roma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2017 Pazartesi

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 3

Münih'ten bir gece vakti yola çıktık yine flixbusla. Münih'te flixbus'a ve tabi diğer otobüslere binilen yer aynen inilen yer :) ZOB Münih ismi. Bir bina var allahtan, diğer şehirlerin aksine, onun içinde soğuktan korunabiliyorsunuz. Geceyarısından sonra olmasa belki binanın içindeki dükkanları ve kafeleri de açık bulabilirdik diye düşünüyorum ama biz o saatte sadece diğer bekleşenlerle ve evsizlerle birlikte loş koridorun kenarlarına çöküp, bekleyebildik. Nürnberg'de otobüs nasıl saatlerce geç geldiyse, Münih'te de gıcıklığına erken geldi. Bekleyecek sıcak yerimiz var ya hemen gelsin tabi. Ve bu noktada flixbusla, avrupa insanıyla, dünya insanıyla ilgili gerçeklerden bahsetmem gerek. Flixbus'ın web sitesinde reklamını yapmasına kanmayın, her otobüsünde priz yok. Olan otobüsünde de sadece cam kenarında olduğundan, Münih'te de deneyimlediğimiz gibi, insanlar otobüs gelince akın ediyor ve tek tek cam kenarlarına sıralanıyorlar. Viking istilasından, Moğol ordularından daha beter bir hale geliyorlar. Ne kültürü, ne saygısı, ne insanlığı kalıyor. Bir priz uğruna cinayet işleyecek yaratıklara dönüşüyorlar. Biz sonunda otobüse adım atabildiğimizde ki en son biz binebildik, tek tek herkes cam kenarına oturmuş, prize telefonunu takmıştı. İki katlı otobüsün üst katında ancak yer bulup oturduk zaten.
Münih'ten Viyana geceyarısından sonra binip, sabah 5-6 civarı ulaştık. Bu arada sınırlardan geçiyorsunuz ya polis binip tek tek herkesin kimliğine, pasaportuna bakıyor. Viyana'daki terminal Erdgergstrabe'de. Orada da bir ufak bina var en azından içinde bekleyebiliyor, biletinizi falan alabiliyorsunuz. Ama o sabah biz resmen enkaz halinde olduğumuzda bunların hiçbirine dikkat edememiştim. Otobüsten indik ama ayakta zor duruyoruz, yorgunuz, açız, soğuk. Google maps yine çıldırtıyor. Hostelimize gitmek için bineceğimiz şeyi gösteriyor ama ona binmek için 3 günlük yol gitmemiz gerekiyor falan. Önce bir yürümeye başladık, yarım saatten fazla yürüdük o halde. Böyle ostim gibi bir yerden geçiyoruz. Google'ın gösterdiği yol yok, kaldık bir noktada. Google diyor buradan girin ama orada öyle bir şey yok. Aynı yolu gerisin geri yürüdük, otobüs terminaline geldik. Bu arada sırtlarımızda milyonlarca kiloluk çantalar var. Ölüyoruz. Etrafta insan yok, çünkü güneş yeni doğuyor. Sonunda terminalin yakınındaki metro istasyonunda durup ne yapıyoruz biz dedik ya. Ne yapabiliriz yani? Şimdi burada yazmaya kalkışsam 3 gün sürecek bir sürecin ardından, ki bu süreç birkaç kere metro değiştirmeyi-bir durakta yeryüzüne çıkıp yarım saat etrafında dolanmayı ve tramvay otobüs durağı aramayı-sonunda köhne trenlere binmeye çalışmayı falan kapsıyor. Keşke kameram olsa da o 2-3 saati çekebilseymişim. Ben ağlardım izlerken, siz de ölürdünüz trajediden.
Sonunda hostele vardığımızda ruhumu teslim etmiştim. Bu arada hostel hütteldorf Viyana'da değil, öyle derlerse okursanız falan kanmayın. Viyana ile alakası yok, Hütteldorf diye bir kasaba orası. Pek de şirin ufak bir yer ama Viyana değil! Bir de hostel tepenin başında, ciddi anlamda tepeye tırmanıyorsunuz, bu sefer abartmıyorum. O halde sonunda resepsiyona ulaştığımızda dedim ki kardeş allah rızası için 2 kişilik odanız boşsa bizi ona geçiriver. Çünkü burada da yatakhanede yatak  ayırtmıştık. Bu sefer nasıl olduysa şans yüzümüze güldü. İki kişilik oda hem boştu hem de hazırdı, direkt geçebilirdik. Oysa yatakhane yataklarımızı öğleden sonra 3'e kadar bekleyecektik. O an o odaya ücret olarak kafanı kopar bırak dese resepsiyondaki genç, bırakacaktım yeminle. O kadar bitmiş haldeydim. Bu arada çarşafları bir pakette veriyorlar resepsiyonda ve geri çıkarken onları da bırakıyorsunuz, sistem öyle.
O gün öğleden sonraya kadar uyuduk valla. Normalde saatten, günden tasarruf etmek için gece yolculuğu yapılır ya, bizim için pek bir anlamı olmadı. Gece uyumadık yol gittik ama geldik sabah uyuduk hostelde. Bu arada hostel pek iyi değil, Hütteldorf yani. Haberiniz olsun. Floransa'daki Ottaviani kötülükte bir numaraysa bu da ikiydi.
Viyana'dan aklımda kalanlar da çok değil. Haa anlatacağım, gezdim canım. Asıl amacım oraya gitmekteki The Lumineers konseriydi o yüzden sadece aklımda pek fazla yer kalmamış. Roma'ya geldiğim ilk günlerden itibaren zaten internette habire tarih kovaladım, Paolo Nutini, The Lumineers ve Kaleo için. Ancak The Lumineers'ı yakalayabildim tabi, en azından buna şükrediyorum. Param yetmiş olsaydı, ocak sonunda Kaleo'yu da Brüksel'de yakalayacaktım ama olmadı. Paolo'ya ise mümkünatı yoktu, Edinburgh'ta Hogmanay'de iki gece üst üste çıktı ama o adaya ayak basmak için merkez bankasını sırtlanmam lazımdı.
Ama The Lumineers konseri şimdiye kadar iyi ki de yapmışım dediğim çok nadir şeylerden biri oldu. Öylesine güzel, öylesine içten, öylesine mükemmeldi ki o gece.
Viyana'ya aslında 2008 ağustosunda gitmiştim. Tabi o zamanlar Neverland yok, hala elim kalem tutuyor günlüklere yazıyordum. Her şeyin karmakarışık olduğu o yaz (başımda kavak yelleri esen o yaaaaş) kuzenimin bir tanesi orta avrupa turuna gidiyorum dedi işyerinden bir arkadaşıyla. Diğer bir kuzenimle bana da söyledi, biz de atladık onlarla gittik. Hiç hesapta yokken ilk defa yurtdışına çıkışım böyle de saçma, böyle de gereksiz olmuştu. Yıllarca hayalini kurarsınız bir şeyin ama sonra çok farklı olur ya hani. Ben ilk defa çıktığımda Mısır'a ya da Kamboçya'ya gideceğim diye hayal denizinde yüzüyordum, ama şansıma geveze tur rehberiyle orta avrupa düştü. Buldun da bunuyorsun pis şımarık diyorsunuz evet ama ben o kızdığınız açıdan şikayet etmiyorum. Bu durum beni hazırlıksız yakaladı, tamamen cumburlop gittim ben o geziye diye sövüyorum kendime.
O yüzden 2008'den Viyana olarak aklımda kalan bir gece vakti ışıl ışıl, kalabalık, sesli cümbüşlü bir büyük cadde, o caddedeki sokak müzisyenleri, mozartlı çikolata dükkanı ve italyan pizzacısı. Ve o zaman bile doğru düzgün gezmemiş, görmemiş olmamam rağmen sevmiştim Viyana'yı. Bu sefer de çözemedim neden sevdiğimi aslında. Yani küçük yerleri sevmiyor oluşumdan olabilir diyeceğim ama ilginç bir şekilde Viyana'nın geniş sokaklarında, büyük binalarında, heykellerle dolu parklarında beni ele geçiren bir şey var. Çözemiyorum. Nürnberg'de yaşardım dedim ya hani, sevimli bir fantazi o. Bir ay geçmeden bunalırım ben öyle yerlerde. Viyana ise...çok daha fazlası.
Demişken belirteyim, Viyana heykel dolu park cenneti. Akşamları belli bir saatten sonra çoğu kapatılıyor ama gene de her yerde onlar var. Bir de o heykeller hep tanıdıkların. Hani işte bizim Mozart, Beethoven, Goethe falan.
Bu arada buradaki "kent simgemiz" de Mozart. Onun evine gittik. Böyle de görünce insan zannediyor bir Dürer gibi. Ama değil. Mozart abimiz burada sadece 1784-1787 arasında yaşamış. Suyundan faydalanalım hesabı. 3 kat boyunca yine sesli rehber eşliğinde Mozart'ın ve ailesinin hayatını dinliyorsunuz. Nasıl müziğe başladı, eşiyle nasıl tanıştı, nasıl yaşadılar, kimlere ders verdi, kimlerle dost-düşman oldu, hangi senfoniyi ne zaman nasıl yazdı...Odalar hemen hemen onun zamanındaki gibi korunmuş güya ama eşya niyetine bir iki kap kacak koymuşlar, onlar da Mozart'ın ailesinin falan kullandığı şeyler değil, onun döneminden kalma şeyler diye örnek olsun diye koymuşlar. Yani bir yandan demeye de tırsıyorum acaba çok mu düz bir insanım diye ama Mozart evinde hakikaten görülecek bir şey yok. İnternetten okuyabileceğiniz bilgileri dinliyorsunuz, bir de senfonilerini dinliyorsunuz. Yani tamam ev güzel, ben bayılırım böyle yerlerde dolanmaya falan ama size kattığı bir şey yok. Bir de 11 euro yani. İndirimlisi de 9. (http://www.mozarthausvienna.at/)
Onun hemen dibinde St.Stephen Katedrali var. Hani o değişik renkli, motifli çatısı olan. Katolik kilisesi ve taa 1160'tan kalma. Tabiki şimdiki hali değil canım, başlangıcı işte.
Bir başka güzel görüntü, noel marketlerinin, süslemelerinin başlamış olmasından dolayı Maria-Theresien-platz'daki cümbüştü. Herkes oraya gelmişti. Burası aslında Museumsquartier denen kısmı şehrin. İki meydan var, etraflarında koca koca müzeler. Ortada da devasa heykeller. Müzelerin hiçbirine girmedik biz, zaten hep akşama denk gelmiştik.
Ama müzelerin hiçbirine girmemiş olmamız başka saçma bir şey yapmamıza sebep oldu Viyana'da. Belvedere Sarayı'na girdik. Hem de kapanış saatine birkaç saat kala. Hem de tam 17 euro vererek. Valla hayatım boyunca bir bu 17 euroyu bir de Pisa'daki kruvasanla kahveye verdiğimiz 17 euroyu unutamayacağım. Aslında Klimt'i kendi gözlerimizle görelim hevesiyle sanırım yaptık böyle manyaklık. Gerçi bir dolu başka güzel eser de vardı tamam ama gene de...İçim acıyor be. (http://www.belvedere.at/en)
Ha bir de Schönbrunn Sarayı'na gittik, nasıl unuturum. Saray saray dolaşmışız maşallah. Ama önceki Nymphenburg Sarayı deneyimimiz burada işimize yaramadı. Çünkü biz öbürüne o kadar para verdik de iki oda vardı diye burada da bir şey yoktur deyip giriş bileti almadık, içine girmedik. Halbuki burada görülecek daha çok şey varmış, Nymphenburg gibi değilmiş. Buranın da bahçesi yok, içerisi devasa. Kısmet. (https://www.schoenbrunn.at/en/)
Son olarak da Viyana'dan bir akşam vakti Bratislava'ya geçtik flixbusla. O da hiç kolay olmadı tabi. Viyana'daki o tuhaf istasyonda otobüsü başka bir noktada beklediğimiz için kaçırdı. Bir saat sonrakine bindik falan. Neyseki Viyana-Bratislava arası bir saat de Ankara'dan Kırıkkale'ye gitmiş gibi oluyorsunuz.
Otobüste yalnız, bir çocuk takıldı peşimize. Yani önüme oturdu önce. Sonra muhabbet etmeye çalıştı. Sonra Türkçe bir şeyler söyledi, ben şoka girdim. Sonra milyon tane dil mi ne biliyormuş da ondanmış falan öyle dedi. Bratislava'da inince de yardımcı olmaya çalıştı, hosteliniz nerede göstereyim götüreyim falan diye. Biz o kadar tırsmış o kadar ürkmüş halde bakıyor ve kaçıyorduk ki herhalde (suçlayabilir misiniz hepimizin kadınlar olarak kendi ülkemizde bile yaşamak zorunda kaldığımız muameleleri düşününce), çocuk yok yok valla bir şey yapmaya çalışmıyorum sadece burada da yaşadım biliyorum etrafı saat de geç ondan dedim diye bir şey oldu. Gene de çocuğu başımızdan savıp, hostelimize doğru yürüyüşe geçtik.
Bratislava zaten avuç içi kadar bir yer. Bir de böyle sanki her an kafanızın üstünden bombardıman uçakları geçmeye başlayacakmış gibi bir havası var. Yani resmen tüm şehir, binalar, insanlar II.Dünya Savaşı'ndan, Soğuk Savaş döneminden falan kalma gibi. Herşey herkes yıkık dökük, soğuk. Öyle benim sevdiğim nostalji havasında bir eskilik değil yani, döküklük.
Burada ilk durağımız kaleydi. Bratislava kalesi. Bratislavsky Hrad. Kasım ayında öldürücü derece soğuk ve rüzgarlı kale, çıkmayın. Birşey de yok. St.Martin Katedrali'ne girdik sonra. Fena değil. 13.yy.dan kalma bir katolik katedrali gene. İçinize baygınlık getirdim biliyorum.

Bratislava diye dolandığımız yer de bu yukarıdaki yerdi işte. Yine noel marketleri vardı, ekmeğin arasına bir tavuk parçası koyuyorlar yağda kızartılmış, ekşi-acı bir tadı var. Düşününce bile midem bulandı yine.
Bratislava'ya da 2008'deki o turla gitmiştim. Viyana'dan Budapeşte'ye geçerken öyle bir öğleden sonra birkaç saatliğine indirip otobüsten serbest bırakmıştı rehber burada. Bir McDonalds kalmış aklımda o zamandan, bir de bir sokak arasındaki bir kemerin altındaki uzaklık  çemberi. Yerde bir çemberin etrafında kentlerin isimleri yazıyordu, buradan uzaklığını gösteriyordu. Bu gidişimde bulamadım o çemberi.
Bu arada Bratislava Patio Hostel diye bir yerde kaldık. Merkezi - burada zaten her yer merkezde - ama kötülük de bu da üçüncü sırada mesela. Yani belki de hosteller hep böyledir, hostel mantığı budur belki ama çok kötü be.
Sanırım bu ufak macerayı anlatmamı burada bitiriyorum. Acayip sıkıcı ve kuru oldu farkındayım ama bir yandan Roma'da son günlerimin işleriyle uğraştım vallahi ondan. Bir de fotoğraflarım yok elimde o da ruhumu köreltti tabi yazarken. Ama yarından itibaren İtalya'daki son 10 günümü Cey'le birlikte dolaşarak geçirmeye hazırlanıyorum. O yüzden şimdilik bu kadar kesip, gidiyorum.
Ankara'ya dönünce görüşürüz.

29 Ocak 2017 Pazar

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 2

Şimdiii nerede kalmıştık? Hah, tamam. Nürnberg'den Münih flixbus'ın sıkış tıkış otobüsüyle 2-3 saat falan sürüyor. Nürnberg'de flixbus'ın indirme-bindirme durağı Nürnberg Hauptbahnhof diye bir yer. Bu önceki bölümdeki haritada çizdiğim mavi hattın hemen sol alt yanında bir yere denk geliyor. Hostelimizden oldukça yakın görünüyordu ama bulması çok zor oldu. Böyle aralara bir yerlere saklamışlar. Yüksek binaların arasında, bir sokağın iki yanına ufak tabelalar koymuşlar, al sana durak. Bir dolu insan, bavullarıyla kaldırım üstünde, bina diplerinde bekleşiyor. Akşam 22:30 falandı sanırım otobüsümüz. 22:00 gibi orada olmamıza rağmen, saat 23:30'da otobüsümüz gelmemişti. Bir de soğuk, zehir gibi. Bir de oturacak sığınacak yer de yok. Diğer otobüsler geliyor, insanlar biniyor gidiyor. Bir grup ve biz, öylece saatlerce bekledik. Hayır bir de satış ofisi gibi bir şey de yok, sadece sokak ve tabelalar. İnternet desek, telefonun şarjı bitti bitecek. Önce sinirden köpürdüm durdum. Nasıl olsa kimse anlamıyor diye söylenip durdum ardından. Otobüs hala gelmemeye devam edince, bu sefer çaresizlik çöktü. Gene başladı kafamın içinde, ben ne yapıyorum, manyak mıyım bu soğukta niye böyle beklemek zorundayım, ne zorum vardı da geldim buralara, ne Münih'miş arkadaş görmek istediğim yerler listesinde bile değildi, vah bana vahlar bana bu yaşımda Almanya köşelerinde sürünüyorum diye. Otobüs nihayet geldiğinde artık tabi, lanetler okuyarak bindim.
Neyse demem o ki flixbus ucuz evet ama güvenmeyin. Trenler pahalı belki ama en azından tren istasyonu diye bir olasılık var. Yabancısı olduğunuz bir yerde, gece vakti, soğukta inanılmaz derecede umutsuz oluyorsunuz çünkü.
Münih'te otobüsün indirdiği yer ise hepten evlere şenlik. Tamam, tam böyle tüm trenlerin tramvayların metronun falan bitiştiği, merkezi bir yerde ama, gecenin bir vakti, o kadar enerjimiz düşmüşken, telefonun şarjı yokken falan önce baya bir bocaladık. Yola çıkmadan evvel, Roma'daki odamızda her bir adımı planlamıştım doğru, nerede inip hangi araca binip kaç durak gideceğiz falan biliyorum. Ama Münih'te o gece bir saçmaladım nedense. Bineceğimiz şeye nereden bineceğimizi bulamadım, baya saçmasapan yürüdük, sonra geri yürüdük, sonra nereden bilet alacağız, bilet almalı mıyız, hangisi ne yöne gidiyor bir her şey birbirine girdi. Tabi şöyle de bir sorunumuz vardı, otelimiz şehrin başka bir semtindeymiş. Golden Leaf Hotel Perlach Allee Hof diye bir otel. Aslında kent merkezinden gitmesi oldukça kolaydı otelin ama işte o ilk gece bir şaşkındık ya. Normalde kent merkezinden tek bir metroya mı trene mi bir şeye binip, sessiz sakin baya bir durak gidiyoruz, Neuperlach Süd durağında iniyoruz, iki dakika yürümeyle hemen orada otel. Bu arada yeri gelmişken onu da söyleyeyim, Münih'te de hiç bilet almadan toplu taşıma araçlarını kullanabiliyorsunuz
 gene yakalanmadığınız sürece tabiki. Biz o 2-3 günde yakalanmadık, daha doğrusu hiç öyle bilet kontrolü görmedik. Bir de geç geleceğiz diye önceden otele yazmıştık iyi ki. Çünkü resepsiyon kapalı oluyormuş o saatte, ana girişin hemen yanında bir kilitli kutu vardı, anahtarımızı ona koyup, bizden de bir şifre istediler. O şekilde otele gecenin bir yarısı gittiğimizde kolayca alıp anahtarımızı odamıza gidebildik. Bu arada 8 kişilik yatakhaneden ve o gece yaşadığımız tüm o rezillikten sonra gerçek bir otel odası su gibi geldi. Hostel değil yani OTEL. Ufacık ama kendi banyomuz tuvaletimiz vardı. Nasıl uyuduk, nasıl bir rahatladık. Ertesi sabah kalkmak bilmedik tabi ama.
Münih'teki ilk günümüzde atladık yine otelin yakınındaki metro hattına, valla hafızam beni yanıltmıyorsa Karlsplatz durağında yeryüzüne çıkardık başlarımızı. Bu çıktığımız nokta Münih'in göbeği bence ama tabi Münih'in yerlisi vardır aranızda hayır değil derse bilemem. Biz oradan Ottostrabe yönüne doğru ilerledik ilk gün. Esasında asıl cümbüşün olduğu yer Neuhauserstrabe imiş ama aklımızda mısır müzesi, vurduk kendimizi o soğukta geniş caddelere. Almancası ile Ägyptisches Museum (http://www.smaek.de/), bulması biraz zor bir noktada. Olur mu canım öyle şey, adresi var, haritada da görünüyor falan demeyin. Girişini bulana kadar kendimizden, hayattan, Münih'ten, Amenhotep'ten falan şüphe ettik. Karolinenplatz tramvay durağından sonra, Gabelsbergerstrabe üzerinde girişi. Böyle aşağı doğru. Öğrenciyiz lafımız burada işe yaradı mesela 5 euro'ya girdik ama normali 7 euro.
Mısır Müzesi'nin girişi işte böyle, bir tuhaf. kaynak:Smaek
İçerisi bir ilginç bir dizayn ama geniş ve düz bir hali var, o açıdan iyi. Ben hep böyle eski püskü, sıkış tıkış yerleri sevdiğimden (kalbimin evi Kovuk misali) böyle modern gibi-gibi yapılar beni üşütüyor ama olsun. Eserler süperdi. Yani gerçi sanırım sonuçta orası Mısır eserlerini sergilediğinden her türlü süper diyecektim ama hakikaten bakın, iyiydi. Gerçi biraz karanlıktı, ama benim gözlerim çok da iyi görmüyor zaten.
Sonrasında o dediğim caddeye gittik. Akşam olmuş, sokak müzisyenleri fışkırmış, gençler Karlstor'daki sıcak şarap şeysini tıklım tıkış doldurmuş..Hayat derdi tasası olmayanlara güzel. Neuhauserstrabe'de bir dolandık böyle biz de. Ama gece vakti olduğundan Roma'daki kilise gezme huyumuzun aksine, Münih'tekilerin hiçbirine giremedik. Halbuki en en en sevdiğim buradaydı, St.Michael'ın kilisesi. Ayrıca aynı cadde dolaylarında Peterskirche, Frauenkirche ile Bürgersaalkirche de vardı ama sonraki gün de zamanımız olmadı. O ilk gece ve ikinci gece Alte Akademie'yi, Richard-Strauss-Brunnen'i, Neues Rathaus'u, Fischbrunnen'i falan dışarıdan da olsa seyreyleme şansımız oldu. Bu arada Karlstor'daki o sıcak şarap pek güzel, demedi demeyin.
Şimdi düşünüyorum valla Münih'te ne yaptık diye, Tuğba'ya da döndüm sordum nereye gittik biz Münih'te diye ama ikimiz de bir boş boş baktık birbirimize önce. Nürnberg'den sonra Münih o kadar soğuk gelmiş ki hem karakter hem de ciddi ciddi hava olarak soğuk, pek bir hatıra katmamışız gibi Münih'ten kendimize. O yüzden kentten ziyade ufak "pırıltı"lar çakan beynimde Münih'le ilgili şeyleri söyleyeceğim kısa yoldan.
İlki, ikinci günümüzde ne yaptığımız meselesi. Kalktık ve doğruca Nymphenburg Sarayı'na gittik. Otelden birkaç durak sonrasıydı o yüzden kolayca ulaştık ama tabi saraya gelen bu tramvay maşallah Roma'daki meşhur 3 nolu tramvay gibi. Dünya kupası karması şeklinde yolculuk ediyorsunuz. İndiğimiz noktadan bakınca upuzun bir göl, kenarları yeşillik. Sonra sarayın ön bahçesi. Ardından da ana binaya giriyorsunuz. Ama biz biraz bodoslama girdiğimiz için bilemedik, zannettik ki böyle girdiğimiz noktadan itibaren saray binası olarak bir dolu şey var. Ama yokmuş.  Nymphenburg'un olayı bahçeleriymiş meğerse. İlk binaya girdiğinizde zaten hediyelik eşya katı karşılıyor. Tüm bir giriş katı dükkan. Ha güzel şeyler değil mi, şahane şirinlikte bir dolu eşya var satılan ama fakiriz be, çantalarını önlerine takıp, sımsıkı tutan çekik turistler gibi para saçamıyoruz haliyle (içimdeki ırkçı konuştu evet ama görmeniz lazım çılgınca para harcıyor çekikler avrupadaki hediyelik eşya dükkanlarında, gidin yemek yiyin karnınızı doyurun az iki güzel yemekle be). Bu kattan bilet aldım merdivenlerden bir kat yukarı çıkıyorsunuz. Sarayın odalar var ama üç beş tane ancak, tamam iyi hoş eşyalar falan, duvarlar, tablolar evet, zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissettiriyor ona da evet ama bitiveriyor. Yalnız o güzeller salonu hakikaten güzel. Yani duvarlarda manyak kralın yaptırdığı portreler var hep. Dönemin güzel kadınlarının. İçlerinde rahatsız edici derecede çirkinleri de var ama geneli pek hoş.
İki oda görmeye 6,5 mu verdik biz, daha fazla verdik gibime geliyor ama bilet fiyatları için şuraya bakabilirsiniz. Bu üst kattaki odaları ve bir de yan kanatlardaki porselen müzesiyle, at arabaları müzesini kapsıyor bu bilet. Ama ası olay olan bahçeler bedava. Ve işte beni asıl hüzünlendiren bu bahçelerdi. Düşünsenize haftasonu olmuş, üstünüze geçiriyorsunuz spor kıyafetlerinizi, evden yavaş tempoda koşarak sarayın bahçesine dalıyorsunuz. Her yer ağaç, göl, ördekler, sizin gibi insanlar, çoluk çocuk, spor yapanlar...Kendime bile klişe geliyorum şu an bunu yazarken ama öyle, medeniyet. Çok kıskandım. Yeminle hüzne boğuldum. Ben niye 20 yıldır yaşadığım kentte bunun hayalini bile kuramıyorum, tecavüz taciz ölüm korkusu olmadan evimden dışarı adımımı bile atamıyorum diye o kadar lanet savurdum ki. Neyse, siz, çoğunuz, hepiniz, mutlusunuz sonuçta, başka özgürlükleriniz var belki de. O yüzden benim üstüme eşofmanımı geçirip de parkta iki koşamıyor oluşum çok da mesele değil sizin için.
Duvarlara yumruk atmadan bu konuyu kapatıyorum. Daha neşeli şeylerden bahsedeceğim.
Bir diğer pırıltı Allianz Arena. Bayern Münih'in stadı. Oooooo, olley olley olley! Ama oraya da bir gece vakti ulaştığımızdan içine bakamadık. Gerçi girilebiliyor mu emin değilim, Barcelona'daki gibi olayı ticarete döküp dökmediklerini bilemedim. Off ya keşke o fotoları gösterebilseydim size.
Bir diğeri, İngiliz Bahçesi'nin hemen kıyısındaki bir ufak kafe-bar. Şu an telefonum olmadığından swarm'ımıma da bakamadığımdan ismini söyleyemiyorum ama böyle teleferik kutularını (ne deniyor onlara bilemedim) oturma yeri yapmışlar dışarıda, içinde loş ışık. Biz önce kahve isteğiyle daldık içeri, sonra çalışan iki gençten erkek olanını görünce kendimden geçtiğimden elim ayağıma dolandı. Çocuk (ama çocuktu yani ya, 30 yaşındayım ben ya) adeta şeker kız candy'nin anthony'si, çocukluğum nick carter'ı, ilk gençlik filmlerimin devon sawa'sı. Yanındaki diğer çalışan, çirkef kız yok kahve öff ne kahvesi modunda bize dalmaya hazırlanıyordu ki çocuk sıcak şarap verelim daha güzel diye gülümseyince biz de sıcak şarabını denemiş olduk. Fena değil ama Karlsplatz'daki daha güzel. (Karlsplatz'daki bardak olayımızı anlatmayacağım hayır, çok utanıyorum.)
Son bir Münih pırıltısı da otelden. Otelin kablosuz interneti sadece resepsiyonda bedavaymış meğerse. Odada istiyorsak paralı, günlük falan filan seçenekleri vardı. İlk gün sabah resepsiyonda da giremeyince resepsiyondaki çekik kardeşimizin başında baya bir bekledik. O da uğraştı, etti olmadı. Bozuk kardeşim sizin wifi diyerek - içimden - gittik. Akşam dönünce ne göreyim, allahım bu aç gözlerim ne görsün, resepsiyonda bu sefer bir başka anthony (bana mı diyorsunuz kezban diye, e siz de o zaman ukrayna kadınları rus kadınları diye niye aranıyorsunuz, herşey karşılıklı, hepimiz elimizde olmayanı beğeniyoruz şimdi kimse kusura bakmasın, siz göbekli kıllı karasınız ve rus kadını diye ölüyorsunuz, ben de bodur ve çirkinim o yüzden selvi gibi sarışın kızıl vikinglere bitiyorum, haa onlar bana bakıyor mu hayır, orası başka mevzu. gerçi rus kadınları size bir şekilde bakıyor ben o noktada bir mavi ekran verdim ama kısmet). Bakın ama sadece dış görünüşten ibaret oldukları için değil bu içimin erimesi. Kafedeki çocuk nasıl güler yüzlü, sevecendi ve kızın gazabından koruduysa, resepsiyondaki anthony de pamuk gibiydi. Akşam dönüşte ona da dedik burada internete giremedik ama diye. Ne yaptı biliyor musunuz? Birkaç birşey yaptı bilgisayarında, sonra dedi şifreniz şu, buyrun. Sonraki tüm gün odamızda bedava internetimiz vardı. Çıkış yaparken de para almadılar - normalde oraya kaydetmiş olması ve hesabımıza işlenmesi gerekiyordu. Sırf resepsiyondaki anthony sayesinde. Ha diyeceksiniz ufacık birşey. Değil. Bir güzellik, bir ufak gülümseme, bir iyi niyet. Alelade bir sarışını anthony yapıveriyor işte.
Hayır azmadım gençler. Ve hayır öyle sizin sokaktaki dişi her bir canlıya ağzınızın suyunu akıtmanızla aynı şey değil.
Demem o ki Münih'ten elimde kiliseden, binadan, ne bileyim mimariden çok duygular, insanlar kaldı. Ama soğuk Münih. Her açıdan. Roma'nın Alman versiyonu gibi. Sokaklarda göçmenler, dilenen insanlar...Bir çöpler azdı işte Roma'nın aksine, o kadar.

(Bir de şey diyeceğim. Önceki yazıya da baktım da resmen ansiklopedik bilgi sıralamışım, pek keyifsiz olmuş. Umarım Ankara'ya döndükten sonra fotoğraflarımı bulur da eklerim diye düşünüyorum. Bir de ben böyle kendim neresini merak ediyorsam ondan bahsettim ya ne bileyim, ben kilise hangi tarihte yapılmış diye merak ediyorum mesela ama sanırsam bu pek sıkıcı bu durum. Allahım ben niye bu kadar sıkıcıyım ya, çok bunalıyorum kendimden.)

Haa bir de Friedensengel'i gördük ama şimdi gene onunla ilgili çılgınca bilgiler sıralamaya kaptırmayayım kendimi :)

27 Ocak 2017 Cuma

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 1

Tamam be, yeter bu kadar karalar bağladığım, depresyonlara girip girip durduğum. Neverland'i resmen bunalım kuşağına çevirmişim. Bu nedir yahu? Silkelenip, kendimize gelelim eyy kayıp çocuklar! O yüzden bence ben şimdi, üstünden iyice vakit geçmeden, hala ufak ufak hatırlayabiliyorken kasımda yaptığım Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava gezimi anlatayım. Biraz havamız düzelsin.
Öncelikle Ryanair'de o tarihlerde bakıp da bulduğumuz en ucuz biletler Roma'dan Nürnberg'e gidiş ve bir hafta sonrası için de Bratislava'dan Roma'ya dönüş olduğu için mecburen ilk ve son duraklarımızı böyle belirledik. Ama içini, bir haftayı nasıl doldurdururuz, Almanya'nın güneyindeki Nürnberg'den nasıl yaparız da Roma'nın ve oranın kuzeydoğusunda yer alan Bratislava'ya kadar ulaşırız diye oturduk önce ince ince plan yaptık.
Önümüzdeki ilk engel bir perşembe sabahı nasıl Roma'nın bir dış mahallesinden Ciampino Havalimanı'na ulaşacağız engeliydi. 11:50'deki uçak için sabahın köründe kalkıp, tam 3 tane, bakın yazıyla da ÜÇ tane otobüs değiştirdik. Ciampino Havalimanı Roma'nın diğer havalimanı. Fiumicino "Leonardo da Vinci" Havalimanı ilk sıradaki. Uluslararası uçuşların uzak olanı, büyük olanları falan oradan. Diğerleri Ciampino'dan. Ciampino "Giovan Battista Pastine" Havalimanı. Bu Pastine denen kişi I.Dünya Savaşı sırasında zeplin pilotu muymuş, teslim olmaktansa ölürüm mü demiş, birşeyler. Pek bilemedim, ama demek ki Leo kadar önemli ve ünlü bir şahsiyet ki İtalyanlara göre, ismini iliştirivermişler. Neyse. Fiumicino'ya ulaşmak çok kolay ama Ciampino için seçenekler az. Halbuki ikisi de çok yakın gibi görünüyor şehir merkezine, haritaya baktığınızda. Fiumicino için şehrin merkez noktalarından - Termini ve Tiburtina tren/otobüs istasyonları - "shuttle" dediğimiz otobüsler var bir dolu. Birçok firmanın otobüsleri bunlar, 4-6 euro arasında değişen fiyatlarla merkezden Fiumicino'ya ve ters yönde yolcu taşıyorlar. Fiumicino'dan Termini'ye aynı zamanda bir Leonardo Express dediğimiz hızlı tren var. Ciampino'ya ise sadece Termini'den otobüsler var, bu firmaların yine. Tren falan deneyeyim diyorsanız mümkün değil. Mümkün de saçma yani. Termini'den binip trene Ciampino kasabasında ineceksiniz de ordan bir daha bu firmaların otobüslerine binip 1 euro verip 5 dakika yolculuk edeceksiniz. (Her iki havalimanı için bilgilere-->http://www.adr.it/fiumicino)
Planımıza göre Ciampino'dan Nürnberg'e hareket ettik. Nürnberg'deki havalimanımızın ismi ise "Albrecht Dürer" (https://www.airport-nuernberg.de/english/). Avrupa'da sanırım her kent kendisine önemli birini bulmuş ondan ekmeğini yiyor. Dürer de Nürnberg için hayati önemde. Evi falan var, müzeye çevrili. Neyse oralara geleceğiz. Havalimanında indikten sonra hemen merkezde sayılabilecek hostelimize gitmek için metroya binelim dedik. Hostelimiz Five Reasons Hostel&Hotel. Havalimanından oraya U2 metro hattına binerek kolayca gidebileceğiz görünüyor. Zaten Nürnberg'de bunun dışında toplu taşıma kullanmadık, gerek olmadı. Metroya girmeden hemen önce, havalimanından çıktığınız noktada bilet kioskları var. Oradan bilet alınabiliyor. Ama almayın. Yazık günah o 3-5 euroya. Sonuçta euro olmuş 4 lira. Çünkü metroya inerken diğer pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi ufak bilet okuyucu aletler var ve aralarından geçip gidebiliyorsunuz. Ankara'daki gibi veya Roma'daki gibi turnikeler yok. Yani bilet basmak zorunda değilsiniz, haa ama biletçi gelir kontrol ederse metronun içinde, onu bilemem. Ben size gördüğümü söylüyorum. Biz şansımıza yaslanıp, hiç almadık, idare ettik. Bir tek acemiliğimize geldi işte Nürnberg'de aldık, bindik, kim kime dum duma olduğunu görünce içim acıdı o 3 Euroya.
U2 ile hemen hemen 15 dakika süren yolculuğumuzdan sonra Opernhaus durağında indik ve yürümeye başladık. İndiğimiz noktada karşımıza çıkan manzara gayet temiz, düzenli, modern bir kentti. Ama hostele doğru yürüdüğümüzde eski kenti çevreleyen surların içinden geçtik, birden kendimizi o buram buram ortaçağ kasabası havasının içinde bulduk. Tamam abartıyorum o kadar aşırı değil ama farkı anlayabiliyorsunuz.

Yukarıdaki gördüğünüz mavi hattın içindeki hemen hemen dikdörtgen şeklindeki kent surunun içinde kalan kısım bizim temelde gezimizi oluşturan kısımdı. Sol tarafta Nürnberg mahkemelerinin yapıldığı müze yeri var, oraya da gitmek istiyorduk ama vakit yetmedi. Ha bu demek değil ki Nürnberg bu kadar bir şehir, başka bir şey yok, ben bilmem, siz ararsanız bulabilirsiniz belki. Hostele ulaştığımızda öğleden sonra 2-3 civarıydı ve kasımın ortasında hava yağmur atıştırarak, soğuk yapıyordu. Hosteli de bu arada bulana kadar canımız çıktı. Güya resimde gördüğünüz şu en alttaki Opernhaus U yazan metro durağı var ya, onun hemen sol çaprazındaki yıldızda yer alıyor hostel ama, gizlemişler resmen. Surdaki kapıdan geçince hemen tabela var Five Reasons diye. Ama tabelanın işaret ettiği noktada bir restaurant var. Okun ucu tam olarak orayı gösteriyor. Ama restaurantın kapısı kapalı, içerde oturan insanlar var ama sanki özel bir durum var, kendi aralarında konuşuyorlar. Kapıları zorladık falan, içeriye bakınıp durduk ama yok. Sonra bir anneyle kızı da aynı işlere giriştiler, biz de dedik herhalde onlar da hosteli arıyor. Sonunda kapıyı açtı içerden birisi ve anneyle kızı daldı, biz de peşlerinden. Kimse bizle ilgilenmiyor, yani olabilecek en şaşkın bakışları atıyorlar ama kalkıp da napıyonuz hemşerim demeye cesaret etmedi hiçbiri. Biz de deli danalar gibi içeriyi kolaçan ediyoruz, ulan nerde bu hostel diye. Kapalı kapıları falan zorladıktan sonra bir hanımkızımız geldi hani buyrun ne aradınız gibisinden. Dedik hostel nerde. O da bir dumur oldu. Ne hosteli? Peşine taktı bizi, diğer bir çıkışa götürüyor. Bir yandan da diyor ki, buradaki oteli kaldırdılar artık burası göçmen sığınma yeri gibi birşey (içerdeki tırsmış insanlar da yeni gelmiş göçmenler). O iki dakika içerisinde kafamdan neler neler geçti var ya. Aha dedim sıçtık, booking.com bizi yedi, kaldırılmış oteli var gibi gösterdi de aldık biz de keriz gibi, şimdi yok ortada, kaldık mı ortada, ne yaparız bu soğukta alamanyalarda, bizi de göçmen niyetine alırlar mı buraya, ulan benim ne işim var burada bu yaşta, ne güzel 7.dereceye de düşmüştüm niye bırakırsın ki memurluğu,...Ölüyorum kafamda var ya. Kız bizi yolcu ederken şu tarafta herhalde hostel falan dedi, çıktık kapıdan. Gene gittik tabelanın dibine. Allahım bu tabela nereyi gösteriyor olabilir ki?
Söyleyeyim, hemen o sokağı. Yani restaurantın kenarındaki sokağı. Dimdik o sokağa girip de az biraz ilerledik mi al bize hostel. Orada. Bir de pek yeni, pek güzel. İçerisi sırf genç, bıcır bıcır. Sıcacık. Hiiç öyle Floransa'daki köhne yer gibi değil. Odamız 8 kişilik kadın yatakhanesiydi. Banyo tuvalet katta ve bal dök yala. Odada kilitli dolaplar var ama paralı. Yataklar tertemiz, 4 tane ranza. Her bir yatağın duvarında bir gece lambası ve priz var. Odanın ortasında ayrıca bir büyük ahşap masa ve tabureleri ile bir de boy aynası var. Kendimize bir çeki düzen verdikten sonra dışarı çıktık, şehri keşfetmeye. Ama hava kararmış ve soğumuştu. Şöyle bir yürümeye, doğaçlama yapmaya karar verdik.
Nürnberg bu dikdörtgen surların içinde ikiye ayrılmış gibi duruyor nehirle. Pegnitz Nehri. Köprüler ve adalar var ama en ünlüsü, biz de geçip durduk, Fleischbrücke-Fleisch Köprüsü. Ama durun durun oraya gelmeden evvel, kent surlarına Farbertor'dan girip, Farberstabe (burdaki b değil ama idare edin, almancadaki o z-ş gibi okunan b'ye benzeyen harf ve bu strabe kelimesi de haliyle sokak cadde falan demek) üzerinden yürüdük önce. Sonra Dr.Kurt-Schumacher Strabe'ye döndük. Orada azıcık ilerleyince zaten Jakobsplatz'ta buluyorsunuz kendinizi (platz da bizim piazza yani).Orada durduğunuzda bir yanınızda Jakobskirche, diğer yanınızda St.Elizabethkirche yükseliyor (kirche de chiesa işte). 1209'da kurulan kilise Büyük Aziz James'e adanmış evanjelik kilisesi. Evanjelik demek Protestan demek ama muhafazakar olanından, Lutherci olanından (http://jakobskirche-nuernberg.de/). St.Elisabethkirche ise Katolik kilisesi. 24 yaşında ölen ama buna rağmen çeyiz parasıyla hastane kurup, hastalara bakan Macar kraliçesi Elisabeth'e adanmış, e tabi tarihler 1235. Ama şimdi görebildiğimiz yeşil kubbeli güzel bina çook sonradan yapılmış ve en son 1903'te tamamlanmış olan bina. Herneyse bu iki kilise de çok güzel duruyor o meydanla birlikte.
Meydandan ilerleyip Ludwigstrabe'ye girdiğimizde ise sokak boyunca sıralı dükkanlar, restaurantlar, kafeler bulduk. Hem KFC hem Çin restaurantı hem de Urfa Dürüm. Bu arada Urfa Dürüm'de dürümlerimizi yedik tabi, demleme çayı da ince belli bardaklarda içerek (ulan var ya sen onca yıl dalga geç, eleştir bu yurtdışına gidip de bir türlü oranın kültürüne girmeyen, parklarda mangal yapan Türkleri, ondan sonra gel Avrupa'da bulduğun her şehirde dürüm ye. Avrupa'da beş parasız dram.). Sokak bitip de sağınıza dönerseniz de Irish Pub. İlk gece için Rosenaupark'ı da içine alan yarı kaybolarak yarı bilerek yaptığımız bu gezinin ardından hostele döndük.
Ertesi gün erkenden hostelden çıkıp, (tamam o kadar da erken değil) Kartausergasse'ye daldık. Bu sokakta boylu boyunca yürürken sağ yanınızda Ulusal Müze'yle karşılaşıyorsunuz, biz girmedik. Sol yanınızda ise birden göğe sütunlar yükselmeye başlıyor. İşte burası Strabe der Menschenrechte-İnsan Hakları Yolu. 1993'te yapılan bu anıt yolda sanırım 27 tane sütun var. Her birinin üstünde Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi'nin bir maddesi yazıyor Almanca ve başka bir dilde daha. Sokağın kuzey bitişinde de kent kapısının benzeri bir kapı yapılmış. Evet birinde de Türkçe yazıyor, manidar bir madde hem de. Nürnberg kenti olarak Nazi parti toplantılarının en coşkulu yapıldığı yer olma sıfatımızı bitirecek birşeyler edelim, ne edelim derken böyle bir şey yapmaya karar vermişler. Gitmeden önce internetten araştırırken nereyi göreceğiz diye, resimlerini falan gördüğümde alla alla çok saçma bunun neyini göreceğiz diye ekrana söylenmiştim. Ama gidip de, o sokakta yürüyüp, tek tek o sütunlara baktığınızda, o maddeleri okuduğunuzda, birşeyler oluyor. Kendinizi bir tuhaf hissediyorsunuz.
Bu yol Kornmarkt caddesine çıkıyor. Dikine geçip, Frauengasse'ye ilerledik biz. Bu Frauengasse ve onun paralelindeki Breite G., Brunnengasse, Karolinenstrabe ile buraları dikine kesen ara sokaklar hep çarşı. Dükkanlar, restaurantlar, ünlü markalar, tanıdık markalar ve yaya yolu olduğundan mütevellit insanlar. Akşamları güzel oluyor, ışıl ışıl, insanlar cıvıl cıvıl. Ama bir iki saat için. Sonra terk edilmiş bir şehre dönüyor her yer. Gündüz de öyle çok bir cıvıltı yok. Bu cadde ve sokakları arşınlayıp, Pegnitz nehrinin kenarına ulaştığınızda ise kasım-aralıkta noel marketlerine dair ilk izler başlıyor. Biz gittiğimizde kasımın ortası olduğundan daha hepsi, herşey açılmamıştı. Üç beş tanesi açılmış, diğerleri tahtaları taşıyor falan halindelerdi. Asıl cümbüş nehri geçince. Ama nehri geçmeden bu tarafta son bir kilisemiz daha var bahsedilecek. St.Lorenz Kilisesi. Aziz Lawrence'a adanmış ve bu da evanjelik kilisesi. 15.yy.ın başında yapılmaya başlanan kilisenin elemanlarıyla birlikte tamamlanması yüzyılın sonlarını bulmuş. Yapı çok güzel açıkçası. Bu da gotikmiş ama artık her gördüğüm şey gotik, o yüzden gotik denince artık ee diyorum. Güzel mi güzel.
Nehrin öte yanında atladığımızda ise ilk karşımıza çıkan Hauptmarkt alanı. Ufak, büfemsi dükkanların olduğu alan işte. Noel marketin devamı gibi. Bu alanda bir de kilisemiz var ki, şahane. Frauenkirche kendisi. 1361'de açılan kilise katolik kilisesi ve "parish" diye geçiyor, yani işte papazın ana merkezi gibi birşey, önemli işte ya anlayın. Leydimizin kilisesi demekmiş Almanca. Tabiki bu da gotik, ön tarafı, içi falan muazzam güzellikte.
Şimdi bu market alanında, leydimizin kilisesinin önünde çapraza doğru baktığımızda böyle turistlerin etrafına üşüştüğü, göğe doğru yükselen tuhaf bir şey gördük. Ne ola ki diye yanına yanaştığımızda ki pek yanaşmadık aramıza mesafe de bıraktık yani ne olur ne olmaz, böyle gotik kiliselerin kulelerinden bir tane minyatür yapmışın da boyayıp koymuşun gibi bir şey. Millet etrafındaki parmaklıklardan içeri elini uzatıyor, dokunuyor, selfie çubuğunu uzatıyor falan, ilginç bir manzara. Durduk baktık, anlayamadık. Hiçbir şey yazmıyor, tabela yok bir şey yok. Sonunda vazgeçip yolumuza devam ettik ama araştırmacı bilgiye aç Ravenclaw yanım sonradan öğrendi tabiki de ne olduğunu. Schöner Brunnen'miş (Almanca'dan çeviriverirsek güzel çeşme demek). 14.yy.a tarihlenen bir çeşmeymiş, bu kiliseden aşırmışlar diye zannetmemin sebebi de gotik bir çan kulesi tepesi şekli verilmiş olmasıymış (mimari dikkatim süper, müzik kulağım olmadığı gibi mimari gözüm de yok). İnsanların anlam veremediğim davranışları ise tamamen şans içinmiş, parmaklıklara iliştirilmiş iki halkayı çevirince şans geliyormuş. Bileydim, tüh bak görüyor musunuz.
Buradan Haupmarkt caddesinden devam ettiğimizde hükümet binasına denk geldik ki arkamızı döndüğümüzde bu sefer de bir başka mimari güzellik, St.Sebalduskirche. Yine bir evanjelik kilisesi, ismini 8.yy.da yaşamış bir keşişten almış, yapılışı 1225 falan. Bu da dahil olmak üzere Nürnberg'deki bahsettiğim kiliseler II.Dünya Savaşı'nda hep aşırı zarar görüp sonradan restore edilmiş. Tabi bu restore dediğim, benim anladığım kadarıyla, ki kiliselerin içinde bu restorasyonu, savaştan hemen sonra çekilen fotoğrafları falan koymuşlardı, kiliseyi yeni baştan yapmışlar o derece bir yıkım. Yani görüp, gezdiğimiz her biri aslında 20.yy.işiydi. Ama olsundu, sonuçta İskender Lahdi'ni hortumla su tutarak yıkamaya çalışan bir zihniyet değil bu restorasyonu yapan.
Buradaki Rathausplatz'dan Burgstabe'ye geçip, ilerlediğimizde dümdüz yukarı kaleye çıktı yol. Burg kale demek zaten, kale caddesi kaleye çıkacak başka nereye çıkacak. Yalnız kaleye girmedik, kapanış saatine denk gelmişiz. Yalnız bu noktaya kadar rast geldiğimiz kiliseler öylesine güzeldi ki kalenin pek bir cazip yanı yoktu açıkçası. Görüntüsünde falan bir şey yok, sadece tepede. Bahçesindeki ağaçlar, dökülmüş yapraklar güzeldi. Bir de kaleye bakan yamaçtaki evler tamamen o ortaçağ filmi evleriydi. Hani olur ya bizde de Safranbolu evleri tipi vardır, öyle bir güzel görüntü.
O yüzden kaleyi es geçip Obere Schmiedgasse'den devam ettik yürümeye. Bu sokak kıvrılarak Dürer evinin olduğu ufak meydana çıktı. Bu meydanda dikildiğinizde işte kendinizi tam olarak tarihi bir filmin içinde buluyorsunuz. Yerler taş kaplı, evler ortaçağdaki görüntüsünü korumuş, sur duvarının çıkışından kale görünüyor, ortada kocaman bir asırlık ağaç. Hafif atıştıran sulu kar. İnsanın orada yüzyıllarca durası geliyor. Zamanı durdurası geliyor.
Ki bu da bizi zamanın bir miktar donduğu yere, Albrecht Dürer Evi'ne getirdi. Bu Dürer de kim ola ki diyorsanız wikipedia yardımını esirgemez (https://tr.wikipedia.org/wiki/Albrecht_D%C3%BCrer). Haa eğer siz de benim gibi o pek ünlü portredeki o delici, meydan okuyan bakışların peşinde buraya gelirseniz ev hakikaten de hoş bir gezinti sunuyor. Girişinde kulağınıza takıp sesli rehberi, tüm evi, resimleri ve baskılarıyla birlikte geziyorsunuz. Haa ama tabloların hiçbiri gerçek değil, gerçekleri hep müzelerde olduğundan sadece bu resim hallerinin etrafında dolaşabiliyorsunuz ama olsun ev gerçek. Eşyalar, ayağınızın altında gıcırdayan tahtalar gerçek. Ben açıkçası çok mutluydum orada geçirdiğim bir saatten. Sonra Viyana'da Mozart evinde bile o kadar keyif almadım.
Buradan çıkıp, Albrecht Dürer strabe'den aşağı vurdurup, Karlstabe'ye girdiğimizde ise daha da mutlu edici bir yer vardı: Spielzeugmuseum-Oyuncak Müzesi. İlk oyuncak müzesi tecrübemi İstanbul'da yaşamıştım, ne beklemem gerektiğini biliyordum ama voovv! Böylesini beklemiyordum. 3-4 kat boyunca kronolojik olarak oyuncaklar. Ama ne oyuncaklar! Buranın kapısına geldiyseniz en azından 2 saatinizi ayırmanız gerek. Biz biraz koşturduk mecburen ama ben tüm günümü geçirebilirdim.
Nürnberg'deki bir buçuk günde görebildiklerimiz bu kadardı. Ha arada ufak tefek heykeller, çeşmeler vs. gördük ama genelinde şöyle diyebilirim, burası ufak bir ortaçağ kasabası görünümünde. Tabiki eski kentin dışına çıkmadığımız için diyorum bunu. Pasaklı ve güney asya göçmen cenneti halindeki Roma'dan sonra burası bize o kadar temiz geldi ki inanın gözlerimiz kamaştı. Bir de çok ıssız geldi haliyle, Roma'da her gün milyonlarca insanın arasında, hiç tükenmeyen bir insan denizinin içinde nefes alamıyor olduğumuzdan Nürnberg'in sokaklarındaki boşluktan önce bir tırstık. Ama bir süre sonra o sessizlik, o sakinlik insana ne kadar huzur veriyormuş onu gördük. Öylesine yaşanabilir bir yer gibi görünüyordu ki ister istemez Roma'yı ilk sıraya yazan akıllarımıza sövüp durduk. Belki Almanya hakikaten daha iyi bir seçenek olurdu ama bu saçmalığı da yaşamamız gerekiyormuş demek ki (saçmalık=Roma). Bir de aşırı Türk nüfus var burada, Almanya'nın diğer yerleri nasıl bilmiyorum (gerçi Münih'i de gördük, anlatacağım, orası da böyle gibiydi) ama burda sokakta nerdeyse sadece Türkçe duyabilirsiniz. Ulan var ya keşke iş bulsam Nürnberg'de yaşarım ha, yaşanır yani burada.
Münih'e geçmeden bence soluklanalım. Çünkü bunu bile 4 gündür mü ne yazıyorum. Bir de niye hiç fotoğraf yok diye çemkirmeyin, diskim elimde ağlamaklı bir şekilde bakan fotoğrafımı koyarım anlarsınız. Gitti fotolar, gitti! Eylülden beri ne çektiysem o bozuk diskin içinde, elime tutuşturuverdi tamirci.
Bakalım bir hal yolu bulacağız.

22 Ocak 2017 Pazar

Bakın vallahi billahi güzel şeyler yazacaktım, Roma'dan yerler anlatacaktım, bugün Porta Portese'deki bit pazarına gittim gene misal onu anlatacaktım. Ama olmuyor, bu hayat, bu evren, bu artık neyse yakamı bırakmıyor, bana bir saniye bile huzurlu bir zaman yaşatmıyor. Olmuyor.
Sabah telefonu şarjı (doğru mu yazdım?!) dolu halde aldım yanıma. Açıktı yol boyunca. Pazarın girişinde de nasıl olsa kullanmayacağım eşyalara bakıyor olacağım diye çantama attım. Saatlerce çantamda duran telefonu, eve girince çıkardım, elime aldım, aaa o da ne? kapanmış. Açmaya çalıştım, yok. Şarja takayım gene madem bir şey oluyor mu, yok. Elektrik bile geliyor gibi görünmüyor. Ama fiş priz şarj hepsi çalışıyor. Telefon açılmıyor şu an. Yok, gitmiş. Lanet olasıca telefon durup dururken, gitmiş.
Sonra niye karamsarsın, yok niye habire mutsuzsun, böylesin şöylesin. İşte bundan! Böyle salak saçma her şeyin benim başıma geliyor olmasından!

1 Aralık 2016 Perşembe

Testraller ve makarnalar

Düşünüyorum. Günlerdir böyle. Müzik çalarken yanıbaşımda, balkon kapısından gökyüzüne sabitlenmiş gözlerimle, düşünüyorum. Gerçekten düşündüğümün farkına varmadan, ne yaptığımın bilincinde olmadan. Bu günler geçecek mi, bilmiyorum. Yani tabiki geçecek, geri döndüğümde biraz daha farklı bir boyut alacak.
Bu sabah güneş doğmadan hemen önce uyandım, sonra da bir daha gözümü kırpamadım. Ki son bir aydır falan hayvan gibi uyuyorum. Sadece uyuyorum. Gece 12 olmadan gözlerim kapanıyor, ertesi gün, öğlen 12'de ancak kaldırabiliyorum kendimi yataktan. Oysa bugün, böyle leyla gibi, oturuyorum. Ama uyuyamıyorum.
Zaten başımdaki çoraplar..Bir de açıyor insan ondan sonra interneti, önünde yanarak ölen çocuklar, ölümler ve saçmalıkların son gaz devam ettiği, o eninde sonunda geri dönmek zorunda olduğu çukuru görüyor. Günlerdir evde makarnadan başka bir şey yiyemiyorken bir tarafta savaşın ortasında kalmış bir çocuğun haberini izliyorum. Evet, hiç yararı olmuyor. Bugün gene makarna yedim.
Bir yanda da kenara kaydettiğim bir yazıya denk geldim. Umutsuzluğa düştüğünüzde hayatınızın amacını nasıl bulursunuz, hede höde diye yazıp durmuş kadının biri. Bu tür gaz verici, savaşın ayağa kalkın yapabilirsiniz sevdiğiniz işi yapın mutlu olduğunuz şeyi yapın herşeyi yapabilirsiniz falan filan diye konuşmalar yapan, yazılar yazan, çok bilen insanların hemen hemen hepsinin de gayet hali vakti yerinde ülkelerde yaşayan, gayet hali vakti yerinde insanlar oldukları sizin de dikkatinizi çekti mi acaba? "Tamam faturaları ödemek gerek, faturalar önemli" gibi birşeyler yazmış kadın bir noktada, ama yine de sevdiğiniz bir şeyi yapın demeye devam ediyor. Ama bir türlü açıklamıyor o faturalar nasıl ödenecek biz sevdiğimiz şeyi yaparken. Misal ben oturup öylece film izlemek istiyorum, bir yandan da bol tereyağlı iskender yemek istiyorum. Benim sevdiğim şey bu mesela, ama ev kiramı, telefon faturamı ödemiyor. Ne yapacağız? Sadece konuşuyor. Onun için hava hoş, çekmiş taytını altına yoga yapıyor, binbir çeşit meyveyi koymuş kaseye, üstüne de kim bilir ne servet ödediği salak saçma bir şeyin ununu dökmüş, fotoğrafını çekiyor ahahah bugün de sağlıklı besleniyoruz diye gülücükler saçıyor. Ben de 1 euroluk makarnamın yanına yumurta kırayım da sağlıklı olsun o zaman. Haa ama tüh, yumurta da bitmişti.
Gene de dün ve önceki gece, konuşmalar konuşmalar...Aklımda bir sahne var. Hatırladıkça gözyaşlarına boğuluyorum her seferinde ama aslında mutlu bir sahne, umut verici:

29 Kasım 2016 Salı

Herşey mi ters gider?

Herşey mi ters gider? Herşey mi sarpa sarar? Her bir şeyde mi sorun çıkar ya? Roma'ya döndüğümden beri yerimden milim kıpırdamadım, para kalmadı zaten, dışarı çıkmıyorum, odadan zar zor çıkıyorum. Ama gene de sorun çıkıyor.
Dün gece bilgisayar yine bozuldu. Azıcık keyiflenelim diye "Sister Act"i açmıştım, o bitti, kapattım bilgisayarı. Banyoya gittim, geri geldim, haa şuna bir bakayım diye birşey hatırladım açmak üzere düğmesine bastım bilgisayarın. Ama o da ne, windows açılıyor ekranında o dört renkli logo duruyor, parlaklaşıp sönükleşiyor parlaklaşıp sönükleşiyor. Yarım saat böyle bekledikten sonra güç düğmesinden kapattım. Geri açılırken onarım yaptırtmaya başladım (Win7). Onarım ekranında sistem geri yükleme önerdi, tamam dedim, geri yükleme yaptı bir saat. Sonra yeniden başlatmaya geçti kendini ama gene windows başlatılıyor ekranında kaldı. Gene güç düğmesinden kapattım. Sonra güvenli modda açmayı denedim, siyah ekranda beyaz yazılar akarken takıldı, güvenli modda da açılmadı. Tamam dedim, sıçtım, buraya kadarmış. Kendimi atayım altıncı kattaki balkonumuzdan. Aşağıda da kuran kursu var zaten, bir kefenleyip gömüverirler herhalde. Bu esnada tabi telefondan sorunla ilgili ne var ne yoksa okuyorum internette. En sonunda, ben bu dünyaya hep sorunlarla uğraşayım diye geldim dedim, kabullendim. Bilgisayarı koydum masaya, fişini çekip geri taktım, ben de yattım yatağa, en salak young-adult kitaplarından birini açtım telefondan. Bilgisayar açılırken onarım ekranı geldi yine, iyi dedim onar gene sen nasıl istiyorsan. Gene sistem geri yüklemeye geçti, bir kendi kendine kapandı açıldı, durdu saatlerce. Sonunda ben kitabın sayfalarını atlaya zıplaya okurken, masaüstünün geldiğini gördüm uzaktan. Açıldı. Sistem geri yükleme yapabilmiş, çünkü virüs veritabanı bu hafta başında istediği gibi güncelleme istedi, windows da bazı güncellemeleri yüklüyor göründü, o da hafta başında güncelleme almıştı. Şu an bilgisayarı geceden beri kapatmamış haldeyim, tırsıyorum, kapatınca bir daha açılmayacak diye. Böyle Ankara'ya dönene kadar kapatmayacağım herhalde.
Böyle bir gecenin sabahı daha güzeldi tabi. Türkiye'deki bölüm arkadaşlarımdan mesaj aldım uyanır uyanmaz, kayıt yenileme yapmadığımdan bölüme yazı gelmiş, kaydımı silmişler. Erasmus toplantılarında erasmus öğrencisi olduğumuz için bu dönem kayıt yapmamıza gerek olmadığını söylemişlerdi bir de. Kafayı yiyeceğim ya. Hayır ben biliyordum kesin sorun çıkacağını. Böyle bir şey dedikleri anda biliyordum, ulan bunların sisteminde kesin sorun çıkacak diye. Nerdeyse mutlu olacağım kaydımı sildiklerine, okula dönmek zorunda değilim anlamına geliyorsa. Kurtuldum diye düşünebilirim tez yazmaktan ama sadece geçen eylülden şubata geçirdiğim o korkunç ötesi günlerdeki emeğime yanarım. O kadar zamanımı boşa harcamış hissetmesem, zerre umrumda olmayacak. Ama asıl kendimi bıçaklamak istememe neden olan şey şu, diğeri hani yıllar yıllar önce burdan da bilirsiniz, yüksek lisans yapmaya çaabalayıp yine tez yazarken bıraktığım okul var ya, geçen sene oraya gidip kaydımı sildirmek istiyordum demiştim. Oradaki öğrenci işleri durumu şöyle açıkladı: Yahu boşver arkadaşım kaydını sildirmek çok zor, önce gidecen bölümünün formunu dolduracan sonra onlar dilekçe isticek onu yazacan verecen sonra bölüm kurulu toplanacak dilekçeyi görüşecek karar verecek de öyle kaydını silmeye gelecen. Ölme eşek yonca bitecek. Lanet gelsin, alın sizin olsun kaydım dedimdi. Hayır hem o okulla bir daha bağım kalmasın istiyordum hem de o okulda kaydım durduğu için bu şimdiki okula harç ödemek zorunda kalıyordum. İşte demem o ki o  gerizekalı okul yüzyıllar olmasına ve ben hiçbir sene kaydımı yenilemememe rağmen, bir türlü kaydımı silmezken kendi kendine, burası daha iki ay olmadan hoppadanak kayıt siliyor. Çünkü herşey ama herşey, tüm evren tüm hayat bana karşı duruyor, benim varlığımı reddediyor, öldürmüyor süründürüyor, zevk alıyor bana işkence etmekten tüm evren.
Lanet olsun ya lanet olsun!
Hatta bir tane daha! Bakın geliyor hazır mısınız? Şubatın 15'inde döneceğim diye bilet aldım aylar önce. Airfinder diye bir siteden, en ucuzu oydu. Thy'nin bir uçuşu işte. Geçen gün mail geldi, tamamı italyanca. Bu ocakları yanasıca airfinder - sanırım, hiç emin değilim - yok uçuşa bir şey oldu, olmayacak etmeyecek isterseniz 14,90 daha verin birşeyler yapalım bilmem ne bilmem ne diyordu. Ya durup dururken noluyor ya? Açtım web sitelerinden baktım, aldığım uçuş cancelled diyor, altına yeni saatlerde bir uçuş yazmışlar changed diyor. Benim makul saatlerdeki uçuşu iptal edip, yerine gecenin üçünde uçuş koymuşlar ve benim bileti herhalde ona geçirmişler. Ama biletimin geçerli olup olmadığından emin değilim çünkü yazdıklarından hiçbir şey anlamadım. Mail attım hemen ingilizce yazın ne diyorsanız, hiçbir şey anlamadım dedim. Cevap yok. Sıfır. Günlerdir. Uçuş iptal olduysa biletimi iade et, başımın çaresine bakayım değil mi? Benim hatam değil ki bu, sizin. Ben gecenin üçünde uçmak zorunda değilim ki. Hayır bir de bir daha para istiyorlar. Neden ya, nasıl ya?
Lanet olsun! Herşeye, her bir şeye lanet olsun! Doğduğum güne lanet olsun! Ne gerek varmış ki beni doğurmuş annem, varmış işte çocuğunuz, ne diye başka bir tane yapıyorsunuz ki ben anlamıyorum. Sırf çile çeksin, mutsuz olsun, ezilsin, çiğnensin, dert çeksin, işkence çeksin diye mi?
Lanet olsun ya, lanet olsun!

17 Kasım 2016 Perşembe

I got guns in my head and they won't go, spirits in my head and they won't go



Dün yine bir tesadüfün peşindeyken, tamamen alakasız bir mekanda, tamamen alakasız bir durumda - ya da belki tam da alakalı bir durumda - çalıyordu arkada düz ekran bir duvar tv'sinde. Bir şeyler yapıyor bu şarkı, o anda yapmaya başladı. Bir şeyler değişiyor her bir notasını duydukça bende. Yarın ilk kez italya sınırlarını terk etmeye çalışacağım, her şey yolunda gider mi, nuremberg'de havaalanında oturma iznimiz yok diye gerisingeriye yollarlar mı, münih'ten kafamdaki hogwarts'a - neuschwanstein kalesi'ne - gidebilir miyim, viyana'daki o karışık yatakhane odasından, gecenin bir vakti the lumineers konserinden çıkıp viyana'nın bir ucundan diğer ucuna gidebilir miyim, viyana'dan sağ çıkıp bratislava'ya geçebilir miyim...hiçbirini bilmiyorum şu an. Ama şarkı...

I got guns in my head and they won't go
Spirits in my head and they won't go
I got guns in my head and they won't go
Spirits in my head and they won't go

I spent a lot of nights on the run
And I think oh, like I'm lost and can't be found
I'm just waiting for my day to come
And I think oh, I don't wanna let you down
Cause something inside has changed
And maybe we don't wanna stay the same

And I don't want a never ending life
I just want to be alive while I'm here
And I don't want a never ending life
I just want to be alive while I'm here
And I don't want to see another night
Lost inside a lonely life while I'm here

14 Kasım 2016 Pazartesi

bu hep böyle

Hava  o kadar kapalı ki Roma'da, böyle yorganın altında, cenin pozisyonunda tüm dünyadan nefret ederek, balkon kapısından kara gökyüzüne doğru bakıp, öylece durasınız geliyor. Kara bile değil ya, renksiz resmen, böyle sarımtrak gri. Ev sessiz, soğuk, morg gibi. Yan odada Baran bilgisayarına gömülmüş, battaniyenin altında. Bu odada ben aynı şekilde. İkimizin de oda arkadaşları okulda derslerindeler. Ev çok soğuk demiş miydim? Ankara'da kombiyi gaz parasını idare edebileyim diye ben de az yakıyordum, çok öyle sıcak kışlar geçirmiyordum ama burada resmen öleceğim soğuktan. Kaloriferler merkezi olarak yanıyor, yanacak yani, kasımın ortası geldi hala yanacak. Kim nerden ne zaman yakacak, işte bunlar hayati sorular. Apartmanda kimse üşümüyor herhalde. Ve ısıtıcımız da yok. Çünkü ona da para verip, 2 ay sonra burada bırakıp gitmek zorunda kalmak istemiyorum. Çünkü burada hayatım boyunca hemen hemen hiç yapmadığım, yapmak zorunda kalmadığım bir şeyi yapmaya çabalıyorum, belirli bir miktardaki parayı idareli kullanmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar çünkü, hep bir yerden bir gelirim vardı. Üniversiteye kadar öyle harçlığa ihtiyacım olmamıştı pek, üç beş elime tutuşturdukları yetiyordu, evden okula okuldan dersaneye yürüyerek gidip, aynı yolu geri yürüyerek geri gelebiliyordum. Üniversitedeyken bir yandan kyk'nın kredisi geçiyordu elime, o zamanlar 100-150 arası bir miktardı ama sonuçta ailenizle kalıyorsanız yemeye içmeye hayda hayda yetecek bir miktardı. Sonrasında da maaşım vardı zaten ve yine ev kirası, elektrik, su, gaz falan vermiyordum. Resmen tüm maaşım harçlığımdı. Ama şu an, 30 yıllık hayatımda ilk defa, ev kirası, elektrik gaz parası veriyorum. Market alışverişini, tüm ihtiyaçlarımı ab ofisinin yatırdığı o gülünç miktar içinden karşılıyorum. Ankara'da olduğu gibi babamın kredi kartıyle gidip de markette kendimi kaybedemiyorum, çünkü burada aldığım her şey türk lirasının değersizliğinin zirvesinde olmasından dolayı babamın ekstresine neredeyse 4 katı yansıyor ve saçma bir emekli maaşıyla bir yandan abimin iki çocuklu ailesine destek olmaya çalışan bir adama böyle miktarlar yüklemek istemiyorum. Zaten buraya tamamen gezmek için, kendi keyfim için gelmişim, bir de bunun sorumsuzluğunu geçirmeyeyim üstlerine değil mi?
Çok zormuş be. Para idare etmek çok zormuş. Her şeyinden, ama her bir şeyinden, kendinin sorumlu olması özgürlük falan değilmiş, zorlukmuş. Vallahi cumartesi sabahı evin ortasında çöküp, zırıl zırıl ağlayacaktım. Önce hafta içinde günün ortasında birden elektrik gitti. Sadece bizim ev gitti, komşularda asansörde falan vardı. 3 kişiydik evde, benim oda arkadaşım ve demin de dediğim yan odadaki. Diğer odadakiyle ben evi kurcalamaya başladık nereden gitti nasıl gitti diye. Ev kapısının arkasında bir kutusu var duvarda, orası tamamdı, bir sorun yok görünüyordu. Dedim bizde bir de apartmanın bodrumunda falan ana kutu olur, oradan atmış olabilir. Aşağı indik, kutu arıyoruz. Bir adam çıktı, napıyonuz dedi, arkadaş anlattı işte, adam burada olmuyor onlar evin içindedir dedi, biz de gerisin geri eve çıktık ama evde başka bir şalter yok. Ev sahibini aramaya başladı Baran ama adam cevap vermiyor. Bense vazgeçmedim, duvarları her yeri incelemeye devam ettim. Sonunda ilham geldi, bir de hayal meyal ilk geldiğimiz gün ev sahibinin gösterdiği bir şeyi hatırladım, ilk baktığımız şalter kutusunun hemen üstünde duvarda tablo asılı. Onu kaldırdım, aha burda! O şalter atmış, onu kaldırdım, elektriğimiz geldi haliyle. Baran da diyor ki tanrım ne kadar zeki bir kızsın sen! Keşke kardeş, keşke...
Sonra da cuma gecesi, saat bire geliyor yatacağız, oda arkadaşım tuvalete gitmişti, sifona bastı, odaya geldi ama sifon sesi susmadı ısrarla. Önceki günlerde bana da yapmıştı, su akmaya devam ediyor hani, sifon kutusunun içindeki şamandıra ağırlık yapıp da su deliğini kapatmalı ya, o olmuyordu, ben de bir kere daha basmıştım düzelmişti. Gittim yine, bastım, bu sefer bana mısın demiyor. Su çılgınlar gibi akıyor klozete. Basıyoruz, ediyoruz, kabus gibiydi, su durmadı.  Gene çözüm üretmeliyiz, böyle durum kendi evimde de çok başıma gelmişti. Benim evde diğer tuvaletin duvarında evin tüm suyunu açıp kapamaya yarayan yer var, oradan kapıyordum çaresiz kalınca mesela suyu. Ama bu lanet evde öyle bir şey bulamadım, aradık, tüm eve baktık, yok. Yorgunum, hasta olmak üzereyim, gecenin bir vakti, zaten ev de buz gibi, bir an önce yatağa girmek ve ısınmaya çalışmak istiyorum. Çığlıklar atarak kaçmak istedim ya o su sesinden, bu evden, bu şehirden. Sonunda hemen klozetin yanında, duvarda, yere yakın bir noktada bir tuhaf bir şey vardı, üstündeki kapağı çekince bir vana gibi birşey çıktı ama bizimkilerle alakası yok. Onu çevirince su kesildi sifondan klozete akan. Ama bu sefer de o kadar saçma ki, büyük banyoda ve mutfakta su akmıyor, küçük banyoda var. Bu vana bu işe yarıyormuş! Neyse dedik, şimdilik yatalım. Sabah ola hayrola. Ama sabah karın ağrısıyla, berbat bir durumda uyandım. Mutfağa koştum hap içeyim, sıcak bir şeyler içeyim diye. Çünkü gene ev buz gibi. Mutfaktaki manzara: Diğer odadaki arkadaş mutfak masasında elindeki telefondan kendi dilinde bir şeyler izliyor ve gülmekten boğuluyor, arkasında ocağın bir tanesi yanıyor son gaz ama üstünde bir şey yok, terek levye hepsi pis bulaşık dolu, önceki günküleri ve az önce yaptıkları kahvaltıyı yıkamamışlar su yok diye, daha doğrusu mutfakta akmıyor diye, etrafta yumurta kabukları,...Dolaba cama kafa atmamak için zor tuttum kendimi. Hiçbir şey içecek bardak yok, zaten bu görüntüde bir şeyde kaldırmıyor midem. Ama ayakta zor duruyorum, regl olmuşum, öleceğim, tuvalete de gidemiyorum gerizekalı sifon yüzünden. Çöküp kaldım bir sandalyeye. Bu arada mutfağın bir duvarı, tamamen çürümüş halde, küflü ve ortasında da kocaman bir delik duruyor, geçen hafta tesisatçı ustanın açtığı. Öyleyiz yani. Ev sahibi hala getirecek ustayı yapması için. Haa o delikten de duvarın içinde su akıyor boşlukta, duyup görebiliyoruz falan. Sonunda kendimi topladım, kalktım, küçük banyodan cezveye su doldurdum, ocağa koydum, ısıtıp en azından bardakları yıkayayım diye. Ben işe girişince diğer odadaki diğer kız geldi, ben yıkarım suyu açıp dur dur diye bana acıdı sanırım. Suyu açtılar, sifon sesi geri geldi, bulaşıkları yıkadı o. O gün akşama doğru ev sahibi de geldi gelmesine ama, adamın asıl amacı 3. odaya kiracı getirmekmiş yine, bir iki kişi katmış yanına onlara odayı göstermeye gelmişti, gelmişken sifon işini falan halletti. Bu arada diğer odadaki Baran da yanımda habire söyleniyordu, bu ev dördümüzü zor kaldırıyor bir de hala birilerini getirmeye çalışıyor, önce şu bozuk şeyleri yapsın bu nedir falan diye. Allahım şubat ne zaman gelecek?
İki gündür yatıyorum, Ev buz gibi. Bugün kursa gitmedim. Bu arada yapı kredi de sapıttı. Booking.com'dan yaptığımız son rezervasyonda habire sorun çıktı. Yapı kredinin banka kartıyla yapıyorum, kartınız kabul edilmedi başka kart verin diyor habire. Bundan öncekilerde hep bu kartla yapmıştım ama son bir haftadır böyle hata veriyor. Arkadaşımın aynı  kartıyla unicredit atmsinden para çekerken de yine son bir haftadır komisyon istemeye başladı, ki yapıkredinin unicredit anlaşması olduğundan komisyonsuz çekebiliyoruz diye özellikle yapıkredi hesabı açıp gelmiştik. İnternet üzerinde bir yere varamıyoruz, illa aramamız gerekiyor müşteri hizmetlerini ama yapı kredinin müşteri hizmetlerine hiç ulaşmaya çalıştınız mı bilmiyorum, inanın gidip er ryan'ı  kurtarmaya tercih ederim. Saatlerce bekletip, gerçek bir insana ulaşamıyorsunuz ve bunu buradan aramaya çalışsam herhalde tüm hibe paramı turkcelle ya da wind'e veririm. O yüzden arayamıyorum da. Neden her şey sarpa sarmak zorunda? Neden habire sorun çıkmak zorunda? Sonunda allah belanızı versin diye alacağım elime telefonu arayacağım, girecek telefon faturası ama bunu yaptığımda bile bir sonuca ulaşabileceğimi zannetmiyorum. Bir sorun görünmüyor ki deyip duracaklar. Siteyle ilgili problem vardır diyecekler. E sitede 5 tane rezervasyon daha yaptım onlarda neden sorun çıkmadı aynı kartla? En sonuncusunda niye çıktı? Hem de iki farklı otel denedim. Yani ilk otel reddedince kartı dedim oteldedir sorun, gıcıktır bu otel kesin, ben de başka yer bulurum. Ama orası da reddetti, şimdi ayın 19'unda münih'te olacağım ama kalacak yerim yok.
Her şey sorun. Her şey problem. Türkiye'ye dönsem ne olacak bir de. Antalya'da bile terörist çatışması oluyorken, ekonomik kriz varken (evet var siz hala farkında değilsiniz azıcık ekonomi okuyun birazcık kafayı çalıştırın allah aşkına) ve elimde hiçbir yetkinlik yokken ne yapacağım orada? İş bulamam, duramam, oturamam, okul zaten arap saçına döndü...
Biletleri falan aldım, güya birkaç şehir göreceğim ama sıfır istek var içimde. Hiçbir şey görmek istemiyorum. Neden istemeliyim ya da neden görmeliyim, bunlara cevap bulamıyorum. Anlamı ne yani. Bir iki müze görmemin, kilise görmemin falan ne anlamı var. Buz gibi sokaklarda yürümek zorunda kalacağım, üç beş kuruş daha ucuz bir şeyler yiyebilmek için sürünüp duracağım. Evet, çok anlamlı.
Yalnız şu an bir baştan okuyunca yazdıklarımı pek şımarık geldim kendime. Resmen artık her defasında para para para ve yine para diye çemkiriyorum, vızıldanıp duruyorum gibi. Bildiğiniz şımarıkmışım ben.

10 Kasım 2016 Perşembe

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 2

Piazza dei Cavalieri
 Floransa'daki ilk günümüzden (Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1) sonra oldukça gürültülü geçen gecemizin ardından cumartesi sabahı erkenden kalkıp, Santa Maria Novella tren istasyonuna gittik. Bu arada resepsiyona gidip, akşamki durumu açıklayıp 8 numaralı odanın anahtarını önceki günkü teyzeye bıraktık. Bir yandan da pişman oldum tabi keşke bırakmasa mıydık diye düşündüm. Çünkü teyzenin durumdan haberi yoktu, o gündüzcü diğer adam gececi herhalde. Neyse Pisa'ya trenimiz 08:28'deydi. Trenitalia ile gittik, bir saat sürdü Floransa-Pisa arası ve 8,40 gidiş+8,40 geliş olarak 16,80 euroya mal oldu. Pisa'da da Pisa Centrale'de iniyorsunuz. Trenin 2.sınıfı temiz, rahat, elektrik prizi var, tuvalet var, daha ne olsun. Bir de biletinize bakan kimse yok, ne dışarıda ne içeride görevli var. Gidip tren istasyonunda elinizi kolunuzu sallayın. Pisa'ya kadar 3-4 durak hiç bilet kontrolü olmadı, sonrasında tren Livorno'ya devam ediyordu, o arada falan baktılarsa bilemem.
Pisa'ya indiğimizde saatin 9 buçuğa bile gelmemiş olması tabi ayrı bir dertti. Ki üstüne çılgın gibi gökgürültüsü yağmur fırtına, ortalık kapkara. Şimdi mantıklı ve zeki olanlarımız kaşınmaya başladı fark ettim ordan. Evet bence de Roma'dan direkt Pisa'ya bilet alıp, cuma öğleden sonra Pisa'yı dolaşıp, akşamında Floransa'ya geçip, cumartesi tüm gün Floransa'nın sokaklarını, pazar da müzelerini bedava olarak gezebilirdik. Evet tüm bir günü sabahın köründen akşamın bir yarısına kadar Pisa'da geçirmek en salakça şey ama, hatırlatmama gerek var mı, ben dünyanın en büyük salağıyım. İllaki her durumda ve zamanda en salakça olanı yapmalıyım. Bu yüzden sabah 9 buçuktan akşam 8 buçuğa kadar Pisa'da yağmurda ıslanıp ıslanıp, üşüyüp durduk. Neyse, istasyondan çıktık, çılgınlar gibi yağan yağmurun altında şemsiye satmaya çalışan gayet ısrarcı arkadaşlardan zar zor sıyrıldık.
Piazza del Duomo
Buraya, İtalya'ya geldiğimden beri içimi yakan bir başka konu da bu. Roma'da da böyle mesela, her köşe başında her adımda güney asyadan olduğu gayet net görünen insanlar, fakir ve çaresiz insanlar turistlere herkese ellerinde artık ne tutuyorlarsa satmaya çabalıyorlar. Hiç "beyaz" biri yok aralarında. Çoğunluğu Bangladeşli. Sanki tüm Bangladeş nüfusu buraya göç etmiş gibi. Pisa'da da siyahiler çoğunluktaydı bu konuda. Dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğu burada her adımımda daha da çok suratıma çarpıyor bu yüzden. Türkiye'de nasıl her sokakta, her kaldırımda Suriyeli bir insandan adım atamıyor durumdaysanız, burada da bunun Bangladeşli ve siyahi versiyonu var işte. Sapsarı besili turistler ellerindeki devasa dondurmaları yalayarak bu insanların arasından yürüyor her gün. Onlar da umutsuzca o turistlere ellerindeki şallardan, saçmasapan hediyelik eşyalardan satmaya çalışıyor. Zaten şehrin en işlek yerlerinde, en turistik binalarının dibinde, merkez tren istasyonunun dibinde evsizler kartonları içinde kaşınıyor, sidik kokusu ve diğer kokular içinde oturuyor. Sonra da insanlar ay aman Roma çok güzel bir şehir ama diyorlar ya da İtalya çok güzel diye ayılıp bayılıyorlar. Hayır, dünyada böyle bir durum devam ettiği sürece hiçbir şehir güzel görünmüyor gözüme. Kimseye görünmemeli. Ama işte kendi balonlarımız içinde bunların hepsini unutup, o makarnadan değil de öbüründen yemek zorunda kaldık diye moralimiz bozuluyor mesela.
Pisa'daki Vaftizhane'nin
merdivenleri
Ne diyordum, Pisa. İstasyondan çıkıp, Viale Antonio Gramsci üzerinden yürümeye başladık ama hem erken hem de yağmur olunca hemen orada denk geldiğimiz ilk yere girdik kahve ve kornet (kruvasan) için. Bar Gambrinus'a girmişiz, hiç sormadan da kahvelerimizi ve kornetlerimizi istedik, oturduk yedik. Evet kahvesi de iyi, kornetleri de. Ama tüm bunlarada 17,40 euro verince bir tokadı yemiş olduk. Haa bu arada Floransa'da otelde de oda parasının üstüne 5'er euro şehir vergisi verdik, onu da unutmayalım. İtalya'da her şehirde bu vergi böyle kafanıza kafanıza gömülüyor. Gambrinus'tan çıkınca Pisa'daki ilk görülecek yerimiz Piazza Vittorio Emanuele II'ye ulaşmış olduk. Burası gene bu amcanın heykelinin olduğu meydan işte. Bu amca İtalya için pek mühim. Roma'daki favori manzaramın da sahibi, Altare della Patria'da kocaman at üstünde heykeli var. 1849-1861 arası Sardinya kralıymış, sonra da birleşik İtalya'nın ilk kralı olmuş, o sebepten atamız babamız havasında. Pantheon'da gömülü, ki ne heveslerle girmiştim Pantheon'a, onu da demeden geçemeyeceğim. Dışı daha manyak kesinlikle, içeri girince bir "ulan burayı da mı bazilikaya çevirdiniz ne ettiniz lan" oluyorsunuz.
Oradan Corso Italia'ya girdik ve o sokak boyunca yürüdük. Burası böyle dükkanların, tanıdık markaların dükkanlarının, kafelerin falan olduğu canlı bir sokak. Gençler falan gırla. Sokak biterken, nehre çıkmadan hemen önce Logge dei Banchi var. Buraya "tourist attraction" diyor ama hiçbir esprisi yok, kermes gibi birşeyler vardı biz geçerken. Bu noktada Ponte di Mezzo'dan karşıya geçmek yerine sağa doğru nehir kenarında devam ettik, çünkü altıgen mimarisiyle ilginç görünen bir kilise olan San Sepolcro'yu görmek istiyorduk. Ama kapalıydı, bazen salaklığımın şanssızlığım ile kol kola zıplayarak gülüşerek yürüdüğünü düşünüyorum. Devam edip Ponte della Fortezza'dan Arno nehrini geçtik. Karşıya geçince sola dönüp, Lungarno Mediceo üzerinde yürümeye devam ettik.
Camposanto, Pisa
Şimdiki hedefimiz Medici saraylarından biriydi ama artık yağmur kendini aşmış, üstümüze nehri savuruyordu adeta. O yüzden hiç hesapta yokken tesadüfen görünce orada, Museo Nazionale di San Matteo'ya atıverdik kendimizi. İşte bazen de kader devreye giriyormuş demek ki. Bomboştu müze, kimse yoktu. Girişteki görevli amca tonton mu tonton, iyiliği her yerinden akan bir amcaydı. Hem bize çok iyi davrandı, hem de bir güzellik yapmakta hiç sakınca görmedi. Biletleri vermek için yaşlarımızı sordu, arkadaşımın yaşı 20, ben de 29 dedim. Arkadaşım için 25 yaş altı olan yarı fiyattaki bileti kesti, bana da bir daha bakıp sen de 24 yaşındasın dedi. Peki dedim, bana da o biletten kesti, verdi (18-25 yaş arası 2,50 euro, gerisi 5 euro). Şimdi bir şey hissettim yalnız ya, böyle hep parayı az alan insanlara iyi çok iyi mükemmel falan diyorum burda sanki, resmen bir maddiyat canavarı böyle bir para almamalarına göre insanların iyiliklerine karar veren pis bir insanmışım gibi göründüm kendime ama saçmalıyorum değil mi ya. Neyse tamam.
San Matteo Müzesi erken ortaçağdan 16.yy.a kadar eserleri barındırıyor. Ama şöyle diyeyim sadece tahtadan haçlar ve incilden sahnelerin boyalı olduğu yine ahşap şeyler var. Bir de çok çirkin heykeller var, hristiyan aziz ve azizelerine ait. Resimlerdeki insan görüntüleri de çok çirkin, aman yarabbi hiç bu kadar kötü eseri bir arada görmemiştim. 13.yy.sanatından tiksindim yeminle. Ortaçağ hikayeleri iyiymiş sadece, sanatına hiç dokunmayın, benden tavsiye.
Müzede biraz kendimize gelmiştik ki çıkınca daha beter fırtınaya yakalandık. Ara sokaklardan dolana dolana o havada Piazza dei Cavalieri'ye gittik. Burası ilk Medicimiz Cosimo'nun sarayını ve heykelini barındıran pek havalı bir rönesans meydanı ama o havada hiçbir şey anlamadım. Gözümü kapşondan çıkarıp da görebildiğim çok az şey var. Meydandan kendimizi hemen kıyısındaki bir kemerin altına attık. Oradan sonunda çıkabildiğimizde Via Dalmazia-->Via della Faggiola-->Via Capponi yolunu izleyerek Piazza del Duomo'ya çıktık.
amca pek çirkin, Uffizi'den
Bu noktada belirtmem gerek, bu kadar şaşırmayı ve etkilenmeyi beklemiyordum. Yani milyonlarca kez resmini görüyor, okuyor, dalga geçiyorsunuz falan ama ufak bir sokaktan o meydana çıkıp da birdenbire o kuleyi öyle pat diye önünüzde bulunca bir afallıyorsunuz. Harbiden yamuk ya la! Ciddi yamuk, öyle böyle değil. Bir tırsıyorsunuz nasıl yani diye. Kuleyle bir yarım saat apışıp kaldıktan sonra ancak diğerlerini katedrali, vaftizhaneyi, duomoyu, meydandaki kafeleri falan görebiliyorsunuz. Gene çılgınca yağmur yağdığı için biz ancak etrafta koşturup, oranın buranın altına sığındık diğer turistlerle birlikte. En sonunda dedik buralara girip, gezelim. Bunun da yöntemi bilet almak. Museo delle Sinopie'nin girişindeki yerden gezmek istediğiniz yerlere göre fiyatını seçerek bilet alabiliyorsunuz. Biz kişi başı 8 euroluk olan katedrali, vaftizhaneyi, camposanto'yu ve Sinopie müzesini kapsayanından aldık. Kuleye çıkış parası ayrı ve 10 euronun üstünde sanırım.
Sinopie müzesi iki katlı, ufak. İçinde duvarlarda Camposanto'nun duvarlarına yapılan fresklerin deneme çizimleri var. Yani önce bunları çizmişler, sonra gidip boyamışlar. Vaftizhane altıgen, pek bir şey yok içinde. Bir dar, dolambaşlı merdivenden üst katına çıkıp, aşağıya bakıyorsunuz o eğlenceli. O merdivenlerden çıkarken falan kendinizi bir ortaçağ filminde hissedebilirsiniz (niye böyleyim ben ya, çok üzülüyorum kendime). Katedraldeyse ölürsünüz, ne resimler ne resimler. Ama pek karanlık ya, benim gözlerim zor görüyor zaten, gözümdeki lensler eskidi, elimde de bir çift kaldı. Ama muhteşem resimler. Camposanto ise mezarlık. Heykeller ve yerde mezar taşları. Fibonacci'ninkisi de burda misal. Buranın duvarları da şahane.
Bir de tuvalete gitmek isterseniz, hemen camposanto'nun yan tarafında 80 cent'e. Evet o derece.
Buradaki kültürel gezimizi de bitirince sanırım Via Ulisse Dini üzerinde rastladığımız ve ucuz görünce, canımız da hamburger gibi birşeyler çekince Chicken Grill&Chips diye bir yere girdik. Tek müşterileri olarak yedik içtik ama o ne turuncu bir dekorasyondu öyle. Bir de bir tane Bangladeşli abinin işlettiği dükkandan Pisa hatıralarımızı aldıktan sonra artık yapacak hiçbir şeyimiz yoktu Pisa'da. Kaldık mı öyle fırtınada sokakta. Valla üşüye üşüye ara sokaklarda dolandık saatlerce. Saat daha 5 falandı herhalde. Öyle boş boş, hayır bir de hava berbat ya, bir şey yapacağın varsa da yapamıyorsun. Son birkaç saat istasyonda oturduk, neyseki buradaki istasyonda kapalı bir oturma yeri vardı. Floransa'da yok mesela, pazar gecesi en son donmak üzereyken otobüse bindik.
Uffizi'deki Niobe Odası ve muhteşem Rubens
8 buçuk trenimizle Floransa'ya dönüp, otelimize korkular içinde geldik. Bu gece sahiden de başka insanlarla kalacağım aman yarabbi diye diye çıktım merdivenlerden. Bu sefer de resepsiyonda tamamen başka bir adam olmasın mı?! Bu seferki bize ilk gece özel odayı veren bangladeşli adam gibi değildi, resmen 70ler türk filmlerindeki sapık katil kılığındaydı sırıtışıyla falan. 7 numaralı yatakhanemize ait anahtarı aldık ve indik odaya, ama korka korka. İçerde en kötü olasılık iki kişi daha olacak çünkü. Ama neyseki, kimse yoktu. Ama kahretsin ki kapı kitlenmiyordu. Tüm gece diken üstünde, biri gelecek mi, ya şimdi ipsiz sapsız biri kapıyı açıp dalıverirse diye hop oturup hop kalktık. Gram uyumadık. Bir de gene dışarıdan sesler, zaten gökgürültüsü şimşekler hiç durmadı. Valla bu durumun korkusu bile aklımı aldığı için eve döner dönmez diğer seyahat için olan planı yeniden gözden geçirdim. Paraya kıyıp, alabildiğimiz yerlerde iki kişilik odaları aldık şimdi. Gerçi Nuremberg'de ve Viyana'da yine mecburen yatakhanede kalacağız ama Nuremberg'deki en azından sadece kadın. Viyana'dan sağ çıkabilirsek artık, bir daha da başıma birşey gelmez herhalde.
Floransa'daki son günümüzdeyse beleşçiliğin dibine vuralım, her ayın ilk pazarı müzeler bedava olayından yararlanalım diye sabahın köründe, abartmıyorum köründe, çıkıp Uffizi Galerisi'ne geldik. Gene de sıra vardı ya arkadaş! Ha ama neyseki bir Vatikan değil, buna da şükür. Vatikan adeta bir açlık oyunları, adeta bir miğfer dibi savunması. O yüzden Uffizi sırası yeşil çimenlerdeki teletabiler gibiydi ama bu örnek de şu an çok ürkünç oldu tamam susuyorum.
Uffizi şahane, demiş miydim? Ama o turist kalabalığıyla, kapılar açıldığında istanbul surlarına ilk bayrağı kim dikecek ruhuyla birlikte saldırmak zorunda bırakılmasaydık daha güzel olabilirdi. Hayır neye saldırdılar böyle anlamadım ki. İlk kattaki çizimlere hemen hemen hiç kimse dönüp de bakmadı mesela. Merdivenlerden bir tırmanışları var ki eh aman allah! Üst katta 3 koridor var, u şeklinde bir yapı oluşturuyorlar. Bu her bir koridorun bir de yan galerileri var, birbirine geçişli. Ana koridorlarda duvarlar boyunca heykeller var, tavanla duvarın birleşim yerlerinde de portreler. O portreleri oraya koymak kimin fikriyse iyi küfür yedi benden 2,5 saat boyunca haberi olsun. Ulan hem bir şey seçemiyorsun hem de boynun tutuluyor. Hayır belki ben durup saatlerce Newton abimle bakışmak istiyorum, ne diye 5 metre yukarı asarsın. Yan galerilerde de tablolar var. Botticelli'ninkilerde ayrı bir kalabalık vardı, hele Primavera'ya yanaşamadım bile. Venüs'ün Doğuşu'nun önünde, tam ortada dikilebildim ama ne yalan söyleyeyim. Nihayet koridorları bitirebilip, terastaki kafeye falan da uğradıktan sonra çıkışa yöneliyorsunuz ama o da ne? Kandırmışlar! Çıkış yazıyor ama sonra binadan gerçekten çıkabilmek için yüz tane daha galeriden geçiyorsunuz ve hepsi tablo dolu. Ayrıca da muhteşem şeyler bunlar. Bu bölümde bir Leonardo odası da var mesela. Birkaç tablosu var. Ama asıl, ne Leo, ne Botticelli...Benim asıl aradıklarım Caravaggio ve Artemisia Gentileschi'ydi, ki onlar da bu çıkış kısmında. Caravaggio odası dedikleri yerde Artemisia ablanınkiler de yer alıyor. Bu arada yukarı katta bir de Niobe odası vardı, öldüm. Duvarlarında devasa Rubens tabloları - ki adamsın Rubens! - ve önlerinde insanın tüylerini diken diken eden, kafasını allak bullak bırakan Niobe ve çocuklarının heykelleri. Bakınız sanat güzel yapıldı mı şahane birşey işte - sözüm sana Picasso, seni hiç sevemedim Picasso.
Uffizi'den nihayet çıkabildiğimizde açlıktan ölecektik. Hemen oradaki sokaklarda baktık insanlar bir yerlerden sandviçler kapmışlar, yumuluyorlar. Ama biz öküz gibi yiyen iki hobbitiz, bir sandviçle tüm günü geçiremeyiz diye Via dei Neri üzerinde gayet italyan bir yere oturduk. Sanırım İtalya'ya geldiğimizden beri ilk defa yaptık bunu. Ve domates soslu spagetti, patates kızartmalı tavuk ve et tabağı, tiramisu ve elmalı kek derken iyice abarttık. Kısmet.
Nihayet yemeğin ardından Galleria dell'Academia'ya gittik. Ama burası beni hayalkırıklığına uğrattı biraz. Bir David var diye bu kadar saçmalanmaz. Evet bir David var. Müzenin gerisinde sadece Pisa'daki San Matteo Müzesi'ndeki gibi ortaçağ hristiyan eserleri dolu. Ha bir de Pacino di Bonaguida'nın Hayat Ağacı paneli var, o kadar. Bir de yan kısmındaki ufak bölümde müzik aletleri sergisi vardı biz gittiğimizde denk geldik, o iyiydi. David'in olduğu ana kısımdaki duvarlardaki tablolar muhteşem yalnız.
Galleria'dan çıktığımızda 4-5 civarıydı, aslında Galileo Müzesi'ne gidecektik ama yakınlarda bir antropoloji müzesi görmüştük ona mı uğrasak diye bir dolandık. Felaket yağmur bitmek bilmediğinden ve telefonlarımızın şarjı bittiğinden döndük durduk. Müzeyi bulamadık, sonunda vazgeçip Galileo'ya doğru gittiğimizde o da kapanmıştı. Sanırım Floransa'daki en büyük pişmanlığım Galileo Müzesi'ni görememek oldu.
Bir de akşamın sekizine kadar otobüs beklemek o soğukta, yağmurda. Zalımsın İtalya.

8 Kasım 2016 Salı

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1

Kafayı yiyeceğim şu yağmura bakın ya! Birileri toplanmış tepede, habire kovalarla su döküyor başımızdan aşağı. Duruyor gibi yapıp gene yağıyor. Hayır bir de ev arkadaşlarımdan biri - ki 5 yıldır Roma'da yaşıyor - demez mi ki burada kış böyle oluyor şubata kadar durmadan yağar diye! Yağmur var ama ılık da değil ki hani. Soğuk yani, bildiğiniz ıslak ve soğuk. Öleceğim galiba ben burada çürüyerek ve donarak. Neden gittiğim hiçbir yer sıcak olmuyor? Neden sıcak bir yere gidemiyorum? Üstüne üstlük bir de dün gece 12'de bir geldik odaya, yer su. Balkon kapısından girmiş herhalde, döşeme sırf göl olmuş. Sile sile kuruttuk şimdi neyseki ama dışarıda yağmur yağmaya devam ettiği sürece gene olmayacağının garantisi yok. Diğer odadaki arkadaş biz panjurları indirip yatmıştım belki o engel olmuştur dedi. Bakalım en son öyle yaparız.
Ben size Floransa'yı ve Pisa'yı anlatacaktım değil mi? Ama anlatacaklarım da sırf yağmur ve gökgürültüsünü barındırıyor o yüzden lafa buradan girdim. Aslında Floransa'yı inanılmaz merak ediyordum, gitmeyi çok istiyordum. Da Vinci's Demons'da izlediğim hikayenin gerçek mekanlarını görecek, Medici hayaletleriyle dolanacak ve kendimi oradaki - dizideki yani yoksa gerçekteki değil - Leo gibi hissedecektim. Yalnız hayata dair bilgilerimin ve meraklarımın ve dahi kafamın içindekilerin sırf izlediğim ve okuduğum hayali dünyalardan oluşuyor olması da ayrı bir durum, şu an bir gariplik sezdim. Yani misal Floransa'yı, Medici ailesini biliyorum, nereden, diziden. Normandiya çıkarmasını biliyorum, nereden, filmden. Gibi. Neyse.
Cuma sabah 07:55 otobüsüyle Floransa'ya gittik. Otobüs flixbus. Zaten öğrenci olarak avrupaya gelmişseniz ilk öğreneceğiniz şeyler flixbus ve ryanair. Tiburtina istasyonundan bindiğimiz otobüs yaklaşık olarak 11 gibi Floransa'da Santa Maria Novella istasyonunun gerisindeki Viale Filippo Strozzi'de indirdi. Otobüsler konusunda Türkiye'deki durumları beklemeyin bu arada. Tiburtina'da neyseki bir tür bizim ufak kasaba otobüs garı havası vardı mesela, firmaların yazıhaneleri, otobüslerin duracakları çizgiler falan ama Floransa'da kuytuda, iki yanı yüksek duvarlı bir cadde üzerinde kenara bırakıveriyor otobüs. Binerken de aynı yerden. Bir de zaten otobüste yer numarası falan olmadığından, bavullarınız varsa kendiniz alt bagajı açıp koyduğunuzdan ve nereyi bulursanız geçip oturduğunuzdan hiç bahsetmiyorum bile (Evet ikram yapan muavin de yok.). Giderken bindiğimiz otobüste priz vardı ama dönüştekinde yoktu mesela. Ama içerde tuvalet vardı her ikisinde de, bakın bu beni en mutlu eden nokta.
Santa Maria Novella Bazilikası
İndiğimiz noktadan direkt dümdüz yüründüğünde önce tren istasyonunun içinden geçiliyor, sonra da Piazza della Stazione'ye çıkmış buluyorsunuz kendinizi. Karşısında Santa Maria Novella Bazilikası var, biz girmedik, biletliydi. Ama önündeki Piazza di Santa Maria Novella'da oturup, kahvaltı niyetine yanımızda getirdiğimiz keki falan atıştırdık, o noktadan kilisenin dış cephesini keyifle seyredebilirsiniz (bu ara piazza yazıp duruyorum ama meydan demek biliyorsunuz ya da anladınız değil mi şimdi aklıma geldi, çevirmeden yazıyorum onları hep.). Kaldığımız yer, Hotel Ottaviani, hemen bu meydanın arkasındaydı, o yüzden önce oraya uğradık, fazlalıkları bırakıp, hemen dışarı attık kendimizi (Bizi karşılayan teyze mükemmel bir insan yalnız, kısacık kesilmiş saçları, maskülen takımı, ince gözlükleri ve o yüzündeki gülümsemeyle sarılasınız geliyor. Oda hazır değil, ikide olur, o zaman şey edelim dedi, isimleri odaya yazdı.). Hemen orada Via Palazzuolo ile Via dei Fossi'nin kesiştiği köşede Gelateria Caffe' Dei Fossi var, bir kruvasan bir kahve 2 euro yazısını görünce daldık. İçerdeki kadın acayip şeker, gidin görün, bir iki muhabbet edin mutlu olun, valla. Ve o kruvasanlar - buradaki ismiyle kornetler - muhteşem. Ama muhteşem. Muh-te-şem. Elimizde onlarla önce tam tersi tarafa yürüdük. Ha tersi dediğim Duomo'nun tersine. Neden? Çünkü elimde kağıttan bir harita vardı. Google Maps'i açmayayım bir sefer de dedim, eh oteldeki teyze de haritayı verip, tatlı tatlı üstünde her şeyi her yeri işaretleyip şöyle gideceksiniz böyle edeceksiniz diye anlatınca, o nostaljiye kaptırıp haritadan ilerledim. Ama en son kağıt üstünde ne zaman harita kullanmıştım bilmiyorum (biliyorum, New York'ta, parça pinçik olan harita üstünde ve yine orada da hep tersi tarafa gitmiştik), berbatmışım bu konuda onu gördüm. Buradan 10 dakikalık bir yürüyüşle Piazza del Duomo'da olabiliyorsunuz normalde.

Duomo'nun bayıldığım kapısı
Piazza del Duomo'ya çıktığınızda bu şahane güzellikteki yapılar karşısında bir kalıyorsunuz önce. Yeşil-beyaz. Çizgiler çizgiler. Zaten buradaki ve Pisa'daki çoğu şey üstünde bunu görebiliyorsunuz. Santa Maria del Fiore Katedrali'ne Duomo diyoruz, kırmızı kubbesi olan bu işte. Burada 7.yy.a ait Santa Reparata Kilisesi varmış, 12.yy.da Arnolfo Di Cambio tarafından bu kiliseyi yapmışlar üstüne. 15.yy.da da Filippo Brunelleschi bu kubbeyi eklemiş. Yapının dışı ne kadar ilgi çekiciyse içerisi o kadar sade. Roma'da bulduğumuz her kiliseye girip, manyak eserler, dekorasyonlar gördükten sonra burası haliyle bir sönük geldi bize ama bu kötü bir şey değil. Ortadaki kapısının iki kanadı mükemmel bu arada ama hemen sol taraftaki girişten alıyorlar içeri. İçerde, kapının üstünde çok güzel bir saat var, Paolo Uccello tarafından 1443'te yapılmış (diye tüm bilgileri söyleme gereği hissettim bir zaman ve saat manyağı olarak). Tavanda da Vasari'nin tasarladığı Last Judgment var (valla ben de bir Terminator Judgment Day'i bilirdim ama ne sanatlar varmış :p ). Aynı meydanda katedralin bir de çan kulesi var: Giotto'nun Çan Kulesi. Bir 14.yy. gotiği. Yine katedralin karşısında bir de vaftizhane var, sanırım o da altıgendi. Aziz John Vaftizhanesi. Bu binanın yerinde 4-5.yy.da bir Mars tapınağı bulunuyormuş, onun üstüne kondurmuşlar (Mezopotamya'daki kutsal yerlerin kutsallığının devam etmesi, tapınak üstüne tapınak yükselmesi geleneği nereye gitsek değişmiyor demek ki, insanın değişmemesi gibi). Vaftizhanenin kapıları pek önemli, ama açıkçası duomonun kapısı benim daha çok hoşuma gitti, ilgimi çekti. Vaftizhanenin kapıları altın rengi falandı, aman aman, hiç sevmem, ne o öyle parlak parlak. Bu binaların hepsine girip, dolaşabiliyorsunuz.
Biz oradan çok görmek istediğim Medici Şapelleri'ne gidelim dedik. Piazza del Duomo'dan Via dei Martelli'ye girdik, oradan da Via L.Gori'ye döndük. Zaten bir iki adım sonra karşınızda Monumento a Giovanni delle Bande Nere çıkıyor (yine aziz john işte, onun heykeli anıtı). Ama şapellere giremedik o gün, biletliydi, e biz de biletli her yere pazar günkü bedava giriş hizmetiyle adım atmak istediğimizden, orası kaldı.
Orsanmichele Kilisesi, her kilisenin
önü gibi yardım bekleyen teyzesiyle
Oradan duomoya geri gelip, Via dei Calzaiuoli'ye kaptırdık, yürüdük. Yürürken Orsanmichele Kilisesi'ne girdik bir. İçeride güzel eserler var, fena değil. Devamında bir sonraki hedefimiz olan Piazza della Signoria'ya geldik. Burası Palazzo Vecchio'nun önündeki meydan, ama ne meydan! (bu arada palazzo da saray falan gibi demek, ama öyle versailles gibi düşünmeyin, bina işte). Bu meydanın 3 tarafında restaurantlar ve kafeler var, bir tarafında da Loggia dei Lanzi. Bir köşesinde Cosimo'nun at üstünde bir heykeli (ilk Medicimiz), bir köşesinde Fontana del Nettuno (Neptün çeşmesi yani, Poseidon'un Roma versiyonu). Meydanın bir tarafındaki Palazzo Vecchio'nun sağ girişinde Baccio Bandinelli'nin "Hercules ve Cacus" heykeli, diğer tarafında Michelangelo'nun David'inin bir kopyası. Yine bu heykellerin yakınında az önce de dediğim Loggia dei Lanzi var ki bu kemerli bir yapı, içinde heykeller, bir tarafı meydana açık, dikilip heykellere bakabiliyorsunuz (içeri de girip bakabilirsiniz tabi). Burada çok manyak heykeller var: Patroclus'un bedenini taşıyan Menelaus, Medusa kafası tutan Perseus, Hercules ve Nessus, Sabine kadınlarına saldırılış, Medici aslanları...Buranın hemen yanındaki aradan girdiğinizde Piazzale degli Uffizi'ye çıkıyorsunuz. Zaten burası da Uffizi Galerisi'nin olduğu yer ama oraya pazar günü bedava girdik, o yüzden şimdi bahsetmeyeceğim. Bunun yerine biz Neptün Çeşmesi'nin arkasındaki sokak Via dei Gondi'ye daldık. Devamındaki Borgo dei Greci'den ilerleyip, kendimizi Piazza di Santa Croce'de bulduk. Bu meydanın da 3 tarafında kafeler restaurantlar, tek tarafında Basilica di Santa Croce di Firenze var. Meydan ve bazilikanın merdivenleri turist kaynıyor, biz de merdivenler de oturmak durumunda kaldık soluklanmak için çünkü ne bazilikaya ne de yanındaki binalara girebildik. Bir çeşit devlet töreni gibi birşey vardı, son model zırhlı araçlar, süslü giyinmiş askerler, kameralar flaşlar falan derken nasıl kaçacağımızı şaşırdık. Halbuki ben daha içeri girip Michelangelo ve Galileo'nun mezarlarında fatiha okuyacaktım. Neyse, bu meydanın bir diğer güzel yanı, bazilikanın sol çaprazında kalan Enrico Pazzi tarafından yapılmış Dante heykeli.
Loggia dei Lanzi
Buradan sonra artık bazilikalara bile giremiyoruz diye başımızı önümüze eğdik, ver elini Arno nehri dedik. Direkt nehir kenarına gelip, Ponte alle Grazie'den karşıya geçtik (ponte de köprü demek), sola doğru yürümeye devam ettik. Karşımıza pek de şirin, sarı sonbahar yapraklı bir park çıktı, Piazza Nicola Demidoff'muş. Tam buraya geldiğimizde bana mail geldi ve moralim düzelmemecesine çöktü. Geçen hafta bir web sitesinin bir tür yazı yarışması gibi birşey görmüştüm, ona yazı yollamıştım, cevabı geldi. İlk defa ingilizce bir yazı yazdım ve yolladım, britanya kökenli bir kuruluştu. Ama çok üzgünlermiş, yazım diğerlerine göre "short-listed"miş, o yüzden yayınlamayacaklarmış ama bundan sonraki çalışmalarımda bana çok çok başarılar diliyorlarmış. İşte, insan bir kere dipte doğmayagörsün, ne yaparsa yapsın kurtulamıyor. Neyse.
Santa Croce Meydanı ve kilise
Bu taraftaki hedeflerimiz Giardino Bardini (Bardini bahçesi), Forte di Belvedere (Belvedere kalesi), Giardino di Boboli (Boboli bahçesi) ve Piazzale Michelangelo'ydu. Via del Olmo'dan devam ettiğimizde karşılaştığımız ufak giriş ve onun sağından devam eden kale duvarları kenarındaki ağaçlı yokuş yol alabildiğine davetkardı, biz de yokuşa tırmanmaya başladık. Via di Belvedere. Yağmur, ağaçlar, kale duvarlarının kenarına bilgisayarlarını çantalarını yaymış ellerinde ipler tabletler ölçüm yapan öğrenciler, her bir noktada fotoğraf çeken turistler ve üstünüze üstünüze süren, o daracık yolda ölümüne süren araba sürücüleri. Üstüne üstlük yukarı ulaştığımızda hiçbir yer açık değildi. Giardino Bardini'nin girişi sımsıkı kapalı, kalenin girişi kapalı (salak bir genç adam gidip dakikalarca devasa tahta kapıları yumrukladı mesela, sonra da sıkılıp gidip yan taraftaki çöp konteynırlarının arasına işedi), Boboli bahçesinin girişinde 16:30'da açılıyor yazıyordu falan. Burada da elimizde sıfırlarla kalakalıp, aynı yolu geri indik. Via del Monte alle Croci'ye döndük, Piazza Ferrucci'den itibaren diğer pek çok çekik ve gürültücü ispanyolla birlikte vurduk kendimizi Scalea del Monte alle Croci'ye (merdivenler). Burası Viale Galileo'ya ve Piazza Michelangelo'ya çıkıyor. Ordaki terastan da selfie çubuklarınızla Floransa manzarası ve ben temalı fotoğraflar çekebiliyorsunuz. Ya da sadece Floransa manzarasının üstünde asılı gökyüzünü seyreyleyebiliyorsunuz. Bu meydanda yine bir David heykeli daha var tabi. Oradan aşağı kaptırıp, kendimizi Giardino delle Rose'ye attık biz çok soğumuştu hava çünkü tepede. Burası acayip güzel, minik bir çiçek bahçesi. Tatlı bir yaz günü muhteşem olur mesela.
Sonra yine nehrin kenarına çıktık ve Ponte Vecchio'dan geçelim dedik karşıya geri. Çünkü Ponte Vecchio ünlü. Çünkü Ponte Vecchio'da anlamsız bir turist kalabalığı var, çekikler köprünün ortasında herhangi bir noktada selfie çekinip duruyor. Aslında burası Roma dönemine kadar uzanan bir geçmişi olan ortaçağ köprüsü, böyle o tanıdık kemerli mimarisiyle. Şimdi gördüğümüz hali 1345'ten kalmaymış, daha eski hali bir selle yıkıldıktan sonra. II.Dünya Savaşı'nda almanların nehir üstünde yıkmadıkları tek köprüymüş bir de. Üstünde 13.yy.dan beri dükkanlar varmış, 1593'te I.Ferdinand artık sadece kuyumcular falan olsun dedikten sonra da sadece onlar var şu an, köprüde parıltıdan yürüyemiyorsunuz. Ama o dükkanların ahşapları muhteşem, onu belirtmem lazım.
Michelangelo terasından sana baktım ey Floransa!
Tabi bu arada saat akşamın bir vakti olduğundan ve tüm gün aç bilaç gezdiğimizden birşeyler yiyelim diye bakınmaya başladık. Ama saat 19 olmadan italyanlar yemek yemiyor, hiçbir yer açık değil. En son güzel bir tesadüfle Via dei Benci üstündeki İstanbul Döner Kebap'la karşılaştık ve 5'er euroya lezzetli dürümlerimizi yedik (bir haftalığına italya turuna geldiğinizde makarna ve pizza gayet leziz gibi görünebilir sevgili kayıp çocuklar ama artık 2.ayımızı devirmişken makarnayı sadece evde pişirmek istiyor hale geliyoruz). Ardından da Via Guiseppe Verdi üzerindeki Off The Hook'ta birer birşey içtik, mekan güzel, sevimli, çalışanlar samimi, eh bir de canlı müzik oluyormuş, daha ne olsun.
Floransa'daki ilk günümüzün sonunda çok da geç olmayan bir saatte otele geri döndük, ertesi sabah erkenden yollara düşüp Pisa'ya gideceğimiz için dinlenelim diye. Bu arada karışık bir yatakhanede, böyle ortak banyolu tuvaletli bir hostelde ilk kez kalacaktım ve acayip tırsmış durumdaydım. Otele geldiğimizde resepsiyonda sabahki teyze yoktu, kavruk bir amca vardı ki sonradan bangladeşli olduğunu öğrendik. Amcaya dedik biz sabah gelmiştik, teyze bize 7 numaralı odada kalacağımızı söylemişti dedik. Baktı baktı kayıtlarına, bir şaşırdı. E ben o yatakları başkalarına verdim dedi. Haa dedi sonra ben de diyorum bu kızlar hiç Türk'e benzemiyor nasıl yani diye dedi. Gün içinde bir amerikalı bir de çinli gelmiş, onlara vermiş. Artık kayıtlı şey nasıl oluyorsa. Ama bakın bu noktada çemkirmeyip, itiraz etmememin çok güzel bir sebebi var. Durumu nasıl karıştırdığını anlamaya çabalayan adam, bir odaya bakmaya falan gitti yanımızdan ayrılıp. Geri geldiğinde de bize iki kişilik odanın anahtarını verdi, benim hatam olduğundan bu gece bu odada kalın aynı paraya, yarın diğer yatakhane odasına geçersiniz dedi. Olley diye zıplamamak için zor tuttum kendimi. Şans eseri ilk yatakhaneli hostel deneyimimin ilk gecesi rahat bir odada geçmiş oldu. Gerçi tuvalet ve banyo yine ortaktı, katta 2 tuvalet bir de banyo vardı. Bir de gece boyu hostelin içi kulüp gibiydi, müzik gümbürtüsünden duvarlar sarsıldı, kavga bağırış koptu devamlı, dışarıda meydanda sokakta insanlar bağırmaya çağırmaya devam etti. Ama neyseki kapımızı kilitledik, yattık.
Ohoo bu yazı çok uzamış, diğer günler diğer yazıya.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...