carey mulligan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
carey mulligan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2016 Pazartesi

Suffragette (2015) - Feminizm mi o da ne?!

1900'lerin ilk yıllarında, Britanya'da, güneş batmayan imparatorlukta sefaletin içinde bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts'ın tek derdi üç beş kuruş kazandığı parayı, aynı çamaşırhanede çalışan kocası Sonny'nin kazandıklarıyla birleştirip, küçük oğulları George'un karnını doyurmaktır. Annesi de orada çalışmış, Maud o çamaşırhaneye doğmuştur zaten, başka bildiği bir hayat yoktur. Kullandıkları maddeler ve çalışma koşullarından dolayı zaten yaşam süreleri de kısadır çamaşırcıların. Önünde olsa olsa bir 10 yıl ancak vardır Maud'un. Öyle yaşar. Ama dünyada, Britanya'da birşeyler olmaktadır, kadınlar etrafta bağırmaktadır oy hakkı için. Çamaşırhanede ve iki göz odada geçen hayatının içinde Maud için üzerine düşünülecek şeyler değildir bunlar. Ama çamaşırhanede Violet Miller işe başlar ve Violet, kadınlara oy ve eşitlik gibi konularda savaşan Suffragette hareketinin oldukça aktif, dik başlı üyesidir her ne kadar her akşam kocasından dayak yemeyi ihmal etmese de.Violet sayesinde tanıştığı bu yeni dünya ve fikirlerin içine çekilir Maud ne olduğunu anlamadan.
Suffragette bu şekilde Maud'un üzerinden o dönemde Britanya'daki kadın hareketini anlatmaya çabalıyor. Bir kere izlemesi biraz zor, çok durağan bir akışı var. Büyük büyük oynayan kimse yok, her bir oyuncu kameranın önünden adeta birer duvarın içine hapsedilmiş, üstüne kireç atılmış gibi geçiyor. O duvarın içinde sessizce attıkları çığlıkları hissetmemiz için belki de. Kimse ajitasyon yapmıyor, kimse durumunu anlatmak için kendini parçalamıyor. Sessizce kendi yolunda duruyor ve biz o duvarlarla birlikte o çığlıkların bize çarptığını anlıyoruz.
Filmin kendi içinde tutarlı olan hikayesinin tarihi arkaplanına baktığımızda ise çok farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Açıkçası Suffragette hareketi ile, bunun dünyadaki, hatta Türkiye'deki paralelleriyle (tüh bu kelimeyi kullanmayaydım! ama başka bir kelime de olmuyor yerine, neyse kısmet artık) ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım böyle kocaman bir çoğunluğuz biz, ilkokuldan itibaren kız erkek hepimiz aynı mottoyu ezberleyip, yol ediliveriyoruz. Ne o işte, kadınlara seçme ve seçilme hakkı şu tarihte verilmiştir, bu tarih işte dünyadaki birçok gelişmiş ülkeden daha erkendir, biz şahaneyiz bir harikayız yaşasın biz! (Unuttuysanız, ki okulda öğrettikleri pek çok şey gibi bunu da unuttuğunuzu-unuttuğumuzu biliyorum, wikipedia). Sanki öyle birden bire, gökten iner gibi, meclis durmuş hadi kadınlara da bu hakkı veriverelim demiş gibi. Ne öncesi ne sonrası var bu bilgimizin. Verilmiş mi, verilmiş verilmiş. O zaman sorun yok. Böyle bildik biz.
kaynak: Michigan Daily
Ama meğerse dünyada neler olmuş, burada neler olmuş? Yalnız bir şey diyeceğim, elimde olmadan sinirimden gülüyorum bunları yazarken. O kadar saçma geliyor ki böyle bir ülkede şu an kadın hakkı falan filan diye yazmak. Allahım yarabbim ben neyden bahsediyorum acaba diye bir gülmedir alıyor yarım saattir. Ah ama napıyorum ben gülmek hiç yakışıyor mu bir kadına, ne densizlik ne hadsizlik! İçime şeytan mı kaçtı nedir, aa ama zaten kadın olarak şeytanın ta kendisi oluyorum ya ben, daha neyin sorgusu bu. Zaten 30 yaşıma gelmiş kadınlık görevlerimin hiçbirini yerine de getirmemişim ne evlenmek ne çocuk, ana da olmadığıma göre kadın da sayılmam, kız mıyım kadın mıyım bilmem çok afedersiniz. Neyse en azından bombayla falan ölemeyen kadınları da erkekler gerektiği gibi öldürüyor çok şükür, hiç dert etmeme gerek yok kendimle ilgili.
kaynak: History Today
O değil de aslında Abi Morgan'ın yazdığı senaryo da esasında tam olarak durumun içeriğini bize yansıtmıyor-muş, okuduğum kadarıyla öyle anladım ben. Britanya'da bu seçilme olayı zaten belli bir kesimin, hadi ben diyeyim zengin perukluların siz diyin kelli felli aristokratların burjuvaların elinde olan bir şeymiş. Yani erkeklerin de hepsinde bu hak yokmuş. En azından kadın-erkek diye değil, zengin-fakir diye ayrım varmış buna da şükür! (Te Allahım!). Kadınların bu konudaki ilk hareketi de yine aslında bir kısım kadına bu hakkın verilmesi yönündeymiş. Yani tam olarak bizim bugün anladığımız türden bir hareket değil gibi görünüyor filmin anlattığı dönemdeki olaylar. Ama tabi çok okumak ve yine okumak gerek. Ben hızlıca bir göz gezdirmemin yalancısıyım (ulan valla şu minos saraylarını, hitit sanatının iciğini biciğini okumaktan vaktim olsa okuyacaktım yeminle).
Yalnız Carey Mulligan'a bitiyorum biliyor musunuz? (bir de Romola Garai'ye :>)
kaynak: Time Out


5 Ağustos 2015 Çarşamba

Thomas Hardy'nin "Çılgın Kalabalıktan Uzak"ı ve ondan uyarlanan Far From The Madding Crowd (2015)

Çiftçi Gabriel Oak Britanya şehirlerinin curcunasından alabildiğine uzak bir köyde uzun yıllar çalışarak biriktirdikleriyle oluşturduğu koyun sürüsünün başında, kendi halinde, dünyanın belki de en düzgün genç adamıdır. 28 yaşının heybetiyle Çiftçi Oak yöreye yeni gelen Batsheba Everdene isimli pek güzel genç kıza aşık oluverir. İkisi de aslında tam olarak aşkın ne olduğunu bilmezler ya, Gabriel Batsheba'ya daha en başından evlilik teklifi eder. Batsheba'nın cevabı hayır'dır, Gabriel de sessizce çekilir. Bir süre sonra talih bu iki genç insana zıt yönde oyunlar oynayıp, bir araya gelmelerini sağlar. Ama ikisinin de aşk, duygular, hayat ve insanlar hakkında daha öğrenecek, yaşayacak çok şeyi vardır.
Thomas Hardy'nin kendisi, Dorchester Dorset'ten.
Thomas Hardy 1800lerin sonunda, hayali bir kırsal kasaba çevresinde geçen kitabında - en genel anlamda - bu iki karakterin birkaç yıla yayılan hikayesini anlatıyor bu şekilde. Çok fazla ne olduğuna dair bir şeyler söylememek adına, ancak böyle diyebilirim. Anlattığı olaylar belki öyle çok görülmedik, şaşırtıcı, olağandışı şeyler değil. Genç insanların aşık olması, çiftlik yaşantısı, alavereler dalavereler, yakışıklı asker sevgilileri için evden kaçan saf kızlar, yangınlar, fırtınalar, yağmurlar, koyunlar bol bol koyunlar, köy yaşantısı, çiftlik işleri...Hardy aslında bildiğimiz şeyleri anlatıyor, fazla sürprizi de yok, olay anlamında.
koyunlar başrolde
Onun asıl ışıldadığı yer, karakterleri. Çizdiği karakterler öylesine gerçek ki insan "nasıl nasıl nasıl ama nasıl" derken buluveriyor kendini. Yani en azından ben, kendi adıma habire bir erkek, hem de 1800lerde yaşamış bir erkek, bir kadının ruhunu bu kadar iyi resmedebilir diye dövünüp durdum. Kitabın ortalarına kadar şaşırıp durduğum nokta buydu. Hardy, Batsheba'yı gençliğinin verdiği çocuksuluğu üzerinde, gayet başına buyruk, akıllı davranmaya çalışan ama saflığının buna elvermediği haliyle o kadar iyi anlatıyor ki. Yani Batsheba'nın kendi iç sorgulamaları sırasında bunları ancak bir kadın bilebilir dedim ben. Aynı şeyleri bir kadın olduğu için hissetmiş biri bilebilir bu düşünceleri, bir kadın içinde bunları düşünürken dışında sergilediği bu davranışların motivasyonunu bilebilir ancak. Oysa Hardy de biliyor. Batsheba, Gabriel'e hayır derken mesela, bu öyle soğuk net bir hayır değil. Karşısında nerdeyse hiç tanımadığı ama düzgün olduğu her halinden belli bir genç adam dururken kendi içine bakıyor Batsheba. Ona karşı bir şeyler hissedip hissetmediğini bile bilemiyor, çünkü daha önce hiç böyle bir şey düşünmemiş, deneyimlememiş, Aşk diye bir şeyin olabileceğini biliyor ama o an hissedip hissetmediklerini öyle bir kalıba sokamayacağını biliyor. En önemlisi, kendini bildi bileli tek başına ayakta durmaya, herşeyi kendisi düşünüp halletmeye alışmış bir kadın olarak bir adama boyun eğmek üzere evlenemeyeceğini biliyor. Evlenme düşüncesi yok Batsheba'nın kafasında, hiç olmamış. Eğer günün birinde bir adam gelecekse karşıma, bu aşırı vahşi doğamın altında ezilecek biri olmamalı diyor. Ya da beni yargılayacak, sonra da arkasını dönecek bir adam olmamalı. Batsheba tüm bunları bilerek, tüm bunları hissederek hayır diyor Gabriel'e. Ve Hardy'nin mucizesi de bu. Bunun gibi pek çok şekilde gösteriyor kendisini kitapta. Hardy bunların hepsini sanki bir kadın titizliğinde anlatıyor.
Çavuş Troy rolünde Tom Sturridge-->
şu dünya üstünde hiçbir zaman hem akıllı
 hem de yakışıklı bir adam olmayacak,
erkek cinsi buna müsait değil işte naparsınız
Çiftçi Boldwood rolünde Michael Sheen-->
insan neyim dememeli ne oluyor bana böyle demeli
Gabriel'de çizdiği erkek portresi ise az biraz ideale kayıyor. Aslında o konuda da Hardy'ye şaşıyorum yine. Bir kadının çizebileceği ideal erkek portresi bu. Bir erkeğin, olması gerekenin bu olduğunu düşünebileceğine ihtimal vermiyorum ben, hala. Ama dediğim gibi, Hardy Gabriel Oak ile mükemmel adamı yaratmış bir anlamda. Bir de kitabın ortalarına kadar kurduğu bu muhteşem kadın karakterin bu noktadan sonra aldığı şekil beni deli etti. Gerçi böylesi daha hikayeye uygun, ya da artık ne diyeyim kadın doğasına, insan doğasına daha uygundur belki ama. Ben kabullenemedim. Batsheba'nın bir hamur gibi şekillenmesi gerekiyordu ama ben Gabriel gibi bir karakter bekliyordum herhalde.
Karakterler konusundaki müthişliğinin, olaylar konusundaki basitliğinin yanında Hardy'nin dili gayet anlaşılır. Rahat bir anlatımı, düzgün bir yapısı var. Ama sanırım ya kendisi biraz sonradan gördümcü ya da yazdığı dönemdeki yazın çevresinde bu modaydı. Hangisi bilemem tabi ama, demeye çalıştığım şu: Güzel güzel anlatırken habire araya bir şeyler sıkıştırıyor Hardy. Bol bol Antik Yunan mitolojisinden göndermeler, başka şiirlerden, romanlardan alıntılar hoplayıp duruyor. Hatta Yunanca (Yunan harfleriyle) yazılmış bir yer bile var. Hopluyor diyorum çünkü hakikaten sırıtan şeyler bunlar. Koyunları mesela durup birden Herkül'e benzettiğini düşünün. Durup dururken, sebepsizce. Öyle işte.
Neyse, kitabı asıl okuma sebebime geleyim. Thomas Vinterberg'in yönettiği, David Nicholls'un senaryosunu izlediğimiz aynı isimli filmin (IMDb) fragmanını izledikten sonra karar vermiştim kitabı okumaya. Filmi izlemeden okuyayım diye. Aynen de uyguladım. Kitabı okurken kafamda şekillenen Gabriel'e hiç benzemiyor ama bu adam diye izlemeye başladım Matthias Schoenaerts'i. Oysa göründüğü her sahnede, her bir mimiğinde her bir lafında adeta Hardy ona bakmış da yazmış dedirtiyor Gabriel'i. Batsheba rolünde Carey Mulligan'ı da olmaz gibi düşünsem de fena değildi (Carey'i çok severim, aşırı da beğenirim ama sanki o Batsheba pırıltısına sahip değil). Filmde kitapta bolca yer tutan o çiftlik çalışanları ve köylülerin muhabbetleri, gevezelikleri falan hiç yok. O güzelim kırsal yaşamı sisli, puslu, hafif güneşli ama bol ıslak haliyle görebiliyoruz, o da güzel. Amaaa Hardy'nin kitabı gibi film de karakterler ve oyuncular açısından mükemmelken, film olarak bir tuhaf. Böyle bir devamlılıkla çekilmemiş gibi. Hani elimde güzel güzel resimler yapılmış 15-20 tane bardak altlığı var diyelim. Onları böyle aralarına mesafe koyarak, kopuk kopuk çerçeveye yerleştirdiğimi düşünün. Film aynen öyle. Hadi bu sahneyi çekelim, sen gir ordan oynayın tamam şimdi şurdan çık hah tamam toplanın şimdi öbür tarafa gidiyoruz gibi. Tuhaf bir tat bırakıyor izleyende (Ya da bende. Sorun bende mi?)

Ne diyeyim? 19.yy. sonu İngiliz Edebiyatında bir yenilik yok. Merakımı tatmin etmiş oldum.

Kitabın nette Can, Oda ve Altınpost'tan olan basımları var. Ben e-kitap olarak bu en üstte gördüğünüz kapağa sahip basımı okudum. Çeviri de cilt de güzeldi (Can diyoruz daha ne olsun). Netteki fiyatlar için-->KitapMetre

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 6 : Northanger Abbey

Northanger Abbey, Jane'in Persuasion'la birlikte 1817 sonunda yayınlanan son romanı. İlk satın alan yayıncı tarafından basılmaya uygun görülmeyip, Jane'in erkek kardeşine gerisingeriye satılan roman, daha sonra Persuasion'la birlikte basılmış ve yayınlanmış.
Jane'in artık romantizm veya en derin aşk ilişkileri peşinde olmadığı, açık açık eleştirinin ve toplum analizinin dibine vurduğu kitabıdır. Kendi dilinde, kendi tarzında edebiyat eleştirisi yapar bir anlamda döneminin romanlarına gömülmüş saf genç kız Catherine Morland'ın hikayesiyle. Aşk romanlarını, korku-gerilim romanlarını, bunları okuyanları, okumayanları ve gençlerin hayal dünyalarını eleştirir. Kendiyle bile dalga geçer çoğu yerde. Diğer tüm kitaplarında onu yakın bulursunuz kendinize evet, zaten o yüzden okursunuz çoğunlukla ama Northanger Abbey'de artık tamamen aradaki kurguyu bırakıp, sizinle konuşur Jane. Doğrudan ya da kendi kendiyle konuşur gibi size seslenir.
İlk başlarda oldukça severek okuduğum bir roman Northanger Abbey. Hem eğlenceli hem de akıllıcadır. Ama içindeki aşk hikayesini daha geçenlerde filmi ikinci kez izleyene kadar bile algılayamamıştım.Bir türlü o dalgacı, şakacı, pek umursamaz Henry Tilney'nin nasıl olup da sonunda bizim saf mı saf masum mu masum Catherine'imize aşık olduğunu çözememiştim. Arkadaşım benim sadece eşitler arasındaki aşklara inandırıcı gözüyle baktığımı, sadece onların olabilirliğine ihtimal verdiğimi söyledi. Hakikaten mantıklıydı bu çözüm. Catherine'le devamlı dalga geçermiş gibi görünen, ondan yaşça büyük ve belli ki daha da akıl ve kültür sahibi Tilney'nin aslında onun bu masumluğuna, temiz düşüncelerine, hayal dünyasında gezinen gerçekliğine aşık olmuş olabileceğini düşünmemişim.
Neyse işte bu barındırdığı pek de göze batmayan aşk hikayesinden mi yoksa çok fazla trajedi yaşanmamasından mı bilemem, bugüne kadar sadece iki kez uyarlanmış Northanger Abbey. İlki BBC'nin 1987 çevrimi tv filmi, ikincisi de ITV'nin 2007 tarihli tv filmi.
Catherine Morland'larımız
İlk Catherine'imiz Katharine Schlesinger esasında bir miktar gereken masumiyeti gösterse de dönemin genç bekarlarını bile etkileyemeyecek derecede çirkin görünüyor. Bu arada en baştan söyleyeyim de, bu 87 versiyonu tam bir parodi. Abartmıyorum, bildiğiniz 80lerin modasını yansıtır şekilde aşırı makyajlı, aşırı detaylı elbiseli, Austen atmosferinden zerre nasibini almamış bir garip film. O yüzden karşılaştırmasını yaptığımız her karakter için neredeyse aynı şeyleri söyleyeceğim, hatta söylemeyeceğim bile. Sadece göstereceğim, siz anlayacaksınız. O yüzden direkt 2007 Catherine Morland'ına geçiyorum ki kendisi Felicity Jones'un fiziğinde vücut bularak harikalar ortaya koyuyor. Okurken nasıl aklınızda canlanmışsa aynen ekranda görebiliyorsunuz Catherine'i.
Henry Tilney'lerimiz
Henry Tilney'lerin ilk Peter Firth, gerçekten çirkin, şişman ve yaşlı. Bunun yanında J.J.Field tam anlamıyla kafamızda canlandırdığımız Tilney olmasa da güzel bir portre sunuyor. Hatta dedim ya, aşk hikayesini anlamamı büyük oranda onun oyunculuğu sağladı. Bu açıdan yakışıklı, zarif, dalgacı ve olgun görünüyor. Tam bir Tilney.
General Tilney'lerimiz
General Tilney olarak ilki Robert Hardy ki kendisi Cornelius Fudge'ımızdır, ikincisi ve daha ürküncü Liam Cunningham.
Bay ve Bayan Allen rolünde 87'de Googie Withers ve Geoffrey Chatters çok saçmalar. 2007'de Slyvestra Le Touzel ve Desmond Barrit çok daha anlamlı oynamışlar.
Isabella Thorpe'larımız
İlk Isabella Thorpe Cassie Stuart tam bir felaket. Öyle bir karakterin tüm o erkeklerin ilgisini çeken kız olduğuna inanmak mümkün değil. Carey Mulligan'sa 2007'de cuk diye oturmuş role. Kostümlerin de etkisi büyük.
John Thorpe'larımız
Her iki uyarlamada da saçmaladıkları kısım John Thorpe rolündeki aktörün seçimi. Jonathan Coy da William Beck de gerçek hayatlarında normal insanlar olabilirler bilemem ama burda resmen ucube imajı çizme yarışındalar. Ürkütücüler, saçmalar ve rahatsız ediciler. Kitapta anlatılan karakter her ne kadar biz bilinçli insanları sinir etse de, Catherine gibi saf bir genç kızı etkileyebilen bir yapıda olmalı. Tamamen yanlış anlamışlar.
Başta da dediğim gibi, prodüksiyon açısından ve her açıdan 1987 versiyonu tam bir rezalet. Oyuncusundan, kostümüne, makyajına, diyaloglarına ve hayal sahnelerine kadar. Northanger manastırı bile yanlış seçilmiş mekan olarak. Bunun yanında 2007 yapımı oldukça başarılı. Her açıdan tatmin edici. Ama gene de o 1987 Northanger Abbey'sini de bir açın bakın derim ben. O kadar parodi gibi bir Austen uyarlaması nasıl başarılır görmek için.

(Önceki dosyalar Sense&Sensibility, Pride&Prejudice, Mansfield ParkEmma ve Persuasion)

14 Ağustos 2011 Pazar

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 2 : Pride&Prejudice

Jane'in (1811'de) yayınlanan ilk romanı Sense&Sensibility'nin son iki uyarlamasına bakmıştık : http://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2011/08/jane-austen-uyarlamalar-dosyas-1-sense.html
S&S'den iki sene sonra 1813'te Pride&Prejudice yayınlandı. Jane'in en çok bilinen ve belki de en çok sevilen-okunulan kitabı olan P&P, yüzyıllardır dünya üzerindeki pek çok kadının başucu kitabı aynı zamanda. Barındırdığı o nefis mizah, eleştiri ve gözlemler, incelikli bir alay duygusuyla dokunmuş iflah olmaz bir romantizmle bu hikaye, bizlere, gururunu yenmeye çalışan Darcy'yle önyargılarına boğulmuş Elizabeth'in aşkının etrafında hiç eskimeyecek bir klasiği anlatıyor. Aynı zamanda Jane bununla, hepimizin ahını almış durumda. Bunca mutsuz kadınla dolu bir dünyaya, Darcy karakterini tanıştırmanın, dahası büyük bir umutla onun varlığına inandırmanın ne gereği vardı diye hayıflanıyoruz her defasında.
Bu yüzdendir ki en çok sinemaya, televizyona uyarlanan romanı da bu olmuş Jane'in. 1940'ta başladığı film ve dizi yolculuğuna hala devam etmekte P&P. Aralarından yine son ikisi sayılabilecek 2005 yapımı Joe Wright yönetmenliğindeki sinema filmi ile 1995 yapımı BBC'nin mini televizyon dizisini karşılaştıracağız.
Elizabeth Bennet'larımız
Dizideki Elizabeth Bennet'ımız Jennifer Ehle ile filmdeki Elizabeth'imiz Keira Knightley'nin tamamen farklı farklı ele alınması gerektiğini söyleyerek başlamak lazım. Çünkü ikisi de aynı kitabın aynı karakterini canlandırmış olsalar da, bu çok sevilen-hayranlık duyulan karakteri kendilerine göre yorumlanmış vaziyetteler. Jennifer Ehle biraz daha Jane'in çizdiği Elizabeth'e yakın durmaya çalışıyor ama gene de onu daha güleryüzlü, daha anaç ve belki bir parça daha sessiz hale getiriyor. Buna karşılık Keira Knightley, tamamen bir erkek-fatmaya çevirdiği Lizzy'nin üzerine bol bol eleştiricilik, canlılık, çenebazlık ve gençlik ekliyor. Esasında Jane'in yarattığı Elizabeth Bennet da tam olarak bu ikisinin karışımı olurmuş gibi geliyor bana. Ehle'nin performansı içimi ısıtsa da sanırım buna göre Keira'nın Elizabeth'ini tercih ediyorum.
Darcy'lerimiz
İşte en zorlayıcı performans : Darcy. Şimdiye kadar hangi oyuncu bu gömleği giymişse, bu inanılmaz karaktere hayat vermeye çalışmışsa, hepsi de bir şekilde başarılı olmuş. Bu kadar yüksek beklentilere cevap verebilmek için hepsi sorgusuz sualsiz kendini parçalamış. 1995'teki Colin Firth'ün ve 2005'teki Matthew Macfadyen'ın da yaptıkları farklı değil. Yani karakter açısından tabiki farklı şeyler yapmış durumdalar-kısmen. Ama başarmaya çalıştıklarının kesinlikle üstesinden gelmişler. Colin Firth, zaten 2005'e kadar, ki ondan da sonra hala, dünya üzerindeki kadın nüfusunun tek Darcy'si olarak biliniyor. Onun dizide çizdiği gurur abidesi, aşık, güçlü ama kendi zincirlerine hapsolmuş ve onlarında içinde bocalayan, o derinden ama büyük büyük ilerleyen Darcy'si tam anlamıyla Jane'in anlatmaya çalıştığı, yaratmaya çabaladığı mükemmel adam kalıbını oluşturuyor. İnanılmaz bir performans, insanı kendinden geçirtecek denli şahane bir oyunculuk. On yıl sonra Matthew Macfadyen'ın yarattığı Darcy'nin bundan aşağı kalır yanı yok. Fiziksel olarak karaktere daha fazla bir çekicilik katmasının yanı sıra, onunla çok daha iyi empati kurabileceğimiz, hissettiklerini daha fazla içimizde hissedebileceğimiz şekilde bakışlar ve duygular da ekliyor Macfadyen Darcy'ye. Firth'ün göldeki sahnesi ne kadar karizmatik, acı dolu, duygu doluysa; Macfadyen'ın yağmur altındaki evlilik teklifi ondan çok daha unutulmaz, çok daha duygu yüklü, insanın içini acıtacak denli kusursuz bir sahne oluşturuyor. Sanırım bundan sonraki ilk muhtemel Darcy'nin işi oldukça zor olacak.
Jane Bennet'larımız
Jane Bennet karakteri, Jane'in romanlarında yarattığı onca karakter içinde hemen hemen güzellik timsali olarak tanımladığı çok az karakterden biridir. Bu açıdan, bu kadar zor bulunan bir durumu en iyi şekilde sergilemek gerekirmiş gibi geliyor bana. 2005'te Rosamunda Pike'la adeta sayfalardan fırlayıp perdede parlayan masumiyet, güzellik, iyilik ve sevgi timsali Jane Bennet'ı görürken, 1995'te sadece şaka görüyoruz. Susannah Harker bildiğiniz şaka. Öyle söyleyeyim siz anlayın.
Bingley'lerimiz
Bingley rolü ise onu oynayan her aktörü şaşmaz bir şekilde seyirciye sevdiren bir roldür. Jane'in de büyük ihtimalle yazarken uygun gördüğü ve düşündüğü de buymuş gibime geliyor. Crispin Bonham-Carter da Simon Woods da hem fiziki olarak hem de duruş olarak tam birer Bingley haline gelmişler. Kendilerinden bekleneni fazlasıyla veriyorlar, sadece Simon Woods bir parça daha sevimli gösteriyor Bingley'yi, ki böylesine sevimlilik abidesi bir karakteri daha ne kadar sevimli gösterebilirsiniz siz düşünün artık.
Wickham'larımız
Wickham karakteri ise Jane'in her romanında olmazsa olmaz kötü ama yakışıklı-çekici erkek rolünün P&P versiyonudur. Jane her hikayesinde şaşmaz bir şekilde böyle bir erkek çıkarır karşımıza ve onu tanımayanlar için önce çekici gösterir karakteri, ki bu aslında onun "kötü bu adam" demesinin yoludur biz biliriz, ardından da gerçek yüzünü ortaya çıkartıp, mutlaka ama mutlaka iyi karakterlerimize ufak da olsa bir hasarla birlikte ortadan kaybeder onu. İşte bu yüzden ciddi anlamda, ilk bakışta akılları baştan alacak ama daha sonra iç yüzünü gördüğünüzde "haa anlamıştım bak zaten yüzündeki o bakışlardan bunun içinde bir pislikler olduğunu" dememizi sağlayacak bir oyuncu olmalıdır bu karakterlerin gömleği içinde. Dizideki Adrian Lukis bir anlamda böyle görünebiliyor. Ama filmdeki Rupert Friend önce yakışıklı masumiyet kokan suratı ve ardından korkakça saldıran şeytani görünüşüyle cuk diye oturuyor Wickham rolüne. Ya da tamam, ben yakışıklı deyince sarışın olsun istiyorum karakterlerin, öbür türlüsünü beğenemiyorum :p
Bennet sistalar
BBC'nin senaryosu tabiki kitabın neredeyse birebir kopyası ama Deborah Moggach'ın yazdığı senaryo da barındırdığı pek çok değişikliğe rağmen fena bir iş çıkarmıyor ortaya. Hatta en az kitap kadar güzel hale gelmiş bu şekilde Darcy ve Elizabeth'in hikayesi. Ama bu durumda ortaya sanki kitabın uyarlanmasının dışında birşey çıkmış gibi geliyor bana. Yani 2005'teki bu filmi bir P&P uyarlamasından çok kendi başına ayakta duran ama Jane'in yazdıklarından ilham almış bir sinema filmi gibi görmek lazımmış gibi. Bu anlamda başarılının ötesinde bir Austen uyarlaması izlemek için diziyi, mükemmel bir gurur ve önyargı hikayesi izlemek için de filmi izlemeyi tercih ederim. Ama ikisi arasında bir seçim yapmak, bu çikolata mı yoksa o çikolata mı diye karar vermeye benziyor.

24 Mayıs 2011 Salı

The Greatest (2009)


Carey Mulligan'ı An Education'dan sonra takip etmemek elimde değildi. Bu sebeple rotamı hemen aynı sene gösterime girmiş olan The Greatest'a çevirdim.
Shana Feste'nin hem yazıp, hem de yönettiği filmin kadrosu bir kere ikna edici: Carey'nin yanında, Pierce Brosnan, Susan Sarandon ve Aaron Johnson. Ama tam da bu sebeple, önümüzde iflah olmaz bir duygusallığın içinde yüzen aile dramı var.
Bennett Brewer aynı okulda senelerce görüp de bir türlü açılamadığı Rose'la sonunda, okulun son günü konuşabilme şansı yakalamış ve iki güzel-genç insan hemencecik bir ilişkiye başlayıvermişler. Ama kader ağını çok feci örmüş ve tam da en mutlu oldukları bir gece vakti, hızını alamamış bir kamyon arabalarına çarpmış. Bennett hemen orda ölmüş ne yazık ki. Rose ise filmimizin kendisini oluşturmak üzere hastaneye kaldırılıp, iyileşmiş.
Bennett'ın cenazesinde, parça pinçik olmuş, bir kamyon da onların üzerinden geçmiş gibi olan ailesiyle tanışıyoruz. İnsanın içini sızlatan sessizliği ve bitik görünüşüyle babası Allen, tüm gücünü ve dikkatini hastanede komada olan kamyon şoföründen oğlunun son anlarını dinlemek için uğraşmaya adamış dağılmış annesi Grace ve sonradan suçluluk olduğunu anlayacağımız kıvranışlarının içinde kendi yöntemiyle Bennett'ın ölümünden etkilenen kardeşi Ryan. Araya sokuşturulan detaylarda öğreniyoruz ki Allen, zaten Grace'le kopma noktasındaymış, onu aldatmış. Grace bu da dahil herşeye kızgın ve Ryan da uyuşturu-içki konusunda kendini tamamen serbest bırakmış.
Tüm bunların üzerine hanemize güneş gibi doğan Rose, çıkageliyor Brewer'ların evine. Rose'un annesi rehabilitasyon merkezi gibi bir yerde ve kızıyla ilgilenmekten aciz. Bu yüzden Rose, rahmetli Bennett'tan hamile kaldığını öğrenince soluğu Brewerlarda alıyor. Zaten büyük oğullarının ölümüyle kafayı yemiş, kendi iç meseleleri yüzünden kopmuş bu bitik aile fertlerinin bu duruma tepkisi de birbirlerinden alabildiğine farklı oluyor. İlerleyen dakikalarıyla birlikte filmin de anlatmaya çalıştığı, bu dağınıklıktan ve karanlıktan bir ışığın nasıl doğabileceğini göstermek haline geliyor.
Film belki çok da iyi eleştiriler almamış olabilir, hatta Sundance ve Method'da birer adaylıkla yetinmiş olabilir ama genelindeki etkileyici su götürmez. Özellikle Pierce Brosnan'ın boğazınıza düğümlenen o dağılmamaya çalışan aile reisi olabilme çabaları ve Susan Sarandon'ın serseri kamyon şoförüyle diyaloğu, insanı parçalıyor. Açılıştaki kaza sahnesi de benim için tamamen şoktu mesela. Bu kadar gerçekçi gelmemeliydi dedim kendi kendime.
The Greatest ismi bu arada, Rose ve Bennett'ın yaşadıkları en güzel şey olduğundan dolayı. Tıpkı Rose'un anlattığı gibi:
"Bir çocuk vardı. Benim için mükemmel biriydi. Onu ilk kez, birinci sınıfların İngilizce dersinde gördüm. Okulun ilk günü bir beyzbol şapkası takıyordu ve öğretmenimiz ondan şapkasını çıkarmasını istemişti. Çıkardığında, saçları kafasına yapışmış durumdaydı.Düzeltmeye çalışırken,bana gülümsedi.Ondan sonra birbirimizi izledik.
Ve sanki onu tanıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Sık sık, yıllıktaki resmine baktım.Yüzünü, tüm benliğimle tanıyordum. Son yılımızda,ben piyano dersi aldım o da futbolu seçti, böylece her gün okuldan sonra yollarımız tam aynı yerde kesişiyordu. Bu olay, artık dört gözle beklediğim bir şey hâline gelmeye başladı, öyle ki, artık onun gelmediği günler benim için tam bir hayal kırıklığı oluyordu. Bazen o da bana bakıyordu. Bazen de dönüp gidiyordu. Ve bazen de, öyle bir an geliyordu ki, birbirimize daha ilk adımlarımızı attığımız anda bakmaya başlıyorduk. Sonra, okulun son günü benimle konuştu. Söylediği her şey, tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Düşlerimi birebir yaşatıyordu ve her şey tıpkı hayal ettiğim gibi gerçekleşiyordu. Aynı anda hem çok mutlu hem de ölesiye korkmuş durumdaydım. Ve ona âşıktım. İşte bu yüzden bebeği doğuracağım. Ona tam dört yıldır âşıktım. Onu çok az tanıyordum ama her şey tam da hayal ettiğim gibiydi. Tam da düşündüğüm gibiydi. Bu yüzden bebeği aldırmadım. Sanırım o benim hayatımın aşkıydı."
(Orijinali:  I knew this boy... who was really wonderful to me. The first time I saw him was in freshman English. He wore a baseball hat on the first day of school, and our teacher made him take it off and his hair was all pasted on top of his head, and he smiled at me while he tried to fix it. We watched each other after that. And I started to feel like I knew him. I looked at his yearbook picture so often I knew his face by heart. Our senior year I took piano, and he had soccer, so we would pass each other every day after school in the exact same spot. And it became something I looked forward to. So much so that I could tell you all the days that he was absent because those were the days I was disappointed. And sometimes he would look at me, sometimes he would turn away, and sometimes it would be so intense that we would start looking at each other from the very beginning of the steps. And then on the last day... he talked to me. And everything he said was exactly how I pictured it would be. And he felt the way he felt in my dreams and I thought everything was happening exactly the way it was supposed to. And I was the happiest I've ever been. Happy and scared all at the same time.  I was in love with him. That's why I'm keeping this baby. I was in love with him for four years. I barely knew him, but everything was exactly how I imagined it, everything was just how I pictured it. I had to keep this baby. I think he was the love of my life.)

23 Mayıs 2011 Pazartesi

{2010 Oscarları} AN EDUCATION (2009) - Eğitimin iyisi kötüsü olmaz.

Öncelikle bilinmesi gereken: İngiliz aksanı! Evet bir İngiliz aksanı çeşitliliği ve cümbüşü içerisinde olabileceğimiz bir film bizi bekliyor. Bunu öğrendik, heyecanlandık mı? Elbette. O zaman konu ne?
Orası çok basit. 16 yaşındaki lise öğrencisi ineğimiz Jenny, onu hayatlarından adeta vazgeçmişçesine Oxford'a hazırlayan annesi ve babası, Jenny'nin kuralcı edebiyat öğretmeni ile okul müdüresi, bordo arabalı zengin centilmen David, David'in ne idüğü belirsiz iş ortağı ve onun saf-salak durumundan hallice sevgilisi. Ve tabi 1960ların başında İngiltere, Paris. Müthiş dönem müzikleri ve kıyafetleri eşliğinde.
Esasında çoğu kez işlenmiş ve bilindik bir konuyu işlemesine rağmen, oldukça güzel anlatılmış olması; tüm filmin tıkır tıkır işlemesine, istenen mesajın içten ve karakterlere de yapıldığı gibi izleyenin beynine de tecrübe ettirilerek kazınmasına, oyuncuların su gibi akmasına sebep olmuş. Önce ilk yarıda tereddütle de olsa göklere çıkarıp sizi, ikinci yarıda aynı hızla olmasa da adım adım yere geri atıyor film. O ilk zamanlardaki mutlu eden, herşey ne kadar da peri masalı dedirten durumda bile insanın içinde hep bir 'aha şimdi adam psikopat çıkacak, ah ah vah vah şimdi kötü birşey olacak' vesvesesi sürmüyor değil tabi. Sonuçta biz de biliyoruz ki hiçbir şey bu kadar güzel olamaz ve insanın hayal ettikleri için - jenny'nin de dediği gibi- kestirme bir yol yok. Filmde bu durum her iki tarafa da saygılı olunacak bir şekilde gösteriliyor. Yani hem hayatı yaşamak istediğini düşünen gencimiz açısından hem de ona eğitimin ve emek göstermenin bir şekilde gerekli olduğunu kabul ettirmeye çalışan okul tarafındakiler açısından. Haklı olan kim peki diye bir tereddüt bırakmıyorlar filmin sonunda gerçi, kendi açılarından.
Başroldeki Carey Mulligan'ı görünce en başta bir tanıdıklık hissi oluşması ise normal. Bir süre sonra ister istemez insanın aklında bir kikirdeyip kıkırdayan Lydia ve Kitty Bennet görüntüsü beliriyor. Zaten yanıbaşından ayrılmayan bir Rosamund Pike - Jane Bennet da - varken, romantik gözler, elleri belinde söylene söylene gelecek bir anne Bennet olsun veyahut da leylek boynu önde bir kemik torbası Elizabeth olsun görmeyi umuyor her an. Heyhat, onların yerine bilmiş kızıyla düzeyli bir şekilde atışan baba figüründe döktüren bir adet Alfred Molina ile komikliği insanı acımaya vardıran saf salaklığı yer aldığı her sahneyi çalan bir Rosamund Pike elimize sunulmuş. Pek de güzel olmuş. Hülyalı bakışlarıyla Romeo misali ortada gezinen Peter Sarsgaard'a hiç birşey demiyorum. İçim bir tuhaf oluyor. Ağlasam mı elime odun alıp dövsem mi bilemiyorum. Onu aklımdan silmek istiyorum. Öyle diyeyim.

Carey Mulligan ayrıca en iyi kadın oyuncu Oscar ödülüne adaydı, tabiki Sandra Bullock'a kaybetti. An Education en iyi film olmalı mıydı peki? Daha iyileri vardı herhalde. Kötü olduğu anlamına gelmiyor, kesinlikle, çok iyiydi. Ama almadı ödülü doğal olarak.
Of Jenny off !

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...