chris hemsworth etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
chris hemsworth etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2018 Salı

Thor : Ragnarok (2017)

Marvel filmlerini bayadır boşlamıştım, Black Panther'in gelişiyle bir silkindim ben de hadi dedim get back to your senses! Gerçi onu da gösterime girişinden ancak 3 hafta falan sonra izleyebildim ama. Neyse. Vakit geriye dönük eksiklerimi tamamlama vaktidir diye yola çıktım ve önceki gün en bir sevdiklerimizden olan Asgard'ın en son macerasına bakayım dedim.
Açıkçası ben - tabi o kadar ara verdikten sonra doğal herhalde diye düşündüm - Thor'u en son nerede ne halde bırakmıştık hiiiç hatırlamıyordum. En son Doctor Strange(2016)'i izlemiştim, böyle hayal meyal bir after credit sahnesi hatırlıyorum, Thor bira içiyor falan. Ama tam kadroda olarak en son Avengers: Age of Ultron(2015)'da görmüşüm birazcık didikleyince fark ettiğim üzere. Thor orada Asgard'ın yıkılacağına dair rüyalar gördüğünden ve olayı bir şekilde infinity stone'lara bağladığından hadi ben bir araştırayım geleyim modunda yola çıkmıştı. İşte Thor:Ragnarok'a da bu noktadan başlıyoruz.
Asgard hakikaten de Thor'un rüyalarında gördüğü gibi mahvolmak üzere. Ölüm tanrıçası Hela geri dönmüş, kendi hakkı olarak gördüğü Asgard tahtını geri almak için herkesle savaşıyor. Onu durdurmak için uğraşan Thor'un yanında canımız ciğerimiz bir tanemiz Loki'yi, yeni ve ilginç bir karakter olarak bir valkyrie'yi ve yeşil devimiz Hulk'ı izliyoruz. Ayrıca tabi Asgard'dan diğer tanıdıklar da cabası.
Ragnarok ne ki diyenleriniz varsa bu noktada üç beş bir şeylerden bahsetmek belki iyi olabilir. Ragnarok İskandinav mitolojisinde tanrıların kıyameti demek. Daha doğrusu bir döngünün son bulması, yeni bir döngünün başlaması manasında. Valkyrie ise yine İskandinav mitolojimizde Odin'in yardımcılarına verilen isim. Bunlar böyle ölen savaşçıların ruhlarını Valhalla'ya öte dünyaya taşıyan, kanatlı atlarına binen kadınlar. Thor'u Loki'yi Odin'i Asgard'ı biliyorsunuz artık onlara girmiyorum.
ver ordan led zeppelin'i karşiim cıstak cıstak
what the ragnarok! vat is heppıning?! diyorsunuz değil mi?
Thor: Ragnarok artık ismini taşıyan üç film içinde ilk film - Thor(2011) - gibi bir noktada hemen hemen. Ama sıkıntı ötesi ikinci filmden - Thor:The Dark World(2013) - kesinlikle iyi. Hatta bence ilk film en iyisiydi ya. Valla. Böyle yeni bir şey görüyorduk, eğlenceli bir şey, değişik bir teması vardı o ilk filmin. Ragnarok'ta da o eğlence hissi devam ediyor. Hem de -bence-en dikkate değer kötülerden birini hikayesinde taşımasına rağmen. Açıkçası ben bayıldım Cate Blanchett'in Hela haline. Hela, matematiksel olarak baktığınızda oldukça efektif bir kötü. Önüne gelen ne varsa saniye sektirmeden çat çut ediyor. Onunla aşık atmakta baya zorlanıyor bizim Asgardlılarımız. Dahası koca bir dünyanın - Asgard'ın - yıkılışını izliyoruz ama tüm bunlara rağmen film öylesine eğlenceli ve parlak ki, bittiğinde hem eğlenmekten keyif almaktan hem de izlediklerinizin doyuruculuğundan yorgun düşmüş oluyorsunuz. Ama bu güzel bir yorgunluk. Böyle ohh be ne güzel dövüş-mücadele-savaş sahneleri izledim yorgunluğu. Ve yine tabi GoTG ile zirve yapmış müziklerin kullanımı mevzuunun Thor uyarlamasının güzelliğiyle gelen o mutluluk. Bu sefer film için de tıpkı GoTG'de olduğu gibi bir dönem teması seçmişler mesela. Bir 70ler 80ler elektro-disko havası içinde film. Ki bence bu da güzel bir durum olmuş.
Hela Helaaa hey hey hey
işte bunlar görmek istediğimiz çizgi romanlar
Demem o ki bu acayip eğlenceli bir Marvel filmi. Thor külliyatının da ortalaması. Neyse ben eksiklerime devam edeyim, daha Ant-Man ile Spider Man:Homecoming'i izleyeceğim.

7 Mart 2018 Çarşamba

Rush (2013) : eyy adrenalin sen nelere kadirsin?

"The closer you are to death, the more alive you feel. It's a wonderful way to live. It's the only way to drive." diyor filmin içinde James Hunt. Tam olarak işte bu duygu sanırım bu insanları - diğer pek çok insanı - yaptıkları şeyi yapmaya iten. Ki aynı şey beni de alabildiğine uzaklaştırıyor bu işten. Elimde yıllar önce alınmış, motorsiklet ve otomobil sürebildiğime dair bir kimlik - ehliyet - taşıyorum ben de çoğunuz gibi. Ama ehliyet sınavı dışında birkaç dakikalık denemeleri de kenara koyarsak, hiç sürüş deneyimim yok. Şu yaşımda yani bir araba koltuğuna otursam pek az şey yapabilirim. Tabi milyon tane sebebi var bu durumun, bir dolu açıklaması, analizi falan filan var ama sanırım en belirgini benim için bu yukarıdaki cümlesi Hunt'ın. Ben bu adrenalinden, bu ölüme yakın yaşama duygusundan hiç hazzetmiyorum. En başlarda sevdiğimi düşünüyordum, ama zaman ilerledikçe korkum arttı sanırım. Hele araba sürmek panik atak geçirmeme sebep oluyor en basitinden. Kendime olan güvensizliğim herşeyin önüne geçiyor, direksiyon bende olunca kontrolü kaybedeceğime o kadar emin bir hale geliyorum ki çığlıklar ata ata kaçasım geliyor.
Ama işte bazı insanlar var ki o arabaları sürmeyi bırakın, hız limitlerini aşarak, adeta uçarak kullanarak o arabaları yarışıyorlar. Bunu isteyerek, büyük bir zevkle yapıyorlar. Araba yarışçıları, formula pilotları sanırım dünya üzerinde anlamakta güçlük çektiğim işlerden birini yapan en inanılmaz insanlar. Yani elbette ki o adrenalin isteğini, açlığını anlayabiliyorum, tahmin edebiliyorum. Ama bir insan kendini nasıl bu kadar saçma bir işin içine atabilir ki?

Ben anlamakta güçlük çekedurayım, bu işin mazisi sanırım insanlık tarihi kadar eski. Daha motorlu taşıtları icat etmemizden bile önce insanlar hız tutkusuyla yarışıyordu at sırtında, atlı arabalarıyla. Bu yüzden işin bu noktaya gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil aslında. Eh tabi bu "yarış" ruhu üstüne film yapmak da kaçınılmaz olmuş olmalı bir aşamada. Oturup sürmek bana göre olmasa da iyi yapılmış bir yarış filmini izlemekten keyif alıyorum tabiki. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Ron Howard da hiç de azımsanmayacak bir iş çıkarmış ortaya. 1970lerde kıyasıya rekabet içinde olan formula 1 pilotları James Hunt ve Niki Lauda'nın hikayesini anlatıyor Rush. Görünen konusu bu ama esasında Niki Lauda'nın James Hunt'a bir güzellemesi olduğunu anlıyorsunuz film bittiğinde. Lauda'nın yarış işine girişiyle başladığında film, Hunt zaten süperstar olmuş ortamlarda. Eh haliyle kendilerini azılı rakipler olarak buluyorlar. Bir de hayata bakışları, işlerini yapışları ve kişilikleri tamamen zıt olunca bir araya gelmesi imkansız iki insan gibi görünüyorlar. Oysa insan büyüyor, insan olgunlaşıyor ve zaman her şeye çok güzel dersler veriyor. Yıllar boyu birbirlerini geçmek için habire yarışan bu iki adam bir de bakıyorlar ki aslında birbirlerini anlayabilen, birbirlerini takdir eden, birbirlerine saygı duyan iki dostlar aslında. İnsan rekabet ede ede nasıl dost olur bence onu anlatıyor Rush. (http://www.imdb.com/title/tt1979320/)
Çekimi de izlenilir kılan detaylardan biri. Bu tür filmlerde aksiyonla, hız sahneleriyle hikayenin içeriğini orantılı tutmanız, seyircinin başını döndürmeden koltuğuna çivilemeniz gerekir. Tabi bir yandan da asıl demek istediğinizi, duygularına hitap ederek söylemeniz. Rush tüm bunları yapıyor, aşırı başarılı olmasa da. Yarış sahneleri fena değil genelde, ama yine de keşke hepsi sondaki Japonya yarışı gibi çekilseymiş demekten kendimi alamadım ben. O ne yarıştı, onlar nasıl sahnelerdi öyle ama...Chris Hemsworth en iyi bildiği, belki de ona en çok yakışan türde bir karakteri oynuyor James Hunt olarak, uçarı, çapkın, dağınık, dışarıdan umursamaz ama içinde yine de duygusal, hareketli, eğlenceli, yakışıklı, hayat dolu bir adam. Niki Lauda olarak Daniel Brühl ise hem bizi sinir ediyor hem de düşündürüyor, hak verdirtiyor. Ki yapmaya çalıştıklarını böylece başarmış oluyor. Oyuncular anlamında bu ikisinin aklımızda kalması çok normal aslında, çünkü kamera önünde pek çok insan görünse de tüm hikaye bu iki adam ve yarış pisti arasında geçiyor. Onlar dışında bir Olivia Wilde (James Hunt'ın eşi Suzy Miller olarak) ve bir Alexandra Maria Lara (Niki Lauda'nın eşi Marlene Lauda olarak) izliyoruz. Olivia Wilde pek de sevdiğim bir oyuncu değil normalde, burada da çok farklı veya detaylı bir karakter ortaya çıkarmamış. Maria Lara'yı ise ilk kez izledim ve su gibi güzelliğine, duruluğuna hayran kalıp durdum film boyunca.
Rush sonuçta hemen hemen tamamı gerçekte yaşanmış olaylara ve gerçekten bunları yaşayan insanların nasıl yaşadığına dair, izlemesi oldukça keyifli, çok iyi çekilmiş ve anlatılmış bir yarış filmi sunuyor. En önemlisi bize sadece yarışan arabalar, hız dolu pistler göstermek yerine bizi de o piste çıkmaya, o arabalara binmeye ikna ediyor, buna çabalıyor. Bu hakikaten yaşamış insanların kalplerini açıyor bize, kafalarının içine daldırıveriyor. Ve sanırım bir filmin yapması gereken de bu.

Filmin Hans Zimmer imzalı müzikleri şöyle:

2 Haziran 2012 Cumartesi

Snow White and the Huntsman (2012)

Bir gün yaşımıza uygun bir film bulacağız gitmek için. Tutturabileceğiz, umutluyum.
Tüm o fragmanlar, görüntüler, resimler, müzikler...Hepsi acayip iyi bir reklam çalışmasıymış. Filmin sinema adına hiçbir artısı, katkısı, birşeyi yok.
Bildiğimiz pazar sabahı filmi. Hani kalktınız, kahvaltı daha masaya bal reçel çıkarılması aşamasında ve yatağa dönmemek adına yapabileceğiniz tek şey kanepeye yayılıp televizyonu açmak olduğunda magazin programlarından sıyrılıp anlamsızca izlediğiniz çocuk filmleri olur ya. Ondan.
kristen böyle bakarken
Masaldan yola çıktıkları için demiyorum bunu. Sonuçta Yüzüklerin Efendisi de bir anlamda masal olarak görülebilir ki Hobbit misal, direkt o amaçla yazılmıştı. Ama Rupert Sanders ne bir Peter Jackson'mış ne de senaryo ekibi ( Evan Daugherty, John Lee Hancock ve Hossein Amini ) JRRT veya GRRM'miş.
Masaldan birşey çıkaramamışlar. Evet çok iyi niyetliler, belli oluyor. İstemişler de, o da belli oluyor. Ama olmamış.
charlize ise böyle bakıyor
Senaryo bir şekilde boş. Varmış gibi görünüyor ama yok. Herşey boşlukta sallanıyor.
Görsel yönden üstünde baya bir çalışıldığı belli oluyor ama o kadar. Her kavga, dövüş, savaş sahnesi inanılmaz özenle hazırlanmış ama o kadar. Her bir "act" her bir söz klişe.
Bunun üzerine diyorsunuz "acaba oyuncular kurtarabilir mi bu işi", o da yok. Charlize Theron'u her anlamda sevdiğimizden hoşumuza gidiyor. Kötü kraliçe olmanın verdiği zevki çıkarıyor oynarken, bizi de eğlendiriyor. Aslında bence fena da değil, filmin belki de tek iyi yanı o.
kendini "green arrow" zanneden beyaz olmayan atlı prens-pardon dükün oğlu
Kristen Stewart'ın neden orada olduğuna dair kimsenin - kendisi de dahil - bir fikrinin olduğunu zannetmiyorum. Pamuk Prenses değil, güzel değil - tamam senaryo bunu söylüyor zaten, önemli olan dış güzelliği değil kalbininki demeye çalışıyor ama -, masum veya sevecen de bakmıyor. Kalbinin nasıl olduğuna dair bir şey söylemiyor Kristen'ın hareketleri, bakışları. Boş bakıyor, tuhaf bakıyor, dışarıda nasıl uyumsuz bir ergense Pamuk Prenses olarak da o kadar uyumsuz, ürkek, sosyofobik duruyor.
beyaz atlı prens numarası yapan avcı ve iskoç yaylalarından hallice cüceler
Güzel değil derken Pamuk Prenses anlamında bir güzelliği kastediyorum. Hani bu Audrey Tautou Amelie'yken de güzeldi, Hors De Prix'te de güzeldi demek gibi birşey. Kristen'ın sorunu Amelie türünden güzellik gösterememesi.
çok pis gaza geldim bakışı
Chris Hemsworth'ü izlemesi her zaman keyifli. O kadar. Fazlası yok.
Ha ortada beyaz atlı prens falan yok. Kendisi gamzeleriyle öyle bir dolaşıyor, anlamsız anlamsız.
Cüceler, ah cüceeleeeeeeeeeeeeeeeeeerrrrr.
Altını doldurma çabaları, kötülüğe sebep verme çalışmaları, kadın gücüne, kadının bakış açısından olaylara açıklık getirme denemeleri, feminist söylemler...bir yerlere götürmek istemiş Sanders bu masalı, belli. Kısmet gerisi.
"Williaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaammmmmm!!!!!" diye böğüren sevgili Hunstman, iyi ki bizimleydin.
Nachos hiç hoş birşey değil, yemeyin. Hele ki peynir sosuyla. Sakın.
gollum botoks yaptırmış

14 Mayıs 2012 Pazartesi

The Avengers (2012)

Haftasonu The Avengers'ı da görmüş oldum. Fragmanlar çıktıkça, hatta filmin yapım dedikoduları ortada dolaşmaya başladığında söylenip durmuştum. Ne saçma, bizimle dalga mı geçiyorlar, böyle bir fikir ancak bizim buralardan çıkar, hatta evet evet belki de bizim tv dizilerini hazırlayanlara falan sormuşlar kesin...türünden atıp tutuyordum. Meğerse hepsini yutmam gerekiyormuş.
The Avengers, Avatar'dan - hadi tamam Thor'dan da - sonra gördüğüm neredeyse en iyi 3 boyutlu gösterime sahipti bir kere. Kafanız gözünüz bozulmadan, yeteri kadar - aşırı değil - 3 boyutlu bir film izlediğinizi hissettiriyor, tatmin ediyor, beklentileri karşılıyor.
Diğer yandan, bu farklı farklı zamanlardan, evrenlerden, karakterlerden süper kahramanları mantıklı - bildiğiniz mantıklı - bir senaryo içerisinde ortaya koyabiliyor. Her birinin nereden nasıl ne için ortaya çıktığını, olaya dahil olduğunu, olaydaki rolünü yadırgamıyorsunuz. En önemlisi hepsi, hem karakterler hem de filmi ortaya koyanlar, kendilerini çok ciddiye almıyor ve bunu o kadar rahat bir halde kullanıyorlar ki hiçbir espri absürd durmuyor, hiçbir aksiyon yapmacık kalmıyor.
Stan Lee ve Jack Kirby'nin çizgi romanından uyarlandığını biliyoruz zaten. Ama işin içinde bir de Joss Whedon'ın olması ayrı bir nokta. Gerçi senaryoda - tüm iyi yönlerine rağmen - arada ufak tefek pürüzler de olmamış değil. Misal filmin aksiyon dışındaki sahnelerinde zaman zaman kopmalar yaşayabiliyorsunuz, bunu sinema salonunda daha da hissediyor insan. Çok kısa süreler için dikkatiniz dağılabiliyor, etrafa bakmaya başlayıp geri ekrana dönebiliyorsunuz. Bir de karakterlerin önceki maceralarına - son yıllarda peşpeşe vizyona giren filmlerine - aşina değilseniz konuya belli bir ölçüde hakim olabiliyorsunuz. Ben 2011'deki Thor'u ve 2008'deki ilk Iron Man'i izlemiştim yalnızca. Daha önceki Edward Norton'lı ve Eric Bana'lı Hulk'lara hiç bulaşmamış, Captain America'ya yan gözle bile bakmamıştım. Kara Dul'la, Nick Fury ile, Şahingöz'le ilk defa tanıştım zaten.
Yeni tanıştığım, daha önceden tanıdığım Avenger'lar arasında, filmin - pek çok yerde de yazıldığı gibi - en iyisi Hulk ve Mark Ruffola. Besbelli bir ifadeyle hem de. Ama bunun yanında bence Loki de şahane. Thor'da zaten acayip bir temele oturttuğu karakteri burada kusursuzlaştırmış Tom Hiddleston.
Velhasıl pek eğlenceli, dopdolu, göz doyurucu, mutlu edici, aksiyonla sarmalayıcı pek de hoş olmuş bir film var elimizde. Hani olur ya, çoluk çocuk toplaşıp gidin, izleyin, mısırınızı yiyin, kahkahanızı atın, yerinizden hoplayın.
Ha sonra da kalkıp gitmeyin ama. Yazılar bir geçsin, müzik bir yavaşlasın. İki dakika daha oturun ;)

30 Nisan 2011 Cumartesi

THOR (2011)

Mitolojiyle çocukluğunda-gençliğinde bir parça ilgilenmiş herkesin kulağına bir yerlerden çalınmıştır,Thor bizim şu kızdığına Olimpos'tan şimşekler yollayan Zeus misali şimşeğin-yıldırımın kuzey versiyonudur.Ayrıca sonradan gördüğümüz üzere de bir Marvel kahramanıdır.
Kendisi mükemmel bir Shakespeare oyuncusu olan ve benim gibi Harry Pottercılar içinse Gilderoy Lockhart olan Kenneth Branagh'ın yönettiği filmde ise Thor,elinde çekici,üstünde zırhı-pelerini,heybetli mi heybetli ama bir o kadar da ukala,bilmiş,düşüncesiz,mantıksız bir prens,Asgard kralı Odin'in varisi olarak karşımıza çıkıyor.Kardeşi Loki ise onun aksine saman altından su yürüten cinsten ki gözümüze sokulan bir ayrıntıdan dolayı daha en başından devamlı onun yaptıklarından işkilleniyoruz.Nitekim Buz Devleri buz silahlarını çalmak için krallığa sızdığında tam da Thor'un kral falan ilan edileceği geceye konuk oluyoruz,bu durumda düşünmeye başlayan babasına karşın 4 kahraman arkadaşıyla birlikte Thor harekete geçmeye karar veriyor.Buz Devleri'yle savaş başlatıp,canlarını zor kurtarıyorlar.Baba Odin de Thor'u dünyaya sürgüne gönderiyor ama gelin görün ki sürgün olarak Natalie Portman'ın kollarına düşüveriyor bizim kaslı mı kaslı tanrımız Thor.
Hikaye anlatımı,görsellik,oyuncular hepsi filmin artıları.Zaten Stellan Skarsgaard(ah o Skarsgaardlar) ve Anthony Hopkins evet demişse bu olayda bir iş var demektir.Filmin gene de bazı ufak tefek eksileri yok değil.Natalie Portman'ın karakterinin sığlığı,basitliği ve hiç inandırıcılığının olmaması,Thor'un dünyada yemek yiyip,Natalie'ye astronomi anlattığı ve özel ajan patakladığı iki gün içinde nasıl olup da eski fevri kahraman halinden sıyrılıp birden krallığa yakışır düşünceli insan modeline geçiş yaptığının anlaşılamaması gibi örnekler verilebilir.Tabi bir de bizim gibi Kentpark'ta havalandırmasız salonda yüz kişi pişerek ve camları yağlı bir tabakayla kaplı,hiçbir şey görünmeyen 3 boyutlu gözlüklerle 3 boyutlu izlemekte ısrar ederseniz tam bir eziyete de dönüşebilir film.
Ekleme:Aklımdaydı ama demeyi unutmuşum.O yüzden de filmi beğenmemişim gibi durmuş.Halbuki macerası, aksiyonu ve özellikle espri dozu oldukça iyi ayarlanmıştı.Özellikle Thor'un iki evren arasındaki geçişlerde kimliğinden, kişiliğinden hiçbir şey kaybetmeden saçma sapan durumlara düşmemesi hikayenin en güzel yazılmış kısmı bence. Bir de Thor'un sadık arkadaşlarının onun için dünyaya indiği sahnede polislerin telsizden bir rapor verişi var ki, Thor'un Pet Shop'a girip at istemesiyle birlikte salonu kırdı geçirdi desem yeridir.
Neyse 2012'de Avengers'da Chris Hemsworth'ü bir kere daha Thor olarak izleyeceğiz, rahatlayabiliriz.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...