michael fassbender etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
michael fassbender etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Haziran 2017 Pazartesi

2011 yapımı Jane Eyre

Annesini babasını kaybettikten sonra dayısının ailesiyle birlikte yaşamaya başlayan küçük Jane'in hayatı, dayısını da kaybetmesiyle onu hiç sevmeyen yengesinin ve küçük birer şeytan olan kuzenlerinin elinde iyice bir işkenceye dönüşmüştür. En başından itibaren onu hiç sevmeyen, sevmeye çabalamayan, dahası nefret eden yengesi sonunda Jane'i kızlar için olan bir yatılı okula gönderir. Victoria dönemi İngiltere'sinin en katı ahlakçılığı ve mantıksız kuralcılığının egemen olduğu bu okulda geçirdiği yıllar boyunca da hiç sevgi veya sıcaklık görmeyen Jane, talihin yüzüne güldüğü bir gün Thornfield'e mürebbiye olarak işe başlamak üzere yola çıkar. Alabildiğine genç ve deneyimsiz Jane Eyre, bu kasvetli ve karanlık yerde hayatla tanışır, kendi hayat yolculuğunu çizer.
Hiç bilmeyenler, şimdiye kadar hiç bir şekilde kıyısından köşesinden haberleri olmamış olanlar için Jane Eyre 101 dersine giriş böyle yapılabilir. Charlotte Bronte'nin 1847'de yayınlanan romanını ilk defa okunduğu o yıllarda şimdikinden daha farklı eleştirilerle karşılaşmış tabi. İlk bakışta genç, hiç bir pırıltısı yokmuş gibi görünen, sıradan bir mürebbiyenin orta yaşlı, ruhunu karanlığa hapsetmiş bir adamla imkansız aşkını anlatıyor gibi görünüyor belki roman. Ama daha o günlerde bile pek çoklarının yergisine maruz kalmasına neden olacak çok daha köklü, çok daha can alıcı bir konusu var aslında. Yalnız bir insanı anlatıyor Jane Eyre. Yalnızlığı elinde olmadan yaşamak zorunda kalmış, içinde sevmeye hazır bir çocuk olmasına rağmen hiç bir şekilde sevgi görmemiş, dürüst bir insanı anlatıyor. O dürüstlük ki kafasını giyotine koysalar yalana razı gelmeyen bir insan yaratıyor. Sevgisizlikten alabildiğine ürkek bir çocuktan önce yalnız, el değmemiş bir kar tanesi kadar saf ve kaskatı bir genç kadına dönüşmüş bir insanın yaşadıklarıyla, hayatla, deneyimleriyle birlikte artık kendini tanıyan, yapabileceklerinin ayırdında olan, kendine ve sevgisine, değer verdiği şeylere sahip çıkabilen bir kadın haline gelmesini anlatıyor. Saçma sapan yazısız kurallarla bir toplumun belleğine yerleşmiş anlayışların insanları ne hale getirdiğini, hayatlarını hiç yoktan yere zorlaştırdığını, mahvettiğini gösteriyor.
Böylesine bir hikayeyi anlatmak kolay iş değil. Şimdiye kadar birçok defa uyarlanmış olsa da sinemaya, televizyona, hangisi ne kadar hakkıyla yerine getirebildi bunu bilmiyorum. Çünkü evet, izlediğim ilk uyarlamasıydı bu Jane Eyre'nin. Moira Buffini'ninn yazdığı senaryoyu Cary Joji Fukunaga yönetmiş, Jane olarak Mia Wasikowska, Rochester olarak da Michael Fassbender önümüze gelmiş. Kitabı ilk ne zaman okuduğumu bile hatırlamıyorum ama çok sonra, artık üniversiteyi bitirdiğim, Jane'in yaşından az biraz daha büyük olduğum ve anlatılan hikayeyi ilk defa okuduğum çocukluk yaşlarıma göre daha iyi anlayabileceğim yaşlarda bir daha, adamakıllı okumuştum. Yaşadığımız çağda artık eskisine göre daha temiz bir kafayla okuyamıyoruz kitapları. İnternetin, bilgisayarın, cep telefonlarımızın olmadığı dönemlerde kitap okurken tam olarak kendi bilincimizle, hayalgücümüzle hareket edebiliyorduk ya mesela, şimdi bu mümkün değil. Kitabı elinize aldığınızda karakterleri kendiniz hayal edemiyorsunuz artık. Önünüze dayatılan resimler var, dört bir yandan maruz kaldığımız görüntü kirliliği var. O kadar çok dizi film izlemişiz ki kitapta bir evden bahsediyorsa hemen gözümüzün önüne geliveren görüntüler oluyor mesela. Tertemiz bir hayalgücüyle okuyamıyoruz hiçbir şeyi. Neyse, nereden geldim buraya? Aslında hiç böyle şeyler söylemek yoktu hesabımda. Hayal ettiğim Jane'i düşününce sanırım yol aldık buraya. Çünkü Mia Wasikowska bana fiziken bir Jane Eyre veremedi. Ama hakkını yemeyeyim, ruhen oydu. Bir parça. Onun Jane'i daha keskin hatlı geldi bana. Ve en büyük hatası bu uyarlamanın, Rochester rolünde bir Michael Fassbender. Bronte kardeşlerin yazdıklarının en büyük farkıdır bu konu, esas kadınlarımız alabildiğine gösterişsiz, kimsenin dikkatini çekmeyen yapıdalarken esas adamlarımız da ruhlarındaki şiddetten, karanlıktan ya da ortalığı kasıp kavuran havalarından başka bakılacak bir şeye sahip değilmiş gibi dururlar. Bu anlamda baktığımızda Fassbender gibi adeta ilahi güzellikte yaratılmış bir adamı Charlotte Bronte'nin anlattığı Rochester kalıbına sokarsanız, hikayenin ana elementlerinden birini yerle bir etmiş olursunuz. Jane'le birlikte adım adım, yaşayarak, gözyaşlarımızı içimize akıtarak aşık olacağımız bir adamdansa daha ilk görüşte ayaklarına kapanılacak bir Rochester çıkarırsanız karşımıza, eh hissedemeyiz haliyle o acıları. Wasikowska bize tüm o dünyayı tanımak, görmek arzusuyla tutuşan, yaşama karşı taşıdığı kocaman iştahla hiç bir erkekle bile konuşmadan ölecek olmaktan korktuğunu söyleyen Jane'in yalnızlığını, umutsuzluğunu iliklerimize kadar hissettirirken Fassbender daha ekranda ilk göründüğü andan itibaren hem bizle hem Jane'le adeta flört ediyor (gene de tabi Wasikowska'nın Jane'i yüzde yüzlük bir performans göstermiyor, böyle bir iki yerde parlıyor ama genelinde "duygusuz" kalıyor). Oysa beni yakışıklı buluyor musun dediğinde biz de Jane gibi hissederek, hesapsızca hayır diyebilmeliyiz ki sonrasında tıpkı Jane gibi farkında olmadan, ince ince aşık olalım Rochester'ın ruhuna. Çünkü ancak o zaman biz de sonrasında o büyük yıkımla kahrolup, Jane gibi kendimizi yeniden ayağa dikebilecek kudreti, St.John Rivers'ın kuralcı dayatmasına kadın gibi bir haklı gururla karşı koyabilecek gücü bulabilelim. Ama olmuyor.
Filmle ilgili olmamış bir diğer nokta da çocukluk bölümü. Biraz daha yavan, biraz daha üstünkörü gibi kalıyor izlediğinizde. Jane'in ruhunun yapıtaşını oluşturan asıl temeli görebileceğimiz bu kısımlarda kuzeniyle olan sahne hariç çok da yaşayamıyoruz gibi geldi bana. Ama bunun dışındaki hikaye anlatımı için seçilen yol filmin en azından görsel açıdan güzel olmasını sağlıyor. Düz ve sıralı bir anlatım yerine geri dönüşlerle birbirine bağlanan sahneler oldukça keyifli hale geliyor.
Yine de filmi izlemenizi tavsiye eder miyim, bilemedim şimdi. Çünkü büyük ihtimalle daha hakkını veren uyarlamaları vardır gibime geliyor. Misal, ilk iki bölümünü izlediğim 2006 yapımı bir mini dizisi var ki atmosfer olarak o daha uygun göründü bana. Oradaki Jane de fiziksel olarak olmamış olsa da, oynayan oyuncuya - Ruth Wilson'a - kanınız ısınıveriyor. Hele Rochester olarak Toby Stephens çok daha iyi bir seçim gibi duruyordu ilk iki bölümde. Hem oradaki çocuk Jane ve çocukluk kısımları daha iyiydi. Bunun dışında bahsedebileceğim bir de 1996 yapımı sinema filmi var Charlotte Gainsbourg ve William Hurt'lü ama ona hiç bakmadım. Siz bilirsiniz, Fassbender izleyeyim, azıcık da Victoria dönemi romantizmi yaşayayım derseniz, izleyin.
ah jane ahh keşke kardeş keşke...

IMDb'de Jane Eyre (2011)-->http://www.imdb.com/title/tt1229822/

16 Nisan 2017 Pazar

Bir muallakta: Assassin's Creed (2016)

Sene 1492. Tapınak Şövalyeleri ile Assassinler (evet suikastçiler olarak çevirebiliriz ama bu kelime ile adlandırmaya devam edeceğim ben) arasında uzun zamandır süregelen mücadele Endülüs topraklarında devam etmektedir. Tapınakçılar, Assassinlerin koruduğu elmayı (ulan ne elmaymış arkadaş, ne mühim meyveymiş! o elma işte, cennetten kovduran elma!) ele geçirebilmek için elmaya sahip olan Sultan XII.Muhammed'in oğlu prens Ahmet'i kaçırır, onu kurtarmaya çalışan assassinleri de kıskıvrak yakalayıp, halka açık yakma töreni gerçekleştirir. Ama iki tanesi, Aguilar ve Maria kaçar ve Sultan elmayı tam tapınakçı üstadı Tomas de Torquemada'ya verirken ortalığı toz duman ederler. Elma yeniden güvendedir, tapınakçılarsa yüzyıllar sürecek arayışlarına devam ederler.

Sene 1986'da Teksas'ın kavruk bir köyünde çatılarda gezen velet Callum Lynch, kapüşonunu kafasına geçirmiş babasının annesini öldürdüğüne tanık olur. Tam bu sırada son model zırhlı arabalarıyla tapınakçıların modern versiyonları eve doluşmaya başlar, babası Cal'e kaç git der. 30 yıl sonra ise çocukluğunda böyle bir travma yaşamış bir insan olarak Cal'in yolu nihayetinde idam sehpasına çıkar. Öldüm sanırken Abstergo Vakfı'nın deney faresi olarak kullanılmak üzere kurtarılır. Tapınakçıların bilim şubesi olan Abstergo'nun başında Alan Rikkin, bilimsel projenin başında da kızı Sofia Rikkin bulunmaktadır. Abstergo'nun geliştirdiği makine, Animus, ona bağlanan deneklerin genetik kodları aracılığıyla önceki atalarının anılarına, yaşamlarına ulaşılmasını sağlamaktadır (keşke bize de gelse, alet şahane). Bahtsız bedevi Cal'in atası ise elmanın en son elinde görüldüğü assassin olan Aguilar'dır.
Baya zamandır böyle uzun uzun "film konusu" yazmamıştım onu fark ettim şu an. Yani uzunluk açısından olmasa da detay açısından abarttım gibi görünebilir ama inanın çok mantıklı bir açıklaması var bunun. Tekrar tekrar kafamda üstünden geçtim filmi izledikten sonra. Anlamaya çalışıyorum nerede sorun, nerede nerede? Yani her şey harika görünürken neden sonunda böyle bir his yaratıyor film?

İlk fragmanlarla birlikte kendimden geçmiştim halbuki. Aylarca bekledim gelmesini, geri geldiğinde izleyemedim hemen ama gayet de heyecanlıydım. İzlemeye başladığımda da süperdi her şey, yerimde zor oturdum, harika gidiyordu, hiç bitmesin istedim. Bakın ciddiyim, film hiç bitmesin istedim. Sanki o "leap of faith"i ben yapıyordum, filmin başında kulenin kenarında dikilip, başlayınca atladım ve film boyunca süzüldüm süzüldüm süzüldüm...Ama sonra film bitti ve aslında hep kulenin dibinde yerde öylece bağdaş kurmuş oturuyor halde olduğumu fark ettim. Atlayış yalandı. Sonunda hiç bir yere düşmüyordum. Film öylece saçma sapan bir halde bitti. Sadece sonunu kastetmiyorum, sonu ayrı bir saçmalık da zaten, filmin tamamının insanı devamlı bir gaza getirme çabası ile birlikte aslında hiçbir duygunun içine bir türlü girememenizi kastediyorum. Ulan halbuki filmin muhteşem olması için her şey var önümde; bilim kurgusu var, geçmişe yolculuk var, 15.yy.İspanya'sına ait harikulade görüntüler var, kovalama sahneleri süper, dövüş sahneleri bale resitali gibi, kostümlere ölmüşüm zaten, tarih var komplo teorileri var, Marion Cotillard var - bakmalara doyulamayacak bir kadın, bir oyuncu, o ne gözler allahım, o gözlerle ne dese yaparım, o ne zariflik, o kıyafetlerin hepsi mi üstünde o kadar güzel durur, Michael Fassbender var - FASSBENDER diyorum!, ölümcül karışım Fassbender var, müzikleri var Jed Kurzel'in ki beğenmemişler ama o Leap of Faith temasıyla Young Cal teması gibi bir şey yok bu dünya üstünde,...Ama işte. Tüm film boyunca heyecanlanıp heyecanlanıp, gaza gelip, ortada kalıyorsunuz. Kimsenin motivasyonuna tav olamıyorsunuz. Elma neden o kadar önemli mesela, akıl alır gibi değil. Ne tapınakçıların amacı belli adamakıllı, ne assassinlerin gücü heybeti nasıl işliyor belli değil. Yani kim besliyor sizi, nereden çıkıyorsunuz, siz hangi tarafsınız aga? Marioncuğumun tüm film boyunca sanki bir buzlu camın ardındaymışçasına rol yapmasına ne demeli hele? Tamam karaktere çizdiği yön öyle, o yüzden bir tutuk falan filan oynamayı seçmiştir ben uzman değilim metot oyunculuğu karaktere girme şu bu nedir bilmem ama, bir tuhaf bir insanın ağzında tuhaf bir tat bırakan bir hali vardı hep. Callum'un kişiliğine dair hiç doğru düzgün bir fikrimiz oluşmuyor mesela sonra. Neden yalnız değilsin cümlesi bu kadar önemli bir motto onun için, anlayamıyoruz. Hareketlerinin arkasındaki motivasyonunun içine bir türlü giremiyoruz. Bu mücadele neden bu kadar ölümcül yaşamsal, bu insanlar, assassinler neden bu kadar kararlı, motive olmuş ya da çok önemliler...bilemiyoruz. Hani süre yetmedi, yetiştiremedik, hızlı hızlı geçmemiz gerekti olayı da değil bu. Bu kadar sürede de pekala anlatılamaz mıydı? "Sinema" sanatının püf noktası bu değil mi?
Halbuki çok mutluydum izlerken be. Müzikle de gaza gelmiş, ulan yüklesem mi oyunu acaba, oynayabilir miyim ki, hobaaa hiç bitmesin hiç bitmesin diye çıldırıp duruyordum. Anlamadım ki ben niye böyle oldu?

(Bir de oyunu hiç oynamadım, bilgisayarda oyun beceremiyorum, dikkatim sıfır ve algım da çok yavaş olduğundan ancak mal mal bakıyorum ben oyunlara ama yıllardır fragmanlarını, tanıtımlarını falan takip ediyorum. Bir onu yapabiliyorum yani. Demem o ki film için oyunun evreni içinde yeni baştan bir hikaye yazılmış durumda. Oyunun şimdiye kadarki versiyonları Haçlı Seferleri, Rönesans, Koloni Dönemi, Fransız İhtilali, Çin İmparatorluğu, Victoria Dönemi, Sikh İmparatorluğu ve Ekim Devrimi[Bolşevik] dönemlerinde geçiyor. Filmin Animus'taki dönemi ise İspanyol Engizisyonu dönemi, Granada savaşları adı verilen  dönemde İspanya'daki İslam yönetimine son verilmesi zamanına denk geliyor. - Aman yarabbi tarihe bayılıyorum resmen, hep okusam, durmadan onu bunu araştırsam tarihin sayfaları arasında kaybolsam, ahh kader ahh kadeeerr)


4 Ağustos 2012 Cumartesi

19 Haziran 2011 Pazar

X-Men First Class (2011)

Sabit Film Uyarısı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi için diyorum ki "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.Belki üzerinde çok düşünmezseniz, spoiler içermez. Haa ama yok çiseden nem kaparım, olayı hemen abartırım diyorsanız spoiler da içerir, gereksiz muamele de yapar.
Şimdi bütün bildiklerinizi unutun. Yıllar yılı okuldan sonra, ödev yapmanız gereken saatlerde televizyonun karşısına kurulup izlediğiniz çizgifilmi (ya da yaşınıza bağlı, okuduğunuz çizgiromanları) unutun. Patrick Stewart'ın tekerlekli sandalyedeki Profesör X'le özdeşleşmiş görüntüsünü, bir madde yüzünden mutantlıktan normal hale dönen Mystique'i kovan bir Magneto'yu, mutant okulunu, burnunun üstüne oturttuğu yuvarlak gözlüklerinin arkasında ayıdan daha güçlü masmavi Beast'i, kimseyi takmaz Logan'ın nasıl Wolverine olduğunu falan...hepsini unutun. Tamamen tertemiz bir hafızayla, mutantların, değişime uğramış hücrelerin dünyasına doğru bir yolculuğa çıkalım.
II.Dünya Savaşı yıllarında, 1944'te Polonya'da, naziler Yahudiler'i toplama kamplarına götürürlerken bir çocuk ve ailesinin ayrılmasıyla başlayan bir trajediye konuk oluyoruz önce. 10'lu yaşlarındaki Erik Lehnsherr kampa götürülen annesini bırakmamaya çalışırken askerler tarafından tutulup, kampın büyük tel kapılarının dışına sürükleniyor. Ama acısı o kapılardan daha büyük olan Erik, askerlerin kolları arasından uzanıp, sahip olduğu manyetik güçle kapıları açmaya başlıyor. Sonunda onu bayıltıp, nazilerin hesabına çalışan bir bilim adamının - Dr. Klaus Schmidt'in- yanına götürüyorlar. Annesini vurmakla tehdit edip, ondan bir madeni parayı hareket ettirmesini isteyen doktorun dediğini başaramayınca Erik, gözleri önünde annesi vuruluyor. Ve doktor da yıllar yılı sürecek olan deneylerine ve bu deneyler yoluyla eğitimine başlıyor Erik üzerindeki.
Bu arada ABD'de refah mı refah, zenginlik içindeki kocaman bir malikanede ise küçük Charles Xavier yatağından kalkıp, mutfakta duyduğu tıkırtıların peşinden gidiyor. Annesini buzdolabını karıştırırken bulan Charles, telepati gücünün de etkisiyle karşısındakinin annesi olmadığını anlıyor ve annesi kılığına girmiş kendisi gibi küçük Raven'la tanışmış oluyor. Raven da istediği kişinin görünümünü alabilen küçük bir kız ve belli ki sokaklarda kalmış, kimsesiz olduğundan hemen Charles ve ailesinin korumasına alınıyor.
Ve yıllar hepsi için geçip, Charles ve Raven'ı Oxford Üniversitesi'ne, Erik'i ise eski nazi komutanlarının peşine düşürüyor. Charles, bu mutasyona uğramış hücreler ve gelişen organizmalarla ilgili genetik çalışmalarını tamamlayıp, akademik anlamda profesör ünvanını almışken, Erik sadece intikamının peşinde öfkeyle bu dünyada onun gibi başkalarının da olduğunu bilmeden yol alıyor.
Bu aşamada bizim eski nazi doktorun aslında Sebastian Shaw adında, güçleri ve enerjileri absorbe edebilen bir mutant olduğunu öğreniyoruz. Kendisine yardım eden telepatik Emma Frost, alev saçan Azazel ve öldürücü kuyruklu Riptide ile dünya üzerindeki büyük planını gerçekleştirmeye çalışıyor. ABD ve Rusya arasında Türkiye ve Küba'nın da yer aldığı bir füze yerleştirme krizi başlatıp, ikisinin nükleer savaşa girmelerini sağlamaya çalışıyor ki böylece güçsüz olan insan ırkı yok olurken güçlü mutantlar kalacak yeryüzünde.
Bunu bir şekilde öğrenen ajan Moira MacTaggert'ın çabalarıyla Charles ve Raven'ın başını çektiği bir mutant timi kurulmaya başlanıyor. Erik'i dahil ediyorlar bir şekilde, canavar ayaklarına sahip, müthiş zeki bilim adamı Hank McCoy, kanatlı Angel Salvadore, yıkıcı ses dalgaları yaratan Sean Cassidy, bir tür ateş gücü çıkarabilen Alex Summers ve her tür ortama uyum sağlama yeteneğine sahip Armando Munoz'un da katılımıyla ekip tamamlanmış oluyor.
Ama Shaw'ın gelip, FBI'yı dağıtıp, Armando'yu öldürmesi ve Angel'ı kendi saflarına katmasıyla işlerin rengi değişiyor. Geriye kalan ekip üyeleri, Charles'ın ailesinden kalan o büyük malikanede birbirlerine daha çok bağlandıkları ve birbirlerini keşfettikleri bir eğitim dönemine girip, devletten ayrı çalışmaya başlıyorlar. Kendi hesaplarına Shaw'u durdurmak için Beast, Mystique, Magneto, Profesör X, Banshee ve Havok ortaya çıkmış oluyor. Ajan Moira MacTaggert'ın da yardımlarıyla iki ülke arasında her geçen saniye iyice gerilen soğuk savaşın tam ortasında kendi savaşlarını veriyorlar.
Tüm bu olup bitenlerin arasında da görüş ayrılıkları, kişilik farklılıkları, tekerlekli sandalyeler, dostluklar ve düşmanlıklar X-Men dünyamızdaki yerini alıyor. Matthew Vaughn'ın yönetmenliğinde, müthiş bir senaryonun ve olağanüstü oyuncuların aksiyon ve derin fikirler, tanıdık düşüncelerle bezeli harika bir dansı ortaya çıkmış oluyor böylece. Nefesimizi tutarak, koltuklarımıza çakılarak, herşeyiyle doyurucu bir sinema deneyimi yaşamış olmanın o ince tadıyla da bitiş jeneriğinin akışına kapılmış kalıyoruz.
Aynı şeyi aralık 2012'de Zack Snyder'ın da (Man of Steel ile) gerçekleştirebilmesi dileğiyle.

22 Mayıs 2011 Pazar

{2010 Oscarları} INGLORIOUS BASTERDS (2009)

Bazı insanlar, dünyayı diğerlerinin gördüğünden daha farklı bir şekilde görür. Aynı yerde, aynı kalabalıklarla birlikte dikilirler, aynı şeyleri izlerler ama aynı şeyleri görmezler. Belki bunu isteyerek yapmazlar, belki sadece bir tür içgüdüdür ya da hatta belki bir tür anormallik. Evet, öyle görmeyen diğerlerinin yakıştırdığı tabirle, anormaldirler.
Öyle sanıyorum ki Quentin Tarantino da o "anormaller"den. Hatta geçen onca yıl ve neredeyse 20 filmin ardından bunu kanıtlamış durumda. Anormalleri sevmem, ortaya çıkardıkları işleri de sevmem. Elimde değil, bir tuhaflık, o yatay ince çizgide herhangi bir pürüz hissi; beni oldum olası rahatsız eder. Ve rahatsız eden filmler izlemeyi de sevmem. Herşeyin karman çorman olduğu filmleri de sevmem. Çoğu kez kendi kendime çok klişe bile geldiğim olur, illaki mutlu edici hafif şeyler aradığım için ekranımda.
Bu yüzden oldum olası Tarantino'dan uzak durdum. Lisede aylarca Kill Bill konuşmalarına, canlandırmalarına, kritiklerine maruz kaldım, gene de merağıma yenilmedim, izlemedim. Rezervuar Köpekleri her okuduğum sinema yazısında, dergisinde, gördüğüm her sinema olayında karşıma çıktı; kendime engel oldum, o afişine rağmen gene de izlemedim. Bir dönem televizyonu her açtığımda karşıma çıkan Jackie Brown'ın, elinde çantayla yürüyüşünü izleyip, geri kapattım. Ama sinema topluluğundaki gösterimi izlemek zorundaydım, dersler çok sıkıcıydı ve o zaman yapılabilecek en iyi şeydi Pulp Fiction'ı izlemek. Ayrıca da artık merakıma laf geçirebilecek irade gücüm kalmamıştı.
Ama yanılmadığımı anlamam açısından iyi oldu Pulp Fiction. Hiç hazzetmedim, çoğu kez "Honey/Bunny"yi kullansam da. Beynimi arap saçına döndürdü film. Beğenmedim'i asla kabul etmedim ama beğendim de diyemedim. Uma Thurman'ı, John Travolta'sı, Samuel L.Jackson'ı, Bruce Willis'i, herkesi ama herkesi ordaydı. Ben gene de gözümün önünden kanlı görüntüleri çekip alamadım.
Bu tür bir haleti ruhiye içerisinde Oscar adayı bir adet Inglorious Basterds izlenirse ne olurdu? Çok da şok olunurdu! Neden? Çünkü eğlendim! Tüm film boyunca eğlendim. Oturduğum yerde kahkaha da attım, ellerimi gözümün önüne de tuttum, aniden korkarak yerimden sıçradım, heyecandan tir tir titredim. "Bu benim başyapıtım oldu galiba." dedi Teğmen Aldo Raine, bitiş müziği gümlemeye başladı, ben de "keşke böyle olsaymış" dedim. 1944'te İkinci Dünya Savaşı Tarantino'nun yazdığı metin kadar eğlenceli olsaymış.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Fransa'da geçen film, konusu itibariyle, başlangıcı sinema tarihine ikonik bir karakter daha katan Christopher Waltz'ın Komutan Hans Landa'sı ile yapıyor. "Yahudi Avcısı" lakabının hakkını veren bir sahneyle filmin de ilk bölümünü başlatıyor. Sonrasında farklı farklı bölümlerle farklı farklı açılar yansıyor perdeye. Ki beklediğimiz gibi hepsi bir yerde birleşmek üzere.
Filmde kafayı döndüren bir dil curcunası mevcut. Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca derken kimin nece konuştuğunu takip etmek tam bir sınava dönüşüyor. Ama o inanılmaz keyifli hava içerisinde buna da katlanılıyor. Hatta filmin en önemli detaylarından biri de bu. Karşımızda ayrıca karikatürize Hitler'lerden biri daha var. Pek çok internet şakasına da karışmış olduğunu hatırlayabiliriz. Ve tabiki o muhteşem Fransız kadınları. Shosanna rolündeki Melanie Laurent ve Charlotte LaPadite rolündeki Lea Seydaux en göze çarpanları. Hatta bence ekranda göründüğü o birkaç dakikada bile insanı büyüleyen Lea Seydaux, kesinlikle perdemize daha çok gelmeli. Ve ayrıca Daniel Brühl faktörünü de unutmamalı ki kendisini Elveda Lenin'den gayet iyi biliyoruz. Yüzünde her daim "o ifade" olan oyunculardan olmasının yanısıra oynadığı her karaktere beklenenden fazla ilgi duyulmasını sağlayan bir yapısı olduğu reddedilemez.
Ha tabi Tarantino filmlerinin rahatsız ediciliği bunda da yok mu? Var, yüzülen kafa derilerinden gelen kırt kırt seslerinde, alınlara bıçakla kazınan gamalı haç motiflerinin cızırtılarında, insanlara giren çıkan mermilerin vızırtılarında, insan bedenlerinden fışkıran kan ve kanlı et patırtılarında...
Filmin ayrıca bir en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, sinematografi, düzenleme, ses gibi dallarda da adaylıkları var. En iyi film ya da yönetmen olmasa da en azından bir ödül verirler gibime geliyordu. Aslında en iyi film seçilse ne eğlence olurdu ama?! Aday olduğu kategorilerden sadece birinden Oscar aldı, bahsettiğim o manyak performansıyla Christoph Waltz'a en iyi yardımcı erkek oyuncu heykelciğini kucaklattı.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...