tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tiyatro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2018 Cumartesi

Devlet Tiyatroları'nda 2018-2019 : İkinci Katil

“Life ... is a tale
Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.”

der Shakespeare, ilk defa 1606'da sahnelenen Macbeth'te. İskoç kralı Duncan'ın generalleri Macbeth ve Banquo'nun, İrlandalı ve Norveçlilerle yaptıkları savaşlardan zaferle dönerken karşılaştıkları 3 cadının kehanetiyle alt üst olan ve alt üst ettikleri hayatların bir masalıdır aslında bu oyun bir anlamda. Shakespeare belki kendisiyle dalga geçmiş bile olabilir bu sözleriyle; hayat hakikaten de bir salağın anlattığı, gürültüyle öfkeyle dolu, hiçbir şey ifade etmeyen bir masaldır. Macbeth'in daha ilk perdesinden son perdesine kadar bunu görür, bunu yaşarız. Tüm hayal ettiklerimize meydan okur Shakespeare oyun boyunca. Macbeth'in tüm yaşadıkları kehanette öyle dendiği için mi gerçekleşir yoksa kehaneti duymuş olmasının etkisiyle her şeyi aslında kendi iradesiyle mi yapar? Hep içinde midir insanın o bitmek bilmeyen hırs, açgözlülük, kana susamışlık?

Böyle bir dolu şey düşündürten bir oyundur Macbeth. Aynı zamanda yüzyıllardır dünya kültürüne yerleşmiş imgelerle, fikirlerle doludur, onların kaynağıdır zaten. Şahane cümleleri vardır içinde. Shakespeare'in hemen her oyununda baş ucuna yazılacak cümleler vardır elbet ama Macbeth'te daha çoktur gibime gelir benim. Belki artık o kadar objektif bakamıyor oluşumdan bu oyuna, bu hikayeye. Doğru düzgün okuduğum, anladığım ilk oyunu çünkü Shakespeare'in. Bir noktada tamam artık okumalıyım şu oyunları deyip de dalmaya başladığımda Shakespeare okyanusuna, görmüştüm ki onun yazdıklarını okumaktansa izlemek daha etkili, daha anlaşılırdı. Azimle okudum, okumadım değil, denedim, bir çoğunu da okumuşum şimdi listeme bakıyorum da. Ama bakın okumuşum diyorum, çünkü çoğunu - yani aslında izlemediklerimi - hatırlayamıyorum. Bir şey ifade etmemiş benim için, daha doğrusu anlamamışım. Ne cümlelerini takdir edebilecek kadar ne de oyunların neyi anlatmaya çalıştığını çözecek kadar. (Bu arada izlemekten kastım tiyatroda ya da herhangi bir şekilde dizi-film olarak uyarlanmış olarak. Yani hani 10 Things I Hate About You'yu falan alıyorum içine öyle düşünün.)

Bu yüzden devlet tiyatrolarının bu dönemki oyunları arasında İkinci Katil'i görünce uçarak gittim adeta Macbeth'in 3 cadısı gibi. Tamam Macbeth'in kendisi değildi ama o hikayeydi, benim hikayemdi. Shakespeare'in yazdığı oyunda Macbeth'in arkadaşı Banquo'yu ve onun oğlu Fleance'ı öldürmesi için gönderdiği katillerden birinin, ikincisinin hikayesiydi bu. Meyhaneci Warden ve karısı Mary'nin, Macbeth ve Lady Macbeth'in hikayesine paralel bir şekilde ilerleyen ama aynı zamanda birçok şeyin iç yüzünü, hem Shakespeare'in hikayesine hem de insan doğasına dair kocaman da bir ayna tutarak anlatan bir oyun İkinci Katil. Yazarı Serhat Yiğit olarak görünüyor devlet tiyatrolarının sitesinde. Oyun boyunca kaleminden çıkan cümlelere, o cümlelerin ifade ettiği her şeye, şapka çıkartmamak, önünde eğilmemek mümkün değildi. En başlarda belki biraz tempo yavaştı, her şeyin yerine oturması biraz zaman aldı ama sonrasında öyle bir akış tutturdu ki oyun...Üstüne bir de oyuncuların coşmasını izlerken insanı adeta yerine zamklıyordu. Özellikle Mary rolündeki Fulya Koçak'tan oyun boyunca gözlerimi alamadım. Mezarcı rolündeki Edip Tümerkan ise girdiği her sahnede inanılmaz cümleleriyle, onları çaktırmadan ama içimize işleyerek söyleyişiyle muazzamdı. Ama sanırım ben en çok cadıların ele alınışını, gösterilişini ve oynayışlarını beğendim. Çünkü şimdiye kadar ne şekilde izlesem bir türlü oyuna (bu durumda tabiki Macbeth'in içindeki hallerini diyorum), oyunun ruhuna doğru düzgün oturtamadığım 3 cadı, bu oyunda bana keyif verdi (yani tabi hala olmalarını hayal ettiğim gibi bir sahne oluşturmadılar ama artık önümüzdeki uyarlamalara bakacağız).
Oyunla ilgili tek sinirimi bozan şey de aslında oyunun kendisiyle ilgili değil. Tiyatroya öksürmek ve diğer sesleri çıkarmak için gelenlerle ilgili. Böylesi bir oyunda kendimizi tam sahneye dalmış, oyunun içine tüylerimiz diken diken kendimizi kaybetmiş halde girerken durmadan, azimle öksüren ve bizi içine daldığımız o harikalar diyarından adeta halatlarla çekip alanlar. Bakın küfretmemek, ağzınızı yüzünüzü dağıtmamak için kendimi zor tutuyorum. Hasta olabilirsiniz ama o zaman gelmeyin arkadaşım oyuna. Gelip de benim tüm tiyatro zevkimin içine etmeye hakkınız yok. Hem kendiniz izleyemiyorsunuz hem de bize izletmiyorsunuz. O kadar ki çoğu zaman sahneyi duyamadım öksürük sesinden. Hayır hadi ilk perdede azimle oturdunuz, ikinci perde başlamadan çekin gidin. Neden insanlar bu kadar salak, saçma sapan, bencil, düşüncesiz? Neden beyniniz iki satır çalışmıyor? Bakın gene sinirden köpürdüm hatırladıkça. Ulan var ya. Leto'nun tanrı imparator olarak insanlara o şekilde hükmetmesini çok iyi anlıyorum vallahi. Palpatine'i de hatta Voldemort'u bile anlayabiliyorum. Hak veriyorum. İnsanlara katlanmak zorunda kaldıkça, yeminle hak veriyorum.
Neyse, İkinci Katil şahane bir oyun. Şansınız olursa gidin, yaşayın.

7 Ekim 2017 Cumartesi

tiyatro sezonunu açalım mı?-->öfkeli bir gençten padişahların atası yaratmaya: Osmancık

Ve sezon başladı başlayalı ilk oyunuma bugün gittim. Nasıl özlemişim tiyatroyu, salonun dışında önceden gelip, oturup diğer izleyicilerle birlikte oyunu beklemeyi, o koltukların loşluğunu, oturup izlemeyi,...Hakikaten özlemişim. Hep derim, ben daha çok sinema insanıyım, gözümü açtım filmler vardı karşımda, büyürken bana hep onlar eşlik etti diye. Ama tiyatronun apayrı bir büyüsü bir varmış, bugün özlediğimi fark ettiğimde şaşırtan beni. Biletlerimi aldığım web sitesindeki (biletiva) geçmiş biletlerimi görünce de neden bu kadar özlediğimi anladım. Ben en son taa 2016'nın şubatında oyun görmüşüm, Macbeth'miş en son izlediğim oyun.
Bu seneki programda öyle Macbethler Cyrano de Bergeraclar gibi beni aşırı heyecanlandıran bir oyun yok, gayet dürüstçe belirteceğim. Belki "Satranç" belki "Tolstoy ve Anna" ve hatta belki "Muhteşem Diva" ama yine de oyunlara gittikçe tanıyacağım neyi severmişim neye bayılırmışım. Bu arada daha ilk günlerden tükenen oyunların arasında kendime bugünkü "Osmancık" oyununda yer bulabildim ve sezonumun ilk oyunu da böylece Osmanlı'nın kuruluşuna dair değişik bir öykü oldu.
Değişik diyorum çünkü delikanlılığındaki bir Osman ile, "Osmancık" ile başlıyor oyun. Şimdiye kadar kitapların bize hiç bahsetmediği şekilde bir genç adam ile tanıştırıyor. Öfkeli, fevri, gezen eğlenen, muhabbet eden, dostlarıyla takılan bir genç adam. Sonra devreye giren Şeyh Edebali (vallahi ben böyle yazıyorum ama ders kitaplarında böyle geçerdi ben çocukken, artık siz ne diyorsanız adına) ile bu genç adamın Kayı boyunun başına geçişini, evlenmesini, çoluk çocuğa karışmasını, beyliği genişletmesini falan izliyoruz. Oyun bizi zaman atlamalarıyla Orhan Bey'in Bursa'yı alışına ve Osman Bey'in ölüşüne kadar getiriyor. Arada savaşlar, akınlar, düşen kaleleriyle Bizans tekfurları da görmüyor değiliz. Ama genelinde bol bol şeyhten dersler, öğütler şeklinde ilerliyor; aralara da boyun diğer ileri gelenlerinden yiğitlerden gaza getirmeler eşliğinde zaman geçiyor.
Bu noktada - başıma bir iş gelmeyecekse - demem gerek ki oyuna bütünüyle çok beğenemedim. Bu da nasıl bir cümle oldu şimdi demeyin, sevmedim işte olmamış bana ne sıkıldım gibi çocukça bir tepkiyi nasıl yaparım ederim de olgunlaştırıp, üsturuplu bir hale getiririm diye uğraşmamın sonucu bu. Tüm oyun içinde sadece birkaç sahnede yüzüm aydınlandı. Misal bir sahnede şeyh önünde rahle oturuyor, Osmancık da onunla konuşmaya gelmiş yine kızını istediğini için. Tepede inanılmaz güzellikte şamdanlar (ya da lambalar ben bilmem) salınıyor ve kenardan olağanüstü bir ney sesi kulaklarımızı dolduruyor. Bu en güzeliydi. Bir de en sonunda Osman Bey yatağında, herkes başucunda, yine müzik giriyor ve vokalin muhteşem sesiyle tüylerimiz diken diken oluyor. Tüm oyunda içime dokunan bir bu anlardı. Ha tabi bir de kalabalık bölümler, tüm sahneyi oyuncuların doldurduğu yaylak, pazar yeri gibi bölümler, halk oyunları ekibi güzeldi.
Ama en en en güzeli, iyi ki bu oyuna gitmişim dedirten tek şey, kesinlikle o sağ kenardaki 6 insan ve enstrümanlarıydı. Uzundur bu kadar güzel müzik işitti mi kulaklarım, böylesine su gibi dinledim mi bilmiyorum. Öylesine güzeldi ki...Oyunun çoğunda yalnızca bir an önce sahnedekiler sussa da müzisyenler çalsa diye beklediğimi fark ettim. Keşke tüm oyun boyunca çaldıkları kısımları tek tek kaydedip, çıkışta bir cd ile verseler dedim. Sırf size de dinletebilmek için iki kez oyun sırasında kaydetmeye çalıştım ama buraya yükleyemiyorum, ses dosyası yükle diye bir seçeneği yok ki blogger'ın, hayır bir de şimdi açıp saçma sapan bir site bulup oradan formatını video formatı yapıp sonra buraya video yükler gibi yükleyebilirim ama, neyse (herhalde yasak değildir, umarım inşallah, ama bir şey yapıyorum sayılmaz ki sadece derdimi anlatabilmek için kaydettim, bir de arada açıp açıp dinleyebilmek için).


Oyun 2 perde, 15 dakika ara ile birlikte hemen hemen 2 buçuk saat sürdü (http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-ankara-detay-osmancik.html). Tarık Buğra'nın kitabından Dinçer Sümer oyunlaştırmış (https://www.otuken.com.tr/tarik-bugra-osmancik). Görmek isterseniz Ankara DT bu sezon Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde oynuyor olacak.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Ankara DT'de bu kez de bir Macbeth

Macbeth ailesi, kaynak: Devlet Tiyatroları
Artık nerdeyse yüzyıllar olmak üzereyken ben tiyatroya gitmeyeli, dedim geçen gün kendi kendime yeter. Hep bir zaman ayarlamaya, arkadaş ayarlamaya çalışmaca, hep bir bahaneler çıkmaca hep bir mümkün olmamalar. Ne gereği var dedim. Ne istiyorsan git yap. Kapıyı aç çık git. Öyle de ettim. Ankara DT'de dün şansıma son günler içinde boş kalan koltuklar olur ya ondan denk geldi, uzun zamandır da gitmek istediğim Macbeth'ti zaten, atladım gittim. Hatta dostumun nişanında iki el çırptım, roman havası bitip halaya geçilirken koştum fırladım, Opera Sahnesi'ne gittim. Mutluyum, kendimden memnunum, kendimle gurur duyuyorum ama..
bu sağdaki siyahlı amca çıktığında bu sahnede resmen coştum :)
kaynak: Devlet Tiyatroları
Evet ama. Oyun beni böyle bir tam tatmin etmedi. Ne bileyim, hem böyle uzun vakitlerdir yolunu gözlemişim, hem en sevdiğim Shakespeare'lerden biri - İskoçyaaaaa! ulan nolsun -, hem de böyle tek başıma gitmişim bir havalardayım. Böyle olunca acayip yüksek beklentiler içinde oturdum yerime. Ama birkaç parlama yaptığı yer dışında oyun sanki bir sönüktü, bende o tiyatroya gittiğim her seferinde içimi kıpır kıpır eden, içimden fırlayıp sahneye taşacakmış gibi çöreklenen o coşkuyu yaratamadı bu oyun. Kösem Sultan'ı hatırlıyorum mesela, Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde izlemiştim, böyle o müthişlikten yüreğim göğsümden fırlayacak sanmıştım. Cyrano de Bergerac'ı düşünüyorum mesela, ki yine Opera Sahnesi'ndeydi, ömrümde böyle birşey görmemiştim, kendimi opera binasını açmış, Gençlik Parkı'na tee yukarılardan bakıyor gibi, uçuyor hissetmiştim. Ne muazzam oyundu o. İzlediğim ilk Shakespeare, Venedik Taciri bile bu Macbeth'ten daha heyecanlıydı.
İşte Macbeth'in üç cadısı, kaynak: Devlet Tiyatroları
Ama dün izlediğim o Macbeth, böyle bir silikti, etkisi geçmiş gibiydi. Macbeth'i oynayan Sinan Pekinton evet iyiydi ama Macduff'la Tolga Tekin ya da Lady Macbeth'le İpek Çeken onun önüne geçti. Mesela müzikler hep böyle kısık seste, çoook arka plandan geldi oyun boyunca. Böyle tercih etmişler besbelli, tamam burası bir sinema salonu da değil ama bazen oyun için, o sahneler için böyle bangır bangır gelmesi gerek. Evet ben bu işten zerre kadar anlamıyor olabilirim ama bir seyirciyim, iyi de bir seyirciyim ve ne istediğimi biliyorum. Bu Macbeth'i izlerken sanki sahneye gelen oyuncuların çoğunda bir bezginlik vardı gibi geldi bana, belki de ben hayal ettim bilemiyorum. Ama sanki böyle öylesine yürüyüp duruyorlardı. Öylesine söylüyorlardı sözlerini. Yok yok neyse, ben hakikaten anlamıyorum herhalde bu işten.
Olsun gene de siz gidin görün, izleyin. Çünkü bu güzel birşey, oraya gidip, o bileti almak, o koltuklara oturmak, o kalabalıkla birlikte o sahneyi izlemek çok güzel bir şey.

(Bir de demeden edemeyeceğim. Bu insanlar tiyatroya aralıksız öksürmek aksırmak tıksırmak hapşurmak için mi geliyorlar? Ulan hepiniz mi hastasınız mütemadiyen? Hele o en önün bir arkasında oturan, oyunun ortasında kocaman telefonunu kaldırıp flaşlı bir şekilde fotoğraf çeken teyzeye ne demeli? Bakınız teyze diyorum, ergen demiyorum genç demiyorum çocuk hiiiç demiyorum. Kocaman insan! Neyse, başka da birşey demiyorum.)


15 Ekim 2014 Çarşamba

Ankara DT'nin yeni sezonundan, "Shakespeare Zorda"

Sahnemiz, oyun başlamadan hemen önce
"Elizabeth Dönemi İngilteresinde Globe Tiyatrosu en görkemli çağını yaşamaktadır. Ancak, William Shakespeare'in tek işi oyun yazmak değildir. Kardeşi Judith sahneye çıkan ilk kadın olmak için, Lord Essex kraliçeyi devirmek için, Kempe; Hamlet'e bir soytarı sahnesi yazdırmak için uğraşmaktadır. Shakespeare Zorda'dır çünkü ilk kez kahraman olarak değil, ''canlı'' bir insan olarak sahneye çıkmıştır. Şahane tiratlar kaleme alan yazar, şimdi tüy kalemiyle kendine bir bıyık çizmek için mürekkep aramaktadır."
Devlet Tiyatroları sitesinden
DT'nin sitesinde oyunun konusunu böyle anlatmışlar, ben de koşarak gittim tabi. Tiyatro işinde çok yeniyim daha, ilk aşkım ilk göz ağrım sinemaydı hep ve tiyatroya belli bir mesafeden yaklaşıyordum. Ama Shakespeare'e ölürüm, bu yüzden kırdım ilk zincirleri zaten. Venedik Taciri ile başladım, sonra tesadüfler, güzel insanlar ve Cyrano de Bergerac'a, Kösem Sultan'a uzanan müthiş bir yolculuğa çıkmış oldum. Sinema hala başka benim için ama tiyatro, kesinlikle enfes bir yolculuk.
Devlet Tiyatroları sitesinden
O yüzden Ankara DT'nin bu yılki programını ilk gördüğümde hemen atladım Shakespeare Zorda'ya (Macbeth'i görmemişim ya, nasıl görmemişim neden görememişim vah bana). Akün Sahnesinin dekoru bu kez Globe Tiyatrosuna dönmüştü, "Ölüleri Gömün"deki şok edici halinden oldukça farklıydı, Sunay Akın'a fon olan sadeliğinden uzak. Oyun ilk başladığında hakikaten de Elizabeth dönemi Londrasında Globe Tiyatrosunda William Shakespeare ve oyuncularının arasındaydık. Onlar tüm ihtişamıyla Kraliçe Elizabeth'in karşısında tir tir titrerken iyice moda girmiştik, sonrasında Judith Shakespeare'i, William'ın kızkardeşini bulduk karşımızda. Evlendirilmesine karşı çıkarak, kaçmış gelmiş, sahneye çıkmak istiyordu. E peki biz ne hatırlıyoruz, Shakespeare In Love'daki Gywneth Paltrow'u hatırlıyoruz tabiki. Engel olmaya çalışıyoruz Judith'e, yapma etme vakti değil diyoruz. Kraliçe'nin de kılık değiştirerek tiyatroya çamaşırcı olarak girmesiyle olaylar tam bir Shakespeare komedisine dönmeye başlarken pat! oyun kesiliyor. Sıraların arasından bir kadın oyunu durduruyor ve şunu şöyle yapın böyle yapın diyor. Meğerse bu izlediğimiz, günümüzde geçen bir oyun provasıymış. Biz tam noluyor nasıl yani diye kafalarımızı sallayıp anlamaya çalışırken, onlar yeniden 1600lere dönüyor ve oyuna devam ediyorlar. Bir süre sonra pat! gene kesiliyor 1600ler, bu sefer de arka taraftan birinden ses geliyor, oyunculara gerçek adlarıyla sesleniyor ve direktifler veriyor. Kendi aralarında gülüyorlar, bu arka taraftaki yönetmene sesleniyorlar...İkinci kere meğerse, bu günümüzde geçen prova da günümüzde geçen bir oyunun provasıymış. Biz artık tamamen şaşkına dönmüş durumdayız, yerimizde oturuyoruz ama kim olduğumuzdan, ne izlediğimizden, şimdi ne olacağından emin değiliz. Bir moddan öbür moda girip çıkıyoruz, karşımızdaki herkesin en az 3 ismi ve karakteri var, her birinin anlattığı dert farklı ve her birinde ayrı bir olay dönüyor.
Devlet Tiyatroları sitesinden
Açıkça söyleyeyim, benim gibi bir tiyatro çaylağı için oldukça kafa karıştırıcıydı. Ne düşüneceğimi bilemedim. Belki benim acemiliğimden ama bence oynaması oldukça zor bir oyundu izlediğim ve o müthiş oyuncular öyle güzel kalktılar ki bunun altından. Ama ben inatçı bir tutucuyum sanırım, oyuncular ve oyunculuklar şahane olsa da ben o 1600ler Londrasında olmak istedim. Ordan her çıkışlarında oyun bana kötü geldi.
Ve tüm bu karmaşanın ortasında, oyunun en güzel tarafı müziklerdi. İki taraftaki balkon dekorlarında canlı canlı oyunun müziklerini yapan hem oyuncu hem orkestra üyeleri o iki saatin en güzel dakikalarını yaşattılar bize.
Bir sonraki hedefim Macbeth. Tabi Hedda Gabler'i, Bernarda Alba'nın Evi'ni ve Aklımdaki Kadınlar'ı unutmadan.

6 Ekim 2013 Pazar

devlet tiyatrolarında "Kösem Sultan"

Muhibbe Darga, Anadolu'da Kadın kitabının Önsöz'ünde bir konferans kitapçığında geçen bir sözü aktarıyor: "Sadece kadın konusunda konuşmak gerekliliğini duymak bile bir kadın problemi olduğunu göstermeye yeter..." Konferansın adı Modern Toplumda Kadın'dır. Düşünsenize kadının toplumdaki yeri ile ilgili cümleler dolusu konferanslar veriliyor, kitaplar yazılıyor ama erkeğin yeri ile ilgili hiçbirimiz böyle oturup da düşünmeyi aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Kimse erkeğin yerini, halini, nedenini sonucunu araştırmayı düşünmüyor. Böyle bir ihtiyacımız yok, böyle birşeyi merak etmemize gerek yok. Çünkü zaten biliyoruz, çünkü zaten tüm algımız erkekler üzerine. O kadar normalleştirmişiz ki bu durumu bu algının tamamen erkek bir dünyadan oluştuğunun farkına bile varmıyoruz. Böyle şeyler söylüyorum diye hemen erkek egemen toplum vıdı vıdı hörö hörö şeklinde şeylere girişiyorum veya öyle düşünüyorum zannetmeyin. Erkeklerle bir derdim yok kadınlarla da. Sadece durup siz de düşündünüz mü diyorum. Hiç bu durumun farkına vardınız mı? Erkekler baskın çıktı egemen oldu ezdi geçti bilmem ne demiyorum, zaten insanların eşit olmadığının - dahası eşit de doğmadığının - farkında olacak kadar uzun süredir yaşıyorum bu dünya üstünde. Eşit değiliz, biyolojik olarak da düşünce açısından da. Öyleyse tüm tarihe bakıp da tamamının erkeklerden oluşmasından çıkarabileceğimiz sonuç, aslında hükmetmeye sahip olmaya tarih yapmaya uygun olan erkekler midir? Neden tam tersi olmamış, neden hükmeden kadın olmamış, neden güç kadının elinde olmamış?
En ilkel insandan yola çıkarsak sanırım cevap fiziksel güç. En azından benim için çıkış noktası bu. Herşeyi sadece kaba kuvvetle, kaslarla açıklıyor değilim ama ilk etapta üstünlüğü sağlayanın bu olduğunu düşünüyorum. Fiziksel gücü elinde tutan saygıyı görmüş olmalı, korku beraberinde kontrolsüz bir saygı getirir çünkü. Fiziksel gücün de fabrika ayarlarımızda erkeklere bahşedilmiş olması iki tarafın da suçu değil sonuçta. Belki erkekler de ellerindeki bu güçle ne yapacaklarını bilemediler ilk başlarda, hala da bilmiyor olabilirler orası ayrı. Bizi - ve bu yazının konusu olarak da beni - ilgilendiren daha en başta 1-0 yenik başlayan bir cinsin, kadının bu dünyanın neresinde, nasıl durmuş olduğu.
Tarih boyunca hükmeden kadınlar olduğunu az çok biliyoruz. Kleopatra'yı en pembe olanlarınız bile biliyordur sanıyorum. Geri kalanlarınız için ise Puduhepa, Hatçepsut gibi isimler birşeyler ifade ediyor olmalı. Amazonlar, hepinizin malumu. Bu isimlerin hepsine baktığımızda fark ettiğiniz birşey de var; Kleopatra, ancak gücü elinde tutan bir erkeğin yanında olduğunda varlığını sürdürebildi; Puduhepa tek başına Hitit İmparatorluğunu yönetmedi, kralın yanında imzası vardı antlaşmada. Amazonlar, savaşçı kadınlar ise gerçeklikleri hala tartışma konusu olan bir mitten öteye geçemeyen kadınlar. Merkel günümüzde Avrupa'nın güçlü liderlerinden biri olabilir ama arkasında seçimli bir demokrasinin desteği olmadan hiçbir kadının "güçlü" görüldüğü için lafının dinlendiğini göremiyoruz.
Kadının hep arka planda güç sahibi olduğunu gördüğümü söyleyebilirim. Ama siz de buna karşılık bunun gerçekten güç sahibi olmak olup olmadığını sorgulayabilirsiniz. Sonuçta kimin dedikleri oluyorsa yöneten odur. Bu anlamda tarihteki birçok kadının tarihin gidişatına, yönetime etkisi olduğunu söyleyebiliyoruz. Gerçekten yönetip yönetmediklerini ise sayfalarca tartışabiliriz.
Yönetip yönetmemek gene de insanın içindeki iktidar hırsından, güç tutkusundan birşey götürmüyor. Erkek ya da kadın doğmak, bir çobanın çocuğu ya da bir sultanın çocuğu olarak doğmak insanın ruhunu değiştirmiyor. Eşit doğmuyoruz evet ama bulunduğumuz koşula uygun ruhlarla da doğmuyoruz. Doğduğumuzda içimize üflenen o ruh, çevresinden bağımsız vücuda gelmiş oluyor ama sonrasında içine atıldığı o çevre onu gerçekten neyse ona daha da çok itiyor.
Geçen akşam Cüneyt Gökçer Sahnesi'nin görkemli perdelerinin ardından karşımıza çıkan, şaşırtıcı müzikleri, şahane kostümleri ve mükemmel oyuncularıyla böyle bir hikayeydi işte. Nerede ve kim olarak doğduğuna kendi karar vermemiş bir ruhun, bir dünya imparatorluğunun hengamesinin ortasına atılmasıyla nelere yol açtığının hikayesi. İnsanın nasıl yozlaştığının, nasıl çıkarcı olduğunun, en basiti hayatta kalmak dürtüsünün ne denli güçlü olduğunun hikayesiydi. Kösem Sultan, Mahpeyker...Sadece bir kadının hikayesi gibi dursa da erkeklerin de iktidarın da bir halkın da hikayesiydi. Seyircinin de alkışladığı kısımlarda olduğu gibi, bugünün de hikayesiydi.
Turan Oflazoğlu'nun yazdığı oyunu Murat Atak yönetiyor. Bu sezon devlet tiyatrolarının sahnelerinde. İçinizi burkacak, midenize bir taş oturtacak, tüylerinizi diken diken edecek.

28 Nisan 2013 Pazar

Ankara'da bir muhteşem oyun : "Cyrano de Bergerac"

kaynak:devtiyatro.gov
Yıl 1640. Paris'te Hotel Burgundy'nin tiyatro sahnesinin önünde 17.yy.ın binbir çeşit Parislisi. Herkes, sahneye çıkması Cyrano de Bergerac tarafından yasaklanan Montfleury'nin sahneye çıkıp çıkmayacağını merak eder halde, bekliyor. Çiçekçi kızlar çiçek satıyor, çocuklar cepleri karıştırıyor. Yakışıklı genç asker Christian de Neuvillette, gönlünü güzeller güzeli Roxane'e kaptırırken, zavallı Roxane ukala soylu Kont De Guiche'in pençesinde, tiyatroya geliyor. Ayyaş şair Lignierei kontu kızdırmış, peşine takılan 100 caniden kaçıyor. Montfleury'nin sahneye çıkmaya cesaret etmesi üzerine, Cyrano de Bergerac, asil, kılıçta usta, nüktede rakipsiz, müzikte olağanüstü Cyrano ortaya çıkıyor ve onu sahneden kovalıyor. Kontu sinir etmesi, karşısına Valvert'i çıkarıyor. Hem kılıcını sallayıp hem şiirini okuyor Cyrano ve başlarken de dediği gibi, tam da lafı bitiverirken Valvert'i bitiriyor. Kalabalık Cyrano'ya hayran, kont sinirden köpürmüş halde. Cyrano adeta yetenek çeşmesi.
Ama ruhu her güzellikle bezenmiş bu adamın kendisinden nefret etmesine, kendisine zerre kadar güven duymamasına sebep bir özelliği var, normalde biraz büyük burnu-tamam bayağı büyük burnu. Çirkin olduğundan son derece emin olan Cyrano, bu yüzden dostu Le Bret'e anlatırken Roxane'e olan aşkını, o kadar ümitsiz, o kadar hüzünlü ki. Ve Roxane onu görüşmek için çağırdığında da sevinci, umudu, mutluluğu o kadar büyük, o kadar pırıltılı.
kaynak:egekucukkiper.blogspot
Mutlu bir hikaye değil bu, o yüzden Roxane genç ve güzel olan Christian'a aşık. Abi gibi gördüğü Cyrano'dan yardım istiyor bu konuda. Aynı bölükte olduklarından ona göz kulak olacak, bir de Roxane'e mektup yazmayı aksatmamasını sağlayacak. Cyrano kalbine, umutlarına taş basıp, sevdiğini mutlu görmek uğruna tamam diyor. Hatta öylesine bir sevgi ki onunkisi, Christian mektup yazmada, iki güzel laf etmede tamamen yeteneksiz, dışı güzel bir boş kabuk çıkınca ona ruh oluyor. Ruhla güzelliği bir araya getirip bu iki adam, Roxane'e aşık olacak bir mükemmel insan çıkarmış oluyorlar.
Edmond Rostand, wikipedia'dan.
Edmond Rostand'ın 1897'de yazdığı bu oyun, defalarca sahneye konmuş, defalarca perdeye taşınmış olsa da hala iç yakıcı, can acıtıcı, destansı bir adamın öyküsü. Rostand gerçekten de yaşamış gerçek bir adamdan, 1619-1655 yılları arasında Fransa'da hem asker olmuş hem de oyun yazmış Cyrano de Bergerac'tan esinlenerek yazmış. Esinlenmiş deniyor çünkü pek çok noktayı onun hayatından alsa da gerçekliğini bilemediğimiz şeyler, Rostand'ın - burun gibi - abarttığı özellikler var.
Ben bu ismi, bu oyunu ilk defa One Tree Hill izlerken duymuştum. OTH'nin bir bölümünde bundan bahsedilmişti. Listemde durdu yıllarca, metni yine okuyamadım belki ama bu senenin başında devlet tiyatrosunun Ankara'da oynadığını görünce bir an önce izlemeye karar verdim. Tabi karar vermek başarmaya yetmiyor, aylarca bilet kovaladım. Sonunda geçen hafta alabildim bileti istediğim gibi, Büyük Tiyatro sahnesine gelmişti oyun. Cuma akşamı iş çıkışı, ne ile karşılaşacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadan Ulus'taki tiyatro binasına koşturdum. 

kaynak:egekucukkiper.blogspot
Tiyatro meselesinde daha yeni olduğumu söylemiştim değil mi? Herşeyi yeni öğreniyorum, Büyük Tiyatro sahnesi denildiğinde de mesela Sıhhiye tarafındaki Opera binasını anlamak gerekiyormuş. Gerisingeri oraya koşturup, içerisine ağzım açık bakakaldıktan sonra hemen üst kattaki heykelleri dolanmaya başladım (başladık esasında, abimle ve yengemle). Opera binasına bir kere girmişliğim vardı, seneler önce cesaret edip de opera izleyeceğim ben diye gişesine yanaşmış bilet sormuştum. Yoktu tabiki, kalmamıştı, ne zaman oldu ki bilet. Ama o zaman içerisini görememiştim, çünkü kapıdan girip hemen sol taraftaki gişeden geri dönmüştüm. Ortadaki girişten girdiğinizde başlıyor herşey aslında.
kaynak:egekucukkiper.blogspot
Oyun hakkında çıkarımlarda, analizlerde, teorik açıklamalarda bulunamayacağımı biliyorsunuz doğal olarak, o kadar değilim. Benim diyeceklerim daha çok ilk defa uzaylı görmüş masum köylü edasında olacak. Oyun şimdiye kadar gördüklerim arasında en şahanesiydi-tabi çok fazla oyun izlemiş değilim o ayrı. 3 saat boyunca ki bu 8'den 11 buçuğa kadar oluyor, inanılmaz güzellikte cümleler duydum, takip etmekte zorlandığım düşünceler uçuştu sahnede. Cyrano de Bergerac'ın ağzından her bir çıkanı alıp kafamın içine kazımak, sonra tekrar tekrar dinlemek istedim. 17.yy. Paris'ini tüm kıyafetleriyle, balkonlarıyla, fırınlarıyla, ağaçlarıyla, banklarıyla, şakırdayan kılıçlarıyla, aşklarıyla gördüm karşımda ete kemiğe bürünürken. Bir bakıyordum dövüşürken Gaskonyalılar, az sonra şarkılarını söylüyorlardı. Cyrano de Bergerac, karşımda oradan oraya fırlarken bir aşk destanı yazıyordu.
kaynak:egekucukkiper.blogspot
Anladığınız üzere bayıldım ben Cyrano de Bergerac'a, tüm oyuna. Gerçi tüm gün işte harap olduktan sonra orada 3 saat boyunca şişmiş ayaklarla oturmak kolay olmadı ama hepsine değerdi bence. Onca saat o tempoyu hiç düşürmeden oynayan, pardon oynamayan yaşayan tiyatroculara bir kez daha hayran oldum. Cyrano rolünde söyleyecek bir kelime bulamadığım Durukan Ordu'ya resmen aşık oldum bile diyebilirim. İşin kötüsü o kadar şahane bir oynayışa karşı görüntüsü olayı bozuyordu. O koca salonda bir kişi bile bulamazdınız bence bu Cyrano'ya aşık olmayacak, çirkin bulacak. Phantom of The Opera'da Gerard Butler'ı kimsenin korkutucu bulmaması gibi, Durukan Ordu'yu da kimse o burunla bile çirkin bulamazdı bence.



Oyunun en bilindik uyarlaması sinemaya 1990'daki Gerard Depardieu'lu film. Ben izlemedim ama düşünmüyorum da izlemeyi, o güzelim Cyrano resmi varken kafamda Depardieu'nun çirkinliğini görmek isteyeceğimi zannetmiyorum ama bu demek değil ki film kötü. Film en iyi kostüm dalında oscar kazanmış, gayet de iyi bir film.
Söylemek istediğim bir sürü şey var ama tek bir kelime etmek bile zor geliyor şu an, çıkmıyor çünkü kelimeler, ne diyeceğimi bilemeden, oyunun hayaline doğru hülyalara dalmış buluyorum kendimi. Keşke gidip görebilseniz. Aşkın güzellik mi, ruh mu, emek mi olduğuna dair hüzünlü bir destanı izleyebilseniz.
"Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil"
[Resimleri egekucukkiper.blogspot.com'daki şu şahane yazıdan aldım oyun ile ilgili. Resimlerin tüm hakkın oraya ait yani.]

17 Mart 2013 Pazar

Bir Shakespeare Oyunu : Venedik Taciri

İlk Shakespeare'imi - tiyatro sahnesinde - geçen hafta görmüş oldum. Yıllardır tiyatro bileti kovalıyordum, her sezon bir Shakespeare oyunu var mı nerede ve önden bilet var mı diye. Geçenlerde artık kesinlikle şans olduğunu inandığım bir şekilde istediğim bileti buldum. Haftalardır Cüneyt Gökçer sahnesinde oynanmakta olduğundan bilet bulsam bile gidemeyeceğim (çünkü sahnenin olduğu yer evime çok ters kalıyor, toplu taşıma araçlarıyla gidip gelemeyeceğim şekilde) Venedik Taciri'nin Küçük Tiyatro sahnesinde de oynayacağını görüp bilet baktım hemen, en ön olmasa bile ikinci sıradan gayet de ortası sayılabilecek bir yerinden koltuk bulunca iki bileti kapıverdim.
Venedik Taciri henüz metnini okumadığım Shakespeare'lerdendi, bu yüzden içim tam rahat değildi ama olsun en azından görmüş olacaktım. Hem olayların nasıl gelişeceğini, sonunu bilmeden izlemek de çok keyifli olacaktı diye düşünerek gittim oyuna. İlk izlenimim çok da herkesi memnun edecek seviyede olmadığıydı açıkçası. Nereden kaynaklandığını anlayamam ben tabi ama o tüm salonun beklediği hissi vermedi. Yanımda oturanlar mesela arada çok da iyi olmadığını konuşuyorlardı kendi aralarında. Hem zaten oyun sırasında böyle bir an gelir kendinizi oyunun dışında, salonu hissederken bulursunuz ya, o anda algıladığım da oydu işte. Bir şeyler tam değildi.
Bilemiyorum belki Portia'nın olması gerektiği kadar iyi oynanmış olmasından, oyuncunun hem Portia olarak inandırıcı olmamasından - Portia'nın gerektirdiği etkiden yoksun olmasından - hem de erkek kılığında bir avukatı canlandırması sırasında sesini bile değiştirmeye gerek görmeden sadece kamburunu çıkarmasının yeterli olduğu düşünmesinden olabilir.
Gene de tüm bunlar, Tamer Levent'in olağanüstü Shylock'undan aldığımız zevki gölgeyemedi. Metni okumasam bile Shylock'tan en azından bir miktar hoşlanmamamız gerektiğini düşünmüştüm oyundan önce. Ama Tamer Levent'in Shylock'u resmen sizi diğer tüm karakterlere lanet ettiriyor, adaletin bu mu dünya diye bağırmak istiyorsunuz onunla birlikte. O kadar iç acıtıcı o kadar güzel oynuyor ki, tüm Venedik'e savaş açasınız geliyor.
Arap prensi ve onu olduğu sahnelerin güzelliği de ayrı bir konu. İlk çıkışı ile birlikte herkesi kendine hipnotize etti, bir o kadar da görkemliydi. Bunda kostümlerin de payı olabilir tabi.
Dekorların hızlı geçişlerle değişmesi, bu geçişlerdeki müzikler de şahaneydi açıkçası. Şimdiye kadar çok az oyun izledim ama dekorların bu şekilde değiştiğini görmemiştim, oldukça eğlenceli bir yol aslında.
Venedik Taciri şu sıralar hem Küçük Tiyatro'da, hem de ay sonuna doğru yine Cüneyt Gökçer sahnesinde oynamaya devam ediyor.
http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-ankara-detay-bolum_oyunekibi-venedik-taciri7.html

(Resimler tiyatronline ve devtiyatro.gov.tr'den.)

Oyundan bahsetmişken filmi de hatırlamış olalım. Sonraki adımım onu izlemek olacak.

3 Mart 2013 Pazar

Biz de tuttuk "Uçurtmanın Kuyruğu"ndan

Bu akşam 75.Yıl Sahnesi'ndeydi Pervasız Tiyatro. Az gidiyorum tiyatroya belki, hiç gitmiyorum neredeyse izlediğim film sayısına oranlarsak ama gidince de böyle hep iyi ki gitmişim diyorum, iyi ki bu oyunu seçmişim. Bu sefer de öyle oldu, İlker Ayrık ve Aykut Taşkın'ı o ufacık ama şahane eşyalarla dolu sahnede 2 saat boyunca çok çok mutlu olarak izledim, hep birlikte güldük, hep birlikte hüzünlendik. Onlar sahnede, biz oturuyor değildik. Sanki okulda, boş derste  sınıfın iki haşarısı çıkmış tahtanın önüne, biz de sıralarımızdan onlara katılıyorduk. "Uçurtmanın Kuyruğu" şahane bir oyunmuş, belki bunun tam farkında olmayarak gittim ben oyuna ama çıktığımda anlamıştım.
Tiyatroya biraz soğuk baktım hep, sinema aşk gibi benim için. Ama bu gece onu da anladım, tiyatrodan hoşlanmadığım için soğuk değilmişim, utandığım için gitmekten korkuyormuşum. Hakikaten, Aykut Taşkın'ın sahneye çıktığı ilk dakikalarda panik atak geçiriyorum zannettim (geçirilir mi bilmiyorum onun gibi birşey işte). Sahnede olan oydu ama ben oturduğum yerde onun yerine heyecan duyuyordum. Tek başına, koca salonda çıt yokken herkes ona bakarken nasıl duruyordu ki diyordum içimden. İşte sanırım bu panik duygusu beni tiyatrodan uzak tutan şimdiye kadar, bu utangaçlık. Sinema perdesi sizi herşeyden korur, perdenin ardından sesleri duyarsınız ama oraya gidemezsiniz. Tiyatroda o perde ortadan kalkıyor; karşımda gerçekten atan kalpler, birşeyler söylemeye çalışan bakışlar buluyorum. Deliler gibi korkuyorum, elim ayağıma dolaşıyor.
Ama yeniyorum bunu, böyle oyunlar ve böyle oyuncular olduğu sürece korkmak güzel geliyor.

"Uçurtmanın Kuyruğu" 9 ve 16 martta 75.yıl sahnesinde olmaya devam edecek.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...