ian somerhalder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ian somerhalder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2011 Pazar

"The Vampire Diaries" Meselesi

tanıştığım ilk vampirler, sene 1994
(Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles)
Benim bu "vampir" şeyiyle-artık neyiyse onunla- tanışmam yine pek çok diğer şeyle tanıştığım şu Braveheart yıllarıma uzanır. Aynı ilkokul-örnek-öğrenci modumdayken tvimizin tüm gün yayın yaptığı Cine5'te Ben Masumum serisinde bahsettiğim çocuk filmlerinin yanında Braveheart türü filmler de izlemişliğim var, doğal olarak. Aynı durumda izlediğim bir film daha vardı ki, vampirlerle tanışmamı sağladı desem hiç de yalan söylemiş olmam.
"Interview with the Vampire". 1994 yapımı bu Anne Rice kitabı uyarlamasını hemen hemen 4-5 yıllık bir gecikmeyle izledim ben. Vampirlerle o tanıştırdı beni. Daha önce görmüş müydüm, bir yerlerden duymuş muydum bilmiyorum, hatırlamıyorum. Vampirlere dair ilk hatırladığım  o buz mavisi gözleriyle kendisiyle görüşme yapmaya gelmiş meraklı bir Christian Slater'ı korkutan Brad Pitt görüntüsü. Benim o yaşımda ortada hala sıkı bir Tom Cruise-Brad Pitt kapışması var ve ben tamamen nedensiz bir şekilde Tom'u tercih ediyorum. Ki yine aynı nedenden ötürü, böyle bir Brad Pitt görüntüsü beni tamamen darmaduman ediyor. O yaşımda bile karşımdaki acımasız, doğanın en vahşi, tehlikeli yaratıkları olduklarını anladığım vampirlere karşı karmaşık duygular edinmeye başlamıştım çok net hatırlıyorum. Tom Cruise'un vahşi Lestat'ına karşılık her sahnede ağlamaklı ama mesafeli duran Brad Pitt'in Louis'ine o yaşımda bile içim eziliyor. Antonio Banderas'ın daha Zorro ya da El Mariachi bile olmamışken ekrandan fışkıran, üstüme çöreklenen karizmasınaysa hiçbir şey yapamıyorum.
Banderas abimizi bile vampir yapan bu zihniyet, cık cık cık
(Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles-1994)
Sonuç olarak kafamda vampirizmle ilgili ekilen ilk tohumlar ışıl ışıl bir Brad Pitt, öldürücü bir Tom Cruise, saplayıcı bir Antonio Banderas ve şeytani güzellikte bir Kirsten Dunst'ın oluşturduğu romantik ama acımasız canavarlar olmuştu.
Bu düşüncelerin üzerine Blade eklendi birkaç sene sonrasında. 1998'de sinemalara saldıran kılıçlı Wesley Snipes'ı ben yine tvde izledim ilk olarak. Bu kez güzel ama acımasız vampir kavramımın üzerine bir yarı-vampirlilik ve vampir avcılığı kavramlarını da eklememi sağladı Blade. Anne Rice'ın tamamen duygusal hikayesine artık hiç durmayan, acımayan bir aksiyon da eklenmişti. Vampirler örgütlenebilirdi, kendilerine hayat kurabilirdi ve daha şeytani planlar yapabilirlerdi. Ama, avlanabilirlerdi de.
2002'deki ikinci filmi bu kez bir geceyarısı seansında ılık Samsun gecesinde sinemada izleyebilecek kadar ileri gidebilmiştim. Ama bu filmde ortaya mutant vampirler diyebileceğim, benim o zamana kadar aklıma yerleştirilmiş olan vampir görüntüsünden çok farklı, tamamen Ripley'nin Alien'ları gibi birşeyler çıkınca 2004'teki üçüncü filmden (Blade: Trinity) vazgeçtim. 7 sene oldu, hala izlemedim. Yalnız bu noktada Blade'in kattığı birşey daha vardı çorbaya, Stephen Dorff. Onun resmen benim için tuzla buz edici etkisini ortaya çıkaran karakteri Deacon Frost, yavaş yavaş yeni bir fikri de kafama aşılamıştı. "Kötü çocuğun" çekiciliği.
psikolojik travmalarıma yenisini ekleten,
kötü çocuğa aşık olma sendromuma hiç de iyi gelmeyen
vampirlerin de kötüsü Deacon Frost
(Blade-1998)
Hatırladığım kadarıyla 2002'deki Blade 2'den sonraki 7 sene boyunca vampirlerle bir daha karşılaşmadım. Zaten uğraşmam gereken çok şey vardı, keşfettiğim bir o kadar fazla şey daha. Böyle hayatınızın büyük bir kısmında yoğun bir şekilde yorucu-bezdirici şeylerle uğraşmak, devamlı ama devamlı çalışmak zorunda olduğunuzda, çoğu zaman zayıf düştüğünüz durumlar meydana gelebiliyor. Siz fark etmiyorsunuz, sadece temponuza devam ettiğinizi düşünüyorsunuz. Zaten öyle fiziksel bir zayıflık da olmuyor bu, içten içe beyin kıvrımlarınızı kemirdiğinizi fark ediyorsunuz. Aynen böyle bir yorgunluğun sonucunda tamamen zayıf kaldığım bir zamanda işte ben de bu Twilight hadisesiyle karşılaştım. Hayatım görebildiğimden de daha kalın ve ağır bir sis bulutu-kümesi altına girmişken, sadece debeleniyordum. Finaller haftasından bir ya da iki hafta öncesinde iki manyak arkadaşımın(en az benim kadar manyak:p) ısrarlarıyla, artık saga olmuş Twilight'ın ilk filmini alıp, evin yolunu tuttum.
20 yaşından sonra ergenliğe yeni girdiren,
ışıldayan vampirli Twilight, sene tabiki 2008
Kitapları okumamıştım, doğru düzgün haberim bile yoktu varlıklarından. Dünyadaki ve burdaki yavaş yavaş alevlenen delilikten de zerre kadar haberim yoktu yine. Sadece çok tavsiye edilmiş bir filmi koymuş, izliyordum. Devam etmem gereken ödevler, projeler ve çalışmam gereken sınavlar vardı. En fazla iki buçuk saat sonunda onlara dönecektim. Ama bir noktada, bende ipler koptu. Şalterler attı. Saçma bir halde, Edward'ın ikisi Bella'nın yatağında uzanırlarken, Bella'nın uyku sersemi ona sarılarak yatması sırasında elini Bella'nın başına bile koymaya kıyamayan görüntüsü ekranımdan geçti ve ben deli gibi ağlamaya başladım. Ağlamak durumunun bu noktada benim için taşıdığı anlamın büyüklüğünü ancak şöyle açıklayabilirim: Şeker Kız Candy izleyerek büyüdüm ben.
Herneyse, o an ve onu takip eden bir iki sene içinde anladığım şey, zayıf düştüğümde kolaylıkla birşeylere bağlanma ihtiyacı hissettiğimdi. Ve bu bir şeyler genellikle aklımı oyalayabilecek, beni kendiminkinden başka bir dünyada yaşatabilecek evrenler yaratan filmler-diziler-kitaplar oluyordu. Bu yüzden en fazla dizi bölümlerini sınav haftalarında izliyordum, en kalın kitapları proje zamanları bitirebiliyordum. Hastalıklıydı ama insanın en azından kendini tanıması ve buna göre hareket etmeye başlaması da bir şeydir.
bu da ne ki diyen mutlu ve sağlıklı zihinli insanlar için bunu da belirtiyorum, Twilight-2008
Twilight serisinin saçmalığını, olayın saçmalığını, kitapların basitliğini hala biliyorum, anlıyorum. Kabul ediyorum en önemlisi, ama bir şekilde bağımlılık yaratan bir yanı olduğunu inkar edemiyorum. Zayıf bir anında denediğin, denenmemesi gereken bir madde gibi, saçma olduğunu bile bile içinde hep bir parça kalmasından memnun oluyorsun.
Ancak Twilight'ın pek de uzun sayılmayan vampir meseleme baya katkısı da olduğu bir gerçek. Artık ahlaklı ve aile canlısı vampirlerle karşı karşıyaydım. Herşey daha düz bir zemine inmişti ve şu güzel vampir görüntüsüne pek çok şey eklenmişti. Lestat'la çıktığım yolda artık herşey biraz daha parıltılı, biraz daha romantik ve şiirseldi.
Salvatore Brothers
The Vampire Diaries'den.
Ama tüm bunlara rağmen gene de çözemediğim bir şey vardı. Yıllar boyu anlam veremediğim ve beni rahatsız eden bir şey. Vampirleri seviyor muydum sevmiyor muydum? Sevenlerinin ne kadar çok olduğu inanılmaz bir gerçek, evet. Ama benim için böylesi durumlar çok daha karmaşıktır, bir ufak çikolatayı bile habire test ederim. Anlamaya çalışırım, kusana kadar yesem de sevmeye devam edebilecek miyim yoksa her defasında bu kadar az yemeye çalıştığım için mi bana cazip geliyor falan filan meselesi dahilinde içimi kurcalarım. Çoğu zaman birşeyi sevdiğimden emin olamam, sevmediğimden de olamadığım gibi.
Sonunda nihayet birkaç ay önce bu durumu çözebildim. Yine zayıf bir anımda (master dersleri için devasa sunumlar hazırlamam gerektiğinde) açıp, "The Vampire Diaries" izlemeye başladım.
Başladığımda ikinci sezonu ortalamış olan dizinin tüm yayınlanmış bölümlerini ki neredeyse 40'a yakındı, bir haftadan kısa bir sürede gece gündüz izleyip bitirdim. Kendimden nefret etmekle, vicdan azabı arasında kıvranırken de birşey fark ettim. Vampirlerden bu zamana kadar hoşlanmamışım, çünkü tüm o sıçrayan, fışkıran, boyundan emildiğinde cokur cokur sesler çıkaran kanlı durumlarda beni kan tutuyor! Kendime hala gülüyorum. Saçma bir haldeyim. Yapay bir hikayenin yapay kanlarından bile içim kötü oluyor.
The Vampire Diaries'in kötü çocuk-iyi kız aşkısıları Damon ve Elena
The Vampire Diaries esasında L.J.Smith'in 1991 ve 1992'de 4 kitabını (Uyanış,Savaş,Öfke,Karanlık Buluşma) yazdığı ve sonrasında 2009'da eklenen geri dönüş serisiyle (yayınlanan Çöken Karanlık ve yayınlanmamış Shadow Souls ve Midnight) birlikte oluşturmuş olduğu bir kitap serisi. Twiligth serisinden neredeyse 10 yıl önce ve Anne Rice'ın Interview with the Vampire kitabının yayınlanmasından 12 yıl sonra yazılmış bu vampir hikayesi Stefan ve Damon Salvatore adındaki iki 15.yy.İtalya'sından kalma vampir erkek kardeşin arasında kalmış Elena Gilbert'ın macerasını anlatıyor. 2009'da ise CW kanalının bu bahsetmeye çalıştığım dizisine çevrildi Elena'nın hikayesi.
Kitapların anlattığı Elena sarışın, lacivert gözlü, okulun popüler kraliçesi modunda, her istediğini ve herkesi elde edebilen bir kız görüntüsünde. Ancak dizinin yarattığı Elena, başroldeki Bulgar asıllı Nina Dobrev'in de etkisiyle, depresif, sıkıcı, koyu renk saçlı ve gözlü, endişeli bir kız haline gelmiş durumda. Zaten Salvatore kardeşler de kitaptakinin aksine Amerikan İç Savaş yıllarında yaşamış ve vampire dönüşmüş, İtalyan asıllı Amerikalı olarak gösteriliyorlar. Elena'nın orijinal hikayede Margaret adından bebeklik çağında bir kız kardeşi varken, dizide daha ilginç olacağını düşündükleri Jeremy adındaki 15 yaşında bir erkek kardeş yaratmışlar. Bunlar ve daha nice farklılık var Smith'in hikayesiyle dizi arasında. Ama dizide yaratılan hikayenin de daha ilginç olduğunu kabul etmek gerek.
Hello, brother.
Neyse anlatmaya çalıştığım yere baya uzun yollardan geldim. Asıl anlatmak istediğim The Vampire Diaries'in önüme serdiği bu uçsuz bucaksız vampir-kötü çocuk-aşk üçgeni-lostvari sır dünyası. Şu an ikinci sezonu final yapmış, üçüncü sezona kadar ara vermiş olan dizide her sezon ortalama 24 bölüm yayınlanıyor ve bu bölümlerin hepsi 40ar dakikalık sürelerinde habire bir şeyler ortaya döküyorlar. Durmadan yeni gizemler, çözülmesi gereken saçma iplikler beliriyor. Yan-orta-ana karakterler bozuk para gibi harcanıyor her bölüm ve hikayenin saçmalığını bildiğiniz halde kendinizi ne olacak diye tırnaklarınızı yerken buluyorsunuz (yani tabiki yemiyorsunuz, mecazi anlamda, yemeyin lütfen, çok sinir oluyorum.).
nereden Damon Salvatore alabiliyoruz?
Üstüne karakterlerin sağladığı o müthiş malzeme var: Çemçük Stefan, Allah belanı versin Elena ve Ahh Damon. Evet ucuz, evet "teenage drama" ama acayip de işleyen bir formül. İki sezonluk dolu dolu bir dizide neler olduğunu anlatmayacağım tabiki burda, en az sezonların sürdüğü kadar vakit geçer yoksa. Sadece - benim için ve belki de bazılarınız için- en müthiş görünen-gelen sahnelerden ve müziklerden bahsedeceğim, bir miktar fikir versin izlememişler için diye. Ve tabiki izlemişlerin de bu sezon arasında eğlenmelerine sebep olsun diye.

İlk görüntü, bayık kardeş Stefan'ın ortalarda olmayışından dolayı Damon'ın öne çıkarak Elena'yı kurtarması. Bu aynı zamanda ikilinin ilk dansıdır ve Elena'nın da Damon'ın sihrini ilk fark edişidir. Ki aynı sihre biz de kulaklarımıza ulaşan "All I Need"le kapılırız.


Sonraki videomuz, Damon'ın üzülüp reddedildiğinde ne hale geldiğini gösterene sahne. Demiştim, bu dizide her an her karakter harcanabilir.


Bu video ise nette hiçbir şekilde embed edilebileninin bulunmadığı bir sahneyi gösteriyor. Damon, Elena'yı kurtarmalarının ardından uzun zamandır ortada olan gerçeği ona itiraf ediyor. Ama bunun kimse için bir yararı olmayacağını bildiğinden en azından zarar vermesinden diye ardından, unutturuyor. Linki şöyle: http://youtu.be/bgCGxnJj1gM
Ve en önemlisi, yayınlanmasından sonraki haftalarda nette ortalığı yıkan o tek damla gözyaşı akıttığı anı görmüş oluyoruz. Resmi bile var:
o gözyaşının hesabını vereceksin karaçalı Elena
Diğer bir sahnemiz, gizliden gizliye Elena'yı memnun etmek için iyi adam rolünü oynamaya dayanamayan kötü vampir kardeş Damon'ın ikinci sezonda bol bol tekrarladığı zevk-için-avla-dertleş sahnelerinden birinin bir dizi hayranı tarafından yapılan versiyonu:


Dizinin en iyi yanlarından birine örnek, danslar: Damon&Vicki Dansı

Ve görüp görebileceğim en güzel vampirin onuruna,meseleyi kapatalım: Rose's Death

Bu arada hatırlamak isterseniz, Xena'nın ikinci sezon 4.bölümünde Antik Yunan Mitolojisinden Vampirizme Giriş:Bacchus ve Bacchae'lar dersi mevcuttu. Biraz tekrarlı-sinir bozucu olmuş ama video;)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...