22 Haziran 2016 Çarşamba

Gone With The Wind (1939)

1861'de ABD'nin güneyinde zengin toprak sahibi ailelerin arasında, yemeler içmeler, eğlenmeler, partiler atmosferinde başlıyor film. O'Haraların şımarık büyük kızı Scarlett çevresinde ne kadar erkek varsa hepsini kendine aşık etmiş halde, parmağında oynatıyor. Ama bu kendini beğenmiş, gıcık, kimseye yüz vermez halinin arkasında Scarlett, Wilkesların oğlu ağırbaşlı Ashley'e delicesine aşık. Tüm bu parti ortamı Scarlett'in, Ashley'nin Melanie Hamilton ile evleneceği haberini alması ve bu güney kasabası insanlarının da güney ile kuzeyin savaşa girdiği haberini almasıyla değişiveriyor. 1877'ye kadar Scarlett'in, Ashley'nin, Melanie'nin ve bu arada olaya dahil olan Charleston'dan orayı ziyarete gelen Rhett Butler'ın yaşadıkları etrafında Amerikan İç Savaşı'nı izliyoruz.
"Gone with The Wind" esasında Margaret Mitchell'in ilk defa 1936'da yayınlanan romanının adıymış. Hatta roman da adını Ernest Dowson'ın "Non Sum Qualis eram Bonae Sub Regno Cynarae" diye bir şiirinin bir dizesinden almış (insanlar nelerle uğraşıyor hey yarabbim). Neyse işte zamanında büyük olay olan filmi ben uzun zamandır izlemek istiyordum, öyle ya Casablanca'yı izlemişim e bunu da artık izlemenin vaktidir diyordum. Diyordum da neye kalkıştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. 3 saat 58 dakika yazıyor açar bakarsanız IMDb'de. Şaka yapıyor zannediyorsunuz en başta, bir yanlışlık olmuştur diyorsunuz. Sonra aklınızın bir ucundan o uçsuz bucaksız, bitmeyen "Lawrence of Arabia" çölleri geliveriyor, olabilir olabilir sürebilir diyorsunuz ama hala o sürenin gerçekliğini kavrayamıyorsunuz. Üstüne bir de sonradan düzeltmiş bilmem ne versiyonu olan daha da uzun halini açmışım ben. Hayır bir Miğfer Dibi savaşını olsa izlerim o kadar saat ama rüzgar gibi geçen 4 saatte mi geçer arkadaş! (Tamam gençler heyecan yapmayın GoT'un da malum en son savaş sahnelerini izledim, efsaneviymiş orası ayrı, hakkını veriyorum ama benim için yüz yıl da geçse ne o ne Braveheart ne başkası. Her daim Miğfer Dibi olacak.) Ne yaptım biliyor musunuz, her gün yarım saat izleyip kapattım. Harbiden diyorum ya. Bir kere çöktü üstüme o sürenin sıkıntısı çünkü. Böyle böyle günlere yayarak izledim bitirdim. Ama kafamda deli sorular. Bu millet zittin sene önce tee 1939'da falan nasıl oturup da izledi bunu sinemada. Ben hala ordayım ya. Yani Amerika'da sinemaya da gittikti, gördüm olayı, yer falan yok istediğin yere geçip oturuyorsun, ara falan da yok istediğin zaman zırt pırt gir çık kimse karışmıyor kapı falan da yok. Eh ama hep mi böyleydi bu, hayır hep böyleyse bunların sinema kültürü düşünsenize 4 saat boyunca benim gibi bir tip misal, 15 dakikada bir tuvalet ihtiyacı ile 4 çarpı 60 bölü 15'ten 16 kere tuvalete gider film boyunca. Her bir gidişinde de 5 dakika harcasa en iyi ihtimalle, 4 çarpı 60 eksi 16 çarpı 5'ten filmin yalnızca 160 bölü 60 yani 3,3 saatini falan izleyebilmiş olacak. (vallahi mazur görün elimde değil, son bir yıldır ömrüm boyunca çalışmadığım kadar sözel ders çalıştım öğk geldi artık yeminle, az biraz sayı işlem görmek istiyorum resmen integrallerin arasında yüzmek istiyorum o derece)
Kafanızı yeteri kadar ütülediysem asıl diyeceklerimi diyeceğim. Filmin savaşın başlamasından Sherman'ın Denize İlerleyişi dedikleri kısma, yani savaşın bitti gibi olup, Scarlett'in evine dönmesi ve etrafı mahvolmuş, kendini ve ailesini en derin yoksulluğun, açlığın içinde bulmuş olmasına kadar herşey şahane aslında. İnanılmaz derecede muhteşem sahnelerle adeta dantel gibi gidiyor buraya kadar. Ama bundan sonrasında beni ne yalan söyleyeyim baydı. Tüm film bu bölüm gibi olsaydı inanın 4 saat 5 saat demez ayıramazdım gözümü ama, bu noktadan sonrası ne bileyim sanki hikaye için de gereksiz gibiydi. Yani tamam kadın yazmışsa kitap olsun diye yazmış, sonuçta "coming of age" hikayesi olsun diye. Scarlett'i tamamen şımarık, dünyayı kendi etrafında dönüyor sanan, yediği önünde yemediği arkasında bir yaklaşık 16 yaş ergeni olarak alıp, başından bir dolu evlilik geçmiş, çocuğu olmuş, ailesini evini herşeyi yeniden inşa etmiş, dünyaya meydan okumuş, güçlü bir kadın haline getiriyoruz. Ama bunu filmde izlemek istemedim ben. Ne bileyim, keşke o toprağın üstüne çöküp, güneşe doğru ellerini kaldırıp yeminini ettiği noktada bitseydi film.
Yalnız Vivien Leigh değil de Olivia De Havilland çok zarif, pek güzel kadınmış vakt-i zamanında.

20 Haziran 2016 Pazartesi

The Adjustment Bureau (2011)

kadere inanır mısınız? siz daha dünyaya gelmeden, nefes almaya başlamadan önce, hatta siz henüz bir fikir bile değilken, kaderinizin bir deftere kaydedildiğine ve yaşamınızı bu defterde yazılı olanlara göre yaşadığınıza inanır mısınz? eğer dindar bir insansanız bu soruya olumlu cevap vereceğiniz kesindir. dindar değilseniz bile cevabınız müspet olabilir. peki ya özgür iradeye inanır mısınız? kaderinizi kendi iradenizle değiştirme gücünüz olduğuna, hayatınızın yol haritasında birkaç ara sokak, yeni sapaklar, kısayollar bulabileceğinize, açamayacağınıza dair karar kaderinizde yazılı olan kapıları özgür iradenizi kullanarak açabilir misiniz? ya birileri sizin yerinize, özgür iradenizi kullanarak kaderinizi rotasında tutmaya çalışıyorsa, yani özgür iradeniz o kadar da özgür değilse?
Genç politikacı David Norris için herkesin çok büyük umutları vardır. Hemen önündeki seçimde en yakın rakibine son bir virajda yenilirken olayı toparlayacak, kazanmasını sağlamayacaksa da gelecek seçimler için toparlamasını sağlayacak son bir konuşma yapması gerekmektedir. Ama hiç de havasında değildir, artık ne yaptığını, ne olduğunu bile bilemiyor haldedir. Sıkılmıştır belki de. Yine o bilindik konuşmalardan birini yapacaktır okuması için yazılan. Ama sonra o büyülü anda, rüya gibi, kelebek gibi bir kadına rastlar. Dansçı Elise, o sevimli gülüşüyle güvenlik görevlilerinden kaçmaktadır. Aynı sırada kendinden kaçmaya çalışan David de onun rüzgarına takılır ve birlikte bir 10-15 dakika geçirirler, ufak bir muhabbet, birkaç içten, samimi gülüş ve Elise geldiği büyülü rüzgarla geri kaybolur. David de o malum konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıkar. Ama David o son 15 dakikanın büyüsüyle çok daha harika bir konuşma yapar, seçimi kaybetmiş olsa da gelecek seçim için arkasına milyonları alır. Gelecek seçime kadar olan zamanda yakın dostuyla bir şirket işine girer David bu arada. Aklının ufacık bir köşesinde Elise'in büyüsüyle. Bir gün şirkete giderken kaderin  işi ya, otobüste Elise'in yanındaki koltuğa denk düşer. Bu sefer herşey tamamdır, telefonunu alır Elise'in ve şirkete gider. Ama şirkette arkadaşının odasına geldiğinde birden tüm dünyası alt üst olur. Kaderine uymamış, Elise'le karşılaşıp, numarasını almıştır. Bu yüzden kaderin adamları ya da ajanları artık ne dersek onlara, herşeyi düzeltmek ve David'i geri rayına sokmak için olaya müdahale etmeye gelmiştir.
bu bizdeki amel defteri
fötr şapkalı team kader

Açıkçası film çok iyi bir başlangıca, neler neler yapılabilir bir çıkış noktasına ve konuya sahip. Ben okumadım ve haberim de yoktu ama Philip K.Dick'in "Adjustment Team" isimli kısa hikayesinden senaryolaştırılmış (Wikisourcedan okuyabilirsiniz tüm hikayeyi buraya tıklayarak). O yüzden hikayenin ne kadarına el verdiğini bilmiyorum ama bu konuyla neler yapılır, neler anlatmaya çalışılır nerelere gidebilir düşünsenize. Yani bu kader konusunu aklında çözebilmiş, bir sonuca ulaşabilmiş kaç insan vardır ki şu dünya üstüne, bir elin parmaklarını geçmez. Ama film hiç de bir şey yapmaya çalışmıyor. Şöyle diyeyim, hiçbir açıdan bir şey yapmıyor. Baya bir süre önce izledim ben filmi yani baya dediğim de birkaç ay falan işte ama yazacağım için bir kenara not edip bırakmıştım. Burada en son "Far From The Madding Crowd"ı anlatmışım zaten taa ağustosta. Yani demem o ki filmde bir sorun var. Önce dedim Matt abi mi acaba. Çünkü öylesine durgun, öylesine süzgündü ki film boyunca. Hani Richard Gere'in "Pretty Woman"daki hali vardır ya, böyle hemen hemen hiç bir falso vermez, hiç duygu kırıntısı göstermez, gözlerini o kısık kısık halinden hiç açmaz ama film bittiğinde aslında tüm film boyunca ne yapığını öyle bir hissetmiş olursunuz ya. Çünkü yönetmen demiştir Richard Gere'e, böyle oynayacaksın, çok ufak ama insanların içine içine oynayacaksın. Dedim Matt abi de böyle bir kafada mı, hani onların vardır böyle yöntemleri oyunculuk şeysileri. Ama yok arkadaş, adam bildiğiniz film boyunca orada değildi ya. Yoktu, off neden burdayım halinde de değildi, tamamen yoktu. Bunu da çekiyoruz gibiydi. Ben kimdim yahu gibiydi.

Halbuki bir Emily Blunt vardı karşısında...Aman yarabbi! Evlere deva, dertlilere çare, gönüllere ferahlık...Bakın güzellik falan diye demiyorum, ondan daha güzel bir dolu kadın sayabilirim, hoş onu da beğeniyorum ayrı konu ama bu daha farklı bir şey. Emily Blunt bu filmde resmen rüyaların kadını gibiydi. Gerçi şimdi erkekler için başka bir tanımı, imgesi olabilir bu rüya kadını konusunun o yüzden erkek olan insanlar size söylüyorum aklınıza ilk geldiği şekliyle düşünmeyin dediğim şeyi. Böyle bir güneş gibi düşünün, böyle bir konuşması, gülmesi, hareket etmesi, herşeyiyle bir rüya gibi. Hani ne öyle trip atıyor ne de bir Hemingway'in "Silahlara Veda"sında beni deli eden, o çizdiği manyak derecede erkek aklı ne söylemesini istiyorsa onu söyleyen kadın karakteri gibi bir erkek aklı için mükemmel portreyi çiziyor. Emily Blunt artık nasıl bir yetenek sergilediyse filmde Elise'i canlandırırken, inanın ömrümün sonuna kadar harika kadın diye düşündüğümde aklıma ilk Elise gelecek.
Ve böylece filmin de tek artısını anlatmış oldum. Emily Blunt ve onun Elise'i. Halbuki ben oh Matt abimiz de var Emily de, hem de koşuyor gibiler oh oh iyi güzel yüzlerle sağlıklı bir aksiyon izlerim kafayı yormam mutlu mesut ayrılırız diye açmıştım filmi. Matt bu sefe beni çok büyük hayalkırıklığına uğrattı. Senaryo, ilerleyiş falan zaten olmamış, bari sen azcık çaba göstereydin be adam. İlla açıp Bourneları mı tekrar edeyim.
Yani. İzlemeyin. Müziklerini dinleyin. Emily Blunt'a bakıp, sonra açın "Edge of Tomorrow"u izleyin. Valla.

Filmin resmi sitesi: http://www.theadjustmentbureau.com/





Alicia Keys'den yeni, "Hallelujah"

la voglia

Resmen, hiç tuhaf olmayan bir ruh hali, duygu durumu, akıl sağlığı içinde olduğum bir zaman dilimi olmadan yaşayıp gideceğim bu hayatı, şu günlerde en son bunu anlamış bulunuyorum. Çünkü neler olup bittiğini anlatmak için sayfayı açtığımda fark ettim ki elimin ucuna gelen ilk cümle "gerçekten çok tuhaf bir ruh hali içindeyim"di ve bununla beraber, bu cümleyi ya da benzerlerini burada ne kadar çok sarfettiğim gerçeği dank diye vurdu kafama. Saçmalıyor da olabilirim ki saçmalamadığım çok nadir olduğundan bir şey diyemeyeceğim ama aslında çok da şahane falan olmam gerekmiyor mu benim, yerime koysanız bilmem kaç kişiyi bunun yüz katı kadar mutlu olmaz mı? Ama ben gene de bir tuhaflık içindeyim. Feci derecede yoğun ve sinir harbi şeklinde geçen final haftasından yeni çıktım. İtalyanca kursuna tam gaz devam ettim, o da bu başladığımız hafta bitecek. Bitirdiğimiz hafta içinde bir gece, sanıyorum çarşamba gecesiydi, yine okuldaki manyak bir sınavın ardından kursa gitmiş, kurs çıkışında tren bekliyordum. Bir an salak gibi sırıttığımı fark ettim. Böyle saçma sapan bir halde havada uçuyor, gecenin içinde ılık ılık esiyor gibiydim ama bir yandan da içim içime sığmıyor, kalk koşalım diyordu. Dedim ki kendi kendime, bugünleri ömrümün her anında hatırlamam gerek. Çünkü aslında öylesi günler yaşıyordum ki, tam olarak hakkını vererek, bana tam da nasıl hissettirdiğini hakikaten de ifade edebilerek nasıl anlatırım bilemiyorum. O çarşamba mesela, kursta manyaklar gibi, ölesiye güldüğümüz bir akşamdı. Bu 5 insanla dedim, 3'ünü 5 aydır, birini 1 aydır, bir diğeriniyse 10 gündür tanıdığım bu 5 insanla yaşadığım 5 ayı bir daha yaşayabilir miyim ki. Ettiğimiz muhabbetleri bir daha edebilir miyim, duvarları inlettiğimiz kahkahaları bir daha atabilir miyim, hayret ettiğim hikayelerini bir daha dinleyebilir miyim başka insanlardan, böylesine çok başka yerlerden gelmiş, çok başka yaşlarda 5 insanla neredeyse bir aile olmuşçasına 5 aydır nerdeyse her akşam bir araya gelebilir miyim. Bu hafta işte o hüzünle, bunun bitecek olmasının hüznüyle başlıyor benim için. Arada mesajlar atacağız birbirimize, özel günleri kutlayacağız, belki yolumuz düştüğünde bir çay içeceğiz birlikte ama böyle, bu yaşadığımız 5 aylık aileyi geri getirmeyecek hiçbiri.
Okulda desem, ders aşamasını resmi olarak bitirmiş bulunuyorum. Bundan sonra bir tez yazması bir de seminer vermesi kaldı. Ve ordaki 5-6 kişilik ailemden de ayrılmış gibi hissediyorum. Eylülden beri o kadar stres, sıkıntı, zorluk içinde, düşe kalka, ölüp ölüp dirilip geçirdiğimiz tüm o zamanı, yaşadıklarımızı düşünüyorum. O çarşamba günü o sınavdan çıkıp da kursa doğru yürürken de aynı sırıtış vardı mesela yüzümde. O kadar uykusuz, stresli, dağılmış haldeydim ama yine manyakça güldüğümüz, muhabbet çevirdiğimiz, "çay söyleyelim"li bir sınavdan çıkmıştık ve dedim ki kendi kendime öyle sırıtarak yürürken, bu günleri bir daha yaşayamayacağım. Bu sarsak, komik, her biri ayrı telden çalan, her biri başka bir manyaklık peşinde olan, her biri daha da ilginç bir "backstory"ye sahip olan bu genç insanlarla bir daha böyle bir 10 ay geçiremeyeceğim. O gece, o çarşamba gecesi işte böylesi bir sırıtışla bindim trene ve döndüm eve. Ama sınavlar bitmemişti, çok duramazdım üstünde devam ettim. Ta ki cuma günü son sınav da bitip, sarılıp vedalaşıp evlere ayrıldıktan sonra çöktü üstüme herşey.
Sanki her şeyi herkesi terk edip gidiyormuşum gibi hissediyorum. Şu son bir yıldır ya da iki bilemiyorum artık ne kadar, habire bir şeyleri terk ediyormuşum gibi hissediyorum. Evet işten nefret ediyordum ama orda da bir aile gibi olan insanlarım vardı ve onlardan ayrıldım. Bunu koşturarak yaptım doğru, güle oynaya kaçtım evet. Ama içimden kopanları fark etmemişim, geriye atmıştım. Ta ki bu en son ayrılıklarla birlikte hepsi yüzüme vuruncaya dek. Şimdi herşeyi, hayatımı terk ediyormuşum gibi geliyor. Bu senenin başında, okul, kurs, abimlerle aynı evi paylaşma..hepsi sanki sonsuza kadar sürecek şeylermiş gibi geliyordu. Bir sonu, bir bitişi olacağını aklımın ucuna bile getirmemişim meğerse. Yani bitmesini istiyor, bitmesi için uğraşıyordum evet ama bilinçli bir şey değildi bu, gerçek gibi değildi. Oysa hepsinin bir sonu varmış. Ve ben o sonda, bavulumu arkama katıp, kendimi başka bir ülkeye atıyormuşum. Bunun da gerçekliği çöktü üstüme. En çok da dün, sabah kalktığımda çok kötü hissedip, tüm gün kendimi kanepeden kaldıramadıktan sonra akşama doğru da ateşim çıktığında ve kalkıp kendi kendime, alnıma ıslak bez koyup ateşimi düşürmeye, tir tir titrerken battaniyeyi üstüme almamaya çabalarken çöktü üstüme. Yalnızdım. Yapayalnızdım. Bunca sene didinip, uğraşıp yapmaya çalıştığım şey buymuş dedim kendime. İlkokul yıllarımdan itibaren düşündüğüm şey adım adım gerçekleşirken farkına varmamışım. Bir anda olmayınca, dilek kabul görmedi zannetmişim. Ranzanın üst katında abim artık ışığı kapatsa da yatsa, artık kendi odam olsa diye söylenirken ortaokuldayken abim gitti önce evden. Sonra büyükbabamla babaannemin horultuları içinde uyuyamıyorum diye çemkirirken, önce büyükbabam gitti tamamen başka bir diyara, şimdi de babaannem hasta. Keşke kendi evime çıksam keşke beni bir özgür bıraksalar diye yıllarca  söylendikten sonra annemler evi bana bırakıp başka bir şehre gitti. Beni çok sevdiğini fark ettiğim insanlardan birer birer soğudum her defasında. Hep farklı bir yerlere koşmaya çalıştım, her gittiğim yerde hemen arkadaş edindim ama sonra onları da hemen bir diğer yere doğru koştururken arkamda bıraktım. Tüm bunlara bakınca o tuttuğum ilk dileğin, adım adım, kendini hissettirmeden gerçekleştiğini fark ediyorum. Ama her sihrin bedeli var. Özgürlük dileğim bedel olarak yalnızlık getiriyormuş. Dilekleri işleyen, kabul eden ilgili makam "özgürlük mü, eh o zaman al bakalım" diyormuş. Ki böylece o yana yıkıla istediğim, uğruna 30 sene tükettiğim özgürlüğün aslında çok da matah bir şey olmadığını görmemi istemiş olabilir o ilgili makam. Sen o çocuk aklınla, o hiç büyümeyen aklınla, o saçmasapan düşünen, saçmasapan karar veren, fındık kadar beyninle kendin için en iyisinin ne olduğunu bildiğini mi sanıyorsun, özgürlüğün ne olduğunu gerçekten bildiğini mi sanıyorsun diyormuş meğerse ben her seferinde offf keşke bir özgür olsam keşke bir beni kendime bıraksalar diye dilediğimde. Al işte diyor şimdi de, buydu istediğin. Bir lanetli gibi, teker teker insanlara bağlanıp, sonra kopmak. Hiçbir yere ait olamadan, ait hissemeden oradan oraya savrulmak. Habire bir başka yerin hayaliyle koşturup durmak. Hep bir ortada olmak, hep bir yarım hissetmek, hep bir arafta olmak.
Bir elma istiyorum diye dilek tutmak gibi. Elimde bir elma belirdi. Ama kurtsuz elma istiyorum diye doğru düzgün şartları belirtmediğim için elmayı yiyemiyorum şimdi, o kurt kemirip duruyor içini elmanın.
Dileğim gerçekleşti. Heyoo..

10 Haziran 2016 Cuma

il calcio

Her şey arap saçına dönmüşken; öğleden sonra okula gidip en uyuz hocaya grup olarak sunum yapmamız gerekirken ve grup arkadaşım yorgan döşek yataklara düşmüş hasta olduğundan gelemeyeceğinden ve tüm sunumu - koskoca sunumu!- tek başıma yapmam gerekiyor olmasına ve hiçbir fikrim olmamasına rağmen; pazartesiden itibaren 5 gün içinde 3 tane finalim daha olmasına ve hiçbirine açıp da bir satır bakmamış olmamam rağmen; Roma'daki okul sonunda beklediğim maili atmış ve tüm evrakları hazırlamam için sadece 27 günüm kalmışken daha pasaportum bile olmamasına rağmen; İtalyanca kursu haftada 3 akşam tam gaz devam ediyorken ve ben hala adımı bile söyleyebilir hale gelememişken; hala işsiz-beş parasızken ve kursun parasını bir şekilde bulup buluştursam da babamdan almasam diye kırk takla atarken
iyi ki futbol var. Bakın hakikaten dalga geçmiyorum. Şu bir ay akıl sağlımı koruyabilmemi sağlayacak tek şey futbol. Kurstan koştura koştura gelip tv başına geçeceğim dakikaları sayıyorum şu an. Kadroları gözden geçiriyorum tekrardan, stadlara bakıp bakıp iç geçiriyorum. 98'de tuttuğum fikstürleri daha yeni attım evde yer açılsın diye, yenilerini hazırlıyorum, tahminler yapıyorum bakalım ne kadarı tutacak.
Şu an iyi ki futbol var.

http://www.uefa.com/uefaeuro/

DailyMail'den

5 Haziran 2016 Pazar

la bugia

O kadar yoruldum ki kendime acımaktan. Farkında bile olmadan, içten içe acımaya devam ediyormuşum meğerse. Hayır daha iyiyim, daha normalim demiyordum son zamanlarda o kadar da değil ama en azından hiçbir şey düşünmüyordum. Üstüne düşünmüyordum yani. Düşünmeyince, irdelemiyor olunca, sanki biraz daha az anormalmişim gibi geliyordu. Ama sanırım o kadar ince bir ipin üstünde, o kadar uzun zamandır yürümeye, dengede kalmaya çalışıyorum ki bazen böyle günler geliyor ister istemez ve yorgunluğumun farkına varıyorum. Yanlarında olduğumda o ipin üstünde hissetmediğim sadece 3 insan olduğunu fark ettim şu son iki günde. Kendim olabildiğim demeyeceğim, diyemem, çünkü ben kendim kimim neyim bilmiyorum - ki en büyük sorun da bu - ama en azından diğer herkese, tüm dünyaya karşı takındığım o yüzlerce maskeden birini geçirmek zorunda hissetmiyorum onlara karşı. Her düşündüğümü, düşündüğüm haliyle, yan çizmeden, sivri uçlarını törpülemeden, oynadığım role uygun hale getirmeden söyleyebiliyorum onlara. Anlatabileceğim her şeyi biliyorlar ama gene de dinlemeye devam edeceklerini biliyorum. 29 yıllık hikayemi tüm ayrıntılarıyla biliyorlar ve o hikayenin uçurumlarında, dik yokuşlarında, sert tepelerinde kendimi kaybedebileceğim her noktada elimden tutacaklarını da biliyorum. Her defasında sığınabileceğimi biliyorum.
Ama gerisi. Dünyanın geri kalanına, aileme, diğer tüm arkadaşlarıma, beni tanıyan herkese yedi gün yirmi dört saat oyun oynuyorum. Bilinçli yapmıyorum bunu ama şu an tamamen anladığım üzere, sonuçta rol yapıyorum. Herkesten ayrı ayrı birşeyleri gizliyorum, her bir yerin kişinin farklı kutuları var beynimde ve hiçbirini birbirine değdirmeye, sızıntı olmamasına dikkat ediyorum. Bu o kadar yorucu ki, herkesten birşeyi gizlemek, herkese farklı bir ben sunmak, her yerde kendimin bir versiyonunu oynatmak. O kadar yoruldum ki. Keşke diyorum en başından herkese her şeyi söyleseydim. Sevdiklerimi sevdiğimi belli edebilseydim, nefret ettiklerime defol git diyebilseydim. Nasıl olurdu ki. Ne olurdu yani. Savaş mı çıkardı sanki. Ahh tabi ya rezil olurdum değil mi? Ne rezilliği allah aşkına! Sanki şu an olduğum durumdan daha rezil bir hale düşebilirmişim gibi. Sanki şu an içinde bulunduğum halden daha saçma bir halde olabilirmişim gibi. En kötüsü de herkes demiyor mu suratıma ne kadar da düşündüğünü olduğu gibi söyleyen, ne kadar da doğal bir insansın diye. Kafayı yiyorum. Yeminle çığlıkları basasım geliyor. Değilim diye bağırmak istiyorum, değilim! Neler neler gizledim sizden bir bilseniz! Neler geçiyor aklımdan bir bilseniz! Doğal falan da hiç değilim! Karşınıza geçmiş en sevimli, en tatlı insan numarasını oynuyorum. Sadece beni sevin diye. Sadece kavga çıkmasın diye. Annemlere sertmişim numarası yapıyorum, duygularım yokmuş gibi, hiçbir şekilde yıkılmazmışım gibi. Bazılarına salak numarası yapıyorum, gerçekten de salak olduğum durumlar var ama onların düşündüğü gibi değil mesela. Bazılarına önemli değilmiş gibi yapıyorum, umrumda değilmiş gibi. Ama ölüyorum o ifadeyi o kadar sabit, o kadar normal tutabilmek için. Bazılarına akıllıymışım gibi gösteriyorum, olduğumdan bin kat zekiymişim gibi. Oysaki hiçbir fikrim olmuyor. Sonuçta o kadar sevimli bir insan gibi görünüyorum ki, şimdi beni tanıyan 100 kişiye sorsak nasılım diye tek kelimeyle 100'ü de sevimli der benim için. Aa o mu, çok tatlı bir kız, çok şeker. Ya da birkaç tane ayy çok saf diye ekleyen olur, birkaçı da salak der o kesin. O mu, pek salak, herşeye gülümsüyor, biraz karşı çıksa ya. Biliyorum, yüzlerinize baktığımda benim için tam olarak ne düşündüğünüzü görebiliyorum. Karşınızda tam olarak hangi ben'i çizmişsem onu görüyorsunuz, ve o gördüğünüz şey de umrunuzda olmuyor, çünkü bir tehdit oluşturmuyor sizin için, o kadar sevimli ki burda olsa da olur olmasa da.
Neden böyle yaptım bilmiyorum. En başından neden büründüm o rollere bilmiyorum. Yine babama, çocukluğuma, beni yetiştiriş tarzlarına falan atacağım suçu ama bir noktada ipi elime alamaz mıydım? Böyle bir ailede büyürken içime dönmek yerine her defasında, dışıma patlamayı seçemez miydim? O kadar yoruldum ki. Artık o kadar şahane yalan söyleyebiliyorum ki, bazen durup kendime inanamıyorum. Bu kadar da ustalaşmış olamam diyorum her seferinde ama yapıyorum işte. Her düşündüğüm okunuyormuş yüzümden, bir de öyle derler hep. Görmenizi istediğim için görüyorsunuz o ifadeyi. Asıl görmenizi istemediğim şeyleri kırk yıl düşünseniz bilemezsiniz çünkü. Ama bundan çok bunaldım artık, çok yoruldum. Bitsin istiyorum. Bitmiyor.

2 Haziran 2016 Perşembe

olamadınız, bir severus snape olamadınız


Ama hiç adil oynamıyorsun google translate. Hiç. Hayır gayet aklım başım yerinde, normal normal oturmuşum "after" aratıyorum kuracağım cümleye yerleştirmek üzere, sen tut, bunu yap. Bu düşmanına bile yapılmaz, bir insanın duygularına bu kadar yüklenilmez, tüm ruh hali böyle saniyeler içinde harabeye çevrilmez. Ayıp.
Hayır, kendimi halının üstüne atıp ağlamıyorum şu an. Kesinlikle.

31 Mayıs 2016 Salı

Richard Marsh'tan "Böcek"

Victoria Dönemi Londra'sında bir gece vakti eski katip, yeni işsiz ve evsiz Robert Holt artık açlıktan ölmek üzereyken son anda bir evin penceresinden içeri atıverir kendini. Ama bu ev ona hayatı boyunca görebileceği en tuhaf şeyleri yaşatmasının yanında Londra siyasi hayatının ve sosyetesinin ortasına akıl almaz olayların kocaman bir sarmalını bırakacaktır.
Richard Marsh (asıl adı Richard Bernard Heldmann) sanırım yaşadığı dönemin en gözde konularından bir derleme yapıp, çağdaşı insanların bayılarak okuyacağı bir kitap yazmış. O zamanlar Avrupa halkına oldukça egzotik, merak uyandırıcı bir dünya sunan Eski Mısır inançları-gelenekleriyle gotik öğeleri harmanlayıp, bunları bir de Parlamento dünyasıyla, ilginç bilim adamlarıyla ilişkilendirip, oldukça canlı bir hikaye yaratıyor aslında. 4 karakterin bakış açısında, ağzından dinliyoruz olanları. Evsiz Robert Holt'un içler acısı yiyecek bulma arayışıyla olayın geneline bir pencere aralayıp, egzantrik bilim adamı Sydney Atherton'la olayların etrafında tam tur dönüyoruz. İnatçı bir politikacının saygıdeğer kızı olan Marjorie Lindon'ın anlatmaya başlamasıyla ise etrafında döndüğümüz olayların ortasına atlıyor, en sonunda da özel dedektif Augustus Champnell bize herşeyi özetliyor, kapanışı layığıyla yapıyor. Olayın asıl noktası, Böcek'in peşinde olduğu isim, genç ve başarılı politikacı Paul Lessingham ise tüm bu ayrı ayrı ağızlardan karşımıza değişik bakış açılarıyla çıkıyor.
Yazarımız, gerçek adıyla
Richard Bernard Heldmann,
Hemlock Books'tan
Hikayenin konusu açıkçası bana o kadar da değişik, ilginç, şaşırtıcı vb. gelmedi. Daha büyük beklentilerle almıştım elime kitabı, Eski Mısır bağlantısı ister istemez beklentiye sokuyordu beni çünkü. Ama yazıldığı dönemden dolayı sanırım (1897). Yani okurken pek çok noktada artık hikayenin nereye gittiğini, kime ne olacağını biliyorsunuz ve bu da haliyle okuma isteğine balta vuruyor. Ama dediğim gibi, bu durum bu zamana kadar böyle nice filmler izlemiş olmaktan hep. Yoksa düşünseniz sene 1897, bir yanda Bram Stoker Dracula'sını yayınlamış, bir yanda elinizde İsis kültüyle bağdaştırılan acımasız ayinler, lanetli bir böceğin peşine düştüğü bir aşk üçgeninden bahseden bu kitap var. Ve tüm o filmler yok, Tutankhamon'un mezarı bile bulunmamış, Mezopotamya'da kazılar, Gertrude Bell, Leonard Woolley yok, Machu Picchu dünyaya gösterilmemiş, her şey bir gizem her şey tarihin tül perdesinin altında uykuda. Düşünsenize ne heyecan, ne heyecan.
Ama hakkını yemeyeyim, özellikle ilk bölümde zavallı Robert Holt'un ağzından o açlığı, o çaresizliği anlatırken döktürüyor Richard Marsh. Hele yarattığı Sydney Atherton karakteri o kadar okuması keyifli ki, keşke herşeyi sadece onun ağzından dinlesek diyor insan. Genelinde, okumak isterseniz aslında oldukça keyifli bir kitap ama çok bir şey beklememek lazım.

[Benim bu bir türlü bitmeyen Gotik serimden (Can Yayınları'nın Nazire Ersöz'ün çevirisiyle 2011 tarihli ilk basımı) olan kitabın arka kapağında 24 tl yazıyor. KitapYurdu'nda 19,25 tl'ye görünüyor.]

23 Mayıs 2016 Pazartesi

la costante

Babamla bir ziyaretten daha sağ çıkmanın verdiği o yenilmişlik, o dipsiz hüzün ve dağ gibi karmaşık duyguların ezilmişliğiyle karşınızdayım. Salı gecesi geldi annemle babam, bu sabah da buraya gelen halamlarla buluşup, köye doğru yola çıktılar. 19 mayısın gazıyla hemen herkesin bir tatil havasına büründüğü bu geçtiğimiz hafta resmen ziyaret haftasıydı. İnsan böyle akrabalarıyla görüşebildiği, uzun zamandır göremediği arkadaşlarıyla buluşabildiği bir haftasonundan sonra böyle rahatlamış, böyle hafif bir tebessümle oturuyor olacağını sanıyor değil mi. Ama bizde işler öyle yürümüyor. Gönül'ü Aşti'ye yol ederken son ana kadar her şey güzeldi mesela, ama sonra tam o ikimiz de birbirimizden yavaşça ayrıldık böyle arkamı dönerken o son saniye onun da arkasına dönüşünü gördüm ya..saçları sanki ağır çekimde savruluyordu, herşey yavaşladı bir anda. Arkamı dönüp, yürümeye başladığımda üstüme kocaman bir taş düşmüş gibi oldu. Neden böyle oldu bilmiyorum. Vedalar koymaz bana genelde. Ne bileyim, veda etmemiz gerektiğini bilirim çünkü, insanlara sarılırım ya da görüşürüz derim ayrılırız. O kadar yani, bir şey olmaz. Ama yıllarla birlikte bu da değişiyor sanırım. Artık yaşlandıkça boğazımda kocaman bir yumruyla veda ediyorum herhalde.
Yıllar geçtikçe değiştiğine şaşırdığım şeylerin yanında bir de nasıl olup da hala değişmediğine, bir türlü düzelmediğine inanamadığım şeyler de var mesela. Benim hala babamı memnun etmeye, gururlandırmaya, beklentilerini karşılamaya çalışma çabam gibi. Ve onun da hiçbir zaman memnun olmaması, her seferinde durup durup bir kere ağzını açıp da tüm ruhumu keskin bir kılıçla tuzla buz edebiliyor olması gibi. Önce bunu yaptığı için ondan ölesiye nefret edip, ardından da onu yine de mutlu etmeyi başaramadığım için, hayal kırıklığına uğrattığım için kendimden nefret etmeye başlamam ve onun için daha da fazla üzülmem gibi. Bunlar hiç değişmiyor, öylece sabit. Ama Desmond'ın sabiti gibi değil, ruhuma çakılmış bir çivi gibi, hep acıtıyor, ne yerinden sökülüyor ne de sonunda acıdan ölmemi sağlıyor. Hiçbir türlü o acıdan, o sabitten kurtulamıyorum

8 Mayıs 2016 Pazar

3800 yıl öncesinden bir kralın biyografisi, Marc Van De Mieroop'tan "Hammurabi"

Hammurabi ismi size bir şeyler hatırlatıyor mu? Hammurabi deyince direkt kanunlar! diye cevabı yapıştırıyor mu beyniniz yoksa eğitim sistemimizin saçma sapan koridorlarının birinde yanından geçip gitmesine izin verdiklerinizin oluşturduğu o koca yığının içinde kaybolup gitti mi? Gitmemiş olsa bile, o kanunlar diye birşeyleri hafif hafif hatırlıyor olsanız bile aslında bu da çok birşey ifade etmiyor. Haklısınız, bana da etmiyordu. Hammurabi hakkında tek hatırladığım, tozlu ilkokul lise sıralarında öğrenebildiğim tek şey kanunlar yazdığıydı. Böyle diyorlardı yani kitaplarımızda. Hocalar da öyle diyordu. Kafam karışıyordu benim, ulan önüne gelen kanun yazmış arkadaş sultanı süleymanı, hammurabisi...Ne kanun adalet meraklısıymış bu tarih de diyordum, bunca kanun nizam vardı da olay bu raddelere geldi, e çok işe yaramış o zaman diye düşünüyordum. Ama öğrenmenin, keşfetmenin, gerçeğin en derinine inmenin, söylenenlerin yazılanların ardındakilere doğru yüzmenin, önümüze konulanla yetinmemenin sınırı, yaşı yokmuş kıymetli kayıp çocuklar. İyi ki de yokmuş.
Marc Van De Mieroop,
Columbia'da profesör pozuyla.
Bu dönemin başında, resmen kendisinden ders alabildiğim için kendimi şanslı saydığım, bilgisinin, algısının ucu bucağı olmayan bir hocam tavsiye edince İş Bankası Yayınları'ndan çıkan bu kitabı dakikasında alıp, okudum. Marc Van De Mieroop'un (bu da ne isimdir arkadaş) anlatımı öyle bildiğiniz sıkıcı, tarih kitabı kıvamında değil. Yeri geliyor Game of Thrones'a dönüşüyor, yeri geliyor CSI oluyor Fırat üstünde Dicle üstünde süzülüyoruz. Anlatımını temelde kronolojiye oturtmaya çalışmış Mieroop. Hammurabi'nin tarih sahnesine çıkmasının hemen öncesinden başlayarak genel bir Mezopotamya tablosu oluşturuyor önce ki nasıl bir ortamda ortaya çıktığını ve yükseldiğine anlayabilelim. Sonrasında adım adım onu büyüten, koskoca bir coğrafyanın kaderine yaptığı kalıcı değişikleri izliyoruz Elam'ın Yenilgisi, Larsa'nın İlhakı, Eşnunna'nın Yıkılışı, Mari'nin Yağmalanması gibi başlıklar altında. Ardından nihayet o hep bize dikte edip geçtikleri kanun olayına geliyoruz, Kanun Koyucu Hammurabi başlığında ve aslında ne olup-ne olmadığını anlıyoruz. En son Mieroop bu kalkıştığı işin boyutunu ve anlamını açıklamaya çalışıyor bize. Öyle ya, M.Ö.19.-18.yy.da yaşadığını sadece toprağın içinden kazarak bulduğumuz tabletler üzerinde yazanlardan bilebildiğimiz bir kralın, bir insanın etraflıca bir biyografisini yazmaya çalışmış. Düşünsenize bir Marilyn Monroe ya da Marie-Antoinette biyografisi yazmak gibi falan değil temelde.
Bir yandan, Hammurabi hakkındaki malzeme o kadar parçalı bir haldedir ki hayatının büyük bir kısmı karanlıkta kalmıştır; diğer yandan onun döneminde yaşayan başkaları hakkındaki malzemeden çok daha fazladır. Zaman ve şartlar bakımından uzaklık, Hammurabi hakkında bilmek isteyeceğimiz pek çok şeyi gizlediği için araştırmalarımız bu adam hakkında parçalı bir tabloyla sonuçlanabiliyor ancak. Ama büyük işler başardığını ve adının anılmaya değer olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
diyerek bitiriyor anlatısını zaten Mieroop da. Tüm bunlar bir yana, Hammurabi hakkında bir kitabın bizim için asıl önemini oluşturan şey, şimdi içinde bulunduğumuz duruma binyıllar öncesinden bir bakış açısı sağlaması, adeta büyüteçle gözümün önüne getirmesi. Bu coğrafyada neyin neden nasıl olduğunu anlıyoruz, adeta aydınlanıyoruz güneş doğmuşçasına. Ama tabi o güneşin karanlıkta kalmış akıllarımıza doğması hiçbir şey ifade etmiyor yaşadığımız coğrafyayı ışıtmadığı sürece.

[Bendeki kitap mart 2014 tarihli 2.basımı, çeviri Bülent O.Doğan'dan. Kitabı nette daha ucuza bulabiliyorsunuz tabiki Idefix ve KitapYurdu'nda 11.2 tl görünüyor. Ama ben misal atladım gittim İş Bankası'nın kitap satış yerine Ankara'da bizim Sakarya dediğimiz yerde, banka şubesinin arkasında. Öyleymiş yani ben burada yaşadığım bu 20.senede ilk defa duydum gittim. Zaten kimse bulamasın diye kuytuya sokuvermişler kitapçıyı resmen, yeteri kadar ısrarcı olmadan bulamıyorsunuz. Neyse asıl diyeceğim içerde yüzde 30'luk mu 40'lık mı ne indirim vardı tüm kitaplarda. O yüzden kitabın arkasında 16 tl fiyatı var ama ben aldığımda 10-11 tl'ye falan geldi. Ha bir de oradaki görevli arkadaş şahane bir insan, siz de uğrayıverin.]

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...