ben barnes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ben barnes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mayıs 2013 Pazar

Ben Barnes'lı filmler : The Words [2012]

Bir gün - bugünden çok da uzak olmayacağını umut ettiğim bir gün - çok iyi, çok okunan, saygı duyulan, fikirlerine değer verilen, insanlara yeni dünyalar armağan etmiş, başarılı bir yazar olmak istiyorum. Şimdiye kadarki ve bundan sonra olacak diğer tüm yazarlar gibi, ben de, anlatacak hikayelerim olduğunu düşünüyorum. 7 yaşında, kalemi elime aldığımdan beridir de bunları anlatabildiğimi sanıyorum.
Ama ya anlatamıyorsam? Ya o kadar da iyi değilsem yazmakta? Yıllarca bırakın bir yayınevine göndermeyi, arkadaşım dediğim insanlara bile gösterecek cesareti bulamamıştım yazdıklarımı. Bir noktada kendime biraz daha güven duymaya başladım ve en azından arkadaşlarıma okuttum, ne hissediğimi, ne düşündüğümü, ne hayal ettiğimi. Hala daha kötü buluyorum yazdıklarımı, çoğunlukla. Ama içimde bir yerlerde inanıyorum da, benim de yapabildiğim şey bu, benim de dünyaya gönderilme sebebim bu. Anlatmak. Hikayelerimi anlatmak. Tarihin, arkeolojinin, antik dünyaların peşine takılmam, onların sevdasına tutulmam da bu yüzden. O dünyalara gidip, anlatmak, yazmak.
Ama ya yapabildiğimi sandığım şeyi yapamıyorsam? Bir iki kelimeyi bir araya getirebiliyorum diye kendimi yazar olabilirim diye boşuna sürüklüyorsam uçurumdan aşağı? Ya olduğumu sandığım kişi değilsem? Ya bir amacı yoksa benim de zavallı hayatımın? Dünya üstünde öylesine yürüyen o anlamsız kalabalıktan sadece biriysem? Yazdıklarımı kimse okumayacak, kimse beni dinlemeye değer bulmayacaksa? Kendi sıkıcı, Austen'dan hallenmiş, Verne çakması hayallerimin içinde boğulup gideceksem?
Ya asla yazar olamayacaksam?
Rory Jensen da benim gibi düşünüyor hayatında bir noktaya geldiğinde. Üniversiteden mezun olup, sevgilisiyle evlenip, Brooklyn'de ufak bir dairede geceleri, tüm şehir uyurken kendini yazmaya veriyor, aklında hep hayali "çok iyi bir yazar olacağım". Ailesiyle ufak bir anlaşma yapmış, en azından bu iki sene kendimi yazmaya vereceğim ve siz de bana dokunmayacaksınız diye. Ama bu durum her ay sonunda yine gidip babasından yerinden dibine girerek para istemek zorunda kalmasına yol açtığından artık düzenli bir işe gir baskılarına dayanamayıp, bir yayınevinde işe başlıyor. Gündüzleri çalışıp, akşamları tv karşısında uyuklamaya başlıyor. Artık tüm şehir uyurken o da uyuyor. Ve yazmak, orada, uzakta bir hayal olarak duruyor.
Bu arada 3 yıl boyu uğraşıp didinip yazdığı kitabı her yerden reddediliyor. Çok beğeneni ve piyasanın durumundan dolayı yayınlayamayacağız diyeni de çıkıyor, çok kötüydü diyeni. Tüm dünyası başına yıkılıyor Rory'nin tabi. O da sorguluyor haliyle, "ya olduğumu sandığım kişi değilsem, ya hiç olamayacaksam?". Sonra tesadüfen antika bir çanta içinde bir kitap taslağı buluyor. Sarımsı eskimiş sayfalara, daktiloyla yazılmış müthiş bir şey. Bir oturuşta okuduğu hikayede Rory istediği, çabaladığı ama hiçbir zaman elde edemeyeceği şeyi buluyor. Bu, gerçek bir kitap. Günlerde aklından çıkmıyor kitap, rüyalarına giriyor. Sonunda yayıncıya götürüyor Rory, kendi yazmış gibi. İşte bu, en büyük seçim bir hayalci için. Olmak istediğin şey elinde, hazır duruyor, orada o yasak elma. Kim karşı koyabilir ki ona? Siz yapabilir miydiniz? Ben yapabilir miydim? (Ben muhtemelen değil kesinlikle o sayfaların peşine düşerdim, kimin yazdığını bulana kadar da isimsiz olarak ama düzenleyen olarak ismimin koyulacağı şekilde bastırırdım. Kahretsin, ben tam bir ahlak ve mantık abidesiyim.)
"The Words" bu hikayeyi, sırf bu haliyle değil de katmanlı, içiçe girmiş bir halde, kurgu ve gerçek birbirine karışırken anlatıyor. Brian Klugman ve Lee Sternthal birlikte yazıp birlikte yönetmiş. Hatta okuduklarıma göre 10 yıldan fazla bir zaman önce yazdıkları senaryoyu dostları Bradley Cooper'a göstermişler, o da oynarım demiş ama sene 2012'de ancak oynayabilmiş. Film bize Aidan Quinn'in yazdığı "The Words" isimli kitabını okumasıyla ulaşıyor aslında. Yazar Clay Hammond başlıyor hikayeyi okumaya. O kitabın içindeki hikaye Bradley Cooper'ın Rory'sinin az önce anlattığım hikayesi. Rory'nin bulduğu kitabı yaşlı bir adam, Jeremy Irons yazmış oluyor ve o da başlıyor kendi hikayesini anlatmaya ki 1940'ların Paris'inde geçen bu hikayede de genç bir adamın Ben Barnes'ın güzel mi güzel bir Fransız kızı olan Celia'ya, yani Nora Arnezeder'e aşık olduğu, evlendiği, çocuklarının olduğu hikaye.
Film romantik drama olarak kategorilendirilmiş, büyük ölçüde öyle. Yavaş ilerleyen, sakin, sessiz ama vurucu anlara sahip bir drama. Bildik ve pek sevildik, yetenekli oyuncular bir bir arz-ı endam ederken pek çok soru sorduruyorlar izleyiciye. Etik kurallar var mı? Yazmak o kadar önemli mi? Hayal mi gerçek mi? Kurgu nerede bitip gerçek nerede başlar? Yazmak bir yetenek mi, öğrenilir mi, kaybedilir mi, o kadar çabalasak da elde edemez miyiz, çok büyük şeyler yaşadıktan sonra kendiliğinden mi fışkırır? Yazmak kurtarır mı bizi? İstediğimiz hayatı çalabilir miyiz? Olmak istediğimiz kişi olabilir miyiz? Evet, hepsini soruyor film. Ama cevapları verirken o kadar da cömert değil.

Ben Barnes'ı bu sene 3 filmde daha görebileceğiz, yetiştirebilirlerse. Bir dahakinde görüşürüz yine burada.

3 Aralık 2012 Pazartesi

The Seventh Son'dan ilk kare

USA Today'in yayınladığı fotoğraf nete düştü bugün (BenBarnesFan.Com'da gördüm ben). Ben Barnes ve Jeff Daniels'ı Tom ve Hayalet olarak gördüğümüz karenin dışında bir de Julianne Moore'un cadı hali var ama onu merak ediyorsanız şöyle görün: link.


Mutlu oluyorum ya ben bu adamı görünce :)

12 Eylül 2011 Pazartesi

Ben Barnes'lı Filmler 3 : Killing Bono (2011)

İkinci bölümde Ben'i bıraktığımız yer Easy Virtue'nun sonuydu. 2008'i Narnia ve Easy Virtue ile kapatan Ben, 2009'da tek bir filmle perdede göründü : Dorian Gray. Bu Oliver Parker yönetimindeki son Oscar Wilde uyarlamasında Ben Barnes, bir kez daha Colin Firth'le karşılıklı döktürme şansına erişti (Şöyle de yazmış olabilirim : Dorian Gray (2009)). Ertesi yıl Narnia serisine devam ettiği The Chronicles of Narnia : Voyage of The Dawn Treader  ve nette bile pek bulamadığım "Locked In" isimli filmlerde rol almasının ardından 2011'de eski boyband günlerini anabileceği, bol bol şarkı söylediği "Killing Bono" ile farklı bir deneyime yelken açtı.
Killing Bono, Neil McCormick isimli gazeteci-yazar şahsiyetin yazmış olduğu kitap "Killing Bono : I Was Bono's Doppelganger"dan uyarlanan bir tür otobiyografik-biyografik sayılabilecek bir film. McCormick bizim U2'nun solisti olarak bildiğimiz Bono'yu Paul Hewson olduğu günlerden tanıyan ve U2'nun başladığı noktayı, büyüyüşünü, devleşmesini izlemiş, birinci elden tanık olmuş bir İrlandalı. Daha doğrusu Bono'nun çocukluk arkadaşı. Bir dakika, hikayeyi böyle başlayarak karıştırdım. En iyisi film nasıl anlatıyorsa öyle anlatmak.
Film 1987 yılında konser için Dublin'e gelen U2'yu uzaktan izleyerek Bono'ya doğru bir silah doğrultmuş Neil McCormick ile açılıyor. Tam bir manyak gibi görünen bu genç adamı bu noktaya getiren olayları başa sarıp, 1976 yılına dönüyoruz sonra. Dublin'de bir ortaokulda Larry Mullen'ın baterist olarak bir müzik grubu kurmak istediği için ilan tahtasına astığı bir kağıda isimlerini yazan Paul Hewson ve Ivan McCormick ile tanışıyoruz. Evet 70'ler, Beatles'ın İngiltere'den çıkıp ortalığı kasıp kavurmasının gazıyla ve bir yandan coşan punk'ın da rüzgarıyla her köşe başında bir araya gelen iki üç genç bir müzik grubu kuruyor.
Kahramanımız Neil, kardeşi Ivan ile bir müzik grubuna sahip. Öyle kendi kendilerine çalıp, söyleyip, büyük bir rock grubu olacakları zamanın hayalini kuruyorlar. Öte yandan Larry'nin mutfağında toplaşan Paul, Adam ve David bir efsanenin ilk adımını atıyorlar. Tabi bu sırada Ivan da var aralarında. İlk denemeden sonra onu da istiyorlar grupta ama Paul bunu ilk önce ağbi Neil'a sormak gibi bir salaklık yapıyor. O da kardeşini bırakmaya yanaşmadığından direkt reddediyor ve Ivan'a bunun kelimesini bile etmiyor.
Bu noktadan sonra aynı okuldan yola çıkan iki gruptan biri dünya devi olmaya doğru yol alırken diğeri, Neil'ın üst üste yaptığı salaklıklar, başarısız seçimler, kıskançlıklar, çenesi düşüklükler yüzünden gittikçe dibe sürükleniyor. Daha doğrusu bir anlamda Neil McCormick ve onun kendisi dahil çevresindeki herkesin hayatını mahvedişinin hikayesini izliyoruz. O bu sırada devamlı surette hayatındaki her bir yanlışı Bono'ya bağlıyor, her bir hatasını ona yüklüyor. Çünkü en başından beri hayalini kurduğu ama salak düşünceleri yüzünden hak etmediği hayatı gözlerinin önünde Bono tarafından çatır çatır yaşanılıyor. Kedi de ulaşamadığı ete mundar diyor.
Gerçi sorun kedinin ete ulaşamaması değil burada, kedinin etin attığı her adıma karşı sırtını dönüp, sonra da aç kaldım diye delilenmesi asıl mesele. Film boyunca kendi egoizmi ve kardeşine duyduğu suçluluk içinde gittikçe daha da boğulan Neil'ın her bir defasında kıskançlıkla dolu reddedişlerine karşılık, Bono'nun tüm iyi niyetiyle adeta bir melek gibi devamlı bu çocukluk arkadaşlarına elini uzatmasını izliyoruz. Bir taraf o kadar iyi ve diğer taraf da o kadar kötü ki cidden bir süre sonra sinir bozucu oluyor.
(Gerçek Neil'ın film hakkındaki röportajı için : http://www.telegraph.co.uk/culture/film/starsandstories/8376077/Neil-McCormick-on-Killing-Bono.html)
Tabi bir yandan McCormicklerin grubunun şarkılarını ve U2'nun erken dönem hitlerini, dönemin güzel müziklerini dinliyoruz bu gitgide çığrından çıkan adamın hikayesini izlerken. Ben Barnes belli ki kariyerine bu "tür" rollerden katma vaktinin geldiğine inanmış ve onu denemeye çalışmış. Bol bol şarkı söyleyip, gittikçe psikopatlaşan acemi müzisyeni oynayarak fena bir iş çıkarmamış. Robert Sheehan da oldukça iyi, tabi bir de o gözlerin nasıl öyle yemyeşil görünebildiğini çözebilseydim daha iyi olacaktı. Ayrıca Pete Postlethwaite'nin o hasta haliyle rol aldığı son film olduğundan da önem arz ediyor (unutmuştum önce ben, sonra izlerken bu adam niye bu kadar hasta gibi dedim cidden rolde bile öyle olduğu çok belli oluyordu, sonra imdbyi açınca hatırladım tabi, ocakta aramızdan ayrılmıştı kendisi.).
Sonuçta eğlenceli, müzik dolu ve genç oyuncuları başarılı bir "gerçek" hikaye izlemiş oluyoruz Killing Bono ile. Orta seviye olabilir biraz, benzerlerine veya benzetilmeye çalışıldıklarına nazaran da hafif kaçabilir ama bununla birlikte oturup bir kez daha "Across The Universe" ve "I'm Not There" izlenip, üzerine de cila niyetine bir "Taking Woodstock" geçilirse, daha da iyi olabilir.
Ben Barnes'ı bundan sonra 2012'de iki ufacık yan rolde, 2013'te de kocaman bir başrolle bekliyor olacağım ben. Şimdiye kadarkilerle size de başarılı gelmişse, bekleriz birlikte ;)

10 Eylül 2011 Cumartesi

Ben Barnes'lı Filmler 2 : Easy Virtue (2008)

İlk bölümde (Ben Barnes'lı Filmler 1 : Bigga Than Ben (2007)) "Bigga Than Ben" ile perdeye transfer olduğunu gördüğümüz Ben Barnes'ı aynı sene bir Hollywood yapımında ufak bir rolde de gördük. Süperötesi yazar Neil Gaiman'ın aynı adlı romanından uyarlanan "Stardust"ta Ben, ana karakterin babasının gençliğini oynadığı yaklaşık 5 dakikayla kendine yer buldu. Ki bu Matthew Vaughn'ın yönettiği ve Michelle Pfeiffer, Claire Danes, Robert De Niro, Sienna Miller, Henry Cavill gibi oyuncuların geçit töreni gerçekleştirdiği bir film için hiç de fena bir çaba sayılmaz.
"Stardust"ta bir göründüm, kaçtım yapmasını Hollywood yeterli bulmamış olacak ki ertesi sene, 2008'de ilk "gişe" filmine adım attı Ben. "The Chronicles of Narnia : Prince Caspian" ile ilk gişe başrolünü gerçekleştirdi böylece. Ve nerdeyse Narnia serisinin keskin bir düşüş gösteren film serüveni, tamamen onun omuzlarına bindirildi.
Kendisi üzerine kurulu büyük bütçeli bir filmin başrolünü oynamanın yükünden sonra aynı yıl "Easy Virtue" isimli bir tiyatro oyunu uyarlamasıyla perdelere konuk oldu. İngilizlerin pek bayıldığı oyun yazarı Noel Coward'ın 1920'lerin sonlarında geçen oyununun, Hitchcock uyarlamasının aksine tam bir komedi haline dönüştürülmüş olduğu "Easy Virtue"da Ben Barnes'a düşen rol de zengin aristokrat çiftlik ailesi olan Whittakerların parlayan, umut saçan, hayat dolu ve tasasız oğlunu oynamaktı.
1920'lerin sonunda İngiltere'nin kırsal kesiminde geniş arazilerinin içindeki kocaman evlerinde yaşayan burnu havada Whittaker ailesine konuk oluyoruz "Easy Virtue" ile. Baba Jim ilk dünya savaşında savaşmış, esasında biz sinema izleyicisinin oldukça aşina olduğu savaş-sonrası-psikolojisine oldukça batmış, devamlı ortalıkta toplanmamış bir yatak gibi gezen, herşeyi boşvermiş, hiçbir şeye karışmayan bir adam. Savaştan sonra eve dönmemiş esasında, Fransa'da kendini hayatın zevklerine vermiş halde bir süre dolanmış. Onun bu önce fiziksel ardından psikolojik yokluğunda karısı yani annemiz Veronica da katı ahlakçılığı, kuralcılığı ve İngilizliği ile evi ve herkesin yaşamını çekip çevirmeye vermiş kendini. Tabi bu durum da onu filmin en baştaki tek otoritesi yapıyor. İki kız kardeş Marion ve Hilda ise birbirlerinden tuhaflar. Marion ölen nişanlısı Edgar için yas tutuyor hala, Hilda ise kanlı-vahşi-skandal dolu olan herşeye bayılıyor, gazete küpürleri falan biriktiriyor.
Böyle bir ailenin oğlu olan John ise Monaco'da araba yarışlarında tanıştığı Amerikalı yarışçı Larita'ya aşık olup, evlenip, onu bir de eve, bu aileyle tanıştırmaya getiriyor. Larita Detroit'te büyümüş, tam bir afet. Araba yarışçısı, başın buyruk, şehir insanı, deneyimli, hayatı dolu dolu yaşamaya çalışan, biraz da "rahat" bir kadın. Birlikte bu eski moda aristokrat evine adım atıyorlar ve bir çeşit rekabet hikayesi başlıyor.
Filmin görüntü olarak vermeye çalıştığı mesaj da bu : Gelin kaynana çekişmesi. Ama değil. Yani öyle başlatıp, romantik komedi süsü verilmeye çalışılıp, bambaşka yerlere gidiveriyor hikaye. Savaş sonrası durumu gösteriyor biraz, kuralcı eski kafalı aile değerlerini bulaştırıyor işin içine, "basit erdemlerin" iyi mi kötü mü olduğuna dair mesajlar içermeye çalışıyor, eski "geçmiş" ile yeni "gelecek"in çarpıştığını söylüyor bir yandan. Evliliğin ne olduğundan ve sınırlarından çok, aşkın ne olduğundan ne kadar olduğundan yana söyleyeceklerini söylüyor.
Evet bir sürü şey söylemeye çalışıyor böyle ve yazdığımda "vaay" falan gibi gelmeye başlamış olabilir ama değil. Tüm bunlar anlatılmaya çalışılan dönemin atmosferine pek benzemeyen jazz ritimleriyle birlikte sadece bir romantik komedi kalıbında geliyor önümüze. Hani bazen elde en güzel malzemeler varken en kötü yemek ortaya çıkar ya aynen öyle oluyor bu filme de. "Birazcık" olmuş bir film. Yani elde inanılmaz bir Colin Firth, rolüne cuk oturan bir Kristin Scott Thomas, tertemiz oynayan birer Jessica Biel ve Ben Barnes varken, film gene de kanı canı çekilmiş bir şeye benziyor.
Nedeni aslında açık. Colin Firth ve Kristin Scott Thomas, kariyerlerinin en alışıldık rollerine büründürülmüş bir kere. Hiç risk alınmamış, gayet kalıpları dahilindeler. Ben Barnes ve Jessica Biel tek başlarına parıldayan insanlar olabilirler ama birlikte, aşık bir çifti canlandırırken berbatlar, ruhsuzlar, uyumsuzlar. Zengin bir "countryside" evi olması gereken malikane ise dönemin fakir evlerinden ikinci sınıf eşyayla döşenmiş gibi. Bunlar ne biçim aristokrat böyle dedirtiyor.
Film kötü değil, bu arada onu söyleyeyim. Yani "o kadar da" kötü değil. Sadece bunca mükemmel elementle insan çok daha fazla birşey beklerken orta karar bir romantik komediyle karşılaşınca haliyle dır dır ediyor. Ben Barnes da muhtemelen benim gibi "elementlere" kanıp, rol almış olmalı. Ben ona o düşünceyi yakıştırıyorum ve "Killing Bono"ya doğru yol alıyorum.
Bu arada filmlerden dans sahnelerime bir yenisi daha eklemekten memnum değil miyim, kesinlikle memnunum. Buyrunuz dayanılmaz cazibesine tango yapan bir Colin Firth'ün (tamamı değilse de bir kısmı):


Filmin resmi sitesi : http://easyvirtuethemovie.co.uk/

6 Eylül 2011 Salı

Ben Barnes'lı Filmler 1 : Bigga Than Ben (2007)

20 Ağustos 1981 tarihinde Londra semalarından dünyamıza inmiş olan Benjamin Thomas Barnes'ı ben de birçoğumuz gibi ilk defa Narnia Günlükleri : Prince Caspian'daki malum prens olarak tanıdım. E bir kere de tanıyınca kendisini sevmemek, ergen-genç-kız-fanatikliğine dönüşmemek pek zor (yoo hayır dönüşmedim).
Ben Barnes ekran ve perde kariyerine öncelikle Hyrise adındaki bir boyband'de şarkı söyleyip dans ederek başlamış (ki nerdeyse 2004'te İstanbul'daki Eurovision'da İngiltere'yi temsil edecekmiş, o derece.). Ardından tvde bir iki kere görünüp, neyseki kendine bir oyunculuk kariyeri çizmeye karar vermiş olmalı ki 2006'da "Doctors" adlı dizinin bir bölümünde ve "Split Decision" adlı bir tv filminde rol almış. Yapımı veya çekimi devam eden birçok film var bu sene ve seneye vizyona girmesi beklenen. Ancak şimdiye kadar gösterimi yapılmış 8 tane sinema filminde kendine gayet iyi yerler edinmiş durumda. Sözkonusu 8 filmden bir tek "Locked In" adlı 2010 yapımı Suri Krishnamma filmini bulamadım, göremedim henüz.
Spiker ve Cobakka : meteliksiziz ama cooluz.
Ben'in ilk beyazperde işi "Bigga Than Ben" esasında oldukça iyi bir başlangıç, kendini kanıtlamak isteyen bir yetenek için. Tam ismi de Bigga Than Ben : Russians' Guide To Ripping Off London. Bu ismin de fikir verdiği gibi Pavel Tetersky ve Sergei Sakin'in aynı isimli günlük-kitaplarından Suzie Halewood'un senaryolaştırıp, bir de yönettiği bir uyarlama. Moskova Film Festivali'nde ve Edinburgh Film Festivali'nde gösterilip, oldukça beğenilmiş olan bu kara-mizah filmi, çocukluktan beri iki sıkı dost olan Rus gençleri Spiker ve Cobakka'nın farklı farklı nedenlerle yurtdışında köşeyi dönme çabalarını anlatıyor. Spiker yeterli parayı biriktirip sevgilisi ile evlenebilmek isterken, Cobakka her zaman kurmayı istediği müzik grubunu oluşturacak kadar parayı elde edebilmeyi umuyor. Aslında Los Angeles'a gitmeyi istiyorlar tabi önce ama bütçeleri ancak Londra'ya kadar götürebiliyor onları ve mecburen de hayallerine orda destek aramak durumunda kalıyorlar.
Nereye geldik abi biz böyle bakışı
Cobakka'nın dış ses olarak bir yandan anlattığı olayları, Rusya'dan gelip, birer göçmen ve yabancı olarak Londra'nın onlara gösterdiği yüzünü, izliyoruz. Banka hesabı açmak istiyorlar mesela ilk hedef olarak. Ama bunun için adrese, kalacak yere, belgeleyecek bir işe ihtiyaçları var. Başlarını sokacak çatıyı bile zar zor buluyorlar her gece. Sırtlarında çantaları, ağır Rus aksanlı İngilizceleriyle oldukça yabancı düşmanı olan İngilizlerin arasında iş arıyorlar. Müslüman mahallesinin kokusuna dayanamıyorlar, kendi ülkelerinde nefret ettikleri siyahilerden yardımı ve insanlığı görüyorlar. Hatta filmin belki de en iyi karakterleri o Jamaikalı rastafaryan abiler.
Artash ve çömezleri
İstenmeyenler olarak yırtmaya çalıştıkları bu metropolün inceliklerini öğreniyorlar bir yandan. Yasaları ve düzeni nasıl eğip bükebileceklerini, boşluklardan nasıl yararlanabileceklerini çözüp, sistemin içine dalmaya çalışıyorlar. Yalnız bu kadar trajik bir göçmenlik hikayesi olarak anlattığıma bakmayın, film esasında son derece eğlenceli ve komik. Adı üstünde kara-mizah zaten. Mizah yönü çok iyi bir karalık bu. Dünyanın en refah düzeyi yüksek şehirlerinden birinin arka sokaklarını gösteriyor tabi bu arada, gerçekçi bir şekilde İngilizlerin yabancılara ve yabancıların birbirlerine nasıl davrandıklarını da anlatıyor. Arkadaşlığı, dostluğu, amaçları, hayalleri sorgulatıyor.
karın doyurmanın yegane yolu : aşırıcılık
Cobakka rolündeki Ben Barnes, yırtma derdinde Londra'nın soğuk nefesiyle boğuşan Rus gencini çok iyi canlandırıp, bir anlamda filmi sırtlamış ve gayet yerinde bir başlangıç yapmış böylece. Başrolün diğer yarısı Andrey Chadov'un performansını da gözardı etmemek gerek tabi. Üstüne Pete Doherty ve Joe Strummer'ın el attıkları müzikler de cabası.
yırtmanın da çeşitli şekilleri var, değil mi?
Filmin resmi sitesi : http://www.biggathanben.com/

28 Haziran 2011 Salı

Dorian Gray (2009)


Kitabı okumuşken hemen ardından en son uyarlamasını izlememek olmazdı tabi. Kitap hakkındaki düşüncelerimi yazmıştım:http://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2011/06/dorian-grayin-portresi.html
Bu yüzden konuyu bir daha tekrarlamadan direkt kitaba dayandırılarak yapılan bu 2009 tarihli filmi anlatacağım. Toby Finlay'in senaryosunu yazdığı filmin yönetmeni Oliver Parker-ki kendisi aynı zamanda oyuncu da. Dorian Gray olarak Ben Barnes'i, Henry Wotton olarak Colin Firth'ü ve Basil Hallward olarak Ben Chaplin'i izliyoruz.

Bu noktada da söylemek gerek ki filmin çıkış noktası dışında kitapla bir alakası yok. Film kitabın aksine, Dorian Gray'in büyükbabasının ölümü üzerine kendisine miras kalan eve yerleşmek üzere Londra'ya ayak bastığı ilk andan başlıyor.

En saf ve çocuk halindeki Dorian, kurda kuşa yem olmadan evin uşağı Victor tarafından eve getiriliyor. Çocukluğunun geçtiği evde kısa bir anı tazelemeden sonra, sosyetik hanımların yardım etkinliğinde piyano çalarken buluyoruz güzellik timsalimizi.

Burada herkesi kendine hayran bırakmanın yanında, Basil Hallward'la da tanışmış oluyor. Basil onu  ilk gördüğü andan itibaren kalemini kağıt üzerine dolaştırmaya başlıyor.

Daha sonra Basil'le portre çalışmalarına başlıyorlarken görüyoruz ikisini. Filmin kitabın hikayesine eklediği bir diğer ayrıntı da bu kısımda yavaştan gözümüze sokuluyor. Dorian'ın büyükbaba meseleleri mevcut. Çocukluğunda bir anlamda ondan nefret eden büyükbaba figürü göz önüne getiriliyor, hem tavan arası odasındaki flashbacklerle hem de Dorian'ın sırtındaki kırbaç izleriyle.

Yine kitaptakinin aksine Dorian, Basil'le birlikte Henry Wotton'ın partisine gittiğinde tanışıyor lordla. Daha ilk andan Lord Henry Wotton ele geçiriyor Dorian'ı. Sigara içiriyor, insanlar hakkında fikirlerle dolduruyor.
Kitapta üçü dışında kimsenin görmediği portre filmde gayet partili bir şekilde tüm tanıdıklara gösteriliyor ve salon duvarına asılıyor. Tabi portredeki sihri anlayan Dorian daha sonra onu kadim yerine taşıttırıyor.

Burdan itibaren de hikaye alabildiğine kendi orijinalliğine kavuşuyor. Toby Finlay'in senaryosu işin içine Sibly Vane'in erkek kardeşi Jim'i fazlaca sokuyor, filmin en can alıcı noktalarına gelindiğinde lordun 20lerindeki kızı Emily olarak bir karakter yaratıyor ve Dorian Gray'in tüm o ahlaksızlıklarını, zevk uğruna yaşadıklarını açık bir biçimde ele alıyor.

Bu haliyle hikaye kitaptakinden daha aksiyon ve gerilim içerir olmuş doğal olarak. Zaten bir buçuk saat boyunca da izleyiciye Dorian'ın düşüncelerini yüzünden okutamazsınız. Ayrıca bir diğer yanı da filmin yarattığı hikayenin, kitapta Oscar Wilde'ın söylemediği, aklımızı dürten düşünceleri ve asıl durumları karakterlere söyletmesi. Kitapta suçlu olarak resmi yaptığı için Basil'i gören Dorian, nihayet filmde de olsa Henry Wotton'a "Senin eserinim! Bana öğütlediğin ama asla yaşamadığın hayatı yaşadım. Ben, olmaktan korktuğun her şeyim." diyebiliyor.

Dorian Gray hikayesi, tümüyle onu canlandıran aktörün omuzlarına yüklü görünse de görünmeden Henry Wotton karakterine muhtaç. Bu yüzden Ben Barnes her ne kadar Dorian Gray olarak elinden geldiğince çabalamış olsa da, Colin Firth'ün belli bir etkisi olması gerek tüm film boyunca. Ben böylesine vurucu, baştan çıkarıcı bir etki göremedim lord Henry Wotton'da. Aynı sebepten Dorian Gray de pek çok yerde yetersiz kaldı. Ben Barnes karakter için gereken tüm o çekici güzelliğe sahip olsa da düz olmaktan kurtamıyor kendini film boyunca. Çok kötü değil, hayır, sadece biraz düz geliyor insana.
Film yeterli etkiyi gösteremese de izleyici bünyesinde, hikayeye tüm havasını katan müzikleri hakikaten muhteşem. Özellikle Dorian'ın doğumgünü sahnelerindeki ve bitiş jeneriğinin devamında güçlü gitar melodileriyle duyulan müzikler oldukça güzel.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...