yatağa oturup, bilgisayarı kucağıma alabildiğimde tüm gün ne yaptığımı anlatıyorum şimdi. Bugün günlerden sonra nihayet birazcık olsun işler yolunda gibi hissedebildim. Bir plan yaptım ve onu sonuna kadar uyguladım bugün.
Diocletian hamamının planı, wikipediadan.
Bir önceki yazıda bahsettiğim müze biletinin tüm etinden suyundan faydalanabilmek için çıktık bugün, o bilette yazan diğer 3 müzeye de gittik. Azimle. Hem de dışarıda yemek parası vermeden. Tamam bir ufak birşey yedik ama o da başka bir güzellik. İlk önce evden Termini'ye geldik (her zamanki gibi, mecburen). Orada Termini'nin hemen yanıbaşında bir dolu kafe-restaurant-yemekçi falan gibi yerler var. Çoğunlukla da göçmenlere ait. "Halal food"lar havada uçuşuyor yani. Neyse, önceki gün bir tanesinden dilim pizza alırken, börek gibi birşeyler dikkatimi çekmişti ve tabi (her hobbit gibi) obur bir hobbit olduğumdan o börek gibi şeylerden de istedim. Bir çeşidi normal böyle "roll" şeklinde, içinde sebzeler varmış. Bir çeşidi üçgen şeklinde, içinde kıyma var. Diğeri de böyle bohça gibi, içinde patates var. O gün kıymalı olandan bir tane alıp bölüşmüştük arkadaşımla. Nasıl olsa kocaman iki dilim pizza aldık, tadına bakmış olalım diye. Ama ne yalan söyleyeyim tadı damağıma yapışmıştı, yedikten sonra böreği düşünmediğim bir anım bile olmadı o derece (Burada gerçekten açlık çekiyorum sevgili kayıp çocuklar, abartmıyorum. Ben normalde böyle aksırana tıksırana, balon gibi şişip kusacak seviyeye gelene kadar yerim. Dolu dolu yerim. Döne döne yerim. Ama burada para kısıtlı olduğundan, hiçbir türlü o kadar bir şeyler alıp yiyemiyorum. Evdeki makarna bile bitecek diye korka korka yiyorum.). Bu yüzden bugün oradan geçerken dedim alalım birer tane, ağzımızı azıcık doldura doldura yiyelim. Ben yine o kıymalı üçgenden aldım, oda arkadaşım da patatesli bohçamsı olandan aldı. Alırken orada çalışan adamla muhabbet ettik baya. Bangladeşliymiş (Roma'daki diğer tüm göçmenler gibi). Bizim Türkiye'den olduğumuzu öğrenince, Ankara'ya gelip, okumuş mu çalışmış mı bir arkadaşının face hesabını açtı gösterdi, ondan bahsetti. O eleman da görseniz face'ini, maşallah yani gitmediği ülke okul staj iş burs kalmamış. Oku oku bitmiyordu hakkında kısmı. Öyle böreklerimiz ısınırken üç beş konuştuk. Bilmem, böyle yüzünde iyi insan ifadesi vardı. Bir de üstüne böreklerin parasını öderken elimde 2 euro vardı, direkt onu uzattım 3 euro tutuyormuş, biz 1 euro daha çıkarırken yok yok bu kadar yeterli diye bir de 1 euro almadı bizden.
Diocletian hamamının oralar, ArcheoRoma'dan.
Ardından, ilk durağımız Terme di Diocleziano'ydu. Diocletian hamamı yani. Diocletian 284'ten 305' roma imparatoru olmuş bir arkadaşımız. Hamam kalıntılarının bir kısmına, frigidarium'unun (soğuk sulu oda yani) içine esasen Santa Maria degli Angeli e dei Martiri (Melekler Azizesi Mary ve Şehitler Bazilikası diye çevirdim ben) inşa edilmiş durumda. Bu bazilikayı haftalar önce gezmiştik, inanılmaz birşey. Michelangelo'nun sihrinin değdiği plan diğer gördüklerimden hiçbirine benzemiyor. Bir yunan haçı şeklinde yazıyordu ama azcık araştırmam lazım anlamak için. Neyse Piazza della Repubblica'nın karşısındaki bu alanda hem bazilika, hem hamam hem de içi dopdolu bir müze var. Ha bir de San Bernardino alla Terme kilisesi var ama onun içini tam hatırlayamıyorum. Müzesinin içinde epigrafi kısmı (muhteşem), protohistorya kısmı (bir mezopotamya ya da anadolu kadar değil elbette, geç bronza dair üç beş birşey) ve mezarlardan çıkan eserler kısımları var. Ayrıca yine heykeller, heykeller...Orta bahçesinde ne güzellikler...Ama sanırım oraya Carthusian manastırı mı deniyordu öyle birşey. Neyse işte, Diocletian hamamın yerleşkesindeki müze bildiğiniz olağanüstüydü.
Oradan çıkıp koşturarak kendimizi otobüse attık ve dosdoğru Palazzo Altemps'e gittik. Var ya...Böyle birşey yok. Buradaki eserler tamam da, yapının kendisi bir üff, bir vaaay, bir delilik. Bu palazzoya öldüm ben. İçi, duvarları, odaları, kapıları, KAPILARI, PENCERELERİ, inanılmaz güzellikte. İçerinin bu muhteşem güzelliğinde bir de 16.-17.yy.daki asil-varlıklı ailelerin eski yunan ve roma heykelleri koleksiyonu var tabi. Altemps koleksiyonu, Boncompagni Ludovisi koleksiyonu, Mattei koleksiyonu, Drago koleksiyonu ve mısır koleksiyonu var. Bu palazzonun olduğu yerde esasında daha öncesinde bir roma dönemi evi varmış, onun üstüne rönesans dönemi yapısı gelmiş. Buranın içinde resmen kaybolduk desem yeridir. Odalar çok karmaşık, koleksiyonlar çok karmaşık, bir de üstüne italyanların hiçbir yere hiçbir türlü tabela yazı koymayalım kafası gelince...Saatlerce döndük durduk heykellerin arasında.
Ve hava kararmaya yakın, koştur koştur Crypta Balbi'ye ulaştık. Plandaki ve elimizdeki biletle girebileceğimiz son müze. Burası roma döneminde şehrin bir kısmını oluşturan bir yer, içerdiği devasa portikodan dolayı da ismi crypta balbi. Tiyatro yapısının sahne kısmının arkasına yaslanan portiko olunca böyle deniyormuş valla içeride öyle yazıyordu. Burası diğerlerin göre müze anlamında daha sönük ama daha  maceralı. Çünkü antik döneme ve ortaçağa ait yapıların içinde küf ve nem kokuları içinde dolaşabiliyorsunuz. Bir de bizim gibi akşamın bir vakti, kimseler yokken dalarsanız, tekinsiz sessizlik ve binyılların ruhu içinde çok daha maceralı olabiliyor. Klostrofobikseniz ama uzak durun, böyle ortaçağ kalesinin zindanları içinde gün ışığı görmeden dolaşmak gibi oluyor, uyarayım. Buranın müze kısmındaki eserler daha geç dönemden, ortaçağa uzanıyor.
Dönüşte otobüste gündüz börek aldığımız Bangladeşli adama rastladık bir de. Selamlaştık önce, sonra arkaya geçmeden önce iki dakika durup bir şaşırdı, nereye otelinize mi dedi. Biz burada yaşıyoruz, öğrenciyiz dedik. Sen bizi doyurdun bugün, allah da seni aç bırakmasın dedim içimden.
Yarın italyanca kursum var öğlende.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Vatikan'a girememek, beleşçi sığır avrupalılar, depremler ve yine de pek güzel antik dönem sanatı

Hep oturuyorum bilgisayarın başına (ya da alıyorum kucağıma) diyorum şimdi başlayayım anlatayım ne yapıyorum. Böyle her gece diyorum aslında bunu kendi kendime, hani geldiğimden beri her gece uyumadan önce yapsaymışım süper olurmuş. Ama işte.
Bugün Halloween burada. Her yer tatil, okul yok ders yok. Dışarıda güneş güzel, hava da ılık. Balkon kapısı açık, yeni yıkanmış çamaşırlar balkonda asılı. Haa hava güzel ama ben buz gibiyim yine o ayrı. Sıcak su torbasıyla oturuyorum. Bir türlü ısınamıyorum, evet burada da. Kendime yaşamak için yılın 12 ayında da 40 derece olan bir yer bulmam gerek ama şimdiye kadar başarılı olmuş değilim.
Dün ayın son pazarı olduğundan Vatikan'a giriş bedavaydı. Aylar öncesinden planlamıştım, dün erkenden gidip Vatikan'ı gezecektim. Sistine Şapeli'nde ağzım beş karış açık kalakalacaktım. Ama dün yine - tüm hayatım boyu olduğu gibi - üstümde o kara bulut+her işimin ters gitmesi - saçmalığı vardı. Sabahın yedisinde kalkıp yollara düşmek zerre fayda getirmedi Vatikan'a girebilmek için. Kilometrelerce sıra vardı (abartmıyorum). Tüm dünya orada bekliyordu. Bir de insan gibi beklemiyorlar. Sanki koyunlar, sığırlar, boğalar ve ayılardan oluşan bir sürüyü kilometreler boyunca 5 kişinin sığabileceği genişlikte bir kaldırımda gütmeye çalıştığınızı hayal edin. Herkes birbirini itiyor, eziyor. Herkes birbirine yapışmış durumda (abartmıyorum), metrobüs mantığıyla sabahın köründen 12:15'e kadar 72 milletten insanlar itişip kakıştıktan sonra hala daha girişe yüzlerce metre vardı. Pes ettim. Zaten önden çıkıp, gidenler olmaya başlayınca yoldan yanımızdan yürüyenler de çıkın çıkın bitti diye sıradakilere işaret vermeye çalışıyordu. Sonunda o kadar eziyeti çekip, Vatikan'a girememiş oldum.
Oradan yürüyerek Piazza del Popola'ya kadar geldik. Bu arada günlerdir buz gibi olan ve dışarıda işimiz olduğu için donmama sebep olan hava dün inadına güzeldi. Niye, çünkü ben üstüme aşırı kalın giymiştim. Öldüm yürürken yeminle. Neyse dedim, belki bugün birkaç güzel birşey olabilir. Yine de. Popola'da meydanın iki ucundaki iki bazilikaya da daha önce açık vaktini bulup, girememiştik. Hep akşam geç saatlere denk geliyordu. Bu sefer önce "Basilica Parrocchiale Santa Maria del Popolo"yu denedik, kapısında içerden bir amca çıkıp, ayin var sonra gelin dedi. Yine de yılmadık, diğerine "Santa Maria in Montesanto"ya girebiliriz belki dedik. (Bu arada Popola'ya yürürken Vatikan tarafında da bir kiliseye girmiştik ama ayinin ortasına düştüğümüz için kilisenin içini gezemedik.) Orada da aynı şey, bir teyze çıkıp kapıdan maalesef canlarım ziyaret saati değil diye nazikçe kovaladı. Valla orada, kilisenin yanıbaşındaki merdivenlere çöküp kaldık bir yarım saat.
O mutlulukla, aç susuz tuvaleti gelmiş bir şekilde, her zamanki ucuz makarnacımıza gittik. Orada da çılgınca bir sıra vardı, normalde her gidişimizde bomboş olur. Tam sıra bekliyoruz ama neyseki gnocchi varmış oo yaşasın derken kasaya yanaştık, önümüzde bir kişi var, gnocchi bitti demesinler mi? Anlaşıldı dedim, bugün tek bir mutluluk zerresi yaşamama izin olmayan o günlerden biri (milyonlarcasından biri). Evet böyle bir durumda ben de okusam, başka biri yazmış olsa, derim ki gerizekalı ukala, o makarnayı alacak paran varmış, karnını doyurabiliyorsun bu neyin çemkirmesi. Ama bunu diyeceğimi biliyor olmam kendimi daha da kötü hissettiriyor, çünkü bu durumda bu sefer de kendime gerizekalı gerizekalı demeye başlamış oluyorum.
Sonra makarnaları yiyecek yer bulamadık bir de. Her zamanki yerimizde iğne atılsa havaya, atmosferde parçalanıp yine de geri gelmezdi o iğne. O yüzden Via di San Sebastianello'dan devam edip Fontana del Bottino'nun önündeki merdivenlere çökmek zorunda kaldık ki Piazza della Trinita dei Monti'ye devam eden merdivenler Roma'daki hemen hemen her yer gibi sidik kokuyor ve pis. Ayrıca pek tekinsiz tipler var. Neyse, rahatsız bir şekilde makarna yedikten sonra McDonalds'yı tuvalet olarak kullanma zamanımızdı, ama ömrümde öyle bir kalabalık, öyle bir insan akışı, öyle bir mcdonalds görmedim ben. Dışarıdayken zaten iki üç yer var burada tuvaletini bedava kullanabildiğimiz, burası o gün cehennem gibiydi.
Palazzo Massimo alla Terme
Ama gene de vazgeçmedim. Dedim bugün birşey yapmış olacağız. Böyle geçemez, Roma'dayız Merlin'in sarkık donları adına! Yürüdük. Palazzo Massimo alla Terme'deki müzeye girdik. Öğrenciyiz diye belki 3,50 euroya gireriz diye ummuştum ama görevli kadın yemedi. Hangi ülkeden geldiniz diye sordu. Öğrenciyiz dedim, Sapienza'nın kartını çıkardım. Israrla hangi ülkeden geldiniz dedi. Lanet olasıca Türkiye denen yerden dedim. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin öğrencilerine 3,50 bize 7 euro. Sanki zengin olan yer avrupa birliği değilmiş gibi. Ulan zaten para sizde, asıl dışarıdan gelenlere bedava falan yapmanız lazım ki yazık günah onlar da görebilsin. (Bu noktada her zamanki şahane salaklıklar listeme yeni madde eklediğimi belirtmek isterim. Bu müzeye girerken 7 euroya aldığımız biletin arkasında 3 gün için Crypto Balbi, Palazzo Altemps ve Terme di Diocleziano'da da geçerlidir yazıyormuş [Ulusal Roma Müzeleri 4lüsü], eve gelince fark ettim. Ama işin güzelliğine bakın, bileti pazar günü 3'te aldık, pazartesi bu müzeler kapalı. Salı da ancak üçe kadar bunların hepsine bu biletle girebiliyorum. Bileti almak için ne kadar da mantıklı bir gün seçmişiz değil mi?)
Palazzo Massimo 19.yy.a ait bir saray binası. Yani işte burada bu binaların hepsinin adı palazzo. Stili Neo-Rönesans'mış, yani Rönesans mimarisinde klasik dönem yunan-roma etkileri görüyorsunuz. İçeride girişin altıyla birlikte 4 kat var. Girişin altındaki katta sikkeler var. Giriş katta ve birinci katta heykeller, ikinci katta freskler ve mozaikler var. Eserlerin tarihi Geç Cumhuriyet döneminden-M.Ö.2.yy.'dan M.S. 5.yy.'a kadar uzanıyor. Müzenin içindekiler hakikaten iyiydi yalnız, düzenlemesi berbat olsa da. Daha önce kitaplarda, internette gördüğüm nerdeyse tüm klasik heykeller buradaydı. Yüksek rahip olarak Augustus, Ölen Niobe, disk fırlatan atlet, artemisler athenalar apollonlar dionysoslar...Hele bir Villa of Livia'nın bir bahçe mozaikleri var, ölürsünüz.
Livia'nın yani Augustus'un eşinin villasının bahçesi işte, acayip manyakça.
Haa dünden önceki günler...Cuma günü oda arkadaşımın cep telefonu çalındı trene binerken. Tam peş peşe trene binerken biz, bir adam benim önüme atladı. Bile bile, göre göre niye önüme atladı diye şaşırdım. Arkadaki de arkadaşımın arkasından eline yapışıp tuttu ki sabit kalsın diye. O arada cebinden telefonu aşırıvermiş. Biz trene bindik, bunlar geri indi. Tren hareket etti, camdan yürüdüklerini ve bize sırıtarak baktıklarını görüyordum. Sonrası zaten...Trenden hemen ilk durakta inip, adamları nafile yere aramamız. Sonra koşa koşa eve gelip, ev arkadaşımıza polisi ve ne yapabileceğimizi sormamız, bir yandan icloudla uğraşmamız. Sonra mahallede abartısız döne dolaşa polis merkezi aramamız. İlk gittiğimiz noktadaki polisin 1 km ötedeki merkeze gidin demesi. O merkezdeki polisin San Lorenzo'daki merkeze gitmeniz gerek demesi. Moralimiz sıfır olmuş halde geçirdiğimiz cuma gecesi. Cumartesi San Lorenzo'daki polis merkezindeki polisin öğle arası olduğu için hiç ilgilenmemesi. Sim kartı aldığımız Wind şubesindeki kadının codice fiscale kartı ısrarı. Ve abartısız olarak kimsenin bir telefon çalınmasını iplememesi. Hakikaten ya. Burada bu o kadar alelade bir şey ki. Aklım dimağım almadı. Şoka girdim. Herkes ee yani modunda. Ne olmuş çalındıysa. Şaka gibi ya. E haklılar ama. Herkesin en az bir kere çalınmış. Okulda, partide..Çantadan cepten...
Hermaphrodite heykeli
Ha bir de çılgınlar gibi deprem oluyor burada. Son bir haftadır sallanıp duruyoruz. Yani hissedilen cinsten sallanıyoruz. Richter ölçeği değil. Hele dün sabah, resmen gittik geldik. Türkiye'de pek çok depremi yaşamıştım tamam (17 ağustosta Karadeniz'deydim o yüzden onu fiziken hissetmedim o konuda bir şey diyemem) ama hiç böyle sallanmamıştım. Korktum diyeceğim ama öyle de değil. Bir tuhaf bir histi. Sakin oluyorum ben böyle anlarda. Bir algılamaya çalışıyorum ne oluyor. Yok hayır donup kalma, şaşırma, şok olma şeklinde değil. Sanki uzay-zamanı büküyor beynim, maddenin içinde bakınıyor oluyorum. Ev arkadaşlarım panik içinde kapıya koştu mesela, kolumdan beni de sürükleyerek. Tamam da 6.kattayız, asansörün önüne çıkmamızın ne anlamı var. Gerçi bir şey diyemem, o anda kim bilir nasıl korktu. Bunu mu düşünecek.
kaynak: Il Mio Giro D'Italia
Son birkaç gün böyle şeyler yaşadığım için yine bunalımın dibindeydim tabi. Ama ondan hemen öncesindeki günlerde de zaten kötüydüm. Çok daha saçma bir şey görüp, yine saçmalamıştım kendimce. Bilmiyorum, hala saçmalıyorum o konu üstünde ama, bunu biliyor olmam kendime engel olabildiğim anlamına gelmiyor. Keşke internet olmasaydı evet, facebook, instagram ve diğerleri. Evet hatta bu yazdıklarımı da gene sene 99'daki gibi eski tarihli bir ajandaya tükenmez kalemle yazıyor olsaydım.
Her neyse, bugün burada Halloween. Her bir köşede parti var. Tıpkı her bir köşede bir evsizin paçavralar içinde, arkasını dönüp uyuduğu gibi. Çöple dolu, sidik kokulu Roma'dan bugünlük böyle bildiyorum sevgili kayıp çocuklar. Tam cadılar bayramı partisine gideyim havamdayım, o kadarki ocakta patates, ıspanak, bardağımda yarısı kalmış soğuk kahve (allahını seven üstüme bir demlik atsın çay demleyebileyim). 

25 Ekim 2016 Salı

Gilmore Girls: A Year in The Life



Tamam artık ağlıyorum..
"But it's the whole wall"
"I thought I knew exactly what I wanted where i was going but i don't know, things seem hazier"
"I'm feeling very lost these days I have no job I have no credit"

pazartesi gecesi yorgunluğunda akla gelenler gitmeyenler dönüp dolaşıp duranlar



"If you're so funny, then why are you on your own tonight?"
"And if you're so clever then why are you on your own tonight?"
"And if you're so very entertaining then why are you on your own tonight?"
"And if you're so very good looking, then why do you sleep alone tonight?"

20 Ekim 2016 Perşembe

nasıl fotoğraf ama

Az önce denk geldim de. Çok bir böyle, bir böyle, şey geldi fotoğraf, cümle de kuramadım, güzel diyeceğim ama tam öyle de değil, yani güzel de, sadece güzel değil. Neyse işte, göstermek istedim.
kaynak: Hürriyet

Ama delice değil mi?

19 Ekim 2016 Çarşamba

Klasikleri kısaca böyle ifade edebiliriz tabi

Kaynak: http://shareably.net/comical-summaries-of-classic-novels/
Kaynak: http://shareably.net/comical-summaries-of-classic-novels/
Böyle bir şeye rastladım, rastlamışım yani, kaydetmişim bir köşeye bakayım sonra diye, şimdi gördüm. Bu günlerde orada olanlara da uygun düştü hem kıyısından köşesinden :) O değil de yorumlardaki muhabbet daha çok öldürdü beni:



17 Ekim 2016 Pazartesi

Roma'da yemek, içmek ve fakirlikten paçavra muamelesi görmek

Öncelikle sanırım boğaz derdimden başlayacağım anlatmaya. Yani nerede ne yedim, ne içtim, nerede ne-ne kadar vs. Sonraki aşamada da uzun uzun şu bazilikada şu tablo vardı, bu çeşmeyi şu yaptım bunu anlatıyormuş diye kafanızın içine etmeye başlarım, endişelenmeyin. Şöyle tek bir yazıda şimdiye kadarki restaurant-kafe-bar-kulüp tecrübelerimi güzelce bir harmanlayayım bakalım.

İlk hatırladığım kısa süre önce gittiklerim. Geçen gün bir diğer Yunan mutfağı yerini denemeye gittik mesela. İsmi Kalapa. Özelliği kumpir. Evet bildiğimiz kumpir ama ne yazık ki hiç de öyle bizim yaptıklarımızı gibi değil. Patatesi fırınlamışlar tamam, içini de açıp ezmişler o da tamam. Ama ne tereyağı ne kaşar hak getire. Zaten burda normal bir kaşar peyniri bulamadım ben, onlar nereden bulup da koyacak. Bir de çeşidini seçiyorsunuz, bizde tamam daha az çeşit var ama bunun bir sebebi var. Burda 30 çeşit kumpir yazmışlar menüye. Bir patatese bir iki malzeme koy, bir çeşit oluyor sonuçta. O mantıkla bir dolu kumpir ismi yazmışlar. Ben ton balıklı, pesto soslu, domatesli bir tanesini yedim, adını bilemedim şimdi. Azcık bir patates içi, daha fazla ton balığı, fazlaca pesto ve en üstünde de yüzlerce domates dilimi. 5-6 euro arası birşey veriyorsunuz buna. Bir arkadaşım Okeanos'tan yedi, ondan biraz daha malzeme var gibiydi, mısır, roka, zeytin, ton balığı, domates şeklinde. Diğer arkadaşım da buranın pita souvlakisini deneyeyim dedi, güzelmiş (Elleniko'nunki kadar değil kanımca). Kalapa'nın yemeklerini pek beğenmemiş olduk böylece ama gene de arada denenebilir belki. Ara bir sokakta, böyle daha bir öğrenci yeri havasında. Hemen karşısında taco'cu var mesela. Masası yok da böyle cam ve duvar diplerine diziliyorsunuz bar taburesi ve masamsı sıralara. Ama hakkını yemeyeyim, buradaki çalışanlar da çok iyi davrandılar, sevecen ve samimiydiler. (Bu neden bu kadar dikkatimi çekiyor, belirtme gereği hissediyorum, anlayacaksınız. Çünkü Roma'da hizmet sektöründe bu gerçekten büyük bir deneyim oldu benim için.) (Zomato'da Kalapa)

Bir diğer yer Avalon. Evet, aynen, A-V-A-L-O-N! Haritada tesadüfen adını görünce ulaaaan diye hönkürdüğüm yer. Hele açıp da web sitesine (burdan), mekanın içinin resimlerine, menüsündeki isimlere falan bakınca artık tamamen odanın içinde parendeler atıyordum. E haliyle gittik, bir akşam vakti. Biz 8 gibi gitmiştik, bir saat sonrasında dolmaya başladı. Girişinde bir şövalye zırhının karşıladığı mekana girdiğimizde sıcakkanlı, kocaman bir amca ilgilendi bizimle. Mekanın sahibi-çalışanı gibi birşey işte. Diğer çalışanlar da bu amca da hep Orta Çağ'a özgü kıyafetler giymişti (hani bu zırhın altına giydikleri kumaş var ya böyle kafadan geçiriyorlar hah o işte). Masalar çeşitli, biz tabiki yuvarlak masaya oturduk (ehi ehi). İçerisi bir Orta Çağ kalesi havasında, hele girişteki bölümdeki camekan içindeki kılıçlara çok içim gitti be. Öncesinde Kalapa'da karnımızı doyurduğumuz için burada bir şey yemedik, sadece içtik ama zaten internette de bol bol yemeklerinin kötülüğünden dem vurmuşlardı. Gerçi o akşam gelenlerin hemen hemen hepsi çılgınlar gibi yemek yiyordu ama kısmet, bakalım bir dahaki sefere. Arkadaşım biri "La Lanterna Magica" aldı (bira bardağı içinde ufak bir bardakta ters çevrilmiş campari, birayı içtikçe bardak devriliyor, campari azar azar biraya karışıyor). Diğer arkadaşım "Brindisi del Re" aldı sanırım ama emin değilim, ince bir bardaktı şaraptı. Ben de "Viking Horn" aldım. O kadar gitmişken en ilginç neyse onu denemek istedim. Amcanın dediğine göre gerçek bir viking boynuzu içinde biraymış. Light bira ile Avalon karışımı. Boynuz da kocaman bu arada, ejderha biçimli bir ayaklıkta getiriyorlar. Görüntü olarak insanı mutlu ediyor, yani benim gibi kafası yüz milyon bulutun üstünde gezinen bir hayalci için çok mutlu ediciydi. Ama o boynuzun içi sidik kokmayaydı iyiydi. Burnunuzu kapayıp içmeniz gerekiyor. (ve evet biliyorum viking miğferlerinde boynuz yoktu, vikingler boynuzlar her şeyi biliyorum, i know everything jon snow). Fiyatlar baya var bu arada, yani burdaki öğrenciler için uygun, bizim için biraz şey. Ama o kadar da şey değil. Ha bir de ortaya bir nachos tabağı aldık, ilk içkiler bitince de tekila tuz limon yaptık birer tane. Shot pahalı diğer yerlere göre, 3 buçuk euro. Turistik yerlerde falan dolaşırken her barın önünde shot 1-2 euro yazısını görebilirsiniz sonuçta, o sebeple. (Zomato'da Avalon Pub)
Campo de Fiori'de meydandaki bir ufak bara oturmuştuk bir gece de ama adını bir türlü hatırlayamadım. Fiyatları kokteyller için 8 euroydu. Önünde 3-5 tane uzun masa ve tabureler vardı, içerde oturacak yeri yoktu. Çalışanları gene pek sevimliydi ama yan masadaki iki sarhoş italyan kız bizi deli ettiği için burada öyle çok oturamamıştık. Gene de duvardaki büyük ekrandan canlı maç izleyebilmek güzeldi.
Piazza Navona'ya çıkan ara sokakta ise Pub Cuccagna'ya gittik bir sefer, ESN'nin kokteyl gecesi için. (http://www.cuccagnapub.it/) Kokteylleri iyiydi, fiyatları da uygun gibiydi. İçeride oturacak masa var ama ufak. Dışarıda yemek yenecek masalar var. Çalışan amcalar o kalabalıkta biraz fıttırabiliyor haliyle tabi. Ha bir de buranın olayı içkini eline alıp, barın önünde sokakta dikileceksin, o yani.
karşınızda Il Fornaio
Campo de Fiori'den Piazza Navona'ya doğru giderken bir uğradığımız yol üstü yeri Il Fornaio'ydu. Burası pastane-fırın gibi birşey. Vitrinleri çılgınca hunharca pasta-kurabiye-çörek-börek dolu. Kahvenizi veriyorlar. Pek sevimli bir amca tatlıları paketliyor, kasada da şaşkın amca var. Kahve ve kek aldım buradan ama hani öyle çok ucuz şeyler beklemeyin, benim pastane görünce üstüne atlama hevesimden hep.
taşlar düşesice Tonnarello
Trastevere'ye geçtiğimizdeyse anlatacağım - ve çemkireceğim - yer Tonnarello. Buraya ilk oturduğumuzda hafta içi bir öğleden sonraydı.Dışarıdaki masalardan 3-5 tanesi doluydu turistlerle ve mekan bomboştu. Biz de 3 kişi 3 bira, bir pesto soslu makarna, bir de panna cotta almıştık. Tek bira isteyen arkadaşlarıma birer pizza dilimli, salatalı, cipsli tabak gelmişti biranın yanına ikram olarak. En sonunda da hesabı isteyince birer shot getirmişlerdi, hesapla birlikte de birer lolipop. Her masaya ayrı bir sevecenlik, türlü türlü ikramlar...Ortam nasıl mutlu, nasıl güzel anlatamam. O gün öyle bir kalktık ki oradan, lan diyoruz buraya her zaman geliriz, birer bira alır karnımızı doyururuz, zaten güzel de yer falan. Ama geçen akşam gene gittik ve resmen yüzümüze duvar geçirdiler. Bir kere bir cuma akşamı olduğu için ve hava şahane olduğu için tıklım tıkış, içeride bir köşede yer ancak bulduk. Herkes boğulurcasına yemek yiyor, garsonlar ellerinde tabaklar masalara zor yetişiyor. Bize de girişte bir tanesi kaç kişisiniz dedi yer gösterecek, ikiyiz ama üçüncü gelecek dedik. Neyse geçtik yerimize, sipariş alıyorlar, ikimiz de birer bira söyledik, garson mal mal baktı suratımıza başka bir şey almayacak mısınız diye. Sonra da resmen menüleri suratımıza çarparak, hışımla döndü arkasını gitti. Biraları üstümüze attı getirince. Sonraki 15 dakika boyunca habire geçerken bize baktılar, yemek tabakları getirip sizin miydi aa değil miydi diye yanlışlık(!?) yaptılar. En sonunda da bize yer gösteren çalışan gelip diklendi, e bana 3 kişi olacağız dediniz ama hala 2 kişisiniz ben de size o yüzden 3 kişilik yer verdim hede hödö diye. Azarladı gitti. Nasıl ödedik çıktık, kendimizi oradan Santa Maria Bazilikası'nın önüne nasıl attık bilmiyorum. Bira şişelerimizi kapıp, fırladık resmen. Bu kadar zamandır neden Roma'da herkes sokaklarda içiyor dikilip de diye anlayamıyorduk, sorguluyorduk, anlamış olduk. Roma'da öğreneceğiz ilk kural (gerçi sanırım tüm dünyada böyledir herhalde) mekanlarda şöyle şişkince bir hesap getirecek kadar yemektir içkidir birşeyler istemediğiniz sürece paçavra muamelesi göreceğinizden oturamıyorsunuz. Paranız yoksa hiçbir yere girmeyin. Sokakta elinizde 2 euroluk içkiyle tüneyin. Bu cahil cühela, insanlıktan nasibini almamış canlıların o şekilde muamelesine maruz kalmamak için en iyisi. (http://tonnarello.it/)
sana hiç bu açıdan bakmamıştım Pepy's
Ki tıpatıp muameleleri Piazza Barberini'deki Pepy's'de ve Trevi'nin ara sokaklarından birindeki bir restaurantta da yaşadık. Pepy's ilk başta oldukça sevdiğimiz bir yer oldu, muameleye karşın. Çünkü pizzası cennet gibi. Ama orada da 5 kişi gittiğimiz bir gece hepimiz sadece birer içki aldığımızda gördüğümüz surat ifadelerine karşılık, bir daha gitmedik. Oysa bir önceki seferinde iki kişi nispeten yüklü bir hesaplık şeyler tükettiğimizde garsonun bizi bir kucaklayıp öpmediği kalmıştı. (http://www.pepysbar.it/)
Şimdilik hatırladıklarım böyle. Anlayacağınız hayat çok çok zalim be Neverlander dostlarım.

dal basso con disperazione

Balkonda oturdum şimdi. Bir sandalyede ben, diğer sandalyede ayakları, kucağımda bilgisayar, sol yanımda sehpa, sehpanın üstünde "Danish Cookies" kutusundan geriye kalan iki kurabiye Kellogs'un choco krave'sinden iki avuç, koca bir bardakta kahve. Tepemde bir güneş. Ama ne güneş. İki üç gündür hava nerdeyse geldiğimiz ilk günlerdeki gibi, güneşli, ılık. Ama bundan önceki bir hafta kabus gibiydi resmen. Aralıklı yağmur, buz gibi ayaz. Evin içi bu havada daha serin oluyor, hem de belki sonbaharın son güneşleridir bunlar diye çıktım balkona ama şimdi de kızartma olacağım. Karşıma, aşağıya, soldaki caddeye, caddenin ortasından geçen tren yoluna, sağa doğru giden sokağa, hemen çaprazdaki apartmanın uzun yan duvarı boyunca boyalı resme falan bakıyorum. Kendi kendime tekrar tekrar hatırlatıyorum, Roma'dayım, Roma'dayım. Başka bir şehirdeyim, başka bir ülkedeyim. Hatırlatmak zorunda kalıyorum çünkü algılayamıyorum. Geldiğimden beri sanki içinde olduğum durumu algılayamıyormuşum gibi geliyor. Böyle tam anlamıyla bir durup, durumu, ortamı, kendimi özümsemem gerekiyormuş gibi ve ben bir durup da bir türlü bunu yapamıyormuşum gibi. Ne bileyim belki herşey - ben de dahil - aynı olduğundandır. Ne bekliyordum bilmiyorum. Herhalde son 20 yıldır kurduğum başka bir ülkede yaşama hayallerim hakikaten çok farklı bir senaryoya, görüntüye sahipti ki şu an yaşadığım şeyi bu  hayallerle hiç bağdaştıramayan beynim, algım, bunu bir "şey" olarak görmüyor. Üstüne tabi bir de habire kafamda dönen endişeler...Ne olacağım? Hayatımı nasıl yoluna koyacağım? Tez hocam bir türlü cevap vermezken nasıl tez konusu belirleyip de yazacağım? Tezimi ne zamana bitirip de yüksek lisans diploması alabileceğim? Nasıl iş bulacağım? "Ne" olarak iş bulabilirim ki? Nerede iş bulabilirim ki? İş bulamazsam nasıl yaşamaya devam edebilirim? Geri döndüğümde 30 yaşında, işsiz, yüksek lisansında tıkanmış, beş parasız, hiçbir işe yaramayan bir insan olarak öylece kalakalacağım. Hayat hiç de filmlerdeki gibi değil. Kimse, siz dibe vurmuşken gelip, merak etme herşey yoluna girecek sadece kendine güven demiyor. Ya da tam bunun ardından mucize gerçekleşmiyor. Tam o anda büyük bir dergi ya da yayıncı ya da artık her neresiyse telefon edip, mail atıp gelin işe başlayın veya yazdıklarınızı çok beğendik bilmem ne bilmem ne demiyor. Cebinizdeki son parayla kahve almaya girdiğiniz kafede hayatınızın insanıyla tesadüfen karşılaşmıyorsunuz o en dip noktada. Ve o herşeyin bir anda döndüğü, düzelmeye başladığı günün sonunda, sıcacık bir barda en iyi dostlarınızla bir masanın etrafında şişelerinizi tokuşturup, hayata umutlu umutlu bakmıyorsunuz. Hiçbiri böyle olmuyor. Gerçek hayatta sadece sürünüyorsunuz. Zaten sıfırda başlıyorsunuz hayata, her geçen yılla birlikte birer altına düşmeye devam ediyorsunuz eksinin. Adım adım dibe çakıldığınızda da artık dipteki sürünmeniz başlıyor. Öylece dipte bir o yana bir bu yana sallanıyor, sürünüyor, sürtünme kuvvetinin sizi yavaş yavaş eritmesini izliyorsunuz.
Neyse ben en iyisi size Roma'yı anlatayım.

12 Ekim 2016 Çarşamba

Barns Courtney'den "Glitter & Gold"



Yuh, bu ne manyak güzel bir şarkıdır böyle!

Roma'da bir güzel Yunan mutfağı : Elleniko

Roma'ya geldiğimden beri - bugün itibariyle tamı tamına 38 gün oldu - çeşitli yemekleri, çeşitli yerlerde denedim. Marketten malzemeleri alıp evde makarna, pilav, brüksek lahanası, brokoli, karnabahar, ıspanak, balık, tavuk falan yapıyoruz zaten. İranlı ev arkadaşım da bir kez bir İran yemeği pişirip tabaklarımıza tıka basa doldurmak suretiyle ikram etti. Piazza Spagna'nın dibindeki Pastificio'dan bir dolu makarna alıp elime, Chanel mağazasına karşı çöküp de yediğim de oldu, Piazza Barberini'ye karşı Pepy's'ye oturup, Pina Colada ile Margherita pizza yediğim de. Sokak aralarında, yol üstünde karşınıza çıkıveren dilimlik pizza satan yerlerden elime pizza alıp yiyerek yürüdüm de, vahşi batı temalı restaurantta Arjantin'den getirilmiş sığırların etinden yapılmış hamburgeri, kızarmış patatesi löp diye mideye indirdiğim de (Tabi bir de hepsini şimdiye kadar cebimden yemiş olduğumu hatırlayınca herhalde tüm paramı yemeğe vermiş olduğumu fark ettim, çok sağol ab ofisi, avrupa birliği, çok teşekkür ederim şimdiye kadar hibemi hala yatırmadığınız için.). Ama hiçbiri, hiçbir ısırık, hiçbir lezzet, hiçbir mekan Elleniko'nun yaptığını yapamadı bana.
Evimde hissettim ya hayatımda ilk defa. Ev diyorum bakın ki bununla Türkiye'yi falan kastetmediğimi biliyorsunuz. O ufacık, mavi masalı, uzun tabureli, duvarlarında Knossos Sarayı'ndaki mozaiklerden parçalar olan, ara ara insanın içine işleyen yunan müziği melodileri kulağınıza çalınan mekanda oturduğum iki seferinde de kendimi mutlu, güvende, evimde hissettim. Saçma geliyor halbuki. Yani tamam Yunan yemekleri bizimkilere benziyor, tatlarımız hemen hemen aynı falan o teraneyi geçtim de, İzmir'de doğmuş bir Karadenizli olarak hayatımın üçte ikisini Ankara bozkırında geçirdim ben. Dibine kadar Anadolu kültürü içinde büyüdüm, o kültürde kendimi evimde hissetmem lazım değil mi? Hayır Ege mutfağı falan diye bir isteğim de olmamıştı bu yaşıma kadar. Yazları halamın sofraya getirdiği zeytinyağlıları ısıtsak mı acaba bunları diye bir mücadele edip yedim ben hep (soğuk olunca yemekmiş gibi gelmiyordu bana, evet 45 derece sıcaklıkta bile.). Ama tamam Elleniko'da da öyle Ege mutfağı yok da, diğer her şey, nasıl desem, muhteşem yahu.
Misal, ilk gidişimizde Pita con Souvlaki (pollo) yedik (pita ekmeğinin içinde tavuk parçaları, marul, domates, patates kızartması ve mükemmel lezzette yoğurtlu sos). İnanılmazdı. Anlatamıyorum bile. Mutluluktan ağlıyor insan. Ortamıza beşlik Dolmades aldık (bildiğimiz sarma yahu, ama yanında süzme yoğurtla). İkinci gidişimizde ben Mousaka'yı denedim (bir sıra patlıcan üzerine kıyma onun da üstünde beşamel sos, gayet güzel). Arkadaşım da Piatti di Souvlaki (pollo) denedi. Tavuk şiş tabağı yani. Fena görünmüyordu ama tavuk parçaları biraz sertti, zor çiğneniyordu. Elleniko'da 4 çeşit tatlıdan 3'ünü denedik şimdiye kadar. İlk seferinde Baklava ve Kadaifi yedik, baklava ve kadayıf yani. Ama ikisi de sırf vanilya yiyormuşuz hissi verdi. İkinci seferde Galaktoboureko denedik, o biraz daha iyiydi (bu da bence bizim laz böreği. çünkü baklava yufkası içinde muhallebiden oluşuyor, tek farkı laz böreğinde ben şimdiye kadar tarçın koklamadım hiç.).
Çalışanlar da ayrı bir mutluluk kaynağı. Yani hem çok güleryüzlü ve iyi davranıyorlar, hem de nasıl desem, böyle bir ortamdaki havayı, enerjiyi hissedersiniz ya, böyle ordaki o insanların yaydığı enerjiden etkilenirsiniz ya, hah işte Elleniko'da çalışanlar böyle o kadar huzurlu bir enerji yayıyorlar ki. İster istemez içiniz o rahatlık, o gevşemişlik, o huzurla doluyor.
Bilet ve vakit bulup da gidebilirsek Yunanistan'a gittiğimizde asıl oradaki yemekleri deneyeceğim ama hiçbiri yine de Elleniko'daki hissi verir mi bilmem. O yüzden şimdilik sizi internetten bulduğum resimleri gösterip, Elleniko'da ilk seferinde otururken dinlediğimiz sevimli bir şarkıyla baş başa bırakacağım.

TripAdvisor

TripAdvisor

TripAdvisor
TripAdvisor

Cahit Zarifoğlu'ndan "Mavi Gök Orda mı"

mavi gök orda mı
bakıyorsun kuşlar
hazır
sokak lambaları yanık unutulmuş
bir kadıköy vapuru hınca hınç insan
çok geçmeyecek
martılar beyhude turlar atacak
kıyılar lağım konserve kutuları
mısır koçanları

sevgi aranabilir yine
korkusuzca say koskoca kederlerini
bir kuyu bulunabilir

aklımdan çıkmıyorsun
sen hala dizüstü
bunca anıyı besleyerek
sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
görür gibi olarak açıp baktığımı
bense şöyle diyorum
buradan bir acı kanamış boyuna

kuşlar hazır
öncü havalanmak üzre
şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
o vapur hala hınca hınç
kimbilir herbiri hangi dünyaya sağır
çok geçmez aradan

kadınlar kapı önlerinde
ellerinde meşalelerle
aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
yorgun bir sarıyla ben de
geçeceğim önlerinden

aklımdan çıkmıyorsun dedim
başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
telefonlar yan hücrede çalışıyor
bense kurşunî bir dere
ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
mavi gök orda mı

yapayaşlı bir rum kadın
her şeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
haydi koşayım diyorum belki dağılır
koşuyorum
sancağımda kendi rüzgarımla ölgün kıpırtılar
hayır daha sevgili daha sevimli değil
ne başka bir gün ne başka bir zaman

çok geçmeyecek aradan
şöyle diyeceğim
bulutlar açmadı
mavi gök orda mı?

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...