matthew macfadyen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
matthew macfadyen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Haziran 2017 Pazartesi

14 bölümde Little Dorrit (2008)

Amy Dorrit, Marshalsea borçlular hapishanesinde doğmuş, büyümüştür. 21 yaşına gelse de ufak tefektir, sevimli ve canayakındır; ailenin de en küçüğü olunca herkes ona Little Dorrit demektedir. Yaşlı babası William artık neredeyse 25 yıldır o hapishanededir. William dışarı çıkamaz ama onunla birlikte yaşayan Amy her gün kapı kapanış ziline kadar işlerini halletmek üzere, arkadaşlarıyla görüşmek için falan dışarı çıkıp, geri gelebilmektedir. Yaşlı William'ın ziyaretçileri de olur elbet, her gelen bir iki ufak bir şey bırakır acıyarak. Hapiste de olsa bir şekilde karınlarını doyurmaları gerekir, bu yüzden Amy, yaşlı ve tekerlekli sandalyede evinden hiç çıkmayan Mrs.Clennam'ın yanında dikiş nakış işleri yapmak üzere kendine bir iş bulmuş olur. Bu sırada Mr.Clennam uzaklarda, 20 yıldır oğluyla birlikte iş yaptığı Çin'de ölür ve ölürken oğlu Arthur'a annesine götürmek üzere bir cep saati verir. Elinde bu saat ve kafasında aile sırlarına ilişkin bir dolu soruyla Arthur Clennam tam da Amy'nin işe başladığı sıralarda evine döner ve kendisine bile doğduğundan beri adeta bir taş duvar gibi davranan annesinin bu zavallı kızcağıza acıyıp, iyilik ediyor oluşuna şaşıp kalır. Kendi kendine senaryolar yazmaktan geri kalmaz, düşünür ki bizimkiler zamanında herhalde feci bir iş etti, bu kızın da ailesine falan zararı oldu bunun. O gazla soluğu Marshalsea'da alır ve Dorritlerin durumunu derinlemesine öğrenince de kendini ailenin koruyuculuğuna atayıverir. William Dorrit oraya neden düştü, nasıl düştü, nasıl kurtulur, Amy'e, sorumsuz ve gerizekalı abisi Edward'a, görgüsüz ablası Fanny'e nasıl yardımım dokunur diye dört döner. O bunlarla uğraşadursun, Amy çoktan aşık olmuştur bu orta yaşlı adama. Eh ama bir yandan da doğduğundan beri bir arada olduğu, hapishanenin baş gardiyanının oğlu John Chivery de ona aşıktır. Arthur Clennam, Dorritleri kurtarma peşinde koşarken, Amy de hem yaşlı babasına sahip çıkmaya çalışır hem de kader bu iki aileyi (Clennam ve Dorritleri) iyice birbirine bağlarken geleceğin ona getirdikleriyle baş etmeye çabalar.
İnanın Little Dorrit'in konusunu böyle tek bir paragrafta özetlemeye çalıştığım için madalya hak ediyorum. Çünkü konu Amy imiş gibi görünüyor ama dizi 14 bölüm boyunca Amy'nin yanında milyon tane karakteri ve onların milyon tane sorununu da anlatıyor. Amy'nin klarnet çalarak hayatını kazanan yaşlı amcası Frederick, Bleeding Hart Yard diye bir mahalle-sokak gibi bir yerdeki evlerde yaşayanların ev sahibi durumundaki Mr.Casby, kiraları toplamakla görevli ve bir yandan da her olayı araştıran kendi çapında dedektif Mr.Pancks, Casby'nin kızı ve aynı zamanda Arthur Clennam'ın çocukluk aşkı Flora, Casby'nin kiracılarından ve bir şekilde hep her olayın içine dahil olan Plornish ailesi, Clennam evindeki kahya Flintwinch ve evin diğer bir çalışanı Affery, Arthur Clennam'ın eve dönerkenki yolculuğunda tanışıp kaynaştığı Meagles ailesi ve yine aynı yolculuktaki Miss Wade, Meaglesların kızı Pet'in uzun zamandır aşık olduğu ailesi sosyetik ama kendisi çulsuz ve sorumsuz ressam Henry Gowan, Mr.Meagles'in mucit arkadaşı Daniel Doyce, Amy'nin ablasının salak aşığı Edmund Sparkler ve onun annesi ile üvey babası büyük bankacı Mr.Merdle, katil Fransız Rigaud ve İtalyan Cavaletto,...Sayfalarca ama sayfalarca karakter. Hepsi de birbirinden ilginç ve şahsına münhasır bu karakterler bir şekilde ana olaya ucundan kıyısından dahil oluyorlar. Yani direkt olmasa da, Amy ve Arthur üzerinden dokunuyorlar diyelim. Esasında bir ana olay da var mı, onu tam olarak söyleyebilir miyim bilmiyorum. Yani birçok olay var hikayenin merkezinde, birbirine geçmiş bir sürü tema var ama sanırım iskeletin ağırlık merkezi bir şekilde hep Amy.
Amy ve ablası Fanny
Dizinin hikayesinin parçalarını oluşturan ilk öğe Amy'nin ve babasının hapishane ortamı. Borçlarını ödeyemeyen insanların kaldığı bu bir çeşit fakir oteli görünümlü yerin saçmalığı ilk temamız diyebiliriz. Borçlarını ödeyemediği için burada kalmak zorunda kalan insanların orada kaldıkları için o borçları ödemek için para kazanma, bir şekilde durumu telafi etme şansları da yok. İkincisi Clennam ailesinin uhuu çok karanlık denilen geçmişi. Mrs.Clennam öylesine sarsılıyor, öylesine dudaklarını mühürlüyor ki bu geçmişin her bir bağlantısında ulan herhalde bunlar karı koca bir köye daldı, hepsini aç karnına yedi yamyam gibi, sonra da örtbas etti diyorsunuz. Öylesine bir algı yaratıyor hikaye. Sonra Meagles ailesinin saçmalıkları var. Kızları Pet'in istemedikleri Gowan ile evlenmesi ve sonrasında Henry Gowan'ın evlilikteki saçma sapan tutumunu izliyoruz. Ha asıl, kesinlikle anlam veremediğim Tattycoram ve Miss Wade hikayesi var. Meaglesların yanlarına aldıkları ailesiz Tattycoram'ın isyanları ve Miss Wade'in kendi karanlık geçmişinden dolayı ona yanaşması durumu. Miss Wade'in ona, yaptıklarını yapmasına sebep olan motivasyonu veren geçmişi için de bölümlerce ama bölümlerce tıpkı Clennamlarda olduğu gibi bir algı yarattıktan sonra dizi, pöh bu muymuş dedirten bir açıklama getiriyor. Herşey, her bir iplik böyle böyle bir şekilde birbirine bağlanıyor tabiki ama her olay, her geçmiş o kadar da büyütülecek bir hikaye konusu sunmuyor.
Ya da belki beklentilerle ilgili bir şeydir bu. Dizinin konusundan üç beş haberim vardı izlemeye başladığımda ama yine de kendimce ana konuyu Amy ve Arthur arasında gelişmesi gereken romantizme dayandırmış olabilirim. Ki bu durum da, diğer bir çok yan hikayeyi ilginç bulmuş ve izlemek istemiş olsam da son bölümün yarısına kadar hiçbir şekilde ilerleme kaydetmeyen bu hikayeyi beklerken ömrümü çürütmüş olmama sebebiyet vermiş olabilir. Üstüne bir de hiçbir türlü kimyalarını gözümde bir yere oturtamadığımdan, sonunda ortaya çıkan tablo tatmin edicilikten çok uzaktı. Şimdi o konuya geliyorum.
Little Dorrit ve babası Marshalsea'deki hapishane odasında
Arthur Clennam rolünde, seneler evvel Colin Firth'ün Darcysi'sini görmemişken izleyip aşık olduğumuz Matthew Macfadyen var. Kendisinden MM diye bahsedeceğim. MM bu diziden yalnızca üç sene önce hayat verdiği, adeta ruhuna büründüğü Mr.Darcy olarak bambaşka biriyken, Little Dorrit'te tamamen başka biri. Ohoo şahane oyuncu o zaman ne istiyorsun diyorsunuz değil mi? Oyunculuğunu kastetmiyorum, bilakis oyuncu olarak çok da farklı şeyler ediyor gibi görünmüyor. Adamda zaten direkt 19.yy.insanı tipi var, inanın bıraksak oraya zerre sırıtmaz. Beni rahatsız eden fiziksel görünüşü. Tamam insanların görünüşüne takık vaziyetteyim ama bir insan sadece 3 yıl içinde 20 yıl yaşlanır mı? Olabilir mi böyle bir şey ya?! Kilolu insanlara garezim yok, yanlış anlamayın ama hem kilo almış hem yaşlanmış. Tamam belki hikayenin özünde (ki oraya da birazdan geleceğim) karakter tam da böyle anlatılmıştır bilemem, ama öyle bir uzaktan seveni, takdir edeni olarak, en büyüğü onun Darcysisini bağrına basmış bir insan olarak üzüldüm, yağmur altında sokak ortasında dizlerimin üstüne çöküp "nedeeeen" diye ağladım. MM böyle bir Arthur Clennam vermişken bize, Little Dorrit rolünde Claire Foy tabiki ışıldıyor. Daha az bir zaman önce Crown'da kasıntı kraliçe Elizabeth olarak izledikten sonra yıllar yıllar öncesinin bu toy, tazecik Claire Foy'unu tüm o duygu karmaşası yığını içinde Amy Dorrit olarak izlemek çok güzel. Ama bu dizide oyunculuk anlamındaki asıl övgüyü alanlar diğer karakterlerimiz. Öyle bir William Dorrit oynuyor ki mesela Tom Courtenay, hem nefret ediyor hem böğüre böğüre ağlıyorsunuz. Sonra kardeşi Frederick Dorrit olarak James Fleet çıkıyor yanına, yutkunamıyorsunuz. Yeminle James Fleet'i bir yerde görürsem dünya gözüyle, boynuna sarılacağım, a be amcaaaam ah ah ah diye ağlayacağım. Ki o artık nasıl bir oynamaksa Outlander'daki Peder Wakefield olarak izlemişim Fleet'i ama şimdi bile iki karakteri yan yana koysam yine de aynı adam diyemem. Hele sonra bir Mr.Pancks var, Eddie Marsan resmen harikalar yaratıyor, şovu çalıveriyor ellerinden. John Chivery rolünde Russell Tovey öyle bir aşık ki, öyle bir yüreğimize dokunuveriyor ki, atlayıp Arthur'a iki yumruk sallamak, Amy'e de a benim salağım şu çocuğu üzeceğine kendini kuleden atsana diyesim geldi. Cavaletto olarak Jason Thorpe her diziye lazım müthiş keyif veren karakter olarak gözümüzün önünde coşsa da, asıl her şeyi ele geçiren, diziye karakterini kocaman bir mühürle basıveren kesinlikle Andy Serkis'in Rigaud'u. Ekranda belirdiği her saniye tüyleriniz diken diken oluyor, nefesinizi tutuyorsunuz istemsizce.
Rigaud rolünde Andy Serkis
Ha peki bunca şahane performansa şahitlik eden bir hikaye bize ne sunuyor? Bir kere hikaye anlatımı bizi sıkıyor. 14 bölüm olarak yayınlanmış dizinin ilk ve son bölümleri birer saat, diğer bölümler yarım saat. İlk bölümü izlemesi biraz zor oluyor haliyle, bunalıyorsunuz. Sonra olaylar ve karakterler harekete geçtikçe aralardaki bölümlerde keyifleniyor hikaye ama yine de bir şeyler yerine oturmuyor. Belki hikayenin anlatımında belki de senaryonun oluşumunda bir sorun var, bilemiyorum. Bir dolu yan hikaye ve karakterin ele alınmasında zaman zaman insanı sıkan, off hadi ama dedirten şeyler oluyor.
Esasında Charles Dickens'in 1855 ile 1857 arasında aylık olarak yayınlanan romanından uyarlanan dizinin belki de bu kadar dolu bir hikayeyi 8 saate sığdırmaya çalışmasından kaynaklanıyordur sorun. Eminim Dickens onlarca sayfada adamakıllı yazmıştır ama dizinin senaryosu birçok yan hikayede anlamsız çıkışlar gerçekleştiriyor. Yeterli alt metni sağlayamadığı noktalarda e bu şimdi sebebi neydi ki diye geçiveriyorsunuz. (Halbuki bizde çekilse dizisi herhalde bir Arka Sokaklar'dan daha uzun sürerdi.)
Yine de bir Dickens kitabı uyarlaması olarak Little Dorrit'i izlemek keyifli ve yine her Dickens hikayesinde olduğu gibi kendi dönemine, toplumuna, insanlarına, dünyasına yaptığı eleştirileriyle allah kahretsin 200 yıl sonra yine de hiçbir şey değişmemiş dedirten umutsuzluğuyla ama bir yandan da her şeyi ne olursa olsun kötülerin kaybedip iyilerin kazandığı bir mutlu sona bağlamasıyla güzel bir seyirlik. Hem belki hikayelerde mutlu sonları yazmaya devam edersek, bir gün hakikaten biz de kavuşuruz o mutlu sona.

IMDb'de Little Dorrit-->http://www.imdb.com/title/tt1178522/
Tv.com'da Little Dorrit-->http://www.tv.com/shows/little-dorrit/

14 Ekim 2011 Cuma

The Three Musketeers (2011)

Bu en son "The Three Musketeers" iki Resident Evil filmine imza atmış ve bir üçüncüsünü de hazırlamakta olan yönetmen Paul W.S.Anderson'ın üç silahşörler yorumu. 19.yy.ın ilk yarısında yaşamış olan Fransız yazar Alexandre Dumas'ın belki de en çok okunan ve sayısız kez uyarlanan macerası aynı zamanda. Dumas döneminin en sevilen yazarlarından biridir. 200 yıl sonra bile hala onun kurduğu olay örgüleriyle bezenmiş macera romanları, aksiyonun ve dramanın kralını sunmaya devam ediyor mesela.
Aynı adlı roman ilk kez 1844 yılında basılmış kitap olarak. 17.yy.ın başlarında Fransa'da, XIII.Louis'in silahşörlerinden olan Athos, Porthos ve Aramis'e D'Artagnan da katılınca, Milady de Winter'ın, Kardinal Richelieu ve Buckingham Dükü'nün de dahil olduğu macera dolu olaylar meydana geliyor. Sonrasında bir sürü sequel'i ve prequel'i de yazılan romanda en azından böyle. 2011 tarihli filmimizde de hemen hemen olay bu.
Film Avrupa haritasının üzerinde beliren ve zamanın halini açıklayan bilgilerle başladıktan sonra, bizim yüzyılımızı aratmayan ajan filmleri benzeri açılış sahneleriyle bize kahramanlarımız Athos, Aramis ve Porthos'u yazdığım sırada tanıtıyor. Ha tabi bir de Milady'yi. Gayet aksiyon ve komedi dozu yerinde başladıktan sonra, temiz birkaç sahneyle de ilave silahşörümüz D'Artagnan'ın köyünden Paris'e gelişini, Kardinal'in muhafızı Rochefort'u kendine düşman belleyişini falan izliyoruz. Kılıç dövüşleri, yoktan ortaya çıkan silah patlamaları, ihanetler, ajanlıklar, plan içinde planlar, mücevher odalarına konan lazerler, Da Vinci'nin mahzenindeki bubi tuzakları, uçan gemiler, ülkesine bağlı cesur şövalyeler, ergen krallar ve kraliçeler, güç peşindeki kardinaller, deli gibi dövüşen-atlayan-zıplayan-kandıran ladyler derken filmin tek bir saniyesi bile aksiyonsuz geçmiyor, tempo hiç düşmüyor.
Benim hatırladığım Athos John Malkovich'ti, bu yüzden ondan sonra gözüme girebilecek bir Athos varsa o da Matthew Macfadyen'di. Romanda çizilen babacan Athos portresinden biraz uzak bu filmde Athos ama Macfadyen sert ve kendinden emin duruşuyla gayet iyi Athos olarak. Aramis olarak Jeremy Irons'ı bilirim, Luke Evans bu filmde romana benzer şekilde rahiplikten bozma, devamlı okuyan ve sessiz, görünmez bir Aramis çizmiş. Gerçi pek o Macchiavellist halinden eser yok ama, o da oldukça iyi. Porthos olarak Ray Stevenson beklenenin de üstünde yakışıklı ve formda görünüyor. Benim bildiğim Gerard Depardieu ve Oliver Platt bildiğiniz göbekli, şişmanca, tüm o dövüşlerde kılıcını bile nasıl salladığını bilemediğimiz neşeli, grubun soytarısıydı. Stevenson soytarılık olayına hafifçe dokunuyor, hatta hiç dokunmuyor bu işi hizmetçileri Planchet rolündeki James Corden'e vermişler. Porthos'un fiziki güç ve devasa görünüm olayını öne çıkartmışlar. Ama kötü değil, o da gayet iyi. D'Artagnan rolündeki Logan Lerman'ı ilk ve son defa Percy Jackson olarak izlediğimden filmdeki D'Artagnan halini bir türlü üstüne yakıştıramadım ama elinden geleni yapmış. Orlando Bloom'a kötülük yakışmış bu arada. Buckingham Dükü olarak şeytani gülümsemeleri, mümkünse hiç eksik etmesin bizden. Milla Jovovich ise yüzyıllardır onu nasıl görüyorsak öyle olmaya devam ediyor, valla bir devletin onu işe alması lazım. Düz yola koysanız tırmanacak, takla atacak, ateş edecek, her yeri ele geçirecek bir hali var. Burada da Milady olarak üstüne geçirdiği 17.yy. korseli kabarık etekli elbiselerini hiç sallamadan sanatını icra ediyor, içine bol bol çekicilik katarak. Christoph Waltz'ı Inglorious Bastards'tan sonra Carnage'da izlemeyi umuyordum önce ama ilk bu geldi, o yüzden kendisini gene bir güç sahibi, daha fazla güç isteyen kötü adam rolünde görmüş oldum. Kardinal Richelieu olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapmış.
Filme ben bayıldım evet, sinemada kaygısız, tasasız 2 saat geçirip, eğlenip, sonra da kafamı çok meşgul etmeyecek heyecanlı, güzel çekilmiş, güzel oyuncularla dolu keyifli bir film izledim sonuçta. Ama sanırım dünyadaki sinema izleyicileri tarafından çok beğenilmemiş. Hatta bolca tarihi aksaklıklara, hatalara takmışlar. Ateş püsküren, uçan gemiler olmuş, havada karayip korsanları sahneleri yaşanmış, egzotik silahlar kullanılmış çok mu? Film izleyicisine en güzelini vermek adına yapıyor bütün bunları. Tarihte neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız açın Gordon Childe okuyun ya da belgesel izleyin. Dumas da demişti zaten "Tarihe tecavüz ettiğimi söylediler ama çok güzel çocuklar doğdu." diye. Senaristler de tarihi alt üst ettiler ama müthiş bir film çıktı ortaya.
Bu da kadınlar tuvaletinde rastladığım manzara. Ve evet, o bir çift siyah çorap.
Bir de bir kez daha Kentpark sineması salaklığını çektim filmde. İlk yarı boyunca görüntü üç boyutluya geçemedi bir türlü. Hatta kayıp duruyordu, insanlardan ikişer tane falan vardı. Altyazılar okunmuyordu birbirine girmiş şekilde. Ancak ikinci yarı düzeltebildiler uzun bir süre gözümüzü bozacak biçimde oynadıktan sonra görüntüyle.
Bu arada o Constance rolündeki Gabriella Wilde nasıl bir şey öyle ya?

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...