saoirse ronan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
saoirse ronan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2019 Salı

Mary Queen of Scots (2018)

Tarihi filmler izlemeye bayıldığımı, daha doğrusu içinde "tarih" olan her şeye bayıldığımı artık biliyorsunuz. Ama yine de bu filmin yapıldığı haberi geldiğinde pek de o kadar heveslenmemiştim. Çünkü artık bahtsız İskoçya kraliçesi Mary'nin hikayesinden öylesine gına geldi ki...Evet bazı hikayeler var, bin kere de yorumlansalar, bin kere de izleseniz hep ayrı bir keyif verir, her defasında değişik bir şeyler yapılabilir. Ama Mary'nin hikayesi artık öyle gelmiyor.İster onu odağına alsın anlatılan hikaye ister muhteşem(!) kraliçe Elizabeth'in hikayesinde bir figür olarak gösterilsin, yine de artık bana yetti gibi geliyor.
Bilemiyorum belki de sıkıcı bir film izlediğim içindir daha az önce. 2018 tarihli Mary Queen of Scots filmini demin bitirdim izlemeyi ve giden zamanıma acıyorum (https://www.imdb.com/title/tt2328900/). Hiçbir şey hissettirmedi film, belki düşündürdü çoğu yerde ama onlar da çok ipe sapa gelir düşündürmeler değildi. Bu hikayeyi artık hepimiz ezberledik ama hadi bakalım bir de son dönemin popüler furyası objektifinde ele alalım tam bunluk bir malzeme demişler. İskoçya kraliçesi Mary ile İngiltere kraliçesi Elizabeth'in hikayesini bir erkek dünyasında ayakta kalmaya çalışan iki güçlü kadının hikayesi olarak gösterelim bu sefer de demişler. Tamam mantıklı, bir de bu açıdan yaklaşabiliriz bu hikayeye. Aslında John Guy adındaki bir tarih profesörünün kitabından yola çıkmışlar (http://www.johnguy.co.uk/biography-john-guy.php). Kadın merkezli yaklaşım o kitaptan mı bilmiyorum tabi, ama iki kraliçenin yüz yüze görüşmüş olması fikri oradanmış.
Mary, efenim İskoçların kraliçesi
Ben böyle direkt anlatmaya giriştim ama biliyorsunuz az buçuk neyden bahsettiğimi diye. Hani Mary kim, Elizabeth kim, 1500lerin ortasında Britanya adasında durum ne bu şeyleri bildiğinizi varsayarak konuşuyorum. Hani bir şekilde bir filme, diziye denk gelmişsinizdir yahu. Elimizi sallasak o döneme dair yaptıkları bir şeye çarpıyor zaten. Elizabeth 1558'den 1603'e kadar İngiltere kraliçesi. Şu 7 kocalı hürmüz gibi olan VIII.Henry'nin kızı (hani Tudors'taki). İngiltere'nin altın çağının sebebi. Osmanlı'da tahtta Kanuni varken yani başlıyor dönemi, II.Selim, III.Murat ve III.Mehmet'in hükümranlıkları boyunca kadın tahtta, azme bakın. Mary ise bu Elizabeth'in halasının torunu. Bu şekilde bir akrabalar ayrıca. Neyse Mary de doğduğu andan itibaren aslında İskoçya kraliçesi, çünkü ortada başka varis yok. 1542'den 1567'ye kadar bu ünvana sahip. Yani Osmanlı'da Kanuni ve II.Selim dönemleri. Sonra işte olaylar olaylar, 1587'de Elizabeth, Mary'nin kafasını vurdurtuyor vay bana komplo edenlerle iş birliğine giriştin diye. Bu da Britanya'nın en çok anlatılan hikayelerinden birine dönüşüveriyor. Çünkü o vakte kadar ayrı olan iki krallık bu Mary'nin çocuğuna kaldığı için birleşmiş oluyor.
Film bu hikayeye bir güç savaşından çok iki kadının ayrı ayrı ama birbirlerine göz atarak ayakta kalma çabası olarak yaklaşıyor. Birbirlerine düşman değiller de aslında etraflarında onları kapana kıstırmış erkek dünyasının içinde yollarını bulmaya, birer kadın monark olarak hem yönetmeye hem de yönetilmemeye çalışıyorlar diyor. Ruh olarak çok da farklı iki insan olmasalar da fiziki özelliklerinden ve yetiştikleri ortamlardan ötürü iki farklı şekil almış olduklarını görüyoruz.
45 yıl bu adamların arasında hüküm süren  Elizabeth
Görünüşleri, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yollarını çizerken hem en büyük anahtarları hem de en büyük engelleri oluyor.
Yine de film pek bir şey başaramamış durumda. Hikaye sizi sürükleyecekmiş gibi duruyor ama sürüklenmiyorsunuz, merak etmiyorsunuz. Çoğu yerde hop hop hop şeklinde atlamalar var, fark ediliyor. Ben hikayeden çok Saoirse Ronan'ın tüm film boyunca kulağında duran ve illa da göstermeye çalışıp durdukları 21.yy. rock dinleyen ergen küpesine takılıp durdum. Bir de vay be Margot Robbie'yi nasıl da çirkinleştirebilmişler, demek ki işte görünüş nasıl değiştiriyor insanı diye onun suratına dalarken buldum kendimi.
Film tam 2 saat sürüyor. Hikayesi dediğim gibi. Görüntülerine takılıp duruyor aklınız. Müzikleri desem, öyle akılda kalıcı, olmuş diyebileceğimiz bir yanı yok. Oyunculuklar deseniz, böyle bir tarihi-dramada olması gereken gibi. Ama o kadar da dikkat çekmiyor. Kostümlerin, mekanların göz alıcı bir bir farklılığı da yok. Yani 2 saatlik bir boşluk bu film. Bir fikrin peşinde kaynakları seferber etmişler o kadar.

4 Şubat 2018 Pazar

{2018 Oscarları} Lady Bird (2017)

Sene 2002. 17 yaşındaki Christine lisenin son senesine başlarken kendisine Laydbird ismini koymuş, en yakın arkadaşı Julie ile bir yandan okuldaki müzikale katılır, bir yandan da hoşlandığı çocuk Danny ile ilgilenmeye başlar. Her ergen gibi ailesinin ekonomik durumu onun hayallerine yetmemektedir, doğup büyüdüğü şehir Sacramento ona dar gelmektedir ve doğu yakasının metropol ortamına, NY'ın uzaktan kendisine pek bir sanatsal ve özgür gelen ortamına kapağı atmanın yollarını aramaktadır. Yine her ergen gibi annesiyle (işte yani ailesiyle) sorunları vardır ve bakalım Ladybird liseyi bitirip, hakikaten de Sacramento'dan kurtulabilecek midir? (http://www.imdb.com/title/tt4925292/)
Greta Gerwig'in yazıp yönettiği film tam olarak bunları anlatıyor. Kendisi gibi sarışın cüsseli ergenimiz Ladybird'ün yine kendisinin okuduğu katolik okulundan mezun olmasının, yine kendisinin yaptığı gibi Sacramento'da büyüyüp de oradan NY'a doğru uçmasının hikayesini yazıp, çekmek istemiş besbelli Gerwig. Sanırım artık demekten ben usandım ama hakikaten de hepimiz sadece kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Onca hikayenin romanın, filmin dizinin çizgi romanın heykelin resmin fotoğrafların şarkıların tek amacı bu. Hakikaten. Hepimiz bir türlü derdimizi anlatamadığımızı düşündüğümüzden herhalde, habire dönüp dolaşıp kendi hikayemizi bir şekilde ifade etmeye çalışıyoruz. Oysa durup şöyle bir geri çekilip uzaktan, geniş açıdan baksak göreceğiz, hepimiz aynı şeyi anlatmaya çalışmışız. Dahası aynı şeyi düşünmüş ve yaşamışsak ne diye kimsenin bizi anlamadığını düşünüp durmuşuz?
Yani Gerwig'in yazdığı hikaye şimdiye kadar görmediğimiz bir şey söylemiyor. Hani lise hayatımız ergenliğimiz falan normal kalıplar içinde olmasa bile artık amerikan gençliği-lise hayatı falan hakkında o kadar fazla (ama harbiden fazla) şey izledik ki, kanımca siz de benim gibi gözlerinizi kapadığınızda lise denince kendi deneyimlerinizden çok izlediğiniz dizilerdekileri hatırlıyorsunuzdur (tamam mübalağa ediyor olabilirim ama ben ergenliğimi 20-30 yaş arasında yaşadığım için mazur görün). Filmin hikayesi de işte aynen bu izlediğimiz dizilerdeki klişeleri barındırıyor. Yalnızca aynı şekilde anlatmıyor. Ama birebir o klişeler mevcut. Üstüne üstlük çok kendine bağlayıcı bir anlatımı da yok. İlk 30-40 dakika ciddi ciddi sıkıldım, filmle cebelleştim, izlemek için kendimi ikna etmem gerekti. Yine de çok iyi toparlanmadı sonrasında. Yalnızca belki son 20 dakikasında gözümü ekrana diktim. Onun dışında genelde arada göz attım ne oluyor diye, o orada oynamaya devam etti ben yemeklerimi yerken kahvaltılarımı ederken. Evet, tek oturuşta da izleyemedim. Dunkirk'ü yazdım ya geçen, ondan beri bu filmi bitirmeye çalışıyorum. İzleyemedikçe de sinirlendim sanırım, çünkü sıkıcıydı, sıkıcı olması da eh o zaman neden böyle bir film yapma bu kadar para emek harcama gereği duymuşlar diye ekrana doğru çemkirmeme sebep oldu. Saoirse Ronan'ı (sorşa gibi bir şey okunuyor, ayrıca özgürlük anlamına geliyor ki çok hoş bence) izlemeyi severim üstüne üstlük, o yüzden daha da sinirlendim neden böyle bir şeyde oynama gereği hissetmiş diye. Sheldon'ın annesi de Ladybird'ümüzün annesi olarak burada mesela ama o da her ne kadar güzel oynamışsa da yine Sheldon'ın annesi ruhunda. Ama kadının yapabileceği bir şey yok çünkü yazan öyle yazmış. Ayrıca bir de geçen Call Me By Your Name'de bahsettiğim  adlı genç kardeşimiz burada da var ki buradaki rolü diğerindekinin çok dışında ama anladığım kadarıyla elimizdeki yeni jennifer lawrence kendisi, böyle habire gözümüze sokulduğuna göre.
Hele diğer klişeler...Ekonomik durumlarının kötü oluşu, babanın işini kaybetmesine rağmen depresyonda olduğunu belli etmeden sevimli sevimli ortalarda dolanması, anneyle devamlı takışmalar didişmeler, şişman best friend, gay sevgili, sonradan züppe takımının arasına girmeye çalışma, kendini olduğundan farklı biri gibi gösterme çabasında her konuda yalan söylemeler, devamlı kitap okuyan zengin ama paraya tamah etmiyorum triplerinde komplo teorileri kasan "brooding" karizmatik erkek arkadaş, "bitchy" kızla takılabilmek için best friendle küsmeceler, ailenin değerini sonradan anlamacalar,...ayyhh resmen klişeler içinde boğuldum. Yani yeminle oturup bir gün içinde şu filmin aynısını ben de yazardım diyaloglarına kadar. Ha niye yazmadın şimdiye kadar diyebilirsiniz, hem tembelim hem de insan haliyle "farklı" bir şeyler ortaya çıkarması gerektiğini düşünüyor ya. Halbuki baksanıza hiç de gerek yokmuş farklı bir şeyler yapmaya çabalamaya. Gayet de One Tree Hill'le, Dawson's Creek'le, Beverly Hills 90210'la falan oscara aday olabilirmişsiniz. Hayır güya Greta Gerwig'in memleketine bir güzellemesiymiş de yok Sacramento'yu şöyle iyi böyle iyi anlatıyormuş da...Vallahi ekrandan geçen şu bir buçuk saatlik hikayenin sonucunda Sacramento'ya dair bir şeyler anlayabilmiş değilim ben yani. Ama herhalde benim anlayışsızlığımdan bu, filmlere dair zeka geriliğimden, sanatı anlayamayışımdan.
Dedim ya sinirlendim boş yere saçma bir şekilde diye. Hep sıkıldığımdan valla. Bir de haberlerden. Olan onca kötü şeyden - engel olamadıkça - kaçmaya çalışınca insan böyle bastırdığı sinirinin, üzüntüsünün, endişesinin bir yerden başka sinirler olarak fışkırmasına engel olamıyor demek ki.

Yoksa bana ne, Pokemon'a bile ödül verebilirler yani.

Film Best Motion Picture of The Year adaylığı dışında Best Performance by an Actress in a Leading Role, Best Performance by an Actress in a Supporting Role, Best Achievement in Directing ve Best Original Screenplay dallarında olmak üzere başrollerindeki iki kadın oyuncuya ve yazan-yöneten Greta Gerwig'e de adaylık getirmiş durumda.

8 Şubat 2016 Pazartesi

{2016 Oscarları} Bir taşı toprağı altın Amerika'ya göçelim hikayesi: Brooklyn (2015)

"You have to think like an American. You'll feel so homesick that you'll want to die, and there's nothing you can do about it apart from endure it. But you will, and it won't kill you. And one day, the sun will come out you might not even notice straight away-it'll be that faint. And then you'll catch yourself thinking about something or someone who has no connection with the past. Someone who's only yours.And you'll realize that this is where your life is." diye bitiriyor hikayesini İrlanda'daki yuvasından uçup, Brooklyn'de bir Amerikalı'ya dönüşen Eilis. 1950lerin başında (1951-1952 tam olarak) İrlanda gibi bir ülkede ona iş ve gelecek olmadığını keşfeden Eilis, Brooklyn'deki İrlandalı cemaatin pederinin ona ayarladığı iş ve kalacak yer garantisiyle yaşlı annesini ve düşünceli ablasını bırakıp, bir gemiye atlayıp Amerika'nın yolunu tutuyor.
111 dakika boyunca Eilis'in bu göç hikayesini, bir anlamda da kimliğini bulma hikayesini izliyoruz. Ama bu öyle büyük büyük bir hikaye değil, acıklı zorluklar içermiyor, hatta Eilis'in ilk yarı boyunca bize göstermeye çalıştığı gibi hiç de kötü bir şey de değil. Çok derinden bağlı olduğu annesi ve ablasını okyanusun öte yakasında bırakıyor olmasının dışında aslında baş kahramanımızı zorlayan somut bir şey yok. Peder Flood adeta bir Hulusi Kentmen, onun için her bir şeyi ayarlamış. Gidiyor hoop diye güzelce bir işi var, patronu hem güzel hem içten hem de resmen ablalık yapıyor ona. Kalacak yer desek, onun gibi kızların kaldığı Bayan Keogh'un evinde mutlu mesut, şamatalı bir ortam. Herkes ona yardım etme çabasında. Hatta o sessizliği ve suratsızlığıyla bile pek sevimli bir genci kendine aşık da ediyor, artık güzel bir ilişkisi de var. Ama tabi insanın içinde ne yaşadığı da önemli, Eilis ilk gittiği zamanlarda resmen memleket-aile hasretinden hayalete dönüşüyor. Ama işte bunların hepsi kendine bir sevgili yapana kadar. Tony ile birlikte Eilis için Amerika anlam kazanmaya başlıyor.

Bu noktada Eilis'i bırakıp kendimden bahsetmeye başlayacağım. Çünkü bu filmle birlikte yeniden nefes aldım resmen. Uzun zamandır bir tuhaftım, hala daha öyleyim gerçi ama. Film izleyemiyorum, dizi izleyemiyorum, kitap okuyamıyorum. Hiçbir şeye çok uzun zaman ayıramıyorum. Sanki habire yapmam gereken başka bir şey varmış da onu boşluyormuşum gibi hissediyorum. Ya da gitmem gereken bir yer varmış da kaçırıyormuşum gibi. Kitabı açıyorum mesela, resmen tüm bir sayfaya göz gezdirip ne olmuş öğrenip - önemli bir şey oldu  mu bu sayfada gibi - ilerliyorum. Film izleyeyim diyorum, zorluyorum kendimi. Oturuyorum başına ama yok. Bir on dakika geçmiyor, çok gereksiz bir iş yapıyormuşum hissi yakamı bırakmıyor. Vaktim gidiyor gibi hissediyorum, başka bir şey yapmam gerekiyor başka bir şey ama ne bilmiyorum. Salak salak etrafıma bakınıyorum. Ha bu durumda bol vaktim varmış gibi göründü biliyorum ama aksine bu dediklerimin hiçbirini yapacak vakit bulamıyorum aslında. Sabahtan akşama yemek yapıyorum, evi topluyorum ve bunların hepsini peşimde bir adet 2 yaş bebeği ile, artı bir de kanepede midesi bulanıp duran bir hamile yenge ile yapıyorum. Yeğenim bir dakika bir tek başıma kalmama izin vermiyor, habire bir şey istiyor, bir şey yapalım istiyor. Bir yandan tepem atıyor yeter artık benim de bir hayatım var diye, bir yandan da vicdanım el vermiyor bu çocuğun günahı ne diye. Ancak o gecenin 12'sinde yatınca açıp bir şeyler izlemeye çalışabiliyorum. Tüm bunların ortasında da geçen gün dedim Erasmus'a başvurayım basayım gideyim ikinci dönem. Başvuruları gördüm çünkü. Ama bugün öğrendim, şimdi yaptığım başvuru gelecek sene içinmiş. Hem de bir dönemlik gidip uzatıp bir sene kalabiliyormuşum falan. Şimdilik başka bir falso çıkmazsa, işlemleri doğru düzgün hallettiğimde büyük ihtimalle seneye gidiyorum (dua edelim hep beraber).
İşte tüm bunları bilmezden önce, başvurumu yaparken ben kendimi tamamen bu göç etmiş, evinden yurdundan koparılmış zavallı Eilis ruh haline sokmuştum kendimi. Tamamen farkında olmayarak açıp bu filmi izledim. E izlerken de Eilis'le birlikte ağlamaktan içim dışıma çıktı. Sanki ben gittim zorla oralara, sanki o an o dakika beni bindirdiler o gemiye. Ulan sanki yıllardır hayalini kurduğum şeyi başarmışım, gidebilmişim de üstüne üzüntü yapıyorum, sıla hasreti tribi atıyorum. Ağladım durdum ama bir yandan da kızdım kendime. Manyak mıyım neyim ya.
yalnız kostümler, dönemin modası acayip hoşuma gidiyor, demiş miydim :)

Bunun dışında (oh içimi döktüm rahatladım), Eilis'in durumu bize oldukça yabancı. Gayet bağımsız, kendine güvenli (tamam ilk başlarda biraz sessiz içe kapanık mecburen ama o haldeyken bile aslında özgüvenli), genç bir kadın portresi çiziyor ve yaşadığı şeyleri yaşayış şekli, kararlarının sonuçları falan hiiiç bu topraklara göre değil. Ne yaptıın seeen diye peşinden namusunu temizlemeye gelen bir erkek akrabası yok misal. Kimse evinde otur çocuk yap demiyor. Kadınsın sen napıyorsun burda! da demiyor. Öyle bir ortam öyle bir film. Valla bana çok yabancı geldi. Allah allah dedim, bu Eilis'in de kafasına vurup ekmeğini alan olmaması ne de tuhaf bir durum dedim.
Baş kahramanımızla ilgili bu gibi durumların yanında Amerika'nın filmdeki propagandası olduka toz pembe. Herkes için yer var burada, herkese ekmek var. Sokaklarda özgürlük, eğlence, neşe, dans dans dans. Ohh what a wonderful worrrld!
Tabi bu kadar şeyden sonra filmi beğendim mi ne diyorum izleseniz mi, Saoirse Ronan kardeşimiz Oscar heykelciğini eline alıverir mi, pek açık bir şey demedim, doğru. Valla film benim uzun süren film diyetimden çıkmama yardım etti, o yüzden sevdim. Ama herkes için bir film değil. Baygınlık geçirenler olabilir ya da öff  bu ne diyenler de. İrlanda görmek için hiç izlemeyin, yok o kadar. Ama bazı şeyler güzel. Ha bir de Spotlight, Revenant falan dururken en iyi film demez akademi. Brie Larson'la Charlotte Rampling varken de Saoirse'ye en iyi kadını vermezler ama dedim ya bazı şeyler güzel, sevimli.

14 Nisan 2013 Pazar

gittik gördük : "The Host"

Aslında yazmayacaktım ama dayanamadım. The Host'un, bizdeki gösterim adıyla Göçebe'nin hakkında birşey söylemeyecektim. Salı günü sinemaya gidelim diye yola çıkarken aklıma ilk o geldi, o kadar geçmişimiz bir hukukumuz var sonuçta Stephenie Meyer kitaplarıyla, o kitapların filmleriyle. Elimde değildi, hiç düşünmeden ona gidelim de ona gidelim diye tutturdum. Keşke G.I.Joe'da ısrar etseymişim ya da ne bileyim Sabit Kanca dediklerinde ağzımı yüzümü büzmeseymişim.
Kaynak: AliceMarvels
Sebep? Ergen filmi. Diğer bir sebep? Yanınıza iki erkek arkadaşınızı da alarak onlara işkence etmemenizin gerekmesi. Ciddiyim, etmeyin insanlara böyle işkenceler. Ben yaptım, oturduk iki saat boyunca normalde kız arkadaşlarımla izlesem aynı kızsal tepkileri verip, birazcık içimizdeki ergenle muhabbet edebileceğim bir filmi suçsuz günahsız iki insana izleterek o iki saat süresince bunalmalarını, uyuklamalarını, boğulmalarını kendime dert ettim. Onlar sıkıldıkça ben de bunaldım, benim yüzünden eziyet çekiyorlar diye.
tumblr'dan
O kadar kötü müydü demeyin. Kötü demiyorum, sadece kitabı okuduktan sonra düşündüğüm gibi düşünüyorum. Çok yaratıcı, gayet de geliştirilebilecek bir fikri böylesine lüzumsuz bir şekilde heba etmenin anlaşılır bir yanı yok diyorum. Yerleştikleri gezegenlere sağlığı, temizliği, düzeni ve barışı getiren bir uzaylı türünün dünyayı istilasını daha derinlikli işleyebilirsiniz, günümüz siyasi ve sosyal ortamına çeşit çeşit mesajlarla bezeyebilir, altına temeli sağlam bir felsefe kurabilirsiniz.
kaynak: Teen
Aksiyonla bezeli, görüntü açısından zengin bir anlatım seçebilir, ana tema olarak kitabın elimize verdiği aşk üçgenini daha incelikli işleyebilirsiniz. Jared'in, sevdiği kadının bedenini ele geçirdiği için nefret ettiği Wanderer'a olan duygularını yoğunluğunu gösterip, seyirciyi afallatıp; Ian'ın bir beden olmadan da bir kişiliğe, bir yüreğe aşık olunabileceğini gösteren halini belki daha başarılı bir oyunculukla sergiletip seyirciyi tam kalbinden vurabilirsiniz. İnsanların bu tuhaf uzaylı işgalinde yaşadıklarını dramatize edip, üstüne enfes güney ve güneybatı doğasını gösteren geniş plan çekimler ekleyebilirsiniz.
kaynak: Teen
Ama yapmıyorsunuz ne hikmetse. Gözlerimize ve beyinlerimize The Truman Show, Gattaca, Lord of War gibi filmler armağan etmiş Andrew Niccol, pek yetenekli Stephenie Meyer'ın kitabına gelince sıra sanki kendini tutmuş, ilerlememiş. Diğer filmlerinde olduğu gibi senaryoyu da yazıp yönetmiş Niccol. Saoirse Ronan  (bu adı da bir türlü telaffuz edemiyorum, google translate "Sivarz" şeklinde okuyor valla) aslında gayet iyi bir Melanie/Wanderer olmuşken, elinde de bir hayli iyi görünüşlü iki sırım gibi delikanlı Max Irons ve Jake Abel varken gene de sıkıyor Niccol'ün filmi. İlerlemiyor, sürünüyor adeta. Halbuki neredeyse olacak sahneler bile görüyoruz-erzak almaya çıkan mağara ekibinden ikisinin olduğu kamyonun uzaylılar tarafından kıstırıldığı sahne gibi. Tam etkileniyoruz diyoruz ama gerisi gelmiyor. Herşey havada kalıyor.
kaynak: Teen
Kitap da aynı etkiyi yapmıştı bende. Filmden umutluydum ama olmadı. Belki çok boş vaktiniz olursa indirip izlersiniz bir ara.
tumblr'dan
Emily Browning de pek hoş sürpriz. Bella yapamadık bari bunu kabul et iki saniye görün şurada be kızım der gibi olmuş. Bir de devamını yapacaklarmış, haydi bakalım.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...