hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mart 2024 Çarşamba

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"


Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - Keşiş Bede, Eostremonath (Nisan ayının eski Anglo-Sakson isimleri) sırasında pagan Anglo-Saksonların onun onuruna düzenlenen festivallere yardım ettiğini belirtiyor. (İki yüz yıl sonra Almanya'da, Charlemagne'ın Hayatı adlı eserinde, Einhard adlı bir keşiş, Nisan ayının eski adını Ostaramonath olarak vermiş mesela.) Almanya'daki bazı yazıtlarda da ondan bahsediliyor ve modern Paskalya tatilinin ismi de ondan geliyor. "Eostre" (Eski Germen dilinde "Ostara") adı, Yunan şafak tanrıçası Eos'la ilişkili aslında ve her ikisinin de kökeni Proto-Hint-Avrupa kökenli bir şafak tanrıçasına kadar uzanabilirmiş, öyle diyorlar.

Jakob Grimm, Teutonic Mythology adlı eserinde "Ostara, Eástre, baharın büyüyen ışığının tanrıçasıydı." diye yazar. Yılın bu zamanında çiy şeklindeki kutsal su veya derelerden toplanan su toplanıyordu; onunla yıkanmanın gençliği geri getirdiği söyleniyordu. Saf beyazlar içindeki güzel bakirelerin eğlenirken görüldüğünü yazar Grimm. Ayrıca Grimm'e göre, Osterrode'un beyaz bakiresi, kemerinde büyük bir anahtar yığınıyla ortaya çıkar ve Paskalya sabahı su toplamak için dereye doğru yürür.

Ostara genellikle genç bir bakire olarak belirtilir - Ember Cooke'un yazdığı gibi, "...çocuk doğurabilecek kadar yaşlı ama anne değil." Çiçeklerle veya yeni yeşilliklerle süslenmiştir ve sıklıkla dans eder. Çoğu zaman neşelidir, ancak aniden yağmura dönüşebilen bahar havası gibi kolaylıkla aniden ciddileşebilir. Baharın kendisi gibi o da kaprisli ama masumdur.

Günümüzde ise "Wheel of The Year"ın bayramlarından biri. Bahar boyunca kutlanan 3 bayram var, 2 Şubat'taki Imbolc, 20/21 Mart'taki Ostara ve 30 Nisan/1 Mayıs'taki Beltane.


Babil takvimi, Mart'taki bu bahar ekinoksundan sonraki ilk yeni ayla, Sümer tanrıçası İnanna'nın (sonraki İştar) yeraltı dünyasından dönüşünün ertesi günü başlıyordu mesela. İştar Kapısı'ndan Eanna tapınağına Akitu adı verilen bir seremoninin olduğu geçit törenleri ve Tammuz (Sümerlerdeki Dummuzi) ile evliliğinin canlandırıldığı ritüeller yapılıyordu.

Pers takvimi de her yeni yıla bahar ekinoksu ile başlıyordu. İran'da hala bu şekilde hatta bildiğim kadarıyla. Navruz olarak kutladıkları bu gün oldukça önemli onlar için. Roma'daki ev arkadaşlarım olan İranlı kızlar yılın bu zamanı hep eve gidiyorlardı kutlamalar için mesela. Hindistan'da da sanırım bu böyle. Japonya'da da bu gün tatil oluyor, insanlar aile evlerini ziyaret ediyorlar.

Kamboçya'daki Angkor Wat'ta ve Meksika'daki Teotihuacan'da bahar ekinoksunda güneşin doğuşu kutlanıyor her yıl.

Bahar ekinoksunda, Teotihuacan'da güneş doğduğunda sabah 7:15 ile 7:45 arasında, Quetzalcoatl Sarayı'nın batı duvarındaki mazgallı siper benzeri yapıya kazınmış ve kırmızıya boyanmış figürler boyunca bir gölge yukarı doğru hareket ediyor. Tasvir edilen figürlerden bazıları, karanlığın yanı sıra ışık ışınlarıyla da ilişkilendirilen bir kuş olan baykuşlar.

Ekinoks sırasında Angkor Wat'ta ise gün doğumunda, batı girişinin önünde duran biri güneşin doğrudan merkezi lotus kulesinin üzerinden yükseldiğini görebiliyor.

Ostara yeni başlangıçların ve büyümenin zamanı. Ostara'nın sembolleri yaşam döngüsünü, büyüme ve bolluk potansiyelini ve aydınlık ile karanlık arasındaki dengeyi temsil ediyor.


“Hail Ostara, white-clad maiden. Snow and ice melt at your gaze, flowers bloom with each soft step. We who late have longed for spring-time, we welcome you at winter's end. I praise you now, O bright Ostara: Earth's cold cover send from here!”

11 Mart 2024 Pazartesi

beatha


 Vay. En son tam bir ay önce yazmışım. Yuh bana. Oysa bu bir ay içinde çok defa yazmalıyım dediğim oldu. İçimden böyle yazma isteğiyle taşarak eve geldiğim oldu. Ama niyeyse her defasında bir şekilde başka işlere daldım. Evde iş bitmiyor ki. Eve girince ne ara gece yarısı oluyor anlamıyorum. İş yerinde de işler yavaş bu ara aslında. Çok meşgul değiliz. Ama ne hikmetse sekiz buçukta masama oturuyorum, ne ara akşam oldu, ne ara servise koşturuyorum anlamıyorum. Serviste eve doğru gelirken düşünüyorum ben bugün ne yaptım, bunca saat ne ile geçti, hiçbir fikrim olmuyor. Koca bir boşluk. Hafızam bomboş oluyor. Neyse. En son görüştüğümüzden bu yana neler hissettim, neler düşündüm, neler oldu?

Çin takvimine göre Ejderha yılına girdik. İlk o oldu evet. Kaplan yılı olan 2022'de hevesle, bir kaplan olduğum için mükemmel şeyler olacak diye düşündüğümde ve o yıl - yine - sihirli değnek ortaya çıkmadığı için, çok da sallamıyorum ama neyse. Kaplanlar için ejderha yılı fena değil diyorlar, hadi bakalım.

Ejderha yılına girmemizin ertesi gününde bir pazartesi akşamı, serviste, hepimiz eve doğru yol alırken konu ilerledi, muhabbet gelişti ve bir baktık, eh hadi inince avmye gidelim derken bulduk kendimizi. Bir arkadaşımızın yeni bebeği olduğu için ona hediye alacaktık. Bir ara almamız gerekiyordu, neden o akşam olmasındı ki? İndik, arabayı aldım, 4 kız akşam trafiğinde baya da uğraşarak (benim üstün araba kullanma becerilerim sayesinde) avmye gittik. Hediyemizi aldık, yemek yedik, tatlı yedik, çay içtik. Ama en önemlisi muhabbet ettik. Kahkahalarla, keyifle, merakla, coşkuyla muhabbet ettik. O akşamki kadar mutlu hissettiğim çok az akşam vardır, öyle söyleyeyim. Şimdi böyle her gün okuluna gidip, tüm gün arkadaşlarıyla dışarıda olan, tüm gün birilerini gören, konuşanlara çok tuhaf geliyordur böyle bir şeyi böylesine olağanüstü şekilde anlatmam. Yalnız bir hayat geçirmeyen herkes için tuhaf gelebilir. Tek başınıza yaşıyor olup, yalnız olmayabilirsiniz, o zaman da tuhaf gelebilir bu dediklerim. Öyle bir akşamın, enerjinin tuttuğu hemen hemen yakın yaşlardaki diğer 3 insanla yalnıza muhabbet edip, eğlenebilmenin benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu nasıl anlatabilirim ki? Yalnızca keyifle sohbet edebilmek, bir şeyler yiyebilmek, fikirler paylaşabilmek...Çok mutlu hissettim o akşam. Mutlu hissedebilmek de olağanın üstünde bir durumda benim için. Ben 2019'dan beri kendime ne yaptım, hayatıma ne oldu yeni yeni algılayabiliyorum böyle şeyler hissettiğimde. Ne kadar değiştiğimi fark ediyorum. Bu kadar değişebilmek için kaç kere ölüp geri dirildiğimi hatırlıyorum. O masada oturup, kızlarla sohbet ederken kendime baktım dışarıdan. Eskisi gibi değildim. Artık kimseye rol yapmıyordum. Başka biri, başka bir şey olmaya çalışmıyordum. Hissettiklerimi gizlemeye çalışmıyordum. Her hareketimi kontrol etmeye çabalamıyordum. En ufak bir şey belli etmemek için büyük büyük hareketler etmeye çalışmıyordum. Beni sevsinler diye uğraşmıyordum, sevimli olmaya çalışmıyordum, ilgi çekmeye, saçma bir şekilde de olsa ilgiyi kendimde toplamaya çalışmıyordum. Bendim artık. Sadece kendimdim. İçimden geldiği gibi muhabbet ediyordum. Değiş diye yazmıştı biri bir sabah bir kapının ardına yapışmış bir kağıdın üstüne büyük harflerle. Bu kadar zaman almasını ummuyordum.

O sabah aslında Nihan da öyle durup dururken haydi bu akşam buluşalım demişti. Sonra iptal olmuştu buluşmamız gün içinde. Akşamına serviste bu defa böyle bir anda haydi gidelim diye bir şey olunca vay dedim hayatın tesadüfü. Sonra ofiste oda arkadaşlarımla gün içinde Leo'nun ayıyla güreşip, Oscar almasından konuşmuştuk. Akşam kızlarla konuşurken konu yine Leo ve ayıya geldi. Allah allah dedim. Öğlende odadakilerin canı pide çekmişti, pide söyleyip yediler. Ben istemedim. Akşam da kızlar haydi pide yiyelim dedi. Güldüm, yedim. Yolda avmye giderken Çin burçlarından bahsettik, çünkü hani yani Çin yeni yılıydı. Sonra avmde alakasız bir şekilde kocaman peluş kaplanlarla karşılaştım. Büyü olayını çözmeme şu kadar kaldı.

14'ünde "The New Look" diye bir dizi yayınlandı. Christian Dior'la Coco Chanel'in II.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadıklarından esinlenmiş gibi bir hikaye. Hem tarihi, hem moda devleriyle ilgili falan derken büyük bir hevesle açtım ilk bölümü. 15-20 dakika ancak dayanabildim sanırım. Hiç sarmadı. Hem de o kadar her şey benlikmiş gibi dururken.

15'inde bir otelde seminer gibi bir şey vardı. Ona gittim. Bir otel dedim ama, şimdiye kadar gördüklerimin en en en'iydi yani. Daha önce de yazdıklarımı okuduysanız çok da otel görmediğimi, oteller hakkındaki bilgimin sınırlı olduğunu biliyorsunuzdur. Bu defa gördüğüm en devasa olanıydı benim için. Böyle de hayatlar var dedim. Böyle de şeyler var. Kendimi yine 10 yaşında hissettim. Tek başıma orada olmamalıymışım, annemin elinden tutuyor olmalıymışım gibi. Üstüm başım, saçım, her şeyim bir yetersiz gibi geldi. Bir eğreti duruyor gibi hissettim yine. Sosyal sınıfların çizgileri çok kesin çocuklar. Çok derin.

O gün KitapYurdu'nda YKY kitaplarında indirim vardı. Yıllardır okuyacağım okuyacağım dediğim Amin Maalouf'un kitaplarından Doğunun Limanları ile Arapların Gözünden Haçlı Seferlerini ve Binbir Gece Masalları'nın ciltli halini, bir de Frances Hodgson Burnett'in Gizli Bahçe'sini sipariş ettim.(Amin Maalouf'un yazdıklarıyla tanışmamı şurada anlatmıştım.) Görünene göre yarı fiyatlarına aldım ama zaten en başında o kitapların fiyatları bu şekilde mi olmalıydı, orasını da bilemiyorum. Gizli Bahçe bu arada benim için ayrı bir yere ve öneme sahip. Neverland'de de bahsetmişimdir, çocukluğumu etkileyen filmlerden bir tanesiydi 1993 yapımı filmi. Neverland'e ilk başladığımda hevesle yaptığım listelerden "Ben Masumum" serisinde yazmıştım hatta. Hatta blogun sağ şeridine bir göz gezdirirseniz filmin üçlüsünün bahçedeki bir fotoğrafını da bulabilirsiniz. İşte taa o zamanlardan ruhumda olan hikayeyi ancak bu yaşta kitap olarak elime alıp, okumaya da başlayabildim. Ocak başladığında hevesle başladığım Elizabeth Kostova'nın Tarihçi'si aynı hevesle bitirebildim şükürler olsunki (bu ki birleşikti değil mi). Goodreads'te işaretlediğime göre 2015'te okumak istiyorum demişim Tarihçi'yi. Her şeyin bir zamanı var demek ki. Hemen ardından da elime Gizli Bahçe'yi aldım. Tarihçi'yi bitirebilmem bir buçuk ayımı aldı ama olsun.

16'sında Cey'e gittik. İş çıkışı, cuma akşamı, üç kız oturup ev yapımı pizza yedik nostaljik müzikler eşliğinde. Nihan doğum haritalarımızdan senelik çıkarımlar yaptı (bu sene gene hiçbir şey olmuyor hayatımda, kendi içime dönme senemmiş, hangi sene değildi ki). Pasta kestik, Neredeyse 1 ay olmuş olabilirdi ama hala doğum günümdü. O masada oturmak tuhaftı. Normalde o evde, salondaki masada yemek yemek için yetişkin olmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Hissediyorum yani. Ama yetişkin değildik. Öyle miydik? Üniversitedeymişim gibi oluyorum çünkü Cey'in evine gidince. Doğruca odasına gidip, yine ödev yapacakmışız gibi. Annesi yiyeceklerimizi odaya getirecek, biz de halının üstünde yiyecekmişiz gibi. Salondaki masada küçük kalıyormuşum gibi hissettim, boyum yetmiyormuş gibi. Oysaki annemin benim bu yaşımda olduğu yaşta, liseye giden bir çocuğu vardı. Bense 37 yaşında liseyi yeni bitirmişim gibi hissediyordum. Salondaki koltuklarda oturduk sonra. Gözümde hep Im Juli izlediğimiz gece vardı. Çünkü salondaki koltuklarda da oturmazdık öğrenciyken. Tek bir sefer, sabahına ne sınavı olduğunu hatırlamadığım bir sınav olduğu o gece, sabah 4'e kadar salonda oturup, o filmi izlemiştik.

17'si Neverland'in doğumgünüydü (Tam 13 yaşında artık) ama çok meşgul, pek sosyal bir hafta geçiriyordum. O cumartesi sabahı koştur koştur pasta aldım mesela, hayır Neverland'i kutlayabilmek için değil, Tuğba'ya sürpriz yapacaktık. Sonra bebek görmeye gittik, yeni doğan bir bebeğin doğumunu kutlamanın adı bu. Kısa sürmesi gereken oturma tüm günümüzü aldı. Saatlerce oturup, konuştuk çünkü Emrah'ların evinde. Çaylar doldu doldu boşaldı. Güldük, konuştuk, ben yine kendimi tuhaf hissettim. Çünkü yine mutluydum. Keyif alıyordum. İnsanlarla bir arada olmaktan. Muhabbet etmekten. Bir şeylerin parçası olmaktan. Yalnız olmamaktan.

Akşamüstü benim eve geçtik kızlarla. Bu sefer Tuğba'nın pastasını kestik. Kahve eşliğinde iş yerinden yakındık, insanlardan yakındık, dedikodu yaptık. Birbirimizin renk analizini yaptık, çok güldük, çok eğlendik. Sadece mutluydum. İlginç bir şekilde mutluydum. Saf bir halde. Bir yetişkinin ortamında ama gene de çocuk olarak. Bunun üzerine düşünmeyerek. Yine sadece kendim olarak. Kızlar gittikten sonra evin ortasında durup, bu değişik duyguyla ne yapacağımı bilemez halde dikildim.

18'inde pazar günü tüm gün bilgisayarın başında, yıllardır yazmaya çalıştığım bir şeyi yazmak için oturdum. Tüm gün. Sabahtan akşama. Gidip gelip yazdım. Çünkü perşembe günü, öylesine bakarken bir şey görmüştüm. Kader gibiydi. Tam benim düşündüğüm ama o kadar da olmayacak bir şeydi. Ona başvurabilmem için aylardır ertelediğim bu şeyi bitirmem gerekiyordu. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar motive bir halde tüm gün uğraştım. Sonunda bitirdiğimde o şeye başvurmamın bile bir önemi kalmamıştı. Çok uzun zamandır aklımda olan, benimle omzumun üstüne her yere gelen, ağırlığıyla süründüğüm bir şeyi yere bırakabilmişim gibi oldu. Sırf o sayfayı yazıp, kaydete basınca bile bir ferahlık geldi üstüme. Sanki o sayfanın yapacağı, o sayfanın bana açacağı yolun hepsi olmuş da hayatım istediğim gibi olmuş hissi geldi üstüme. Sadece o satırları yazabilmek bile yetti bana neredeyse yani. Gerçi az önce cevap geldiğini gördüm, olmamış ama olsun.

Marry My Husband bitti 20'sinde. Bu senenin ilk dizisiydi benim için. Başından sonuna iyi gitti, kararında bir hikaye anlatıp, bitirdi. Onu da yazacağım umarım bir ara.

Sonraki hafta tamamen Avatar The Last Airbender'la geçti. 22'sinde 8 bölüm birden yayınlanınca ve aylardır onu bekliyor olduğum için perşembeden pazara yemeden içmeden bölümleri izledim. Güldüm, eleştirdim, karşılaştırdım ama bolca ağladım. Evet. Bir çizgi filmden uyarlanan bir fantastik diziye, çocukların oynadığı bir diziye bakarak salya sümük ağladım. Çünkü hem çizgi filmin kalbimdeki yeri ayrı, hem de dizi için yer yer çok özenli, çok nokta atışı sahneler, monologlar yazmışlar. Off. Keşke çizgi filmi ilk defa görüyor olsaydım. Keşke ilk defa izliyor, ilk defa karşılaşıyor olsaydım.

24'ünde cumartesi günü Avatar izlemekten şaşılaşmış gözlerimi dinlendiririm hem, hem de güneş manyak parlıyor dışarıda diye çıktım kaleye gittim. Çook küçükken, Ankara'ya ilk geldiğimiz zamanlarda sanki bir annemlerle kale yoluna doğru gitmiştik arabayla. Çok bellli belirsiz bir görüntü gözümün önünde. O kadar. Sonraki 25 yıl boyunca hiç gitmedim. Çünkü ben büyürken kalenin olduğu yer biraz fazla tehlikeli, fazla ücraydı. Canına değer veren kimse yanaşmazdı. Sonra oraları da düzelttiler, kaleyi de. Hep doğru bir zaman, doğru bir fırsat oluşsun diye bekleyince de böyle oldu. Çıktım gittim o cumartesi. Pırıl pırıl güneş. Yeni makinemi de denedim. Hiç başarılı değilim ama olsun. Kalede de çok görülecek bir şey yok ama ona da olsun.

27'sinde salı akşamı "Mehmed Fetihler Sultanı" dizisi başladı. Trt'nin tarihi dizilerinin izlenemez olduğunu fark edeli yıllar oluyor. Ama her defasında aynı heyecana kapılıyorum, elimde değil. Hepsinin ilk bölümü izlemeye oturuyorum bir, böyle sanki her defasında aynı şeyi yaşamamışım gibi. Bir türlü akıllanmıyorum. İçimde hep o umut. Ama bu sefer biraz işe yaradı o umut. Bu dizi iyi başladı. Gerçekten iyi. Henüz ilk iki bölüm yayınlandığı için o kadar gözüme batmadı ama propaganda olayları herhalde bir 4-5 bölüm sonra bunda da kafayı yedirtir hale gelir. Şimdilik mutluyum. Sadece o kadar uzun ki haftaya yayarak izleyebiliyorum.

28'inde çarşamba akşamı bu sefer aynı ekip - 4 kız olarak - Korelee'ye gittik iş çıkışı. Çok lezzetliydi yine her zamanki gibi. Ne varsa yedik. İkramlar da başlamış, aylar oldu herhalde gitmeyeli oraya. Önündeki sıra her zaman insanı bir geri geri götürüyor, en lezzetlisi olmasına rağmen Kore yemeği yemek istiyorsam direkt bomboş olan diğer yerlere gidiveriyorum. Yemeklerle de birlikte yine çok güzel bir akşam geçirdim o akşam da. Deliler gibi yedik, sonra kahve içmeye oturduk, güle oynaya muhabbet ettik.


"The Impossible Heir" dizisi başladı 28'inde ayrıca. Lee Jae Wook'a artık Alchemy of Souls'dan sonra neredeyse tapıyor olduğumuz için (abartıyorum da demeye çalıştığımı anladınız) dört gözle ondan sonraki ilk dizisini bekliyorduk. Fragmanlar da acayip gaza getiriyordu zaten. İlk bölümü izledim. Çok iyi bir hikaye seçmiş tamam, ekip aşırı iyi o da tamam. Jae Wook zaten manyak görünüyor, daha ne olsun derken başrole uygun gördükleri kız hikayeye dahil oldu ve her şey bitti. Gözümde tüm dizi çöpe dönüştü. Çünkü kız çöp. Nasıl anlatabilirim ki. Yaşamanız lazım. Neyse.

Ocak'ın 26'sında başlayan "FlexXCop" dizisine bakabildim sonunda o hafta. Ahn Bo Hyun için daha önce de yazmıştım "Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında." diye. O yüzden severim, her yeni dizisine bakmak isterim. Bu dizi de değişik aslında. Böyle çekim görüntüsü de ilginç, hikayesi de değişik. Anlatım tarzı da. Aslında izlemek isterdim diye düşündüm ilk bölümü bitirirken. Ama sanki daha bir çok motivasyona ihtiyacım varmış gibiydi. Çok çok boş vaktim olsaydı belki dedim.

Mart'ın birinde Dune geldi. Benim Dune'um. Kitaplığımın köşe taşı, 20li yaşlarımın uzun gecelerinin sayfaları, korkularımın duası...İlk kitabın ikinci yarısının filmi nihayet geldi. 3'ünde pazar sabahı çıktım gittim sinemaya. İlk defa 4DX'i deneyeyim hem diye. Çok yanlış bir seçim olmuş. Ben Dune'u izlerken kendimden geçiyorum zaten. Ama koltuklar habire sallanıyor, etrafa tutunuyorum, kilo da aldım halbuki yetmiyor zıplıyorum koltuğun üstünde. Filme konsantre olamıyorum, yüzüme yüzüme rüzgar üflüyor, koltuk durmuyor. En kötüsü de koskoca salon neredeyse bomboşken hemen iki adım öteme düşen bir gencin, tüm film boyunca burnunu çekmesiydi foşur foşur. Ters ters baktım, üfledim püfledim ama anlamadı çünkü hiçbirinizin aklına gelmiyor burun çekmenin pis ve sinir bozucu ve hatta terbiyesizce bir şey olduğu. Hayır söylesem biliyorum ki iki dakika sonra gene unutup çekmeye devam edecek çünkü daha önce yaşadım. Bir daha sinemaya gitmeyeceğim ya. Valla. Çekmek zorunda değilim ben bu pisliği.

Filme gelirsek...Okurken hayal ettiğim tam olarak buymuş, izleyene kadar, önümde kanlı canlı bir şekilde görene kadar fark edememişim. Paul'ün ilk solucan çağırışını ve sürüşünü izlerken baştan ayağa titredim. Rahibe Ana Mohiam'a sesi kullandığı sahnede her şey tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Sanırım Timotee Chalamet, hayal ettiğimi bile bilmediğim Paul'müş.

Bu hafta da pek bir şey olmadı. 8'inde cuma günü, günün de bahanesiyle öğleden sonra izin aldım. Tuğba'yla çıktık dolaştık. Dizilerde izlediğim gibi "arcade" olan bir yer var Next Level'da, oraya gittik. Her yerimizi yara bere içinde bıraktık, ihtiyar bedenlerimizin her yanı tutuldu. İlk defa öyle bir yere gitmiş oldum (çünkü tüm okul hayatımı katıksız bir inek olarak geçirdim). Minik bir atış poligonunda bilye mermilerle hedeflere atış yaptık ondan da önce. Hiç de fena değilim bu arada, bu kadar iyi olmayı beklemiyordum. Tüfekle iyiydim en azından, tabancayı denemedim. Eğlenceli bir gündü, değişik bir gündü. Böyle günlerim daha çok olsa aslında ben de daha iyi olurdum diye düşündüm.

Kitapçıya da uğradık tabiki cuma günü. D&R'da ikinciye yüzde 60 indirim yazınca gaza geldik haliyle. Daha doğrusu Koridor Yayınları'nın bez ciltli Orhan Veli Bütün Şiirleri baskısını görünce kendimden geçtim, onun etkisi olabilir. Onu elime alınca yanına da haydi indirimden yararlanmış olayım diye bir kitap daha seçtim. Steven Roger Fischer'ın Yazının Tarihi kitabını kaptım. İnternetten daha mı ucuza gelirlerdi, evet. Olsun.

Yine Ocak'ın sonunda başlayan bir dizi var "Doctor Slump". Onu izliyorum birkaç gündür. Park Shin Hye ile Park Hyung Shik. Depresyon ve hayatta yolunu bulma ile ilgili bir alt metin dönüyor karşımda ama o kadar parmak ucunda izliyorum ki diziyi...Biliyorum bir an kaptırırsam kendimi, bir anlığına da olsa hikayeye girmeye karar verirsem salacağım kendimi. O yüzden hiç öyle kendimi kaptırmadan izlediğimden pek hafif geliyor. Park Shin Hye de ne güzel yahu diye bakıyorum, Park Hyung Shik'in komedik zamanlamalar konusundaki yeteneğine hayran hayran bakıyorum. Onu gördükçe aklıma Taetae geliyor, bir hüzün çöküyor ama silkeleniyorum.

10 Şubat 2024 Cumartesi

besettelse

 


Şubat geleli 10 gün oldu. Annemler evlerine döneli 8 gün. Gittiklerine sevinmiyorum ama seviniyorum. Çünkü onlar buradayken neredeyse her gün abim, çocukları kapıp, evime geldi. Her gün sabahın köründe çıkıp işe gidip, tüm gün türlü saçmalıkla uğraşıp, kendime bir saniye bile - kafamın içinde bile - ayıramayıp, akşam evime geldiğimde annemin babamın yüzünü görüp, sadece huzurla bir iki saat oturabilmek isterken, her akşam cehennem gibi bir yere geliyordum. 60 küsür yaşındaki annem evimde kaldığı 2 ay boyunca bir gün huzur içinde dinlenerek oturamadı. Sevgi çok kötü bir şey çocuklar. Cidden. Sevgi adı altında insanların birbirine yaptıkları eziyet. Ölçülemez.

Neyse. Evim yine bana kalınca böyle yanardağ patlaması gibi bir şey oldu bende. 2 aydır sanki dikenli telli kafeslere kapatılmışım gibi, üstüme kalın betonlar dökülmüş gibi bir boğulmuşluk hissediyordum sanırım (yine, annemler yüzünden değil, irili ufaklı malum şahıslar yüzünden). Böyle içimde inanılmaz bir onu da yapayım bunu da yapayım oraya da gideyim buraya da gideyim şunu da göreyim bunu da edeyim diye bir patlama belirdi. Neyse ki bir haftanın sonunda yavaş yavaş söndü de kendime gelebildim. Yine o "of aman bu ülkedeyim hala, ne yapacağım ki burada, saçma sapan her şey" halime dönüyorum yavaştan.

Ev topluyorum bir haftadır. Annemlerin gideceği son güne kadar bendeydi haşereler. Evde kırılmadık, bozulmadık, kurcalanmadık, kirletilmedik, sökülmedik hiçbir şeyim kalmadı. Böyle bir yıkıntının içinde kalakaldım. Bir haftadır sadece çamaşır yıkayıp, asıyorum. Elimde bezle çamaşır suyu, lekeli siliyorum. Temizlik yapıyorum, eşyaları topluyorum. Çocuklar sırf çocuk oldukları için neden masum sayılıyor? Bence bazı çocuklar masum ya da iyi değil. Bu kadar her eşyama, her bir sahip olduğum şeye sistematik bir şekilde zarar veriyorlarsa içlerinde zehirli bir kötülük var bence. Bazı çocuklar kötü. Tıpkı yetişkinler gibi. Hiçbir fark yok. Sırf çocuklar diye kötü olmayacaklar diye bir şey yok.

İşe gidiyorum, geliyorum ev topluyorum. Neyse en azından iki aydır hiçbir şey izleyememiş olmamın acısını çıkarabildim biraz. Annemler cuma sabahı gitti, cuma akşamı başladım "Marry My Husband" izlemeye, 12 bölümü nefes almadan azimle bitirdim. Haftalığa yetiştim. Bu sene başlayan Kore dizilerinden ilkiydi. Öyle abartılacak bir yanı da yokmuş bu arada, izleniyor sadece. Bu sayede sanırım bu dönemin temasının da belli olduğunu söyleyebiliriz: Geçmişe dönüp, ikinci şansı elde etmek. Neden uzay robotları falan değil ki.

İki günde de 3 film izledim. Bir ara, demiştim belki, izlemediğim MCU dizi-filmlerini izlemeye başlıyorum diye. Incredible Hulk(2008) vardı izlemediğim ilk sırada. Onunla başlamıştım ama devam edememiştim diğerlerine. The Marvels(2023)'ı görünce, sırayı unuttum, neyse dedim açtım izledim. Kötü demeye dilim varmıyor, kötü değil çünkü uygun kelime. Daha çok, hiçbir şey yok. Tam olarak film bu. Hiçbir şeyi yok. Ardından sıraya geri döneyim dedim, Thor:Love and Thunder vardı sıramda. Ama The Marvels öyle olunca, elim gitmedi. Aylarca listeme attıklarımdan bir tane açtım, My Norwegian Holiday(2023) diye bir Hallmark filmi (tv filmi). Gayet boş, gayet öylesine bir filmi izlerken hayatımla ilgili aydınlanmalar yaşadım tabi. Durup dururken. Bir saplantıyı başka bir saplantıyla ancak yok edebildiğimi fark ettim. Farkındaydım zaten de yıllardır, artık öyle yapmasam iyi olacak gibi olduğunu kendime kabul ettirmeye uğraştım en azından. Dışarıda kocaman bir dünya var diyorum kendi kendime. Her seferinde. Milyonlarca insan var. Neden hep bir şeye saplanıyorsun? Neden hep birine takılıyorsun? Basit ve hafif bir Noel filmini izlerken böyle kendime gelirim işte.

Bu sabah da kendimde Thor'u izleyecek hevesi bulabildim. Thor : Love and Thunder (2022) sadece 80lerin rock müzikleriyle dolu bir video klip derlemesi gibiydi. Müzik kliplerinin aralarında kendi aralarında eğlenen oscarlık oyuncuları, sanki güneşli bir öğleden sonra yolda rastlaşıp birbirlerine espri yapan eski dostları izler gibi. Ve birkaç filmdir, dizidir Marvel gözümüze gözümüze sokuyor bu çocuk olayını. Tamam anladık, bundan sonra yeni nesil gelecek. Anladık tamam mı Marvel? Yaşlıyız biz, bizim işimiz bitti, bizden umudu kestin.


Bir de bu sene ilk defa kendime doğumgünü hediyesi aldım. Kendim için iyi bir şey yapıyor olduğumu düşünerek aldım ama maaş gitti. Şimdiye kadar hep inat ediyordum ama biraz da dünyanın kurallarıyla oynamayı deneyeceğim bakalım. Bu sefer de olmazsa...Zaten kaybedecek neyim kaldı ki?

18 Ocak 2024 Perşembe

37 - "In the end she grew up of her own free will a day quicker than the other girls."


36.yaşımın son gününden, tutulmuş belimle ve pantolonumun düğmesini zorlayan göbeğimle ve ağrıyan sırtımla bildiriyorum. Hiç doğum günüm gelmiş gibi hissetmiyorum. Değişik bir sene oluyor. Değişik birkaç sene oldu. Ben çok değişik oldum. Bence.

Öğlende biraz yürüdüm ofisten çıkıp. Birazcık ya. Belim kazık gibi oldu geri dönünce. Dünden beri de sırtımda, tam kolumun arka tarafı gibi bir yerde ağrı var gene. Birkaç sene önce ahh galiba kalp krizi geçiriyorum ben diye acile gittiğimde doktor haa kulunç girmiş demişti hatırlarsanız. Ayakkabılarım da ayaklarımı sıkıyor zaten. Boyuna büyümemin 20 yıl önce durmuş olması gerekiyordu ama ayaklarım son bir senedir büyümüş gibi duruyor. Şaka gibi. Resmen son bir senede lönk diye yaşlanmışım gibi hissediyorum. Neredeyse 12-13 yaşından beri değişmeyen yüzüm, bir sabah kalktım, baktım ve değişmişti. Bir gecede sanki dudaklarımın yanında derin yarıklar oluştu. Gözlerimin kenarları çizgi çizgi oldu. Saçlarımı toplamak için kaldırdığımda her yanından beyazlar görünüyor. Bir anda olmuş gibi.

Kafamın içinde ise çok değişiklik olmuş gibi gelmiyor bir yandan ama öbür yandan...Aşırı değişiklik olmuş gibi. Artık içimdeki kötülüğü, biraz biraz dışarı çıkarabiliyormuşum gibi geliyor. Her gün biraz daha. Her gün azcık daha. Kendimi alıştıra alıştıra. Temelde düşündüklerim, hissettiklerim aynı. Ama artık dışımdan da görünebiliyor bu içimdeki. Biraz. Hala yapım aşamasında.

Çok şey öğrendim. Bunu not etmek istiyorum. Öğrenmem gereken şeylerin kitaplardakiler olduğunu düşünerek büyüdükten sonra hiçbir şey bilmediğimi fark etmemi sağlayan bir dünyanın içinde çok şey öğrendim. İşin kötüsü bunu 30 küsür yıl kendi korunaklı balonumda yaşadıktan sonra çözdüğüm için onca yıllık bilgiyi son birkaç senede kafam gözüm yamularak öğrenmiş oldum. 2006'nın sonlarında ilk defa duvara toslamıştım. Şimdi bakınca daha iyi anlıyorum. O toslamadan sonra, o duvarın önünde, o duvara çarpmış şekilde çok uzun süre geçirdim. 2019'da ise artık beklemeyi bırakıp, o duvara giriştim. Kafa göz daldım o duvara. Ben kırıldım, parçalandım ama o duvar da parçalanmaya başladı. Biraz daha işi var. Biraz daha moloz kaldı ayaklarımın altında, dizlerime kadar gelen.

Taa 2012'deki doğum günümde "Sizi sadece siz olduğunuz için sevmelerinin ne kadar bulunmaz, ne kadar büyük, ne kadar akıl almaz bir şey olduğunu anlıyorsunuz. İşte o anda farkına varıyorsunuz "özel" olduğunuzun." diye yazmışım. Devamlı eleştirildiğim ve sadece çok başarılı, çok uslu, çok akıllı, çok sevimli, çok güzel olduğum için sevildiğimi düşünerek büyüdüğüm bir çocukluk geçirdikten sonra seviliyor olmanın, birilerinin arkadaşı olabiliyor olmanın şaşkınlığıyla. "Ne oldun? Ne uğruna oldun? Ne yaptın dedim yine kendime. Çok, çok güzel birşeyler yapmışım ki...bana "onları" vermiş, hiçbir şeyi vermese bile." demişim sonraki yıl. Yine aynı hislerle. Kendi kendimi sevildiğime ikna etmeye devam edercesine. 2014'teki doğum günümde ise...Aralık 2013 ile Temmuz 2014 arasında ne düşünüyor olduğuma dair hiçbir fikrim yok. 7 aylık koca bir boşluk. Buraya ara veriyorum yazdıktan sonra başka hiçbir yere bir şeyler karalamamış olmanın sonucu. Bir de sosyal medyanın olmaması o zamanlar. Fotoğraflar var tabi, düzgünce klasörlediğim, kronolojik olarak dizdiğim. Ocak klasöründe yeğenimin doğumu var. İlk kez hala olduğum zaman, en dip depresyonlarımdan birindeymişim şansa bakın. Bir de iki ayrı yerde, iki ayrı kişiyle olduğunu düşündüğüm iki doğum günü kutlama fotoğrafı. Öyle kalabalıklar değil, belli ki ayrı ayrı iki arkadaşımla buluşmuşum, oturup bana iyki doğdun demişler, ayrılmışız. 2015'in Ocak'ında işten istifa etmiş, geleceğin bana mükemmel şeyler getireceğini düşündüğüm bir doğumgünümde "Ben de mutluyum. Bugün doğum günümdü çünkü. 28 yıl önce soğuk bir İzmir sabahında başladığım yolculuğun bu noktasında, ben de bir gece vakti durmuş, uzağımdaki dostlarımdan gelen doğum günü mesajlarını okuyor, benim için yaptıkları videoları izliyorum ve Harry ile aynı şeyleri hissediyorum. Diğer günlerden hiç bir şekilde farklı geçmeyen bu gün, doğum günüm olduğu için gene de mutluyum." yazmışım. Ahh canım benim. Canım kendim. Zavallıcık.

2016'nın Ocak'ında ise evdeydim. İşsiz. Abimler yeğenimle birlikte bana taşınmıştı. Bir senedir arkeolojide yüksek lisans yapıyordum ve gecem gündüzüme karışmıştı. "artık kendimle ilgili daha çok şey biliyorum. Öte yandan, herşeyi daha da karmaşıklaştırdım. Hayatımı tepetaklak ettim. Şu yaşımda, hayatımın şu noktasında olabileceğim en saçma yerdeyim. Şu ülkede her bir bahtsız gencin kendini parçaladığı "memur" olma halinden "devlet işinden" adeta kaçarak istifamı vermiş bir işsizim. Sıfır gelirle üzerine 5 senemi çürüttüğüm alanın tamamen tersi yönünde bir alanda yüksek lisans yapmaya başladım. Bit kadar bir evde abim yengem ve yeğenimle yaşıyorum, kirada. Şöyle iki adım geriye çekilip tabloma baktığımda içler acısı. Hiçbir şeyim, hiçbir başarım, hiçbir yeteneğim, hiçbir özelliğim yok. Elimde hiçbir şey yok. Bugün 29 yılı geride bıraktım, 30.yılın içindeyim ve şu hayatta olabilecek en saçmasapan yerdeyim. Ne işim var, ne birikimim, ne evin ne katım yatım arabam. Ben kurdum diyebilecek bir ailem bile yok, olanın direklerine destek misali tutunuyorum. Kendim de dahil kimseye bir faydam da yok. Önceki duygularımı, amaçlarımı, isteklerimi çöpe atmak zorunda kaldığım bir noktadayım. Çok istediğim herşeyi aslında hiç de istemediğimi fark ettiğim bir dönemdi bu ve artık ne istediğimi zerre kadar bilmiyorum. Ki bu hayatım boyunca yüz yüze kalmadığım bir durum. Hep ne istediğimi biliyordum, her zaman birileri birşeyler engel oluyordu ondan ulaşamıyordum, bahanem oydu mutsuzluğum için. Ama artık ne istediğimi de bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok bundan sonrası için. Hiç bu kadar plansız, bu kadar amaçsız kalmamıştım. Bugün 29 yaşımdayım ve hayatımla ilgili ne yapacağımı hiiiç bilmiyorum." yazmışım.

2017'de Roma'da buruk bir doğum günü geçirmiştim: "Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse."

2018'de "Oğlu Christopher Robin'in yanına ayıcık Winnie'yi, domuzcuk Piglet'i, kaplan Tigger'ı, eşek Eeyore'u, kanguru Roo'yu, Tavşan'ı, Baykuş'u ve tüm diğerlerinin hikayesini bize armağan eden adam A.A.Milne gibi umarım ben de bir gün herkesin ruhuna dokunabilecek böylesi bir şeyler yapmış olabilirim." 2019'da ise okuyunca hatırladım neler olduğunu, doğum günümü - bu sefer azimle planlayarak - annemlerle gezi yaparken geçirmiştim. "Oysa hayat artık çok güzel. İstediğim her şeyi yapabilirim. Yeni seyahatler planlayabilirim, yeni maceralar yaşayabilirim, evimi yeniden dekore edebilirim, yazmaya vakit ayırabilirim, çok güzel kitaplar okuyabilirim, hep denemek istediğim kursları deneyebilirim, Cey için çok güzel şeyler oluyor-olacak, bahar güzel umutlarla geliyor...Ama içimdeki karanlık bir türlü gerçekliğini algılamama izin vermiyor. O kadar uzun zaman böyle biri olmuşum ki öbür türlüsünü nasıl olacağım bilemiyorum." diye yazmışım ancak bir hafta sonra. 2020'de ise doğum günümden birkaç gün sonra olacağım lazer ameliyatının heyecanıyla hiçbir şey dememişim.

2021..."Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (şurada). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor."

Geçen sene ise "Henüz neler öğrendim diye yazmalı mıyım emin değilim. 30'ları yarılayıp, diğer yarısına geçtim görünürde ama sanırım bu ikinci yarıda öğreneceğim daha çok şey olacak. 20'lerimde 30'larımda, 40'larımda neler öğrendim diye anlatıyorlar ya hani, benim 20'ler için diyecek bir şeyim yok. 0'dan 30'a kadar sanki kocaman bir çocukluk geçirmişim gibi. Bir çocuk neler yaşarsa ortaokula liseye gelene kadar, onun uzun, çok uzun, bitmeyen bir versiyonunu yaşamışım gibi. Daha doğrusu tüm o, hayatın oyun kısmını, ilk dostlukları, ilk heyecanları, kalp kırıklıklarını, takıklıkları, aksiyonları maceraları, hayalleri, seyahatleri, ergenliği,...30'a kadar yaşamışım gibi. 30 koca yıl süren bir çocukluk-ergenlik. Ergenlik nihayet bittiğindeyse bu sefer gençlik geldi. Normalde 20 yaşından itibaren ya da işte lise bitip, üniversiteye gelindiğinde, genç bir insan ailesinin evinden paldır küldür başka bir şehirdeki üniversiteye, kendi kendine var olmaya başlayacağı bir hayata adım attığı o dönemi de 30'umdan itibaren yaşamaya başladım. Kim olduğumu anlamaya, kim olduğumu inşa etmeye başladım. Önceki 30 yıl olan şeyin yıkılıp, içindeki gerçek şeyin çıkmasını izlemeye başladım. Acılı bir izlenceydi bu gerçi. Savaşarak oldu. Her adımda yere yıkılıp, geri doğrularak. Önceki 30 yılda elde ettiğim hemen her şeyi ve herkesi hem kaybederek, hem de üstüne koyarak." demiştim.

Kafam karman çorman şu an. Ofisteyken yazmaya çalışıyorum. Çünkü evde de yazamam, annemler var. Son bir aydır kendime ait bir saniyem olmadı. Kendi başıma kalabildiğim, yalnız kalabildiğim bir tek an olmadı. Benim bir şeyler yapabilmem, bir şeyler ortaya çıkarabilmem için kendimle olabilmem gerekiyor. O yüzden şimdilik başka bir şey yazamayacağım. Sadece bugünü hatırlamak istedim, kendime hatırlatmak istedim.

Artık 37. Tekrar et. 37. Bir yerden aşağı hızla yuvarlanıyormuşum gibi. 37. Çok az kalmış gibi.

31 Aralık 2023 Pazar

2023'ün Çetelesi



 Bu biten sene ile ilgili herkes orada burada yok şöyleydi böyleydi, ah bir bit artık 2023, yok bir kötüydü bir kötüydü vay efendim 2023 bana neler öğretti falan filan diyor yazıyor ya şimdi, şu aralar...Vallahi son bir haftadır düşünüyorum her boş kaldığımda, ben bu sene ne yaptım diye. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Şubat'ta hepimizin üstüne kocaman bir karabasan çöktü diye geliyor aklıma bir, ama o kadar büyük bir kabustu ki hemen bu sene miydi yoksa ben mi hayal ettim üstünden yüzyıllar mı geçti diye karar veremiyorum. İş yerinde bir dolu cihaz değişimi, kurulumu vs. olacağı için manyaklar gibi çalışmaya başladığımızı hatırlıyorum Ocak'tan itibaren. Nisan'da hayatımın en güzel maceralarından birini yaşadığımı biliyorum, Seul'deki 10 günümde. Seul'den döndükten sonra yaz bitene, sonbaharı yarılayana kadar köpekler gibi çalıştığımız aklıma geldikçe içim daralıyor yine. Bütün bir yaz, o sıcakta, klimasız bir ofiste suyumuz çıkana kadar çalıştık. Neden yaptım bunu bilmiyorum, ne zorum vardı ki. O bunalmışlığın üstüne de aylardır güney kore dizilerine gömüldüm. Bu kadar. 2023'te ne yaptım diye düşününce, bu kadar. Bir şey öğrendim mi? Yoo. Bir aydınlanma yaşadım mı? Belki. Kendi başıma seyahatten çok keyif alıyormuşum. Çok daha başarılı geziyormuşum ve mutlu oluyormuşum. İnsanlara daha fazla hayır diyebildiğim bir sene oldu gibime geliyor bir de. O yüzden de kendimi azcık tebrik ediyorum. Bunun da dışında bir şey hatırlayamıyorum. Ama işte tam da bu yüzden, hatırlayamamam yüzünden buraya yazıyordum ve instaya fotoğraf koyuyordum. O zaman hatırlama yolculuğuna çıkma vakti.

2023'te bu yazıya kadar toplamda 50 yazı/gönderi paylaşmışım Neverland'de. Aslında bir tane de taslak var, onu da bugün yetiştirebilirsem 51 olabilir bu sayı.


Ocak ayına Mona Lisa tablosu ile başlayıp, bol bol şarkı paylaşmışım. Her yeni yıl başladığında insana bir heves geliyor ya, o hevesle yine Xena ile Mitoloji Saati'me gireyim demişim, iki bölüm yaptıktan sonra yine, koca bir yıl unutup gitmişim. Yeni yaşım için geleneksel yazımı da yazmış, Ocak'ta toplamda 8 gönderi ile aslında umut vaat edici bir başlangıç yapmışım yeni yıla. Yılın ilk günlerinde elime Jane Austen'ın Sanditon'ını alıp, okumuştum. Yine, heves. Bu sene yeniden kitap okuyabileceğim diye düşünmüş olmalıyım. Hah. İlahi ben. The Crown'ın 5.sezonuna başlamışım. O arada The Last of Us'a bakmıştım, benlik değil diyerek bırakmıştım. Regl saçmalığım devam ediyormuş, aylardır gitmediğim doktorumun klinikten ayrıldığını keşfedince onu aramaya çıkmışım. Ocak'ın ortasında yine midem tutmuş bir ara. Son haftasında da ateşim çıkmış. Ayın başında bir kar yağar gibi olmuş ama asıl en son günü çılgınca yapmış.

Şubat'ta gönderi sayısı birden düşmüş. Çünkü çok kötüydü. Çok çok kötüydü. Şubat 2023, ömrümüzün en kötü Şubat'ıydı. Oysa ki başında bembeyaz karla başlamıştı. Ortasında Neverland'in 12.yaşını kutlamaya çalışmışım. Bir de film anlatmışım. O kadar. Şubat'ta bir Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ını almışım, okuyamamıştım. The Crown'ın 5.sezonuna devam etmişim, Run BTS'ten izlemediğim bölümleri izlemişim. BTS'in hep en kötü zamanlarda yanımda olması...Aralarda da film izlemişim bol bol. Şubat ayını bitirebilmek için filmlere ve Run BTS'e başvurmuş gibiyim.

Mart'ta yine bir heves. Bir toparlanma çabası, 7 gönderi. Şubat'ın tüm o karanlığından kaçmak için izlediğim filmleri dizileri yazmışım. Mart'ı 10'unda ilk çiçek tomurcukları belirmiş Ankara'da. Sonuna doğru ayın, köye gitmiştim. Nisan'daki Ramazan Bayramı tatilinde gidemeyeceğim için annemleri göreyim diye. Mart'ın son günlerinde tüm o ağaçlardaki tomurcukların üstüne kar yağmış. Mart boyunca ders çalışmışım, Nisan'da çalışamayacağım diyerek. "Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim." diye yazmışım Nisan'da yazdığım Mart Çetelesi'nde.

Nisan'a tabiki heyecanla başlamıştım. O yüzden sadece iki gönderi var. Biri işte Mart Çetelesi, biri de yolculuğa çıkmadan öncesi yazısı. Gidene kadar, hatta uçağa binene kadar deliler gibi çalışıyordum. Haftasonları işe geldim, akşamları geç çıktım. Düşündükçe yine sinir oldum neyse. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı izlemeye gitmişim. O bir değişiklik olmuş. Nisan'ın ortasında arabanın lastiği yarılmış, şimdi insta hikayelerime bakarken gördüm, o bu sene miydi diye şok oldum. Vay be. Nisan'da yolculuğun heyecanıyla ne kitap, ne film var.

Mayıs'ta 5 gönderi var, haliyle Seul maceralarımı anlatmaya başlamış, bitirememiştim. Tatilden döner dönmez yine ofiste aman sabahlar olmasın modunda çalışmaya geri dönmüştüm. O yüzden bir yandan Run BTS'e devam etmiştim, bir yandan da birkaç dizi film. Son haftası 2.Ankara Kore Film Festivali vardı, bir de arada bir seçimler vardı. Mayıs ayı iş, filmler ve yağmurlarla doluymuş.

Haziran'da 3 gönderi var, ikisi zaten Seul yazılarıma devam. Çünkü yine çalışmakla meşguldüm. Palaz isimli bir tiyatro oyununa gitmişim. Doktorum kistlerimin küçüldüğünü söylemiş, umutlanmışım. Bayramda yine köye gidip, abimlere ve çocuklara hizmet etmişim. Bu kabusum bitecek, kendime en büyük sözlerimden biri bu yeni sene için. Haziran ayında da haftasonları ofise gitmek zorunda kalmışım.

Temmuz'daki 3 gönderim de Seul yazıları. Ahahah. Çünkü işyerinde her şey çok çok çok durumdaydı. Aklımı nasıl yitirmedim bilmiyorum. 2023 yazında nasıl aklımı kaybetmedim? Caligula diye bir oyuna gitmiştim CerModern'de, ne saçmalıktı ama! Hilary Wilson'ın Hiyeroglifleri Anlamak kitabını okumuşum Temmuz'da, inanamıyorum. Kitabı Nisan'da havalimanında almıştım. Rumuz Goncagül diye bir müzikale gitmiştim, ilginçti. Mongoliad kitabına başlamışım.

Ağustos'ta 2 gönderi var, ikisi de artık dayanamıyorum diye yazdığım şeyler. Yılın başından beri iş yerindeki o dayanılmaz çalışma temposuna artık ne mental olarak ne de fiziksel olarak katlanamıyor hale geldiğimin canlı kanıtları. Çığlıklarım. Bitmiştim artık. Yine dayanılmaz bir mide bağırsak ne varsa hepsinin bozulmasıyla bir hafta başında çöktüm. Ağustos'un ikinci yarısında bedenim kendini kapattı. Şurada okuyabilirsiniz. Ayın başında Flapper Swing konserine gitmiştim, jazz dinleyebilir olduğumu fark etmemi sağladı ama sanırım sadece canlı jazz. Graeme Simsion'ın Rosie Projesi kitabını okumuşum, Dünya Mitolojisi'nde Kadınlar diye bir kitaba başlamışım. Tüm bu roller coaster gibi yuvarlandığım yılın yazının bitiminde güzelim canım saçlarımı kısacık kestirmiştim tabi bir de. Ruh sağlığınız iyi değilken kararlar vermeyin çocuklar.

Eylül'de iki tanecik Seul macerası yazısı var. Yağmurlar. Kore dizileri. Çılgınca Kore dizisi izlemeye devam etmek. Madeline Miller'ın Ben Kirke'sine başlamıştım ama bitiremedim. Hala duruyor rafta. Yapraklar sararmaya başlamış. Başkent Kültür Yolu Festivali vardı bir de Eylül'de, birkaç bir şeye gittim, güzel şeyler gördüm, iki eğlenmiş oldum. Yine bir jazz konserine gittim. Nasıl olduysa sonra gene ayın son günlerinde hasta oldum. Ateşim 38,5 olmuş halde, kendi başıma acile gidip, serum yedim.

Ekim'e hasta, baygın ve gözlerim kapalı girmiştim ama yine de 5 gönderi var. Seul maceralarım ve bol bol izlediğim kore dizilerini yazmışım. Hava kararsızmış, gün içinde her çeşit havayı görmekten kafam bulanmış.

Kasım'ın başında bu sefer daha da kötü bir karar vermiştim, zaten kısacık olan saçlarıma perma yaptırdım. İnanın yaz bittiğinden beri aynadaki görüntüme katlanamıyorum. Ve bunu kendime kendim yaptım. Kasım da Ekim gibi her gün işe gidip, çılgınca çalışıp, akşam evde bir iki bölüm kore dizisi izleyip, uyumak şeklinde geçti. 3 gönderi var, iki dizi bir durum bildirimi. Kasım'da, bunca yıllık çalışma hayatımda ilk defa evde oturabilmek için izin aldım. Durabilmek için. Durup, oturup, bir nefeslenebilmek için. Klasik müzik konserine gittim Kasım'da, Erimtan Müzesi'ne gittim. Biraz kendimle kalabilmek iyi geldi. Ve çılgınca kahve içmeye başladım. Kasım'ın 19'unda ilk kar yağdı. Ayın sonunda yine mide bulantısı ile buluştum. Günlerce hiçbir şey yiyemedim.

Aralık'ta 6 gönderi var. İzlediğim kore dizilerini anlatmayı bitirebilmeye çabaladığım için. İlk başta da dedim ya, bir tane kaldı, onu da yazmayı yetiştirebilirsem içimdeki el ele vermiş başak burcu ve oğlak burcu insanları yeni yıla girerken bir nebze rahatlamış olacak (yükselenim olan kova ise kanepede oturup gece yarısına kadar Percy Jackson izlemek istiyor, kitaplarını okumuştum yıllar önce, sonra bir ara 2010'da filmi de gelmişti, kitapları çok sevmiştim).

Bu sene 13 tane Güney Kore dizisi izledim. 2023 yapımı. Arada bir tane de eskilerden Descendants of The Sun'ı izledim ama onu yazmak biraz zaman alacak. Favorim hangisiydi diye düşününce ilk aklıma gelen Moving oluyor tabi ama izlemesi en keyifli ve bana en iyi gelen diziyi söylemem gerekiyor çünkü günün sonunda baktığımda Moving'i her ne kadar vooo ne işti ama diye anlatsam da beni mutlu eden ya da ruhuma iyi gelen bir şey değildi. Bu yüzden sanırım My Lovely Liar ve The Secret Romantic Guesthouse bana iyi gelen (tedavi edici manada iyi) dizilerdi bu sene.

Tam 23 film izlemişim. Gene iyi izlemişim. Böyle bir yılda. Sanırım en sevdiğim Matt Damon'lı Ben Affleck'li Air(2023) oldu şimdi düşününce. Güney Kore dışında 9 tane falan dizi izlemişim. Bazıları yeni diziler, bazıları eski, bazılarının yeni sezonları. The Mandalorian ile Loki arasında kararsızım ama sanırım en çok Loki'yi takdir ettim bu sene.

Kitaplarla yine, bu sene de, saçma sapan bir ilişkim olmuş evet. Birkaç kitabı elime alıp, okumaya çalıışp, sonra yavaşça gözümün önünden kaybolduklarına şahit oldum tüm sene. Bazılarını ıhıh olmaz mutsuz oldum deyip bıraktım. Bazılarını şimdi yapmam gereken başka işler var diyerek bıraktım. Tüm çocukluğumu ve gençliğimi kafam kitaplara gömülü halde geçirdikten sonra 30larımdaki bu halim hala tuhafıma gidiyor. İşin kötüsü gitgide aklımda, kitapların bana hiçbir fayda sağlamamış olduğu düşüncesi beliriyor. Onca kitabı okudum, ne elde ettim diyorum. Bana ne faydaları oldu ki? O kadar kitap okumasaydım da yine bir devlet kurumunda memur olabilirdim. Hatta olabileceğim ilk şeylerden biri bu olurdu. Şu yaşadığım hayatı elde edebilmek için hiç çaba sarf etmeye gerek yoktu çünkü. O yüzden diyorum ki ister istemez, kitap okumak o kadar söylenildiği gibi insana bir şey katıyor olsaydı, bu hayatı yaşıyor olmazdım. Çok daha iyi bir yerlerde, çok daha mükemmel bir hayat yaşıyor olurdum. Demek ki katmıyormuş. Üzgünüm.





Bir de çılgınca K-pop dinledim bu sene. Zaten dinliyordum ama bu sene sanki başka hiçbir şey dinlemedim. Çok kötü bir batağa düştüm çocuklar. Bu k-pop batağına girince insan başka bir şeye de bakamaz oluyor. Her yeni çıkan gruba, şarkıya, videoya, programa, gösteriye yetişmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. 2016'dan beridir dinliyordum bir oradan bir buradan ama katiyetle BTS'ten başka bir grubun hayranı olamam, öyle şarkılarını merak edemem diyordum mesela. Ama bu sene kendimi (G)I-DLE dinlerken buldum. RIIZE diye bir grubun çıkışına şahit olup, en başından grup destekleyip takip etmek deneyimini yaşadım. Bir de Hwasa'nın sesi ve şarkıları çok iyi.

26 Aralık 2023 Salı

ciarpame

 

Instagram'da hayranlıkla takip ettiğim Zac Illustration'un Nature'ı.

Yıl biterken en son ne halde olduğumu yazmak istedim. Sonra dönüp, hatırlamak istersem diye. İyi veya mutlu günler olduğundan değil elbette. Kafamda her şeyi kronolojiye oturtarak yaşadığım için. Kronolojimin ipinin ucunu kaçırınca dengem de bozulduğundan.

Annemler geldi geçen hafta. Kışı geçirmeye. Onlar bana kalmaya gelince abimler ve çocuklar da geliyor haliyle. Normalde cumartesi yemeğe geleceklerdi. Cuma akşamı oldu, eve gittim, tüm haftayı bitirebildim ohh bir oturayım nasıl olsa ertesi gün eve haydutlar doluşacak diye düşünürken abim aradı. Cuma akşamı da geldiler. Neyse birkaç saat dayanacağım gidecekler, yatarım dedim. Gece oldu, çocuklar kalalım diye tutturdu. Açıkça istemediğimi söyledim (hello new and improved lorelai :D ). Çocuklar ağlaştı, abim küstü, gittiler. Cuma gecesi hepimiz kalbimiz kırık halde yatağa gittik. Kendim için kendimi düşünerek yaptığım bir şeyin beni iyi hissettirmesi gerekmiyor muydu?

Cumartesi gene geldiler. Öğleden sonra. Bu sefer de akşam olunca çocuklar yine kalmak istedi. İki gün içinde iki kere hayır diyemedim haliyle. Çocukları bize bırakıp, abimle yengem evlerine döndü. Bu arada cumartesi akşam üstü babam yüzüklerini aramaya başladı. Bir havlu peçetenin içine sarıp, ayakkabılığa bırakmış elini yıkarken sabah. Anneme sen kesin çöpe attın demeye başladı. Annem de hatırlamıyordu yani. Peçeteye sarmak nedir ya. Etraftaki kirli peçetelerden biri gibi görünür, çok normal değil mi? Tabi babam bir kere suçlayıcı olmaya ve söylenmeye başladı mı annem panik atak geçirerek etrafta uçmaya başlıyor. Annem ağlamaklı, babam sinirli sinirli söyleniyor. Annem tutturdu çöpe inip bakacağım bulacağım. Babam hayır diyor, sinirle koltuğa oturdu kalkmıyor. Annem kapıdan fırladı, ben de peşinden. 63 yaşında, açık kalp ameliyatı geçirmiş ve o anda da sinir krizi geçiren yaşlı bir kadın, sokaktaki boyundan büyük çöp konteynırının içinde sabah atılan çöp poşetini bulup, içinden de yüzüklerin sarılı olduğu peçeteyi bulacak. Öbürü de öylece yerinde oturuyor. Sanki 40 yılı bir arada geçirmiş insanlar değil de kanlı bıçaklılar, kan davalılar. Aşağıya koşturdum. Çöp konteynırının içine ben daldım, tüm poşetlerin arasından bizimkini bulup, bir de tüm atılmış peçetelerin içine baktım. Sırf annem tek başına bunu yapmak zorunda kalmasın diye. Sonunda buldum da eve çıkabildik.

Biten yılın çetelesini de yapacağım bir sonraki yazıda. Ama bu da böyle, bir haftasonu çöp karıştırdığım bir gün de oldu diye not düşmek istedim.

17 Aralık 2023 Pazar

perire

Bir süredir böyle hissediyorum. Sanırım daha önce de yazmıştım. Hep bir, her an gidecekmişim hissiyle yaşıyorum ya kendimi bildim bileli. Yaşadığım hayattan başka bir hayata gitmek, kastettiğim. Öteki tarafa değil. Hani bir anda bir şey olacak, ben hep o hayal ettiğim, yaşamam gerektiğini düşündüğüm hayata geçecekmişim gibi. O his.
Son aylarda kendi kendime şunu fark ettim. Kendi hayatımın içine kendim mi ediyorum acaba? Şöyle bir düşünce döngüsüydü: Mesela bir şey görüyorum, aaa bunu denemek istiyordum hep, bir bakayım kurs vardır bir şey vardır gitsem mi? Sonra diyorum ki hah ama Türkiye'de gitmek istemiyorum kursu varsa bile buna. Bunu bu ülkede öğrenmek istemiyorum. Buradaki kurs ortamı zaten kalitesiz ve salakça olur. Çünkü burası bu ülke sonuçta. Sonra da gitmekten, yapmaktan, görmekten, izlemekten, tecrübe etmekten, eğlenmeye çalışmaktan vazgeçiyorum. Bir dolu şey yapmak, bir dolu "yaşamak" istiyorum. Ama bunların hepsini başka bir ülkenin başka bir şehrinde, başka bir hayatın içinde yapmak istiyorum. Burada, şimdi, bu acınası hayatımın içinde yaparsa eğer, boşa gideceklermiş gibi. Her akşam bir başka etkinliğe, gösteriye, sinemaya, tiyatroya gidebilirim mesela. Her haftasonu başka bir yere geziye gidebilirim ya da. İstediğim pek çok aleti, giysiyi falan da alabilirim. Her ay maaşımın dibini sıyırmak zorunda kalırım tabi, kredi kartı faturasını tam ödeyemeyeceğim aylar olabilir. Ama yapabilirim. İstesem, yapabilirim. Ve işin kötüsü istediğim tam da bu. Ama dedim ya, başka bir yerde, başka bir hayatta. Önüme geliyor mesela bir müzikal görüyorum, gidebilirim aslında. Ama burada ya, Türkiye'de hazırlanmış oynanıyor ve buradaki oyuncular oynuyor ya, zamanıma ve parama yazıkmış gibi hissediyorum. İster istemez. İçimden direkt bu duygu yükseliyor.
Dışarı çıkmak istemiyorum bu yüzden. Bir yere gitmek istemiyorum. İnsanlarla tanışmak istemiyorum. Ya da zaten tanıdığım insanlarla daha fazla muhabbet etmek istemiyorum. Ne konuşabilirim ki. Kimseyle buluşmak istemiyorum. Mesajlara cevap falan yazasım gelmiyor. Ne yazacağım ki. Tüm konuşmalar çok boş geliyor. Anlamsız. Ben burada niye oyalanıyorum diyor içimdeki ses. Başka bir yerde olmam gerekiyordu. Başka insanlarla tanışıyor olmam gerekiyordu. Başka arkadaşlara sahip olmam gerekiyordu. Dinlediğim şeyleri dinlemiyor kimse ya da izlediklerimi izlemiyor. Kendimi resmen güney kore rom-comlarına gömdüm. Ara vermeden, nefes almadan dizi izliyorum. Bir şekilde unutmamı sağlıyorlar. Etrafımdakileri. Bu içinden çıkamadığım hayatı. Hayır bir de sanki bir adım var, o adımı atsam sanki tüm dünya önüme serilecekmiş gibi hissediyorum ya nedensiz bir şekilde. O manyakça işte. Sanki öyle olacakmış da o adımı atamıyormuşum gibi. Üşengeçliğimden. Tembelliğimden. Cesaretsizliğimden. Hatta nazardan. Hah tamam kesin nazardan. Üzerimde büyü de olabilir. Büyüden büyüden.
Vallahi gene geldi o his. Telefonu her şeyi değiştirip, başka bir ülkeye kaçma hissi. Tanıdığım herkesle bir daha görüşmeme hissi. Böyle tanık koruma programına alınmış gibi kimliğimi, her şeyimi değiştirip yeni bir hayata başlamak isteme hissi. İnsanlara seninle görüşmek beni mutsuz ediyor diyebilmem neden bu kadar zor? Bir sebebi yok, bunu açıklayamam ama mutsuz oluyorum diyebilsem. Dünyanın en güzel çikolatası bu, çok da lezzetli ama beni mutsuz ediyor işte. İstemiyorum. Neden herkes varlığımı unutamıyor? Böyle bir anda beni tanıyan herkesin beyninden silemiyor muyum kendimi?

14 Kasım 2023 Salı

vivere

endmion1'in görür görmez aşık olduğum bir resmi
Instagram sayfası->@endmion1

 İzin aldım. 4 günüm vardı önceki seneden. Oraya gidecektim buradan gelecektim yok annemler gelecekti yok ben gidecektim şuydu buydu hastaydım iyiydim kötüydüm derken amaan dedim, benim biraz durmaya ihtiyacım var. O 4 gün iznimi yazıp, başladım evimde oturmaya. Çok değil evet, cuma günü ofise gideceğim ama bu kadarı bile geçen haftayı daha umutlu geçirmemi sağladı. Aşırı saçma ve yorucu ve işyerinde çok çalıştığım bir yıl geçirdim. Bitmek üzere yıl da zaten. Nisan'da Seul'e gitmemin dışında ve aralardaki saçma sapan şekilde hasta olup, birkaç gün evde kalmamın dışında eşek gibi çalıştım. Durmadan. Her gün işe gittim. Gerçekten bıktım. Koskocaman ev öylece duruyor. Her gün gelip sadece yatıp, ertesi sabah yine çıkıp gideceksem ne diye o kadar kira o kadar elektrik su parası ödüyorum?  İçinde yaşamayacaksam ne diye var bu ev? Üstünde oturmayacaksam o koltukları niye aldım? Yatak odası dışındaki odalara aylardır girmemişim bir baktım ki. Aylardır görmediğim eşyalar nesneler var evin içinde. Seul'den döndüğümden beri köpek gibi çalışıyorum. Yaşamıyorum. Bir baktım ki yaşamıyorum.

Bir durmam gerekti o yüzden. Evin bir keyfini çıkarmak istedim ya. Durup da bir sabit bir halde koltukta oturup, pencereden dışarı bakabilmek istedim. Haftasonları yalnızca haftaiçine hazırlanmakla geçiyordu çünkü. Evi topla temizle, çamaşırları yıka as kurusun ütüle, bulaşıkları doldur yıkansın boşalt elde yıkanacakları yıka, hafta içi için yemekleri yap, dolapta kalanları temizle, market alışverişi yap, kendini temizle hazırla...hoop yine pazartesi sabahı, koş! Saçmalık bu. Tüm bu saçmalık yüzünden böyle ufak tefek, anlamsız şeyleri düşünmeye başladım. Mesela sabahları erkenden, böyle güneş yeni doğmuşken, sokaklarda kimse yokken boş sokaklarda hiçbir yere yetişmek zorunda olmadan, bir dolaşıp eve geri gideceğini bilerek yürümek...nasıl bir duyguydu dedim. Akşamları geç saatte, herkes evlerindeyken sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda yürüyüş yapmak mesela. Nasıl bir histi? Sabah erken kalkacağım için bir an önce uyumam gerekiyor diyerek yatağa gitmek zorunda olmadan böyle sabaha kadar dizi izlemek...Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan güneşin kenarından vurduğu kanepede belin tutulana kadar kitabın içine gömülmek mesela. Nasıldı ki? Evim sabahları nasıl oluyordu acaba, öğlene kadar güneş nereye vuruyordu acaba? Allahım ben nefes almayı özledim, nasıl bir şeydi ki o acaba?

Derken bulduğum için kendimi izin aldım. Dün evdeydim, sadece akşam bir hava kararınca yağmurda yürümek için çıktım. Bugün hiç dışarı adımımı atmadım. Ama yine o istediğim şeyleri hissedemiyorum. Çünkü bu sefer de haydi 4 günün var tüm bekleyen şeyleri yapman yetiştirmen gerek diye kendi kendimi koşum takımına bağlamış durumdayım. Onu da yapayım bunu da yapayım, orayı da silecektim burayı da toplayacaktım, onu da izleyeyim bunu da okuyayım diye diye gene boğuyorum kendimi. Sadece yaşayabilmek istiyorum ama sanırım çok şey istiyorum.

28 Ağustos 2023 Pazartesi

특이한 점...탈진...stranezze...bruciato...


 Ama ben biliyordum. Bir süredir bir şeyin olacağı vardı. Çünkü böyle bir dağdan yuvarlanan çığ kütlesine kapılmışım dönerek oraya buraya çarparak yuvarlanıyormuşum gibi yaşıyordum. Sabahları uyanamıyordum, geceleri uyuyamıyordum. Sabahları güç bela evden koşturarak çıkıp servise yetişiyor, iş yerinde tüm gün ne yaptığımı anlamadan koşturuyor (mecazen - yoksa bilgisayar başında oturuyorum), akşamları tükenmiş halde eve gelip, saatin ne ara 10 olduğunu anlamadan yatağa düşüyordum. Çok yorgun, çok uykum var halde uyuyamayıp, yine döngüye devam ediyordum. Azcık şu odayı düzelteyim diyordum mesela eve gelince, bir bakıyordum zaman kalmamış yataktayım. Şu iş var halledeyim diyordum mesela haftasonu olunca, cuma akşamı eve gidip bir bakıyordum pazar gecesi olmuş. Halının üstüne aylar önce bıraktığım bir şey hala yerinde duruyor oluyordu. Masanın üstüne yığdığım şeyler öylece kalmış oluyordu. Arada banyo yapabildiğime şükrediyordum.

Son birkaç haftadır da peş peşe mutfakta bir şeyler kırıldı. Koluma ütü bastım yanlışlıkla. Hiç durmadan kilo almaya başladım. Öyle ki sabahtan akşama hiçbir şey yemediğim günün ertesinde kilo almış oluyordum. Evi leş götürüyordu. Mutfak tezgahının üstünü kaç haftadır toplayamamıştım bilmiyordum. Banyonun lambası, 4 yıldır bir kere bile patlamamışken son bir ayda iki kere patladı. Balkondaki şemsiye ufacık rüzgarda uçup, aşağıdaki ağaca asılı kaldı, zar zor aldım. Kumaşı parça pinçik oldu. Buraya bile iki çift laf etmek için gelmeye çalışıp çalışıp uzağından geçemedim. Saçmasapan rüyalar görüp duruyordum. Yeter artık yeter be diye çığlıklar atarak sokağa fırlamama ramak kalmıştı.

Sonunda geçen hafta pazartesi sabahı alarmla uyandığımda olan oldu. Önceki günlerde hiçbir şeyim yoktu. Saçma bir şey yemediğimi düşünüyordum (ama yine bir kabak incident'ı olabilir), hasta gibi hissetmiyordum, sadece regl gecikmişti yine ki zaten ilaç kullandığımı düşünürsek ona da iyi peki demiştim. Pazartesi sabahı işe gitmek için ayıldım, yatakta off midem ne biçim bulanıyor dedim, geri gözlerimi kapadım. Bir yarım saat sonra tuvalete koşturdum, ishal olmuştum. Midem çok feci bulanıyordu ama kusamıyordum. Yine kocaman taş var gibiydi midemde, tüm kanım çekildi gibi hissediyordum. Yatakta kıvranmaya başladım, bir yandan da yanıma maşrapayı aldım, midem ağrıdıkça kusmaya yelteniyordum. Sonunda çıkarabildiğimde bir on beş dakikalığına rahatladım gibi oldu, sonra döngü geri devam etti. Kıvranma, uyusam geçer mi, tuvalet, öğürme, kusma, yatağa düşme, ağrının geri gelmesi, kıvran...Son bir senede böyle mide ağrılı bulanmalı bir dolu şey geçirdim ya hani, bu seferkinde daha da saçmaydı. Tüm enerjim çekildi. Ama ölü gibi yatamıyordum da çünkü bacaklarımda içten bir rahat olmama, bir karıncalanma olup durdu. Ne yatabiliyordum, ne kalkabiliyordum. Kabus. Bitmeyen kabus. Telefonu elimde bile tutabilecek kadar enerjim yoktu. Son zamanların o kadar iştahına, yemesine karşılık ağzıma hiçbir şey süremedim. Su bile içesim yoktu. Damağımı bile ıslatamadım. Ambulans çağırsam dedim, onu bile yapacak gücüm yoktu. Pazartesi hiç bitmedi. Evdeki mide ilaçlarından, bulantı hapından, ağrı kesicilerden içtim durdum. Hiçbir şey yemeden içmeden, az biraz suyla ilaçları yutup, beş dakika içinde kusarak geri çıkarttığım bir düzen oluştu tüm gün. Tam içimde daha fazla bir şey kalmış olamaz dediğim noktada yeniden bir dolu şey çıkardım. Nasıl uyuyakaldım bilmiyorum. Evin her yerine atmıştım kendimi, hiçbir zeminde ya da hiçbir yerde rahatlayamayarak.

Salı sabahı nasıl olduysa böyle iyiymişim gibi uyandım. Ohh dedim bitti kabus. İyi olduğumu düşündüm bir yarım saat, iş yerine gene de gitmeyeyim dedim çünkü halsiz düşmüştüm. Ama o yarım saatten sonra yine başladı. Salı günü daha da kötüydüm bir de. Çünkü bedenimde ne su, ne mineral, hiçbir şey kalmamıştı. Üstüne midem yine de ağrıyor ve bulanıyordu. Bacaklarım yine karıncalanıyordu, durduğum yerde duramıyordum, yatamıyordum. Kafam üç yüz milyondu. Dışarıdan habire inşaat sesleri geliyordu, yaz olunca herkesin evde tadilat yaptırası geliyor. Apartmandan küldür paldır sesleri de cabası. Sinirden ve acıdan ağlamaya başladım, tüm pencereleri her yeri kapayıp, halının üstüne atıp kendimi çığlık ata ata, küfrede küfrede ağladım. Geçmedi. Gene de geçmedi. Ambulans çağırıp lütfen beni bayıltın diye yalvarmayı düşündüm. Ciddi ciddi. Anestesi verin, bir iğne yapın, bir şey yapın ve bayılayım lütfen, sadece ayık olmak istemiyorum diye mırıldanarak yerlerde yuvarlandım. Saat 4'ü geçerken kapı çaldı. Annemi buldum karşımda. Köyden atlamış gelmişti. Onu görünce hepten saldım, salya sümük ağlamaya başladım. Zorla hastaneye götürdü. Meğerse bir şeyler bulaşmış. Ateşim çıkmış. O bana çarpıntı yapmış. Nefes almakta da zorlanıyordum, çarpıntım varmış işte. Doktor ateşin var deyince şaşırdım, ben hava sıcak diye bunaldım ondan hayal görüyorum zannediyordum dedim. Hele çarpıntın var deyince boynuna sarılıp, ağlayacaktım. Çünkü ben söyleyince kimse inanmıyordu, hayal ettiğimi, psikolojik olduğunu söylüyorlardı. Oysa bu sefer gerçekmiş, ağlamaklı oldum. Tansiyonum da çıkmış. Ömrümde çıktığını görmedim, düşük zaten hep düşerdi bayılır gibi olurdum. Çıkmış bu sefer. 4 çeşit serum taktılar, bir saati aşkın onları yedim. İki çeşit antibiyotik ve ateş düşürücü verdi ayrıca evde içmem için. Bir de bir şey daha ama o neydi. Unuttum, içiyorum günlerdir.

Çarşamba günü annemin de gelmiş olmasının ve evi düzeltip, ağzıma birkaç lokma bir şey sokabilmesinin üzerine işe gittim. İnatla. Neyin inadıysa. Hayır doktorda aklımın ucuna bile gelmedi, rapor istesene. Ya da gitme işe, yıllık izinden al. Neden ya neden? Çok kızıyorum kendime. Zor durdum çarşamba günü. Bacaklarım tutmuyordu. Çünkü hala ateşim çıkıyordu. İlacı içiyorum sabah, düşüyor, Öğlene doğru geri çıkıyor, yine ilaç içmem gerekiyordu. Perşembe günü gene gittim. Gerçekten manyağım ben. Bir dolu iznim var ya. Bu sefer biraz daha uzun kalabildim ama gene baygınlık geçirecektim, gram enerjim yok. Cuma günü gittiğimde artık kafam biraz çalışmıştı da dedim izin alacağım. Beden olarak da mental olarak da tükendim çünkü. Yuvarlanıyorum. Pazartesi salıyı izin aldım. Hiçbir şey yapmak, hiçbir yere gitmek için değil. Sadece durmak için. Öylece durmak için. Bir durup nefeslenmek için. Çünkü. Tükendim.

Bu arada banyodaki musluğun ortasından su fışkırmaya başladı. 4 yıldır hiçbir şeyi yoktu. Üstünde tek bir çizik bile yok. Bu saçmasapan haftanın ortasında, birden bire, durup dururken. Sanki incecik iğnelerle gövdesini delmişim gibi. Koli bandıyla sarmaladım, öyle duruyor. Bakın cidden etrafımda bir şeyler oluyor. Bugün gene tabak kırdım zaten. Geçen hafta, o salak pazartesiden gününden hemen önceki cumartesi, arabayı artık yıkatmalıyım dememin üzerinden bir yıl geçtikten sonra ancak yıkatmaya götürdüm. İki yaşlı amca yıkıyordu, konuya çok girmeyeceğim neyse, kenarda dikiliyordum. Sadece dikiliyordum. Bakışlarımı bile yalnızca yerdeki suya dikmiştim. Ama kafamdan düşünceler...engel olamıyordum. Bu adamlar niye bu yaşta bu işle uğraşıyor, neden bu dünya böyle, lanet olsun,...diye diye kendimi içeriden yerken daha yaşlıca olan amca döndü, baktı, böyle bu sıcakta uğraşıyoruz gibi bir şey dedi bana. Kafamın içindeki monologa cevap verir gibi tam. Tam da ağzımı açıp söylesem o cümleleri, onlara cevap olarak söyleyeceği bir şeyleri söyledi. Allahım noluyor beni nasıl duyabilir dedim. Geçen gün de kahvecide otururken menüdeki fıstıklı dondurmadan istedim. İsterken tam olarak aklımdaki, bir tabakta sade dondurma, üstüne serpilmiş fıstıklardı. Hatta tam olarak içimden böyle dedim kendi kendime. Garson gitti, geri geldi, dedi ki fıstıklı dondurma kalmamış, sade dondurmanın üstüne fıstık attırsam olur mu? Tuhaf bir şeyler oluyor. Kötü bir şeyleri de bileceğim diye ödüm kopuyor. Düşünmemeye çalışıyorum. Kafamın içinde hiç ses olmamasını sağlamaya çalışıyorum.

Sabah annem köye geri döndü. Bugün sadece dizi izledim. Yemek yedim. Birkaç bir şey topladım. Sadece durdum. Hiçbir şeye yetişmeye çalışmadım. Hiçbir şeyi düşünmek istemedim. Durdum. Bacaklarım arada bir taşımıyor yine, oturuyorum. Su şişesini yanımda gezdiriyorum, geçen bir hafta boyunca toplasam 2 litre su içmemişimdir, onu düzeltmeye çalışıyorum. Bir şeyler var, tuhaf.

13 Ağustos 2023 Pazar

“Believe in yourself. You are braver than you think, more talented than you know, and capable of more than you imagine.”


 Son bir aydır böyle tuhaf bir ruh hali içindeyim. Aslında Seul'den döndüğümden beri içimdeydi ama sanırım araya kaynayıp gidiyordu. Sonunda kendini bam diye ortaya attı ve ben de tam olarak içine atladım. Temmuz'un 20'siydi sanırım, bir müzikal-tiyatroya gittim iş çıkışı. O akşam içimden fırladı bu duygu. O akşam anladım ki ben hiçbir şey yapmak istemiyorum.

Hiçbir şey yapmak istemiyorum çok geniş bir ifade oldu. Daha doğrusu şöyle olacak: Ben bu ülkede hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bu ülke ile ilgili hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Merak etmiyorum. Heveslendirmiyor beni. Yani çıkıp da bir tiyatro oyunu izlemek istemiyorum burada, bir kafeye bile gidip oturmak istemiyorum. Anlamsız çünkü. Bayat. Sönük. Keyifsiz. Bu ülkedeki hiçbir şey artık güzel veya ilgi çekici gelmiyor bana. Böyle söyleyince de pek bir şımarık geliyor kulağa ama içimde hissettirdiği o değil. Yani şöyle düşünün, birine çok aşık olabilirsiniz değil mi? Birinden çok da nefret edebilirsiniz. Bu iki duygu da sonuçta birer duygu, bir yoğunlukları var, bir şey ifade ediyorlar. Nefret etmek bile o kişiye bir şey hissetmek sonuçta. Ben bu ülkeye hiçbir şey hissetmiyorum artık. Yani hayatıma daha doğrusu. Buradaki hayatım bana hiçbir şey ifade etmiyor. Evden çıkmak istemiyorum. Çıkıp nereye gideceğim ki? Gezilecek görülecek neresi var? Eğlenceli, huzurlu, ilginç ne var bu ülkede? Eskiden mesela her haftasonu bir şehri gezmeye mi gitsem derdim. İnternette sosyal medyada orası var burası var diye bir şeyler gördükçe kaydederdim. Çok anlamsız geliyor şu an. O kaydettiğim yerlere gittiğimde, o videolardaki gibi güzel olmadıklarını görmek için mi gideceğim? Etrafı doldurmuş görgüsüz "araplarla" karşılaşmak için mi gideceğim? İnsanı zorla ırkçı yaptılar ya. Araplar kelimesi altında aslında ırk olarak arapları kastetmediğimi anlamışsınızdır. Ülkenin her yerini dolduran o ortadoğulu ve doğunun tamamından gelen insanların oluşturduğu güruhu kastediyorum. Bir şehri gezmeye gitsem ne olacak? Fahiş fiyatlarla oturup bir yerde ağız tadıyla bir şeyler mi yiyebileceğim? Her adımımda başka bir esnaf beni soymaya çalışacak. Doğal güzellikler mi? Nerede mesela bir şelale var, bir göl kenarı var, bir orman, bir doğa harikası var, her yanının içine etmiş durumdalar. Daha birkaç sene önce aynısına denk gelmedim mi? Bizim köyün yakınlarında bir şelaleye gitmiştik gezmeye, suyun hemen kenarında örtüleri sermiş, oturmuş çoluk çocuk mangal yakanlar, pislik çöpler içinde suya atlayıp atlayıp kenara donlarıyla çıkanlar...Kenarına fırsat bilip kondurulmuş bir kafe benzeri yapının pisliği, tuvalet gibi yerlerin akıllara zararlığı...Bu ülkedeki her yer böyle. Her-bir-yer-böyle.

Bir anda gelmiş gibi duruyor bu ama sanırım uzun uzun yılların birikimi. 2008'den beri onca ülke, şehir, yaşam gördükten sonra kafama dank etmiş durumda. İnsanlar keyifle yaşamak için bir şeyler yapıyorlar ya nereye gittiysem. Seul'de mesela dağların her yanına güzel güzel yürüyüş rotaları yapmışlar, herkes canı sıkıldı mı en basiti yürüyor. Güvenli, düzenli, temiz, keyifli. Ben şimdi Ankara'da minik bir dağ yürüyüşü yapayım desem nereye gideceğim? Şehrin kalesine bile gidemiyorum tinercisinden hırlı hırsızından. Öğlenleri iş yerinin etrafında yürüyeyim azcık diyorum, her gün 35 kere ölümden dönüyorum. Dışarıda araba teröründen yürüyemiyorum. Kurallara, ışıklara uyan bir tane canlı yok. Işıklara uyan tek kişi olduğum için her gün tüm arabalar beni ezmeye çalışıyor. Göçmenleri doluştuğu, hırsızlığın tavan yaptığı Roma'nın sidik ve çöp kokulu sokaklarında bile yola adımımı atacağımı düşündükleri anda arabalar duruyordu. Işıkları, kuralları geçtim, sırf bir yaya karşıdan karşıya geçecek diye en işlek caddede trafik duruyordu. Bu ülkenin kültüründe hayattan keyif alma diye bir şey yok. Hatta artıyorum, Orta Asya'dan beri "keyif" diye bir şey hayatlarına girmemiş. Estetik algısı, düzenlilik, güzellik diye bir şey yok. Her yer ucube gibi görünüyor. Hayatımız her an hayatta kalma modunda geçiyor. Her an nereden üstüme bir şey gelecek, nereden biri bir şey bana saldıracak, her an hangi şey daha kötüye gidecek diye kendimizi kollamakla geçiyor. Temmuz'un 20'sinden beri dışarı çıkmadım. Sadece işe gittim geldim. Mecburen. Ki o da çok yoğun geçiyor. Geçen haftasonu da ofisteydim. Ne için? Anlamı ne? Serviste, iş yerinde, dışarıda orada burada insanlar konuşurken dinliyorum. Dertleri o kadar salakça geliyor ki. Ne yatırım mı yapacaksınız, hah. Sanki tüm o arap şeyhlerinden ruslardan ingilizlerden alınacak ev arsa bir şey kaldı da. Ne tatile mi gideceksiniz, güneye mi, ahahah. Aynı paraya gidip İskoçya'da şato alabilirdiniz ama olsun, siz bilirsiniz, vıcık vıcık bir dolu görgüsüz ve cahil insanla aynı havuza girmeyi istiyor olabilirsiniz. Hıı çocuk yapın evet, bu ülkede çok mantıklı. 

Arkadaşım T. 'nin bu arada her dışarı çağırmasına, her şuraya gidelim mi buraya gidelim mi bunu yapalım mı bak şöyle bir şey varmış bilet alayım mı demelerine hayır dedim. Nasıl açıklayacağımı bilemiyordum çünkü, sadece canım istemiyor deyip kestirip attım. Arada baya bozuldu bana, fark ettim ama sorunun onunla ilgisi olmadığını anlatamazdım ki. Anlamazdı. Benimle aynı şeyleri hissetmiyor çünkü. Aynı şeyleri görmedi, aynı hayatları görmedi. Ahh artık gerçekten romanlardaki dizilerdeki bir vampir gibi hissediyorum. Bir dolu hayat yaşamışım, her birindeki herkes zamanı gelince ölmüş gitmiş (benim durumumda hayatımdan çıkarmış olduğum için ölmüş gibiler gibi) ve başka bir kimlikle başka bir hayata geçiş yapmışım. Farklı yerlerde, farklı insanlarla bambaşka kişiliklerde yaşamışım. Ama hepsi içimde, hepsi benimle, hepsini hatırlıyorum. Oysa onun yaşadığı, bildiği bir hayat var. Onu hala heveslendiren, merak ettiği, yaşamak istediği. Bu yüzden şuraya gidelim mi sorusuna hayır dediğimde direkt benimle gelmek istemiyor, bana bir garezi var diye düşünüyor. Aslında arada ona da sinirleniyorum sebepsizce. Bir yere gidelim mi dediğinde öyle anlamsız bir şekilde sinirleniyorum, ne bu heves ne bu gezme aşkı nedir bu yani diye içimde bir öfke patlaması oluyor. Oysa bana ne değil mi onun gezmek istemesinden? Yaşamak istemesinden? Gerçi bir parçam şeyden dolayı kızıyor, hayır demek benim için aşırı zor bir şey olduğundan kendimi zorlanmış gibi hissettirmesi beni deli ediyor. Bana bir şey sorarak, bir şey önererek beni zorluyormuş, kolumdan sürüklüyormuş gibi hissediyorum. Hayır dediğim her seferinde onu çok üzdüm diye içim içimi yiyor ve kendime sinir oluyorum niye için içini yiyor diye. İstemiyorsun işte, istemediğin bir şeye hayır dedin ne var bunda diye kavga kopuyor içeride. Yani bana her gezelim mi dediğinde boğazına yapışmak istiyorum, çok kötü bir dürtü bu ama geliveriyor işte. Aynı şey bir şey isteyenlere de oluyor. Benden en ufak bir şey istediklerinde aynı şekilde yüzlerine asit kusmak istiyorum. İstemeyin benden hiçbir şey! diye. Çünkü hayır demem gerekiyor ve hayır demek beni içten tüketiyor. Hayır diyemeyeceğim diye çok korkuyorum. Bu beni öldürüyor. Bunu bilen hiç kimse benimle arkadaş olmayı geçtim, bana selam bile vermek istemez ya neyse. 

Bir dün çıktım işte. Düne kadar arada bir kere -  o da önceden biletlerini almış olduğum için - CSO'da bir konsere gittim. Dünse Kore Kültür Merkezi'nin K-pop yarışması vardı. Bir orada, performansları izlerken biraz keyiflenebildim. Dosdoğru eve geldim sonra. Bir kafeye bir yere mi gideyim? Ne anlamı var? Hepsi birbirinin aynı dekorlar. Bir tane iyi kahve yapan yer yok. Kahve uzmanı bile değilim, gene de kötü kahveler düşünün. Hem o kadar paranın aynısını Seul'de verdiğimde dünyada görebileceğim en ilginç en keyifli yerlerde oturup, en lezzetli şeyleri içmiştim. Magandası, yerlere tüküreni olmayan park bahçe mi var da gidip oturayım?

Ahh gene gaza geldim. Ekranı açtığımda bu kadar sinirli değildim. Sadece içimdeki duyguyu açıklayacaktım. Yazdıkça gaza geldim. Kendi kendimi sinirlendirdim. Gerçekten gitmek istiyorum. Daha huzurlu bir hayat mümkün. Daha keyifli. Daha insani. Tek bir hayat yaşıyorum, tek bir şansım var, öyleyse neden bunları çekiyorum? Benden daha iyi yaşayanlardan kafam daha mı az çalışıyor, yeteneklerim kültürüm daha mı az? Sadece çok fena yanlış seçimler yaptım, biraz da ortalamanın üstünde saf ve ebleğim ve aşırı tembelim ama tüm o gördüğüm insanlardan çok daha iyisini hak ediyorum. Evet ediyorum. Artık buna inanıyorum.

27 Mayıs 2023 Cumartesi

yine Tom'lu rüyalar

 Dün gece yine Tom vardı rüyamda. Bu sabah demek doğru gibi aslında. Çünkü rüyadan uyandım ve sabah olmuştu. Tom'lu rüyaları burada yalnızca çok eski olanlar bilebilir. Onunla konuştuğum, konuşmadığım, görüştüğüm, görüşmediğim tüm yıllar boyunca düzenli aralıklarla rüyalarımda belirmeye devam etmişti hep birlikte hatırlarsak. Sonra uzunca bir süre gelmedi, çünkü ben iyileştiğimi hissediyordum. Kendiliğinden, öylece (hayatımdaki herkesi hayatımdan çıkarmamın ve pandeminin ortasına düşmemizin de etkisini yadsıyamam). Ardından böyle ara ara, ufak, eğlendirici bile olabilecek şekillerde belirdi rüyalarımda. İyileşmemin ardından, rüyalarım da iyileşmişti. Böyle ayda yılda bir geliyordu artık, hiç etkilemiyordu. Ama tüm bu zaman boyunca anlamıştım, bilinçaltım bana hep onunla mesajlar gönderiyordu. Onun şekline bürünüp, kendimle konuşuyordum rüyalarımda. Bazen o ilk haline dönüveriyordu, onu ilk tanıdığım haline. Okul merdivenlerini tırmanıyorduk mesela, mutlu uyanıyordum. Anlıyordum ki o ara hayatımda mutlu hissetmeye ihtiyacım var. Büyük hali beliriyordu mesela bazen, dövüp, kızıp, tüm hıncımı çıkarabiliyordum. Anlıyordum ki o ara bir şeyler birikmiş içimde, rahatlamaya ihtiyacım var. Artık oymuş gibi bile gelmiyordu rüyalarımda beliren, onun görüntüsünde başka bir şey.

Dün geceki oydu ama. Birlikte dolaştık orada burada. En iyi olduğunu düşündüğüm halinde değildi görüntüsü; büyümüş, o biraz vazgeçmiş biraz ne yapacağım telaşlarındaki haliydi. Benden çok uzak artık diye hissetmeye başlamamdan hemen öncesindeki hali. Yürüdük, konuştuk, etrafa bakındık. En sonunda dedim ki ona...Gerçek hayatımızda sesli olarak söyleyemediğim ama bir keresinde elini geri koyarak söylemeye çalıştığım şeyi açık seçik söyledim. Çünkü tam da o zamandaki gibiydi durumu rüyamda da. Yani bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, hikayenin bize direkt söylemediği, dış sesin karışmadığı ama bildiğimiz, bir şekilde bildiğimiz bir gerçek vardı. Rüyada da biliyorduk işte. Çünkü gerçeğinde de o, o halinde, o yaşındayken durum oydu. Ama senin...var dedim. Karşımda durdu, dondu, gözlerimin önündeki görüntü yavaşladı, dalgalanmaya başladı, rüya etrafımda dönmeye başladı ve pat diye uyandım. Kötü hissederek. Uzun zaman sonra yine rüyamda belirip, beni önce çok iyi, sonra da çok kötü hissettirdiğini bilerek.

Seul'den döndükten hemen sonra da görmüştüm. Yani görmemiştim bile aslında. Rüyamda kendisi yoktu, görüntüsü yoktu. Seul'den yeni döndüğüm için tabiki bu sefer rüyamın seti bir geleneksel kore evi, sarayı tarzında bir yerdi. Şu Alchemy of Souls'daki Lee Jae Wook var ya, onun dizideki hali bir masada oturuyor, fırçayla kağıda bir şeyler yazıyordu. Ben de önünde dikiliyor, konuşmasını bekliyordum. Onunla yaşayabileceğimi söyledi o evde, konumuz oydu. Rüyaların hep ortasından dalıyorum ben genelde. Yani rüyayı görmeye başladığımda sanki bir hikaye çoktan başlamış ve geçmişi varmış da ben hikayenin 8.bölümünde falan diziyi izlemeye başlamışım gibi oluyor. Neyse işte, onunla yaşayabileceğimi ama önce annesiyle konuşması gerektiğini söyledi. Odadan çıktım, evdeki başka biriyle konuşmaya başladım. Onun annesi de pek şeydir falan diye anlatmaya başladı, annesinin ismini söyledi Lee Jae Wook'un. Annesinin ismi, benim Tom'un annesinin ismiydi. O ismi duyunca benim rüyada yine bir şey koptu, etraf dalgalanmaya, ben de rüyadan uçmaya başladım. Nefes nefese uyandım, annesinin ismini duymak bile beni şoka sokmuştu.

Tüm bunlar bu ara neden oluyor bilmiyorum. Bilinçaltım ne söylemeye çalışıyor bu sefer bilmiyorum. Sanki artık her mutlu hissettiğim, ne kadar mutsuz olduğumu unutup, bir akıntıya kapılmışım gibi yaşadığım zamanlarda beliriyor özellikle. Beynimde bir tür fren mekanizması gibi hareket ediyor. Birkaç gün mutlu olduk ooo, olmaz, o zaman hemen bizim şu eski Tom frenini ortaya çıkarmalıyız ki kendimize gelelim gibi. Ruh halimiz bir süredir baya stabil, olmaz, böyle devam edemeyiz, çıkarın Tom'u! Gibi.

15 Mayıs 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm I - Kendim için Bir Şey Yapmanın Paniği


“The most courageous act is still to think for yourself. Aloud.” demiş Coco Chanel. Dışarıdan öyle görünmeyebilir ya da aileme sorsanız mesela hiç de öyle değil diyebilirler ama ben bütün hayatımı kendim dışında herkes için düşünerek yaşadım. İsteyerek değildi tabiki, bunu ancak birkaç yıl önce anlayıp, teşhis edebildim ve çözmeye çalışıyorum ama sonuçta  durum buydu. Bu yüzden, bu son birkaç yıllık "iyileşme" aşamasındayken, geçen sene Eylül ayında bir gece Insta'da bir haber gördüm. THY'de kampanya vardı, yüzde 25 indirim olduğunu söylüyordu. Biliyorsunuz kampanyalar daha çok Pegasus'ta olur, THY'de indirim görmeye hiçbirimiz alışık değiliz. Yataktaydım, uyumak üzereydim, öylesine bilet sayfasını açıp, uzun süredir görmek istediğim için Seul'e olan gidiş dönüş biletlerine baktım. Normalde daha fazlaya gelen biletler, bu indirimle 20 bin civarına iniyor görünüyordu. Tarih 17 Eylül cumartesi, saat 22:57. 18'inde kampanya bitiyor yazıyordu. Yattığım yerden doğruldum. Telefonun ekranına bakmaya başladım. Bu bir işaret olabilir miydi? O günden tam 7 ay sonrasına gidiş dönüş bileti alabilir miydim, bir (gidiş dönüş) uçak biletine 20 bin verebilir miydim? Bir yandan arabanın kredisini öderken, bir yandan her gün bankanın oradaki ayakkabı boyacısı amcayı görürken, her öğle arasında yürüdüğüm yolun üzerinde bir köşede oturup, elindeki çiçek buketlerini satmaya çalışan yaşlı teyzenin halini bilirken, ülkenin ekonomisi her gün hepimizi ekonomi doktorası yapmış hale getirirken kendim için, bu ne kadar daha zamanım kaldığını bilmediğim hayatta kendi istediğim bir şeyi yapabilmek için cesaret edebilir miydim? Etmeli miydim? Dahası tek başıma yapacaktım bu işi. Kimseye benimle gel demeye dilim varmadı. Hem varmadı hem istemedim. Hayatımda neredeyse ilk defa istemiyorum diyebildim kendi kendime. Ben bunu kendi başıma yapmak istiyordum. En sevdiğim insanlar bile söz konusu olsa da yanımda bu defa insan istemiyordum. Başka biriyle oturup plan yapmak istemiyordum, karşımdaki dünyanın en uyumlu ya da en sessiz insanı bile olsa gene de kendim dışında birinin isteklerini de gözetmek istemiyordum. Özellikle geçen kıştan beri aklımda minik, böyle sevimli bir umut dolanıyordu. Belki her şey düzelirse baharda gezmeye giderim Kore'ye diyordum. Görülecek, yapılacak şeylere rastladıkça bir deftere not alıyordum. Cherry blossom zamanına hep düşünüyordum, hazirandan itibaren çünkü yağmur mevsimi oluyor oralarda. Gerçi Mayıs ayı daha iyi olur diye düşünüyordum ama o zaman da blossomlar olmazdı. Tabi bunların hepsini öyle kendi kendime düşünüp, yine hayatımdaki pek çok şeye yaptığım gibi aksiyona geçmiyordum. Gerçek anlamda oturup da haydi gideceğim diye bir şeyler yapmıyordum. Bir an o saatte bir deli cesareti geldi, bilet almaya çalıştım. Tabiki bir dolu sorun çıktı, sayfa yüklenmedi, internet hata verdi, kredi kartım hata verdi, limitim yetmedi. Gece yarısına kadar uğraştım. İşaretleri yanlış anlıyorum demek ki deyip, telefonu bir kenara attım. Ertesi gün, pazar günü, bu sefer bilgisayarın başına oturdum ve aldım. Saat 11:54'tü, 20 Nisan akşamı Seul'de olmak üzere bilet almıştım. Sonra aylarca taksit taksit bu biletleri ödedim ama olsun.
Sonraki bir iki hafta içinde otellere bakıp, bir otel ayarladım kendime. Yaklaşık 10 yıldır bu işi Booking.com ile yapıyorum. Şimdi baktığımda hesabıma ilk rezervasyonum Orlando'daki otel içinmiş 2012'de. Seul için kalacak yer bakarken tabiki ilk aklıma gelen şeyler şöyle en gelenekselinden bir hanok'ta kalmaktı ki buna "hanok stay" deniyor. Aralarda da böyle "temple stay" dedikleri şeylerden yaparak tapınak tapınak gezmek ve hatta dizilerde gördüğümüz o pek meşhur hamamda gecelemelerin deneyimini yaşamaktı. Ama haliyle tek başıma yaptığım geldi aklıma bu seyahati. Alabildiğine düzgün, güvenli ve konforlu bir "otel" bulmak istedim. Şu yaşıma kadar kaldığım yerlere bakıyorum da, hep öğrenci kafasıyla gittiğim ve çoğu zaman çok da kötü olan yerler. Bir Milano'da Cey'le normal bir otelde kaldım sanırım hayatım boyunca. Bir de hayal meyal hatırlıyorum ama Nihan'la New York'da kaldığımız yer biraz daha otelimsiydi. Sizi bilmem ama ben büyürken biz hiç öyle yaz tatiline, kış kayağına giden bir aile olmadık. Her yaz sadece köye gidilir, fındık toplanırdı. Tatil yapmak ya da otelde kalmak gibi şeyler ancak üniversiteden sonra öğrendiğim şeyler oldu. Ki neredeyse 30 yaşıma kadar da tatil yapmak yeni bir ülke şehir göreyim, sırtımda çantamla haldır haldır dolaşayımdan oluşuyordu. Bu yüzden bu "otel"de kalmak lafını bu kadar büyütmemi anlayabiliyor musunuz? Benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu?
Oteli çok uçuk olmamakla birlikte (ki maaşımla neye yetebileceğim belli zaten) belirli bir miktarın altına düşmeyecek şekilde baktım ki o miktarın altındakiler ortak banyolu yatakhaneler oluyordu yani. Booking'de filtrelerimi yerleştirdim - özel banyo tuvalet, özel oda, çift kişilik yatak - haritayı açtım ve en merkezi görünen yerlere baktım. İlk düşündüğüm şuydu: Uçaktan Seul saatiyle 6 gibi ineceğim. Havalimanından çıkmak saatler alacağı için hava kararmış, akşam olmuş olacak. Havalimanından şehre bir saatte gitsem (daha henüz nasıl ve ne ile gidilebildiğine bakmamıştım), en kötü ihtimalle akşam 9-10 gibi şehir merkezinde kendi başıma olacağım. Bu yüzden en kolay ve güvenli şekilde gidebileceğim bir yer bulmalıydım. Ayrıca tabi şehrin merkezi bir yerinde, gezilecek görülecek yerlere de kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada olmalı. Four Points bu Sheraton Josun'u buldum, ana tren istasyonunun hemen dibinde yer alıyor görünüyordu (Booking linki burada). Hem de daha önce internette, instada, youtubeda, dizilerde, filmlerde duyup da tanıdık gelen turistik yerlere yakındı. Önce tüm 10 gün için buradan bir oda ayarladım. Seyahatin tamamını 10 gün gibi bir süre olarak ayarladığımı söylemeyi unuttum tabi. O ilk haliyle otel de yaklaşık 20 bin civarında tutuyordu. Gidince check-in yaparken otel tarafından kredi kartından çekiliyor bu miktar. Bunu düşünerek iyi bari onu da bankanın uygulamasından taksitlendiririm dedim. Ertesi gün öylesine yine Booking'de dolanırken tamamen buna kader diyorum artık, önüme bir hanok tarzı ev çıktı. Seochon Guesthouse (Booking linki burada). Fotoğraflar çok keyifliydi, yorum yazanlar çok keyifliydi. Ulan dedim çıktık bir yola, artık korku cesaret ne varsa. Oteli 7 güne indirdim, 3 günü de bu evden ayarladım. Bu durumda otel 7 geceliğine vergilerle falan 17 bine, hanok da 3 geceliğine 6 bine geldi görünüyordu bu 7 ay öncesindeki ayarlamada (tam fiyatları ödediğim andaki haliyle söyleyeceğim anlatırken). Şimdi bu söylemek istediğim şu, bu uçak bileti ve kalacak yer fiyatlarını benimkilerden çok çok daha ucuza getirebilirsiniz. THY, bu uçuşun en pahalılarından biri neredeyse mesela. Ben tamamen kampanyayı gördüğüm için ve bunun bir işaret olduğunu düşündüğüm için atladım :) Yoksa iyi bir takiple, pek çok bilet sitesinden araştırarak ve uçuşları iyi ayarlayarak çok daha ucuza getirebilirsiniz. Kalacak yer konusunda ise ben artık 30'umu aştığım ve 20'lerimde gerçekten acayip sefil koşullarda çok kötü yerlerde kaldığım için tamamen bonkör davranmak istedim kendime. Uzakdoğudaki yerlerin Avrupa'daki kadar kötü olacağını da düşünmüyorum gerçi. Yani - görmedim bilmiyorum ama - Seul'de de ortak banyolu yatakhane tarzı genç işi yerlerde kalmanın Avrupa'daki bataklıklardan çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu şekilde kalma işi de ucuza gelebilir. Bir de sadece hostel de değil, başka başka evler, airbnb, hamamlar saunalar vb. yöntemler de bulunabilir. Gençseniz ve vaktiniz de tahammülünüz de çoksa, az olan paranızı yetirebilirsiniz.
Sonrasında yapılacak ilk iş, gitmek için neler gerekli diye araştırmak oluyor tabi. Bizden vize istenmediğini biliyordum ancak tam olarak nedir nasıldır yine de bakmam gerekiyordu. Bunun için yapılacak ilk şey (hayır google'ı açıp Güney Kore'ye nasıl gidilir diye yazmak değil:p ) Güney Kore'nin Türkiye büyükelçiliğinin web sitesine bakmak (linki burada-->Kore Cumhuriyeti Büyükelçiliği). Bir de İstanbul Başkonsolosluğu'nun web sitesi var, onun da linki şurada-->Kore Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu. Tüm buralardan iyice incelediğimde gördüm ki benim gibi 5-10 günlüğüne gidip gezip gelecekler için bir vize başvurusu yapmak, vize almak falan gerekmiyor. İki ülke arasındaki anlaşmalar sayesinde Güney Kore'ye pasaportumuzla gidip, 90 güne kadar kalabiliyoruz. O yüzden önce bir pasaport almak gerekiyor haliyle. Benim en son hatırlıyorsanız (hatırlamayanlar için blog postu-->stupidita)Amsterdam macerasında trende bıraktığım sırt çantasının içinde puff olduğu için pasaportum, birkaç ay sonra da pandemi ile dünya kapandığı için senelerdir bir pasaportum yoktu. Ekim ayının 3'üne pasaport başvurusu için randevu aldım. Normal bordo pasaport başvurusuydu. Bu başvuruları İl veya İlçe nüfus müdürlüklerine yapıyoruz (benim gibi yaşlılar varsa diye özellikle belirtiyorum çünkü mesela ilk pasaportum için emniyete gitmiştim). Başvuru günümde nüfus müdürlüğü manyak kalabalıktı. Bir de sıra alma olayı çok tuhaftı. Çankaya İlçe Nüfus Müdürlüğü'ne gitmiştim. Normalde edevletten belirli bir zamana randevu almış oluyorsunuz, ben de 13:40'a almıştım. Müdürlüğe gidince bir de girişteki kiosktan sıra numarası almak gerekiyormuş. Öyle de saçma bir sistem. Direkt mesela saat 13:40 olunca ekranda ismim yazsa ve içeri girsem daha normal olmaz mı? Devlet kurumlarının her zaman bir değişik mantığı oluyor. Çünkü bir de o içerideki cihazdan sıra numarası almak için sıraya girmek gerekiyor, cihaz da ayrıca randevu saatinize belirli bir süre kalmışsa sıra numarası veriyor daha öncesinde vermiyor. Teyzelerle amcalarla beraber hepimizin kafası yanmıştı tabi. Erken geldiysen sıra numarası alamıyorsun. Ama sıra numarası alabileceğin süre içindeysen de bu sefer cihazın önünde ve binanın girişinde acayip sıra olduğundan dolayı sıra numarası alabildiğinde randevu saatinin üzerinden iki saat geçmiş oluyor. Böyle bir kıyametin içinde o gün orada pasaport başvurusu yapabildim, hala inanamıyorum. Bir yandan da işe geri dönmeye çalışıyordum, neyse.
3 Ekim'de başvurusunu yaptığım pasaport, 26 Ekim'de geldi. Şimdiye kadar en uzun süre beklediğim pasaporttu herhalde. İlk pasaportumun bir hafta içinde geldiğini hatırlayınca...Sanıyorum hep beraber ülkeden dışarı çıkmaya çalışıyoruz diye düşündüm. O tarihte 10 yıllık pasaport ücreti olarak 1478,30 lira, defter bedeli olarak da 225 lira ödemişim. Bugün baktığımda bu ücret 3295,50 lira ve 501 lira olarak görünüyor, iyi almışım (web sitesi şurası).
Pasaportu da aldıktan sonra gördüğüm bir diğer nokta şuydu: K-ETA diye bir şey. Güney Kore tamam bizden vize istemiyordu ama ülkeye girecek bu şekilde vizesiz girecek herkesten bu isimde bir sisteme kaydolmasını istiyor görünüyordu. Resmi web sitesinin linki-->Korea Electronic Travel Organization. Ayrıca cep telefonuna indirilebilen uygulaması da var. Web sitesi Türkiye'den biraz geç açılıyor, yüklenmesi zaman alıyor. Telefon uygulaması da aşırı hızlı çalışmıyor açıkçası. Burada Apply For K-ETA'ya girerek başvurmanız gerekiyor. Ne zaman gelip gideceğinize, nerede kalacağınıza, ne yapacağınıza vb.'ne dair bilgileri doldurmanızı istiyor sistem. Yani aslında tam olarak bir vize başvurusunda belirttiğiniz bilgileri veriyorsunuz. Sonunda da bir ödeme alıyor ki web sitesinde de belirttiği üzere 10000 won bu, 145 lira gibi bir miktar yapıyor bize. Ben başvurup ödediğimde yanlış hatırlamıyorsam 80 lira gibi bir şey ödemiştim. Kendi ülkemden pasaport almak için ödemek zorunda kaldığım miktarların yanında bunu görünce sinirden gülmeye başlamıştım başvuru yaparken. Bu K-ETA başvurusunu uçuşunuza 72 saat kalana kadar yapmanız gerektiğini söylüyor sistem, çünkü başvuruyorsunuz sonra bir de onaylandı veya onaylanmadı diye geri cevap geliyor. Onaylanmazsa ödediğiniz miktarı geri vermiyorlar ve başka bir şeyler yapabilirsiniz sanırım ama onu araştırmanız gerek.
K-ETA'yı da hallettikten sonra bir de Q-code diye bir şeyle karşılaştım. Bu da pandemi döneminden miras kalan kontrollerden biri olarak görünüyordu. Bunu da uçuşa belirli bir gün kalana kadar aşılı, sağlıklı, belirtisiz falan olduğunuza ikna etmek için yapıyorsunuz ancak zorunlu değil, çünkü uçaktayken size bununla ilgili 3 ayrı kağıt verip doldurmanızı istiyorlar. Havalimanında girişte  teslim ediyorsunuz ya da bakıyorlar. Ben tabiki önceden internetteki web sitesinden doldurup, çıktısını yanıma almıştım ama hiç çıkarmaya bile şansım olmadı çantamdan. Uçakta dağıttıkları o kağıtlardan kontrol ettiler (Q-Code'un web sitesi de şurası-->Quarantine Covid19 ).
Uçak bileti, kalacak yer, pasaport, K-ETA. Bu 4 adım ilk yapılacaklar. Ben bunları Kasım ayı dolmadan bitirmiştim. Sonrasında gezi planlamasına geçmeden kendi adıma emin olmam gerekenler arasında gördüğüm bir diğer adımı kontrol ettim: Havalimanında bavulumu aldığım andan, oteldeki odamda kendimi yatağa atana kadarki o ilk akşam için detaylar neler olacaktı?
İlk düşünmem gerekenler tabiki uçak yere inince anneme nasıl haber verebileceğimdi :) Bu adımda tecrübeme dayanarak şunu söyleceğim, THY'nin yurtdışı uçuşlarında wifi'a bağlanabiliyorsunuz. Koltuk numaranız ve miles&smiles bilgilerinizle çok basit bir şekilde bağlantı kurabiliyorsunuz. Gerçi bu seferki beni biraz zorladı, havada uzun saatler boyunca bağlanmadı, açmadı falan ama sonuçta böyle bir şey var, haberiniz olsun. Neyse, Incheon'da havalimanında indiğimde alabileceğim bir telefon hattı araştırdım. Çünkü her ne kadar internet, Kore'de her yerde wifi var, her yerde internet var diyenlerle dolu olsa da gitmeden böyle bir bilgiye güvenip de yola çıkamazdım. Ayrıca Türkiye'de kullandığım hat Vodafone'un Kore'de geçerli olan tarifesi Her Şey Dahil Pasaport Dünya, günlük olarak 199,90 lira fatura kestiği için sanki bir hat almak daha mantıklı olacak gibiydi. Çünkü Vodafone'un da çekip çekmeyeceğinden emin olamazdım (içimdeki başak ve oğlak burçları el ele vermiş koşuyordu). Araştırınca şu üç şirkete ulaşıyorsunuz: SK Telecom, LG, KT. Birçok web sitesinden alınabileceği gibi direkt bu şirketlerin web sitelerinden de önceden satın alabiliyorsunuz sim cardları. Ben KT'den yani Korea Telecom'un kendi web sitesinden prepaid yani ön ödemeli, 10 günlük sim card aldım. Bunu alırken hangi terminalden, hangi gün ne zaman teslim alacağınızı seçiyorsunuz. Bu sebeple de önce hangi terminale ineceğimi buldum. Incheon Havalimanı'nın resmi web sitesi şurada. Siteden yakın zamandaki İstanbul uçuşlarına bakınca hepsinin Terminal 1'e indiğini de gördüm. Böylece Terminal 1 olarak seçtim sim kartı teslim alma noktamı. Yine bu havalimanının web sitesinden haritaya bakınca da  KT'nin teslim alma yerlerini buldum. 10 günlük sınırsız internetli ve sadece ülke için aramalar dahil olan sim kart kendi web sitesinde 34600 won tuttu. Diğer, turistler için olan web sitelerindeki fiyatların hepsi bundan fazlaya geliyordu. Yani şu an 504,58 lira ediyor, günlük 50 liraya sınırsız ve de çok iyi çeken internetim olmuş oldu (Vodafone ile günlük 200 liraya gelecekti). Bu hat alma işini havalimanında da yapabilirsiniz ki hemen hemen herkes öyle yapıyordu gördüğüm kadarıyla. Ama dediğim gibi bu benim fazla planlılığım. Bir de tabi hat almak istiyorsanız yani. Yoksa açık wifi'lara güvenip de işinizi halledebilirsiniz. Mesela Incheon'daki wifi'ya direkt bir şey sormadan istemeden bağlanabiliyorsunuz, çok da iş görüyor ama tabi o kadar yıllık firewallcu olarak böyle açık ağlara da amaan bağlanın be dememem gerek sanırım :D Benim aldığım KT'nin web sitesi şurası.
Tamam bavulu aldım, hattı aldım, annemi aradım diyelim. Sonra otele nasıl gideceğim sorusu vardı. Incheon havalimanından şehir merkezine birkaç yolla gidilebiliyor. Hemen hemen her ülkede olan şeyler bunlar. Tren var, otobüs var, taksi var. Araştırdığımda, daha önceki seyahatlerimden edindiğim tecrübelere de dayanarak (JFK'de iner inmez ne idüğü belirsiz adamın arabasına taksi diye atlamak da buna dahil:p ) benim için en mantıklı ve rahat yolun tren olduğunu düşündüm. Tren dediğim AREX ismindeki hızlı tren. Bunun da iki çeşidi var yalnız, biri pek çok durakta duran, diğeri direkt merkeze giden durmadan giden. Aralarında az bir fiyat farkı var. Bir de tabi gitme süresi. AREX'in web sitesi burada. Web sitesinden bineceğiniz tarihe ve saate göre biletinizi satın alabiliyorsunuz, yerinde almaktan az biraz daha ucuza geliyor ama yine telefon hattı gibi bunu da havalimanında AREX kiosklarından kolaylıkla alabilirsiniz. Yani demeye çalıştığım benim gibi her şeyi 7 ay önceden internetten halletmenize gerek yok. Her şey kolay. İnternetten satın aldığınız biletin QR'ını telefondaki mailden cihazlara taratıp da trene binebiliyorsunuz ya da benim gibi çıktısını da alabilirsiniz garanticiyseniz. Bilet bu express tren için 9500 won. Express Train 43 dakika, all stop train 59 dakika sürüyor. İnternette bazı yerlerde bu express trene de toplu taşıma kartı ile binilebildiği yazıyordu ama yerinde görevlilere kaç kere sordum, böyle bir şey olmadığını, sadece bu tren için alınmış biletle binilebiliyor dediler.
Bu arada aklıma nakit para konusu geldi. İlk bakışta havalimanından otele gidene kadar paraya ihtiyacım olmayacak gibi göründüğünden düşünmemiştim ama olur ya şehir merkezinde bulamam edemem dedim. Şu havalimanında exchange yerleri var mı diye kontrol ettim. Tabiki var da, neresinde kolay yerde mi becerebilir miyim diye gene de emin olmak istedim. Gitmeden havalimanı haritasında yerlerine baktım ama gittiğimde de gördüğüm kadarıyla gayet kolaylıkla ortalıktalar. Bu yüzden ne olur ne olmaz diyerek yanıma bir 300 dolar aldım nakit, havalimanında 100'ünü won'a çeviririm, acil bir şey olursa dursun diyerek.
Gezi planlamasını da yavaş yavaş yaparım zaten önümde dünyanın zamanı var dedim. Gün içinde internette gezinirken, instada bakınırken falan rastgeldiğim şeyleri defterime kaydetmeye devam ettim. Geziyi 10 günlük yaparım diyerek gidiş dönüş biletlerimi almıştım ama o 10 güne ne sığdıracağımı, nasıl bir gezi olacağını hiç düşünmemiştim. Yukarıda anlattığım ön hazırlık olarak sayılabilecek şeyleri bitirip, gitme zamanını beklemeye başladığım günlerde - ki bu gidiş günümden neredeyse 4 ay öncesine denk geliyor - aklımda sadece tek bir düşünce vardı: Mutlu olmak istiyorum. Sadece mutlu hissetmek istiyordum. İlk kez yurtdışı gezimi yaptığımda 21 yaşındaydım. O zamandan bu zamana geçen 15 yılda 22 şehir gezdim ve çoğunda harçlıkla yaşayan bir öğrenciydim. Türk Lirası'nın nispeten değerli olduğu zamanlarda bile cebimde doğru düzgün para yoktu. Bu gezilerimi hatırladığımda anladım ki hep her şeyi görmeliyim çünkü kısıtlı zamanım var, her şeyi yapmalıyım çünkü bir daha şansım olmayacak kafasıyla kendimi heder etmişim. O kadar çok şeyi görmek ve yapmak istiyordum ki bu gezileri aslında neden yaptığımı tamamen gözardı etmişim. Mutlu olmak içindi. Aslında temeldeki en birinci güdüm mutlu olmaktı. How I Met Your Mother'ın ilhamı olan bara gitmek istiyordum mesela çünkü diziyi izlerken hissettiğim o mutluluğu, o keyfi orada da hissetmeyi umuyordum. Versailles Sarayı'nın koridorlarında koşuşturmak istiyordum, çünkü okuduğum onca kitapta, izlediğim onca filmde o koridorlarda hayal edip kendimi mutlu hissetmiştim, aynısını yaşamak istiyordum. Oysa bir geziye çıkınca bu mutluluk hissinden tamamen vazgeçip, sadece başarmaya odaklanıyordum. Orayı da görmeliyim, buraya da gitmeliyim, bu elimdeki listenin hepsinin üzerini tek tek çizebilmeliyim diye gezdiğim şehirlerin hemen hemen hepsinde aç bilaç, sersefil koşturup durdum. Yağmurlarda ıslandım, kar fırtınalarında yolumu zor buldum. Gezideyim, tek hedefim listemi tamamlamak diye kendimden tiksinecek hale gelene kadar saçım başım dağılmış, üstüm kokarcaya dönmüş, yüzüm gözüm görünmez halde dolandım. Oysa hiçbir zaman istediğim bu değildi. Kendimi mutlu hissetmemin en üst sıralardaki şartlarından biri de kendimi beğeniyor olmamdı sonuçta (benim bunu fark etmem uzun yıllarımı aldığı için tabi). Yavaş yavaş olmasa da kendi hızımda gezmek istiyorum dedim bu sefer. Yataktan kalktığım gibi gözlerimde çapaklar müze gezmeye gitmek istemiyorum dedim. Saçıma fön çekip, makyaj yapıp çıkmak istiyordum otelden ya hayatımda bir defa. Ütülü şeyler gitmek istiyordum gezerken. Öyle ya yeni bir şehir görüyorum, hiç tanımadığım insanların arasına giriyorum. Bu sefer de sırt çantamla, kot pantolonumla dolanmak istemiyorum dedim. Gerçekten, gerçek anlamda, o şehirlere gitme sebebimin provasını yapmak istiyordum. Aslında her birinde yaşamak, oradaki hayatı solumak,  birkaç günlüğüne de olsa hayatım bambaşkaymış, ben bambaşka bir insanmışım gibi yürümek istiyordum gezdiğim şehirlerde.
İşte bu düşüncelerle plan yapmaya çalıştım. 20-30 Nisan arasında 10 günüm vardı elimde. Bir de kocaman olmasa da pek çok güzel şeyle dolu bir ülke. Önce ilk elim tabiki trenle otobüsle falan hangi şehirlere gidebilirim, 10 güne ne kadar şehir sığdırabilirim'e gitti. Sonra sarstım kendimi, ne yapıyordum yine? Belki şansım olurdu olmazdı bilemiyordum ama sanki bir tek hakkım varmış gibi davranmayacaktım bu sefer. Seul'e gidecektim, sadece Seul'de, hayal ettiğim gibi, sanki orada yaşıyormuşum gibi 10 gün gezecektim. Buna karar verdim. Belki sıkılırdım, görecek şey kalmazdı, olabilirdi. Olsundu. Bu sefer kendimi hissederek, şehri dinleyerek, insanların arasına karışarak yaşayacaktım. Planlamaya başladığım andan Ankara'da geri dönüş uçağından inene kadar aklımda bu düşünceyle hareket ettim.
O kadar beklettim, yine de ancak giriş yapabildim hikayeme ama söz, gerisini daha çabuk getireceğim.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...