17 şubat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
17 şubat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2023 Cuma

YAŞ ETTİ...12 - “Even the darkest night will end and the sun will rise.”

 Neverland'in 12.yaşındayız pek sevgili kayıp çocuklar. İçimden hiçbir şey yapmak ya da yazmak gelmiyor olsa da en azından bunun için gelmeliyim dedim buraya. 12 koskoca yıl. Söyleyecek hem çok şeyim var, hem de bir o kadar yok. O kadar çok anlatmışım gibi geliyor ki artık sanki ne anlatıyorum acaba diyorum bazen.

“Tuhaf olmaya çalışmıyorum. Sadece ne yapıyorsam onu yapıyorum.” der Johhny de. Mesajı gayet açıktır: Sadece kimsen o ol. Kimin ne dediğine, ne düşündüğüne bu kadar önem verme. Bu sebepledir ki karakterlerine içinden birşeyler katar. Artık onlar senaristin yazdığı veya yönetmenin söylediği karakterler değildir. Hepsi birer Johnny’dir. Bu yüzden sevilir Johnny de zaten, aşık olunur, hayran olunur, kıskanılır. İster istemez bilinir, o perdedeki adam aslında Johnny’dir. Ve söylemeye çalıştığı da ‘benim gibi olun’ değildir. ‘Kendiniz gibi olun.’ dur. ‘Başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına boyun eğmeyin. Ve en önemlisi siz de onları yargılamayın.’

diyerek başladığım bu yolculukta ilk seneyi devirmemizi bir filmden bir alıntı ile kutlamışım mesela:

Yaşamlarımıza tanıklık edecek birine ihtiyacımız var. Bu gezegende milyarlarca insan var. Söylemek istediğim şu, hangimizin hayatının gerçek bir anlamı var?

İkinci yaşında Neverland'in 81 kişiymişiz, öyle yazmışım. 

Bir şekilde de olsa, bilmeyerek ya da bilerek, önemseyerek ya da zerre kadar takmayarak da olsa, yaşamıma tanıklık ettiğiniz için. Çünkü siz farkında olmasanız da "sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir."

demişim o sene. Bu da yine ciğerime işleyen bir filmden meşhur bir alıntıydı. Üçüncü sene delirdiğim seneydi. Dördüncü yaşta,

Sorularım, sorularım öyle çok sorum var ki hepsine bir cevap bulmaya çalışırken aslında Neverland'i kurarak bir yardım çağrısı yapıyormuşum, onu fark ediyorum. Çok başarısız olduğum bir konu daha çünkü bu, yardım istemek. Şunca yıldır hiçbir şey için yardım istememekte direnen, kendi gururuna kibrine gömülmüş bir insandım, çok zor oluyor bundan sıyrılmak. Sessizce bir yardım isteğiydi belki de bu. Sorularım var, yolum çok meşakkatli, bu yolculukta benimle yürür müsünüz, arada dinlenmek için size konuk olabilir miyim, sizin sorularınıza ben de kafa yorabilir miyim?
Cevabınız evetse, ben buradayım Neverland'de, ikinci yıldızdan sağa sapıp sabaha kadar dümdüz devam ettiğinizde yolunuz hep buraya düşecek. Burada korsan gemilerine yakalanabiliriz, burada tek bir güneş tek bir ay yok, burada deniz kızlarının Ariel'le alakası yok bizi paramparça edebilirler, burada kaybolabiliriz, burada zamanın geçtiğini saatlere bakıp göremeyiz çünkü burada saat tiktakları da yok. Burada kayıp çocuklarız, kılıçlarımız bellerimizde, perilerimiz tepemizde; burada hiç büyümeyiz. Burada, dışarıda olan her dehşete, dünyanın her kirine rağmen biz sadece sorularımıza cevaplar arıyor olacağız.

diye kocaman bir umutla ve azimle yazmışım. O sebepsiz yere ara ara ortaya atılan saçma umutluluk halimin kendini gösterdiği belli.
Beşinci yaşı kutlamam gereken gün ise yine tıpkı bu yaşadığımız günler gibiymiş. Türkiye denen bu cehennem çukuruna yaşamak için gönderilmiş olmamızın ironisine şokla bakakaldığımız bir başka günmüş.

Oysa diyecektim ki bugün size "olley 5.yaşını kutluyoruz Neverland'in olley". Sabahın köründe kalkıp yemekler yaptım, off yine çok yoruldum bugün yeğenime bakmaktan diyecektim. Okulda dersler başladı ama ben böyle bu haftayı salladım, gittim İtalyanca kursuna yazıldım haftada üç akşam ona gidiyorum pek keyifli diyecektim. Hatta bu akşam kurstan dönene kadar bekledim bir şey yazmadım, hadi şimdi kutluyoruz obaa diyecektim.
Ama olmadı.

yazmışım. O kadar çok yaşadım ki böyle günleri, böyle zamanları bu ülkede...Artık inanın hangi zaman daha kötüydü, hangi felaket daha acıydı karar da veremiyorum, hatırlayamıyorum da. Sanki yaşamak zaten hep bir felaket filmiydi bizim için bu ülkede. Hatırlayamıyorum artık o kadar felaket gördükten sonra hangisi hangisiydi, ne zaman ne olmuştu. 
O yüzden sonraki senelerde, yaş 10 edene kadar kutlama yapmaktan vazgeçmişim gibi görünüyor. 2021'de şöyle kutlamıştım:

Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.

Üzerinden 3 yıl geçti. Hala bekliyor, bekletiyor beni bu mutluluk. Aksine, sanki en kötüsü hah bu işte dediğimiz noktanın da üstüne çıkmaya çabalıyor gibi görünüyor hayat. Ben de Frodo gibi tekrar ediyorum kendi kendime, keşke benim zamanıma denk gelmeseydi keşke keşke diye.


“I wish it need not have happened in my time," said Frodo.
"So do I," said Gandalf, "and so do all who live to see such times. But that is not for them to decide. All we have to decide is what to do with the time that is given us.”

17 Şubat 2021 Çarşamba

Yaş 10

Tam 10 yıl önce bir 17 Şubat gününde, öğleden sonra saat 6'yı 36 geçe, buradaki, benim tabirimle Neverland'deki ilk yazıyı yayınlamışım. Yayınlamıştım yani, sonuçta ben yaptım, az buçuk da hatırlıyorum o yazıyı yazışımı. Tam 10 yıl oldu bugün. Her şeyi başından anlatmaya bayılırım ya, o yüzden yine en başından başlıyorum.

Tam 10 yıl önce bugün, nasıl keşfettim bilmiyorum ama google'ın bu blogspot'unda bir blog yaratmaya karar vermiştim. İlk yazmayı öğrendiğimden beri defterlere, ajandalara yazıyordum zaten ama her geçen yılla birlikte sayıları artan bu "kanıtları" evin içinde meraklı gözlerden saklamak çok zorlaşıyordu, onu keşfetmiştim. Sonra üniversitedeyken "word" ü keşfettim. Yani 24 saat önümde bilgisayar ekranı vardı zaten, belki artık defterlere değil de worde yazarsam, daha kolay saklayabilirdim. Benden başka evde bilgisayarımı açan yoktu çünkü. Bir süre wordle devam ettiğimi hatırlıyorum. Sonra nasıl olduysa bloglara denk gelmeye başladım. Başlamış olmalıyım çünkü saçma sapan bir blog domaininde bir blog açıp, acayip depresif şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Şu an tuhaf geliyorsa bunlar, sene 2005-2010 arasındaki bir zaman dilimindeki interneti düşünün lütfen. Yaşınız yetiyorsa hayal etmeye çalışın yani. Twitter'daki ilk tweet 2006'da atıldı. Youtube'daki ilk video 2005'te yüklendi. Instagram'ın ilk fotoğrafı 2010 tarihli. Zuckerberg facebook'u 2004'te açtı. Vay be, böyle düşününce resmen internetin şimdi bildiğimiz haliyle ortaya çıkmasına sebep olan yıllarda bilgisayar mühendisliği okuyormuşum ve her şeye sadece vaaa vooo diye bakakalmışım. Neyse, konumuz o değil. Bu ilk blogumda bir süre oyalanmıştım. Yorum yapanlar vardı orada da, vay be cidden şu yazdıklarımı okuyanlar var, hatta bir de üstüne düşünenler var falan diye hayretler içerisinde bakıyordum ekrana. Böyle birkaç yıldan sonra - ki üniversiten mezun olmaya çalıştığım bol türbülanslı yıllar oluyor onlar - sonunda 2011 yılının başlarında nihayet az buçuk da olsa istediğim gibi bir hayata eriyormuşum gibi bir his oluşmuştu. Temmuzda mı ne sonunda hayatımı mahvettiğine inandığım mühendislikten diplomamı almıştım. Eylülde tarih lisansına başlamış, haftanın beş günü yeni bir üniversiteli gibi okula gidiyordum. Ailemle pek iyi değildi ortam tabi, ne zaman iş bulacaksın diye tepemde fırtınalar dönüyordu. 5 kuruşum yoktu, o 2011'in sonunda kredi geri ödemem başlayacaktı ama ben her gün okula gidip, doğduğumdan beri merak ettiğim şeyleri okuyabiliyordum. Nihayet. Mutlu muydum bilmiyorum. Yine her zamanki gibiydi, bir şeyden dolayı mutluysam diğer şeylerden dolayı mutsuzdum. Olduğum güne bakınca mutlu hissediyorsam, gelecek kaygım içine ediyordu. Nihayet istediğim şeyi yapabiliyorum diye mutlu olmak istiyordum ama kafamın gerisindeki o ses de konuşup duruyordu, ben bu çocukların içinde ne yapıyorum, arkadaşlarımın hepsi para kazanıyor ben annemlerden bu ay da nasıl para isteyeceğim, onun düğünü bunun düğünü var nasıl altın alacağım nasıl elbise alacağım. Bir yandan da arkeoloji yüksek lisansına başvurmuştum, dedim ya o gelecek kaygısı, beş parasızlık içimi kemiriyordu, böyle 4 sene daha okuyamazdım. Tam da onun cevabının geleceği günün öncesinde, oturup bir öğleden sonra, Neverland'i yarattım.

10 yıl önce bugün, elinde bilgisayar mühendisliği diplomasıyla günün birinde arkeolog olacağını, kumların içinde kazı yapacağını, arada İskoçya yaylalarındaki evine döneceğini düşünen, Johnny Depp'e hayran, saçma salak bir çocuktum. Neden "Neverland" diye isim verdiğimi biliyorum. Evet büyümüyordum, ne istediğim gibi fiziksel olarak, ne de beklendiği gibi akıl olarak. Değişmiyordum. Zerre değişmiyordum. Tanıdığım herkes, tüm arkadaşım dediklerim değişiyordu, büyüyordu, bir ben sabit duruyordum. Bunu o zaman tam olarak sabitlik olarak görmüyordum, o derece iç acıtıcı değildi henüz ama düşüncelerimin, düşünme şeklimin, hayallerimin, hayal ediş şeklimin değişmediğinin farkındaydım. En kötüsü, bunu sakıncalı bulmuyordum. Ama Neverland'i pek çoğunuzun algıladığı şekilde düşünmüyordum. Çünkü ben Peter Pan'le J.M.Barrie'nin satırları aracılığıyla tanışmamıştım. Her şeyi hep en üzücü yönüyle öğrendiğim gibi, bunu da aslında çok eğlenceli gibi görünen ama alt metninde iç parçalayıcı bir mesajı olan bir filmle, 1991 yapımı Hook ile tanışmıştım. Orada büyümüş bir Peter vardı, var olmayan ülkeden ayrılıp, kayıp çocukları arkasında bırakıp, kendi çocuklarını büyüten, düzenli işine giden, artık Pan olmayan bir Peter. Böyle bir Peter Pan'le tanıştığımda ben 9 yaşımdaydım. Çok eğlenceliydi, salondaki masanın altında, suntanın dökülen parçalarını hala hatırlayabiliyorum. Peter Pan'in büyümesinin, o filmin söylemeye çalıştıklarının ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Kitabı sonra okudum, başka başka animasyonlarını sonra izledim. Ama Peter Pan'le, büyümemekle ilk tanışmam hep bu "büyümüş" olanla oldu.

Böyle hatırlayabiliyorum bloga nasıl isim verdiğimi. Neverland, çok mantıklı görünmüş olmalı o zaman. "Hikaye" ise, bir anlamda yaptığımı düşündüğüm şeydi. Kendi kendime hikayeler yaratıyordum bence, o yaşıma kadar kafamın içinde yarattığım başka başka dünyalarda yaşıyordum. Hikayeydi hepsi de, eh o zaman bu bir var olmayan ülke hikayesiydi belki de. Orada hep tek başıma olmuştum önceden. Kendi başıma gece göğündeki yıldızlara bakmayı seviyordum, gecenin sabaha dönüşürkenki ilk ışıklarında ıssız sokaklara bakmayı seviyordum, dolunayda ay ışığının yüzüme vurmasını seviyordum, her sene görsem de ilk kar yağmaya başladığında deliler gibi mutlulukla doluyordum, yağmurda şemsiyenin altında yürümeyi seviyordum, rüzgar hafif eserken açık pencerenin önünde ağaçların hışırtını dinlemeyi seviyordum. 10 yıl sonra neyi seviyorsam hala, 10 yıl önce de onu seviyordum. Elimde kılıç, peri tozuyla uçarken, korsan gemisindeki çocukları kurtarıyordum. Ama 10 yıl önceki benle bugünkü ben arasında ne kadar fark olduğunu da görebiliyorum.

Çok ilginç. Mantıklıca baktığınızda hakikaten ilginç. 10 yıl boyunca süren bir hayat var burada. 10 yıl boyunca çabalama. İlk yazdığım o yazıya bakıyorum da - Johnny Angel - çok sevdiğim bir şarkı eşliğinde, anlatışıma. Johnny'ye hissettiklerim gibi, diğer pek çok insana ve şeye de hissettiklerimin değişebildiğini görüyorum. Tam değişmek denir mi buna bilmiyorum gerçi. Zamanla bazı duyguların bazı yerlere kaldırılması olabilir belki. Hani bir türlü atamadığınız ama artık oynayamadığınız oyuncakları bir kutuya koyup, dolabın uzak bir köşesine, yatağın altına, kömürlüğün bir tarafına ittirmek gibi. Aslında hep sizinle, ona sahip olduğunu gerçeği hiç değişmiyor. Ama her şey o ilk adımla başlıyor, hep durduğu o yerden gözünüzün önünden alıp elinize, o kutuya koymakla. Önce kutuya giriyor, sonra o kutu odada bir köşeye gidiyor. Her geçen gün biraz daha göz önünden uzaklaştıktan sonra en sonunda tamamen duracağı o ücra karanlıkta buluyor kendini. Johnny'ye hissettiklerim de 10 yıl önceki halinden çok farklı şimdi. İlk aşkıma hissettiklerim gibi. Çocukluk arkadaşlarımın hepsini o kutuya koyup, karanlığa atmam gibi. Sanırım sonunda nihayet ben de değiştim. Yapmam dediğim pek çok şeyi yaptıktan ve yapacağım dediğim pek çok şeyi yapamadıktan sonra. Dinlendiğim müziklerden utanmıyorum artık. İzlediğim filmlerden de. İnsanları o kadar takmıyorum artık, "hayır" diyebilmenin üzerinde hala çalışıyor olsam da. Johhny'yi görünce hala gülümsüyorum, eski bir dostun rahatlatıcı yüzünü gördüğüm için. İskoçya'da yaşamayacağımı biliyorum artık, soğuktan ve nemden hiç hoşlanmıyorum. Arkeolog olmayacağımı biliyorum günün birinde, çünkü o "günün birindeleri" harcayalı çok oldu artık. Rüyalarımda çok az görüyorum artık, orada bile kabullenmişim, eskisi gibi ağlayarak uyanmıyorum. Gözümde gözlüklerle, acaba gözlüksüz de görebilmek nasıl bir şeydi diye hayal etmeye çalışmıyorum (şükürler olsun).

Bu 10 yıla neler sığdırdığıma bakıp da hem üzülüyorum, hem pişman oluyorum, hem de birazcık bir oh iyi en azından bunu yapabilmişim diyebiliyorum. O ilk yıl, 17 Şubat'ta başlayıp yazmaya tam 17 yazı göndermişim. 2011'de böyle 206 yazı var. İlk senenin heyecanıyla. 2011'de bir yandan ilk defa tanıştığım yüksek lisans ortamıyla uğraşıyordum, bir yandan iş bulmaya çalışıyordum, o senenin sonunda da psikolojimin içine eden iş ortamıyla tanışmıştım. 2012 yılında önce büyükbabamla vedalaşmıştım, o sene boyunca her şey çok yeniydi benim için. "Çalışmak" kavramı önümde midemi bulandırıyordu, yüksek lisans derslerine bayılıyordum ama akademik ortam ve hocalar çok kötüydü. 238 yazı var yine de o sene. İlk defa para kazanıyor, eve kira vermiyor, faturaları ödemiyordum. Biriktirip hepsini, ilk memuriyet iznimde Amerika'ya gitmiştim N'nin yanına. 2013'te yavaş yavaş dibe vurmalar kendini gösteriyordu. Nasıl kurtulacağım ben bu işten, nasıl olacak diye diye mahvolmaya başlamıştım. 190 yazı var ama artık mutsuzluğum çok başımı ağrıtmıştı. 2013'ün aralık ayında ara veriyorum deyip, Neverland'e bile veda etmiştim. 2014'ün temmuzunda geri döndüğümde nasıl hissettiğim hatırlayamıyorum. Yazdıklarıma bakıyorum ama dayanamıyorum okumaya. 99 yazı var gene de o yıl, fena değil. O yıl içinde tam olarak ne zaman ve nasıl karar verdim bilmiyorum ama işi bırakmaya karar verip, senenin sonunda da istifa dilekçemi vermiştim. Hala şaşırıyorum bu cesaretime. 2015'te işinden istifa etmiş, yine yüksek lisansa başvurmuş, yalnız yaşadığı evine bir abi, bir hamile yenge ve bir minik yeğen sığdırmış bir hayalperesttim. O sene boyunca daha da çılgınca yüksek lisans derslerine bulanmıştım ama bu sefer her şey için son şansım olduğunu biliyor gibiymişim içten içe. Her şeye rağmen yine de hayatımda mutluluğa en yaklaştığım zamandı belki de. 323 yazım var o sene. Neverland'in gördüğü en yüksek yıllık yazı sayısı. 2016'ta 126 yazı var, bir yeğen daha kazandığım, Roma'ya taşındığım, bambaşka hayatlar gördüğüm, kore dizileriyle tanıştığım, değişik bir yıldı. 2017'ye kafamda yine aynı kaygılarla başlamıştım, ne olacağım ben, nereye gidiyorum ben diye diye 166 yazı paylaşmıştım o sene. Roma'dan beş parasız dönmüştüm, yüksek lisansı bitirememiş, işsiz güçsüz, evin içinde bir başıma dolandığım günlerdi. 2018'te yine çalışmaya geri döndüm, bu yüzden 71 yazı var. 2019'da her şey birbirine girmeye başlamıştı, büyük değişikliklerin yılıydı. Ben, ben olmaya başlıyordum. 47 yazı ancak var. 2020'de ise 66 yazı var. 2020'yi hep beraber yaşadık, siz de biliyorsunuz hani o "2020". Bu 10 yıl boyunca 420 bin kere açılıp, bakılmış buraya. 579 yorum var. En çok Ocak 2013'te görüntüleme var, ne yapıyordum bilmiyorum o zaman. En çok yazıyı şubat 2015'te göndermişim, 54 tane. En kısa aya en çok yazıyı sığdırmış olmam da başarı. Ama dediğim gibi o sene işten istifa etmiş, yepyeni ufuklara yol alıyordum. Tüm bu 10 sene boyunca en çok görüntülenen yazı ise Hayaletin Çırağı kitap serisinin ilk kitabını anlattığım yazı. Hayat gerçekten de simyacının dediği gibi işaretlerden ibaret. Daha bu sabah bu kitabın, filmin konusu geçti kızlarla.


Böyle sayılar gibi taktığım pek çok şey var, artık biliyorsunuz. Tarihler, kronoloji, listeler, etimoloji, her şeyin kökeni, ilk kim nerede buldular,...Doğumgünleri. Kendi doğumgünümün artık bana aitmişim gibi hissettirmemesi ise şöyle düşündürdü bu sene: O zaman 17 Şubat'ta kutlarım ben de. Yazarak var oluyorsam ben de eğer bu hayatta, eh o zaman doğduğum gün bir anlamda yazmaya karar verdiğim gün olurdu. O yüzden bugün kutladım ben doğum günümü. Artık her sene çocuklar ve abimler yüzünden, benim olmaktan çıkan anlamsız bir gündense, bugün kendi istediğim pastayı yapıp, mumlarımı üfleyip, dilek tutabildim.

Söyleyecek bir sürü şeyim vardı halbuki. Şimdi bu yazıyı nasıl sonlandıracağımı bilmiyorum. Eğer 10 yıldır buradaysanız, teşekkür etmek istiyorum. Bu kadar dayandığınız için. Sonradan gemiye atladıysanız, yine de buradayız, hep beraber. Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.


Unutmayın, ikinci yıldızdan sağa sapıp, sonra sabah kadar dümdüz gittiğinizde, burada olacağım hep. Belimde tahta kılıcımla, korsan hikayeleri anlatacağım

17 Şubat 2016 Çarşamba

17 şubat, 5.yaş ve hiçbir şey

Oysa diyecektim ki bugün size "olley 5.yaşını kutluyoruz Neverland'in olley". Sabahın köründe kalkıp yemekler yaptım, off yine çok yoruldum bugün yeğenime bakmaktan diyecektim. Okulda dersler başladı ama ben böyle bu haftayı salladım, gittim İtalyanca kursuna yazıldım haftada üç akşam ona gidiyorum pek keyifli diyecektim. Hatta bu akşam kurstan dönene kadar bekledim bir şey yazmadım, hadi şimdi kutluyoruz obaa diyecektim.
Ama olmadı.
Onun yerine dersin ilk yarım saatinde telefonlarımız deliler gibi çalmaya başladı. Hiç birimiz anlam veremedik, 2.kattaki dersliğimizde biz 5 öğrenci ve hocamız hiçbir şey fark etmedik. Öylesine dalmışız ki derse, ara verdiğimizde diğer sınıflardan çıkmış telaşla etrafa, başka katlardaki televizyonlara koşturanları görünce iyice afalladık. Herkes birbirine camlar sallandı ne biçim patladı bomba patlamış derken biz daha da şaşkındık. Telefonlarımıza cevap vermeye çalıştık bir süre, tüm akrabalarımızı arkadaşlarımız arıyordu. En son terastaki televizyonun ekranının karşısına geçtiğimizdeyse nefesim kesildi. Bundan bir yıl öncesine kadar, tam 3 yıl işten çıkıp koşturarak yetiştiğim o servisler.. Arkadaşlarla kalkmasını beklerken servislerin lafladığım yerler.. Kızılay deriz biz Ankara'da, bu ruhsuz kentin göbeğidir, işte bu Kızılay'a ulaşmak için her defasında otobüsle, dolmuşla, metroyla geçtiğimiz yer..3 yıl boyunca nerdeyse her akşam bindiğim servis. Demeyeceğim. Yok hayır, bunların hiçbirini demeyeceğim.
Ben hiçbir şey demeyeceğim.

17 Şubat 2015 Salı

YAŞ ETTİ...4 ! Kimse beni yakalayıp adam edemeyecek!

Tam 4 yıl önce bugün, buraya, Neverland'e ilk yazımı yazmıştım. Bloglar çıktığından beri (sene 2000'den itibaren masamda bir bilgisayar ve devamlı bağlı bir internet olduğunu düşünürsek, blogların ortaya çıkışını en başından yakalamışım gibi geliyor) orada burada şurada denemelerim olmuştu, her defasında büyük bir azimle - ve öfkeyle - yazmaya başlayıp sonunda bıraktığım, kapattığım, sildiğim onca şey. Neverland, sanırım, yıllar yılı süren (arada iyice bunalıma arayışlara girip yazmadığım zamanlar olsa da) en istikrarlı şey oldu. Bilmem belki de zamanı gelmişti, bir noktada bu ruhsal göçebeliğimi taşıyacak, paylaşacak bir yere ihtiyacım vardı. Neverland imdadıma yetişti. Belki de ben değiştim, değişime hazırdım, hissettim.
Son birkaç gündür odamı temizliyorum. Ve ben böyle temizlik dediğimde süpürgenin falan dahil olduğu bir şeyi kastetmiyorumdur. Dolapları, kutuları, yatağın altını, rafları, dosyaları, poşetleri ortaya saçıp, artık atılmasına karar verdiklerimi, artık ayrılmaya kendimi ikna edebildiklerimi attığım bir süreçten bahsediyorum. Birkaç gündür kapsamlı bir temizlik yapıyordum. Yazmayı öğrendiğim ilk günlerden kalma ajanda sayfaları bile buldum. Ayşegül kitaplarından kopya edilmiş yemek tarifleri var o sayfalarda, günlük tv akışı listesi var mesela. 7 yaşında benim için ne önemliyse artık. Üst komşunun getirdiği iş bankası çocuk dergilerinden şiirler var sonra, yazmayı öğrenmem kopyalamakla olmuşsa demek. Bu ilk zaman sayfalarında henüz bir kişiliğim yok, henüz bir birey yok. Sadece gördüğünü sayfalara koyan neşeli bir çocuk var. Sonraki seneye dair mektuplar buldum ardından. Hayatımda ilk defa bir yerden ayrılmanın ne demek olduğunu anlamamı sağlayacak şeyler. İlkokul 2.sınıfın sonunda tayin olduğu için babam, biz Ankara'ya doğru yola koyulmuşken geride bıraktığım öğretmenimden, ilk "en iyi arkadaşım"dan mektuplar. O öğretmenim ki hayatımda beni belki de en saf halimle seven ilk insandı, o öğretmenim ki ben daha öğretmenlerin hepsinden nefret etmeye başlamadan çoook önce aslında bir öğretmenin nasıl olması gerektiğini gösteren ilk insandı. Keşke bir gün gidip ellerinden yanaklarından öpebilsem Havva öğretmenimin, sarılıp ağlayabilsem, keşke sizden hiç ayrılmayabilseydim diyerek.
Mektuplar ve yeni yıl kartları ile birkaç sene daha geçirdikten sonra ilk defa kendim olmaya başladığım defterler var. Ajandalar. Ömrümün ilk günahları, omzumda sürükleyip durduğum yükler. 4 ajanda var, aslında bir tanesi çalınıp yakılmamış olsa başka biri tarafından, 5 tane olacak olan. İlki 99'dan 2001'in sonlarına kadar olan yılları kapsıyor, bolca bir gençlik dizisi senaryosu gibi içinde aşk, entrika, yalanlar, kavgalar, kıskançlıklar, ergenlik sancıları, aile problemleri her şey var. İkincisi ortaokulun bitmesine yakın zamanlardan liseye adım atana kadar ve lisenin ilk zamanlarındaki sancılı dönemlerimi kapsıyor, fazlasıyla bunaltıcı ve öncülünün şatafatından yoksun. Arada bir tane saçma sapan ajanda var. Lisede artık büyük ihtimalle ilham perimi kaybettiğimden olacak, yine ilk zamanlarıma döndüğümün işareti gibi, bir kişilik olmayı bırakıp, kopyalamaya geri dönmüşüm bu ajandada. Sayfalarca ingilizce kelimeler ve anlamlarını yazmışım, ders kasetlerinden dinlediğim metinleri not etmişim, bend it like beckham'ı her gün izleye izleye kendimce "story board"lar oluşturmuşum, çizimler var sayfalarca, kişisel gelişimle ilgili olabilecek yazıları kopyalamışım. Böyle saçma sapan bir döngü işte. Sonra niyeyse, üniversitede geri dönmüşüm yazmaya. Son ajanda hayatımın en nefret ettiğim yıllarını kapsıyor. Belki de bugün neysem onu olmamı sağlayan yılları. Bu son ajandanın sayfaları sabit bir dehşeti yansıtıyor adeta. Durgun, sade ama dehşet verici. Öyle bir karanlık öyle bir sessiz öfke var ki sayfalarda, şimdi bile kanımı donduruyor. Bir gün, belki çok zaman sonra okumaya içim elverebilir ama bunun için şimdilik çok zayıfım.
Ve sonunda, 2011 olduğunda Neverland'e ulaşmışım. Zorlu bir yolculuktu evet, ama ulaştığım için memnunum. Buraya yazmaya ilk başladığımda lanet bilgisayar mühendisliğini bitirmiş, bir dönemlik bir tarih bölümünde derslere girdikten sonra arkeoloji yüksek lisansına yeni başvurmuştum. İlk gün yayınladığım 4 şey var: başımın belası ama zor zamanlarımı sayesinde atlattığım Johnny Depp'e bir güzelleme yaptığım "Johnny Angel", içimin memleketi kendimi ruhen ait hissettiğim yere İskoçya'ya dair bir kendi kendine açıklama "Orda Yaylalar Var Uzaklarda", Kentpark'taki sinemada yaşayacağım daha sonraki birçok ilginçliğin ilkini yaşamış olmanın saflığıyla yazdığım bir serzeniş "Bir Kentpark Sineması Macerası" ve ufak bir içimdeki ergen gösterişi "Henry Cavill EW'nin Bu Haftaki Kapağında". Böyle azimli başlamışım yolculuğa. Ertesi gün okuldan haber gelmiş, yüksek lisansa kabul edilmişim. Belki de bir şans tılsımı olmuş benim için Neverland. (Sonradan içine etmiş olsam da her şeyin)
İlk senenin başında  - 17 şubat 2012'de - yine hemen hemen burdakilerin aynısını söylemişim, buraya kadar nasıl geldiğimi anlatarak. Neden "yazdığımı" anlatmaya çabalamışım kısaca, sonra da kocaman bir teşekkür etmişim benimle birlikte bu yolculuğa çıkanlara. Hayatıma tanıklık ettikleri için.
Ardından gelen dönem, yıl, benim için ve Neverland için oldukça sancılı geçmiş, geçmişti yani ama ben hatırlamamaya çalışıyorum. Bir yandan yüksek lisans dersleriyle, hocalarıyla uğraşmaya çalışıyordum, bir yandan da artık daha da kötüsü olamaz diye düşündüğüm işe başlamıştım. Araf ne diye tanım yapmamı isteseler, herhalde bu yıllar derdim. Sonunda beni yüksek lisans tezini yazmayı bırakıp, kendimi en dipte hissederken her şeyi boş verip atlayıp okyanusun öte yanına gitmeye kadar götüren yola girmişim. Geri dönüp de Neverland'in ikinci yaşını kutladığımda artık daha durgun, ama biraz daha öfkeli, çokça yenilmiş, gene de teşekkür eden bir halim varmış, 17 şubat 2013'te. Ne kadar yenilmiş, dibe batmış olsam da içimde cılız bir umut varmış "sözcüklerin ve düşüncelerin dünyayı değiştirebileceğine" dair.
Ama o senenin sonunda dayanamamışım, artık nefes almak bile canımı acıtır olmuş. Öfkem ifade ettikçe arttığından, artık anlatmaktan vazgeçmişim. Neverland'e olan inancımı bile kaybetmişim. 30 Aralık 2013'te Neverland'den uzaklaşmışım elimde olmadan. Verdiğim bu ara, belki de iyi gelmişti bilmiyorum. Ama ihtiyacım vardı, onu biliyorum. Çok sürmemişti gerçi, kendime gelmişim bir Harry Potter doğumgününde. Bir Florence King yazısı  ve "Akşamüstü Sayıklaması" ile geri dönmüşüm.
Buraya kadar sabredip okumaya devam ettiyseniz, teşekkür edeceğim. Hakikaten. Bazen çok ama çok sıkıcı, pek bencil olabiliyorum. Yapmaya çalıştığım, bu zamana kadarki Neverland'in bir muhasebesiydi. Hayatımın belki de en fırtınalı yıllarına tanık olmuş bir dost gibi benim için burası. Riddle'ın günlüğü gibi, ruhumdan bir parça aktarmışım da bazen oturup benimle konuşuyor gibi. Ben değişirken onun da adım adım, parça parça değiştiğini gördüm sanki. Evet inanması güç ama ben değiştim, değişmişim yani. Şu yeniden paylaştığım yazılara, ilk dönem yazılarıma ve her yıldönümü yazısına bakarken görebiliyorum açıkça.
4 yıl boyunca beni dinlediniz (daha öncesinden de katlananlarınız var, orası ayrı), daha kısa süredir de katlananlarınız var. Teşekkür ederim demek ne kadar kolay geliyor farkındayım ama başka ne denebilir bilemiyorum. Çok fazla saçmalıyorum, elimde değil, sadece yolunu bulmaya çalışan bir göçebeyim ben de. Sorularım, sorularım öyle çok sorum var ki hepsine bir cevap bulmaya çalışırken aslında Neverland'i kurarak bir yardım çağrısı yapıyormuşum, onu fark ediyorum. Çok başarısız olduğum bir konu daha çünkü bu, yardım istemek. Şunca yıldır hiçbir şey için yardım istememekte direnen, kendi gururuna kibrine gömülmüş bir insandım, çok zor oluyor bundan sıyrılmak. Sessizce bir yardım isteğiydi belki de bu. Sorularım var, yolum çok meşakkatli, bu yolculukta benimle yürür müsünüz, arada dinlenmek için size konuk olabilir miyim, sizin sorularınıza ben de kafa yorabilir miyim?
Cevabınız evetse, ben buradayım Neverland'de, ikinci yıldızdan sağa sapıp sabaha kadar dümdüz devam ettiğinizde yolunuz hep buraya düşecek. Burada korsan gemilerine yakalanabiliriz, burada tek bir güneş tek bir ay yok, burada deniz kızlarının Ariel'le alakası yok bizi paramparça edebilirler, burada kaybolabiliriz, burada zamanın geçtiğini saatlere bakıp göremeyiz çünkü burada saat tiktakları da yok. Burada kayıp çocuklarız, kılıçlarımız bellerimizde, perilerimiz tepemizde; burada hiç büyümeyiz. Burada, dışarıda olan her dehşete, dünyanın her kirine rağmen biz sadece sorularımıza cevaplar arıyor olacağız.

Bir dahaki yıl bu kadar saçmalamayacağım söz :)


Peter hırsla, "Okula gitmek ve ciddi şeyler öğrenmek istemiyorum ben," dedi. "Adam olmak da istemiyorum. Ey, Wendy'nin sevgili annesi, ya uyanınca sakalım çıkmış olursa!"Wendy, "Sakallı da olsan seni yine severdim Peter," diyerek çocuğu teselli etti. Bayan Darling ise Peter'a kollarını uzatmıştı; ama Peter kadını geri çevirdi."Benden uzak durun hanımefendi, kimse beni yakalayıp adam edemeyecek."

17 Şubat 2013 Pazar

YAŞ ETTİ...2

Tam iki yıl önce bugün, "yapabilirim, bu sefer olabilir, devam ettirebilirim, yazdıklarımı paylaşabilirim" diyerek artık kaç milyonuncu denemem olarak Neverland Hikayeleri'ni açıp, ilk yazımı - Johnny Angel'ı - yollamıştım. O zamandan bu zamana, şu yan sütunda gördüğüm takip edenler kısmındaki sayı 81 oldu. Ama ben biliyorum ki oradaki sayılar gerçek anlamda beni takip edenleri, yazdıklarımı okuyanları, düşüncelerimi bir dakikalarını bile olsun ayırıp düşünenleri, gösterdiğim filmleri merak edip izleyenleri, anlattığım kitapları alıp okuyanları temsil etmiyor. O yüzden sadece bu "81"e değil, okuyan, beni bir nebze ciddiye alan herkese teşekkür etmem gerek bugün.
Bir şekilde de olsa, bilmeyerek ya da bilerek, önemseyerek ya da zerre kadar takmayarak da olsa, yaşamıma tanıklık ettiğiniz için. Çünkü siz farkında olmasanız da "sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir."

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...