tag:blogger.com,1999:blog-25098513665662793302024-03-21T16:08:23.192+03:00Neverland HikayeleriHikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.comBlogger1624125tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-7202357454807494802024-03-20T16:56:00.002+03:002024-03-20T16:56:27.977+03:00Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO4qROA-i_S2vOQgnKex2R-lnwmjanQQ2CbR7a3iDEsRTeF_h6PXdgGaOi7Q037s7jm8jBRPsBuqRoB0AX_hc5wEoDEhjAjaDsNXSV4A5hZFYun6zrGhYWiHRzoVJ65I1MMZTX8A8l5AozsgZ7uctjgV5Jas58KnwXI2XOSrTMWxKpggODWyMKKcA3J_q9/s4032/IMG_9371.JPG" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgO4qROA-i_S2vOQgnKex2R-lnwmjanQQ2CbR7a3iDEsRTeF_h6PXdgGaOi7Q037s7jm8jBRPsBuqRoB0AX_hc5wEoDEhjAjaDsNXSV4A5hZFYun6zrGhYWiHRzoVJ65I1MMZTX8A8l5AozsgZ7uctjgV5Jas58KnwXI2XOSrTMWxKpggODWyMKKcA3J_q9/w480-h640/IMG_9371.JPG" width="480" /></a></div><br />Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - Keşiş Bede, Eostremonath (Nisan ayının eski Anglo-Sakson isimleri) sırasında pagan Anglo-Saksonların onun onuruna düzenlenen festivallere yardım ettiğini belirtiyor. (İki yüz yıl sonra Almanya'da, Charlemagne'ın Hayatı adlı eserinde, Einhard adlı bir keşiş, Nisan ayının eski adını Ostaramonath olarak vermiş mesela.) Almanya'daki bazı yazıtlarda da ondan bahsediliyor ve modern Paskalya tatilinin ismi de ondan geliyor. "Eostre" (Eski Germen dilinde "Ostara") adı, Yunan şafak tanrıçası Eos'la ilişkili aslında ve her ikisinin de kökeni Proto-Hint-Avrupa kökenli bir şafak tanrıçasına kadar uzanabilirmiş, öyle diyorlar.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Jakob Grimm, Teutonic Mythology adlı eserinde "Ostara, Eástre, baharın büyüyen ışığının tanrıçasıydı." diye yazar. Yılın bu zamanında çiy şeklindeki kutsal su veya derelerden toplanan su toplanıyordu; onunla yıkanmanın gençliği geri getirdiği söyleniyordu. Saf beyazlar içindeki güzel bakirelerin eğlenirken görüldüğünü yazar Grimm. Ayrıca Grimm'e göre, Osterrode'un beyaz bakiresi, kemerinde büyük bir anahtar yığınıyla ortaya çıkar ve Paskalya sabahı su toplamak için dereye doğru yürür.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Ostara genellikle genç bir bakire olarak belirtilir - Ember Cooke'un yazdığı gibi, "...çocuk doğurabilecek kadar yaşlı ama anne değil." Çiçeklerle veya yeni yeşilliklerle süslenmiştir ve sıklıkla dans eder. Çoğu zaman neşelidir, ancak aniden yağmura dönüşebilen bahar havası gibi kolaylıkla aniden ciddileşebilir. Baharın kendisi gibi o da kaprisli ama masumdur.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Günümüzde ise "Wheel of The Year"ın bayramlarından biri. Bahar boyunca kutlanan 3 bayram var, 2 Şubat'taki Imbolc, 20/21 Mart'taki Ostara ve 30 Nisan/1 Mayıs'taki Beltane.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHopMUClTDINhspzQoROr1bVhLhpY2lZv_49iWj1oivaM67CwNBpzFinnKTts-GyXuq_tV_tFsUeedgET6cRClbhZMiTcsFlaFkpCN1kNagnwnb1pGjH8L2sIqtb_s5mf6vmZcP_2s1DasSNGG5Njt_zPYF2AA8fQY6r8J1_kGt3lyP59XuLXYLhsiDxSH/s4032/IMG_9375.JPG" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHopMUClTDINhspzQoROr1bVhLhpY2lZv_49iWj1oivaM67CwNBpzFinnKTts-GyXuq_tV_tFsUeedgET6cRClbhZMiTcsFlaFkpCN1kNagnwnb1pGjH8L2sIqtb_s5mf6vmZcP_2s1DasSNGG5Njt_zPYF2AA8fQY6r8J1_kGt3lyP59XuLXYLhsiDxSH/w480-h640/IMG_9375.JPG" width="480" /></a></div><br />Babil takvimi, Mart'taki bu bahar ekinoksundan sonraki ilk yeni ayla, Sümer tanrıçası İnanna'nın (sonraki İştar) yeraltı dünyasından dönüşünün ertesi günü başlıyordu mesela. İştar Kapısı'ndan Eanna tapınağına Akitu adı verilen bir seremoninin olduğu geçit törenleri ve Tammuz (Sümerlerdeki Dummuzi) ile evliliğinin canlandırıldığı ritüeller yapılıyordu.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Pers takvimi de her yeni yıla bahar ekinoksu ile başlıyordu. İran'da hala bu şekilde hatta bildiğim kadarıyla. Navruz olarak kutladıkları bu gün oldukça önemli onlar için. Roma'daki ev arkadaşlarım olan İranlı kızlar yılın bu zamanı hep eve gidiyorlardı kutlamalar için mesela. Hindistan'da da sanırım bu böyle. Japonya'da da bu gün tatil oluyor, insanlar aile evlerini ziyaret ediyorlar.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Kamboçya'daki Angkor Wat'ta ve Meksika'daki Teotihuacan'da bahar ekinoksunda güneşin doğuşu kutlanıyor her yıl.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bahar ekinoksunda, Teotihuacan'da güneş doğduğunda sabah 7:15 ile 7:45 arasında, Quetzalcoatl Sarayı'nın batı duvarındaki mazgallı siper benzeri yapıya kazınmış ve kırmızıya boyanmış figürler boyunca bir gölge yukarı doğru hareket ediyor. Tasvir edilen figürlerden bazıları, karanlığın yanı sıra ışık ışınlarıyla da ilişkilendirilen bir kuş olan baykuşlar.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Ekinoks sırasında Angkor Wat'ta ise gün doğumunda, batı girişinin önünde duran biri güneşin doğrudan merkezi lotus kulesinin üzerinden yükseldiğini görebiliyor.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Ostara yeni başlangıçların ve büyümenin zamanı. Ostara'nın sembolleri yaşam döngüsünü, büyüme ve bolluk potansiyelini ve aydınlık ile karanlık arasındaki dengeyi temsil ediyor.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><span style="font-family: courier;"><blockquote style="text-align: center;">“Hail Ostara, white-clad maiden. Snow and ice melt at your gaze, flowers bloom with each soft step. We who late have longed for spring-time, we welcome you at winter's end. I praise you now, O bright Ostara: Earth's cold cover send from here!”</blockquote></span>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-45264590075655150012024-03-11T11:28:00.001+03:002024-03-11T11:28:16.757+03:00beatha<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgT53aAKPUVAxzQg-Y6pLPSxvjmRvOrNPl_jNv9iPAbshcwZwDT4IMBRlGjHg9nHlFkMfouGv4txKkncfYV7QN8jX99EKRSJdqWdQu4QGDx1xbXGfXkZcp8sRRbMjExn7UDhr7R6jTjkLr2WpwpUYstJCSfbRy5dW-LubJuhwr73qigfUp10OIaYKdVmSwv/s4032/IMG_8703.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgT53aAKPUVAxzQg-Y6pLPSxvjmRvOrNPl_jNv9iPAbshcwZwDT4IMBRlGjHg9nHlFkMfouGv4txKkncfYV7QN8jX99EKRSJdqWdQu4QGDx1xbXGfXkZcp8sRRbMjExn7UDhr7R6jTjkLr2WpwpUYstJCSfbRy5dW-LubJuhwr73qigfUp10OIaYKdVmSwv/w480-h640/IMG_8703.JPG" width="480" /></a></div><br /> Vay. En son tam bir ay önce yazmışım. Yuh bana. Oysa bu bir ay içinde çok defa yazmalıyım dediğim oldu. İçimden böyle yazma isteğiyle taşarak eve geldiğim oldu. Ama niyeyse her defasında bir şekilde başka işlere daldım. Evde iş bitmiyor ki. Eve girince ne ara gece yarısı oluyor anlamıyorum. İş yerinde de işler yavaş bu ara aslında. Çok meşgul değiliz. Ama ne hikmetse sekiz buçukta masama oturuyorum, ne ara akşam oldu, ne ara servise koşturuyorum anlamıyorum. Serviste eve doğru gelirken düşünüyorum ben bugün ne yaptım, bunca saat ne ile geçti, hiçbir fikrim olmuyor. Koca bir boşluk. Hafızam bomboş oluyor. Neyse. En son görüştüğümüzden bu yana neler hissettim, neler düşündüm, neler oldu?<p></p><p style="text-align: justify;">Çin takvimine göre Ejderha yılına girdik. İlk o oldu evet. Kaplan yılı olan 2022'de hevesle, bir kaplan olduğum için mükemmel şeyler olacak diye düşündüğümde ve o yıl - yine - sihirli değnek ortaya çıkmadığı için, çok da sallamıyorum ama neyse. Kaplanlar için ejderha yılı fena değil diyorlar, hadi bakalım.</p><p style="text-align: justify;">Ejderha yılına girmemizin ertesi gününde bir pazartesi akşamı, serviste, hepimiz eve doğru yol alırken konu ilerledi, muhabbet gelişti ve bir baktık, eh hadi inince avmye gidelim derken bulduk kendimizi. Bir arkadaşımızın yeni bebeği olduğu için ona hediye alacaktık. Bir ara almamız gerekiyordu, neden o akşam olmasındı ki? İndik, arabayı aldım, 4 kız akşam trafiğinde baya da uğraşarak (benim üstün araba kullanma becerilerim sayesinde) avmye gittik. Hediyemizi aldık, yemek yedik, tatlı yedik, çay içtik. Ama en önemlisi muhabbet ettik. Kahkahalarla, keyifle, merakla, coşkuyla muhabbet ettik. O akşamki kadar mutlu hissettiğim çok az akşam vardır, öyle söyleyeyim. Şimdi böyle her gün okuluna gidip, tüm gün arkadaşlarıyla dışarıda olan, tüm gün birilerini gören, konuşanlara çok tuhaf geliyordur böyle bir şeyi böylesine olağanüstü şekilde anlatmam. Yalnız bir hayat geçirmeyen herkes için tuhaf gelebilir. Tek başınıza yaşıyor olup, yalnız olmayabilirsiniz, o zaman da tuhaf gelebilir bu dediklerim. Öyle bir akşamın, enerjinin tuttuğu hemen hemen yakın yaşlardaki diğer 3 insanla yalnıza muhabbet edip, eğlenebilmenin benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu nasıl anlatabilirim ki? Yalnızca keyifle sohbet edebilmek, bir şeyler yiyebilmek, fikirler paylaşabilmek...Çok mutlu hissettim o akşam. Mutlu hissedebilmek de olağanın üstünde bir durumda benim için. Ben 2019'dan beri kendime ne yaptım, hayatıma ne oldu yeni yeni algılayabiliyorum böyle şeyler hissettiğimde. Ne kadar değiştiğimi fark ediyorum. Bu kadar değişebilmek için kaç kere ölüp geri dirildiğimi hatırlıyorum. O masada oturup, kızlarla sohbet ederken kendime baktım dışarıdan. Eskisi gibi değildim. Artık kimseye rol yapmıyordum. Başka biri, başka bir şey olmaya çalışmıyordum. Hissettiklerimi gizlemeye çalışmıyordum. Her hareketimi kontrol etmeye çabalamıyordum. En ufak bir şey belli etmemek için büyük büyük hareketler etmeye çalışmıyordum. Beni sevsinler diye uğraşmıyordum, sevimli olmaya çalışmıyordum, ilgi çekmeye, saçma bir şekilde de olsa ilgiyi kendimde toplamaya çalışmıyordum. Bendim artık. Sadece kendimdim. İçimden geldiği gibi muhabbet ediyordum. Değiş diye yazmıştı biri bir sabah bir kapının ardına yapışmış bir kağıdın üstüne büyük harflerle. Bu kadar zaman almasını ummuyordum.</p><p style="text-align: justify;">O sabah aslında Nihan da öyle durup dururken haydi bu akşam buluşalım demişti. Sonra iptal olmuştu buluşmamız gün içinde. Akşamına serviste bu defa böyle bir anda haydi gidelim diye bir şey olunca vay dedim hayatın tesadüfü. Sonra ofiste oda arkadaşlarımla gün içinde Leo'nun ayıyla güreşip, Oscar almasından konuşmuştuk. Akşam kızlarla konuşurken konu yine Leo ve ayıya geldi. Allah allah dedim. Öğlende odadakilerin canı pide çekmişti, pide söyleyip yediler. Ben istemedim. Akşam da kızlar haydi pide yiyelim dedi. Güldüm, yedim. Yolda avmye giderken Çin burçlarından bahsettik, çünkü hani yani Çin yeni yılıydı. Sonra avmde alakasız bir şekilde kocaman peluş kaplanlarla karşılaştım. Büyü olayını çözmeme şu kadar kaldı.</p><p style="text-align: justify;">14'ünde "The New Look" diye bir dizi yayınlandı. Christian Dior'la Coco Chanel'in II.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadıklarından esinlenmiş gibi bir hikaye. Hem tarihi, hem moda devleriyle ilgili falan derken büyük bir hevesle açtım ilk bölümü. 15-20 dakika ancak dayanabildim sanırım. Hiç sarmadı. Hem de o kadar her şey benlikmiş gibi dururken.</p><p style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/lXN5Ws7LxkA?si=FHfTzR7Bh8EuxJy4" title="YouTube video player" width="560"></iframe></p><p style="text-align: justify;">15'inde bir otelde seminer gibi bir şey vardı. Ona gittim. Bir otel dedim ama, şimdiye kadar gördüklerimin en en en'iydi yani. Daha önce de yazdıklarımı okuduysanız çok da otel görmediğimi, oteller hakkındaki bilgimin sınırlı olduğunu biliyorsunuzdur. Bu defa gördüğüm en devasa olanıydı benim için. Böyle de hayatlar var dedim. Böyle de şeyler var. Kendimi yine 10 yaşında hissettim. Tek başıma orada olmamalıymışım, annemin elinden tutuyor olmalıymışım gibi. Üstüm başım, saçım, her şeyim bir yetersiz gibi geldi. Bir eğreti duruyor gibi hissettim yine. Sosyal sınıfların çizgileri çok kesin çocuklar. Çok derin.</p><p style="text-align: justify;">O gün KitapYurdu'nda YKY kitaplarında indirim vardı. Yıllardır okuyacağım okuyacağım dediğim Amin Maalouf'un kitaplarından Doğunun Limanları ile Arapların Gözünden Haçlı Seferlerini ve Binbir Gece Masalları'nın ciltli halini, bir de Frances Hodgson Burnett'in Gizli Bahçe'sini sipariş ettim.(Amin Maalouf'un yazdıklarıyla tanışmamı <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2013/07/amin-maaloufun-semerkant.html" target="_blank">şurada</a> anlatmıştım.) Görünene göre yarı fiyatlarına aldım ama zaten en başında o kitapların fiyatları bu şekilde mi olmalıydı, orasını da bilemiyorum. Gizli Bahçe bu arada benim için ayrı bir yere ve öneme sahip. Neverland'de de bahsetmişimdir, çocukluğumu etkileyen filmlerden bir tanesiydi 1993 yapımı filmi. Neverland'e ilk başladığımda hevesle yaptığım listelerden "<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2011/02/ben-masumum.html" target="_blank">Ben Masumum</a>" serisinde yazmıştım hatta. Hatta blogun sağ şeridine bir göz gezdirirseniz filmin üçlüsünün bahçedeki bir fotoğrafını da bulabilirsiniz. İşte taa o zamanlardan ruhumda olan hikayeyi ancak bu yaşta kitap olarak elime alıp, okumaya da başlayabildim. Ocak başladığında hevesle başladığım Elizabeth Kostova'nın Tarihçi'si aynı hevesle bitirebildim şükürler olsunki (bu ki birleşikti değil mi). Goodreads'te işaretlediğime göre 2015'te okumak istiyorum demişim Tarihçi'yi. Her şeyin bir zamanı var demek ki. Hemen ardından da elime Gizli Bahçe'yi aldım. Tarihçi'yi bitirebilmem bir buçuk ayımı aldı ama olsun.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvfIr5Ek9Yf4SjhJMxcASw2Le9Rn8fsyIZpF1-OxRCnNZ2XmueATT9igEMcrmjWcA7i2lNzVtH6-ybSXVecnIJjOVALwUDmrrlle1i6JY0llKTu2NxmKOk4revk7YyZM5CKvqtNBOG2-bY3yiM9J9dmhBNbRiQVidfx-d2VSr4kYCZXVcXuxLQasE4Btql/s12088/IMG_8850.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="12088" height="214" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvfIr5Ek9Yf4SjhJMxcASw2Le9Rn8fsyIZpF1-OxRCnNZ2XmueATT9igEMcrmjWcA7i2lNzVtH6-ybSXVecnIJjOVALwUDmrrlle1i6JY0llKTu2NxmKOk4revk7YyZM5CKvqtNBOG2-bY3yiM9J9dmhBNbRiQVidfx-d2VSr4kYCZXVcXuxLQasE4Btql/w640-h214/IMG_8850.JPG" width="640" /></a></div><p style="text-align: justify;">16'sında Cey'e gittik. İş çıkışı, cuma akşamı, üç kız oturup ev yapımı pizza yedik nostaljik müzikler eşliğinde. Nihan doğum haritalarımızdan senelik çıkarımlar yaptı (bu sene gene hiçbir şey olmuyor hayatımda, kendi içime dönme senemmiş, hangi sene değildi ki). Pasta kestik, Neredeyse 1 ay olmuş olabilirdi ama hala doğum günümdü. O masada oturmak tuhaftı. Normalde o evde, salondaki masada yemek yemek için yetişkin olmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Hissediyorum yani. Ama yetişkin değildik. Öyle miydik? Üniversitedeymişim gibi oluyorum çünkü Cey'in evine gidince. Doğruca odasına gidip, yine ödev yapacakmışız gibi. Annesi yiyeceklerimizi odaya getirecek, biz de halının üstünde yiyecekmişiz gibi. Salondaki masada küçük kalıyormuşum gibi hissettim, boyum yetmiyormuş gibi. Oysaki annemin benim bu yaşımda olduğu yaşta, liseye giden bir çocuğu vardı. Bense 37 yaşında liseyi yeni bitirmişim gibi hissediyordum. Salondaki koltuklarda oturduk sonra. Gözümde hep Im Juli izlediğimiz gece vardı. Çünkü salondaki koltuklarda da oturmazdık öğrenciyken. Tek bir sefer, sabahına ne sınavı olduğunu hatırlamadığım bir sınav olduğu o gece, sabah 4'e kadar salonda oturup, o filmi izlemiştik.</p><p style="text-align: justify;">17'si Neverland'in doğumgünüydü (Tam 13 yaşında artık) ama çok meşgul, pek sosyal bir hafta geçiriyordum. O cumartesi sabahı koştur koştur pasta aldım mesela, hayır Neverland'i kutlayabilmek için değil, Tuğba'ya sürpriz yapacaktık. Sonra bebek görmeye gittik, yeni doğan bir bebeğin doğumunu kutlamanın adı bu. Kısa sürmesi gereken oturma tüm günümüzü aldı. Saatlerce oturup, konuştuk çünkü Emrah'ların evinde. Çaylar doldu doldu boşaldı. Güldük, konuştuk, ben yine kendimi tuhaf hissettim. Çünkü yine mutluydum. Keyif alıyordum. İnsanlarla bir arada olmaktan. Muhabbet etmekten. Bir şeylerin parçası olmaktan. Yalnız olmamaktan.</p><p style="text-align: justify;">Akşamüstü benim eve geçtik kızlarla. Bu sefer Tuğba'nın pastasını kestik. Kahve eşliğinde iş yerinden yakındık, insanlardan yakındık, dedikodu yaptık. Birbirimizin renk analizini yaptık, çok güldük, çok eğlendik. Sadece mutluydum. İlginç bir şekilde mutluydum. Saf bir halde. Bir yetişkinin ortamında ama gene de çocuk olarak. Bunun üzerine düşünmeyerek. Yine sadece kendim olarak. Kızlar gittikten sonra evin ortasında durup, bu değişik duyguyla ne yapacağımı bilemez halde dikildim.</p><p style="text-align: justify;">18'inde pazar günü tüm gün bilgisayarın başında, yıllardır yazmaya çalıştığım bir şeyi yazmak için oturdum. Tüm gün. Sabahtan akşama. Gidip gelip yazdım. Çünkü perşembe günü, öylesine bakarken bir şey görmüştüm. Kader gibiydi. Tam benim düşündüğüm ama o kadar da olmayacak bir şeydi. Ona başvurabilmem için aylardır ertelediğim bu şeyi bitirmem gerekiyordu. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar motive bir halde tüm gün uğraştım. Sonunda bitirdiğimde o şeye başvurmamın bile bir önemi kalmamıştı. Çok uzun zamandır aklımda olan, benimle omzumun üstüne her yere gelen, ağırlığıyla süründüğüm bir şeyi yere bırakabilmişim gibi oldu. Sırf o sayfayı yazıp, kaydete basınca bile bir ferahlık geldi üstüme. Sanki o sayfanın yapacağı, o sayfanın bana açacağı yolun hepsi olmuş da hayatım istediğim gibi olmuş hissi geldi üstüme. Sadece o satırları yazabilmek bile yetti bana neredeyse yani. Gerçi az önce cevap geldiğini gördüm, olmamış ama olsun.</p><p style="text-align: justify;">Marry My Husband bitti 20'sinde. Bu senenin ilk dizisiydi benim için. Başından sonuna iyi gitti, kararında bir hikaye anlatıp, bitirdi. Onu da yazacağım umarım bir ara.</p><p style="text-align: justify;">Sonraki hafta tamamen Avatar The Last Airbender'la geçti. 22'sinde 8 bölüm birden yayınlanınca ve aylardır onu bekliyor olduğum için perşembeden pazara yemeden içmeden bölümleri izledim. Güldüm, eleştirdim, karşılaştırdım ama bolca ağladım. Evet. Bir çizgi filmden uyarlanan bir fantastik diziye, çocukların oynadığı bir diziye bakarak salya sümük ağladım. Çünkü hem çizgi filmin kalbimdeki yeri ayrı, hem de dizi için yer yer çok özenli, çok nokta atışı sahneler, monologlar yazmışlar. Off. Keşke çizgi filmi ilk defa görüyor olsaydım. Keşke ilk defa izliyor, ilk defa karşılaşıyor olsaydım.</p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/ByAn8DF8Ykk?si=pE1joHPTmktplJFo" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div><p style="text-align: justify;">24'ünde cumartesi günü Avatar izlemekten şaşılaşmış gözlerimi dinlendiririm hem, hem de güneş manyak parlıyor dışarıda diye çıktım kaleye gittim. Çook küçükken, Ankara'ya ilk geldiğimiz zamanlarda sanki bir annemlerle kale yoluna doğru gitmiştik arabayla. Çok bellli belirsiz bir görüntü gözümün önünde. O kadar. Sonraki 25 yıl boyunca hiç gitmedim. Çünkü ben büyürken kalenin olduğu yer biraz fazla tehlikeli, fazla ücraydı. Canına değer veren kimse yanaşmazdı. Sonra oraları da düzelttiler, kaleyi de. Hep doğru bir zaman, doğru bir fırsat oluşsun diye bekleyince de böyle oldu. Çıktım gittim o cumartesi. Pırıl pırıl güneş. Yeni makinemi de denedim. Hiç başarılı değilim ama olsun. Kalede de çok görülecek bir şey yok ama ona da olsun.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgaInqm_PbRleY7OpaUGzeCjnVNn5aXW1CjzRzJSS7agdL2RmQ7wK685OVDTbzcxxcZOL5u7Onj02iSALAZvZvVRkrKR24bXRAJcwoNU5IVIu6TuhkRN3feaAPbQ59BHCx6DWjJY1KuruoMvrv5vAE6H0uDpGhVyYkhDEOnNgoLy7cO8Ljrz2_o94l5PKaY/s5568/DSC_0077.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3712" data-original-width="5568" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgaInqm_PbRleY7OpaUGzeCjnVNn5aXW1CjzRzJSS7agdL2RmQ7wK685OVDTbzcxxcZOL5u7Onj02iSALAZvZvVRkrKR24bXRAJcwoNU5IVIu6TuhkRN3feaAPbQ59BHCx6DWjJY1KuruoMvrv5vAE6H0uDpGhVyYkhDEOnNgoLy7cO8Ljrz2_o94l5PKaY/w640-h426/DSC_0077.JPG" width="640" /></a></div><p style="text-align: justify;">27'sinde salı akşamı "Mehmed Fetihler Sultanı" dizisi başladı. Trt'nin tarihi dizilerinin izlenemez olduğunu fark edeli yıllar oluyor. Ama her defasında aynı heyecana kapılıyorum, elimde değil. Hepsinin ilk bölümü izlemeye oturuyorum bir, böyle sanki her defasında aynı şeyi yaşamamışım gibi. Bir türlü akıllanmıyorum. İçimde hep o umut. Ama bu sefer biraz işe yaradı o umut. Bu dizi iyi başladı. Gerçekten iyi. Henüz ilk iki bölüm yayınlandığı için o kadar gözüme batmadı ama propaganda olayları herhalde bir 4-5 bölüm sonra bunda da kafayı yedirtir hale gelir. Şimdilik mutluyum. Sadece o kadar uzun ki haftaya yayarak izleyebiliyorum.</p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/c_swv9pj5Ls?si=htLeEwU1DWR1fI2Q" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div><p style="text-align: justify;">28'inde çarşamba akşamı bu sefer aynı ekip - 4 kız olarak - Korelee'ye gittik iş çıkışı. Çok lezzetliydi yine her zamanki gibi. Ne varsa yedik. İkramlar da başlamış, aylar oldu herhalde gitmeyeli oraya. Önündeki sıra her zaman insanı bir geri geri götürüyor, en lezzetlisi olmasına rağmen Kore yemeği yemek istiyorsam direkt bomboş olan diğer yerlere gidiveriyorum. Yemeklerle de birlikte yine çok güzel bir akşam geçirdim o akşam da. Deliler gibi yedik, sonra kahve içmeye oturduk, güle oynaya muhabbet ettik.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvWgPOtEkiDIrCIlJqZY9otszMQogoU6vz50ZrLpVeVrUlBvx1TFLx3desarVQIQTlyctFqE3443NVtOXfSpDamlEJQdnDjr-QFHc1iCqK0sOvoWAjv9BXcvPPATOKSc0vAnRY01YHsPqOJ1o35tm8ap76dqgnuUNbscUe789A8DPivaGbwWtNLMOEP6Lh/s4032/IMG_8973.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvWgPOtEkiDIrCIlJqZY9otszMQogoU6vz50ZrLpVeVrUlBvx1TFLx3desarVQIQTlyctFqE3443NVtOXfSpDamlEJQdnDjr-QFHc1iCqK0sOvoWAjv9BXcvPPATOKSc0vAnRY01YHsPqOJ1o35tm8ap76dqgnuUNbscUe789A8DPivaGbwWtNLMOEP6Lh/w480-h640/IMG_8973.JPG" width="480" /></a></div><br />"The Impossible Heir" dizisi başladı 28'inde ayrıca. Lee Jae Wook'a artık Alchemy of Souls'dan sonra neredeyse tapıyor olduğumuz için (abartıyorum da demeye çalıştığımı anladınız) dört gözle ondan sonraki ilk dizisini bekliyorduk. Fragmanlar da acayip gaza getiriyordu zaten. İlk bölümü izledim. Çok iyi bir hikaye seçmiş tamam, ekip aşırı iyi o da tamam. Jae Wook zaten manyak görünüyor, daha ne olsun derken başrole uygun gördükleri kız hikayeye dahil oldu ve her şey bitti. Gözümde tüm dizi çöpe dönüştü. Çünkü kız çöp. Nasıl anlatabilirim ki. Yaşamanız lazım. Neyse.<p></p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/TmI4VKW25rA?si=xqMB-0VTF8E2b4qX" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div><p style="text-align: justify;">Ocak'ın 26'sında başlayan "FlexXCop" dizisine bakabildim sonunda o hafta. Ahn Bo Hyun için daha önce de yazmıştım "<span face="Verdana, Geneva, sans-serif" style="background-color: white; font-size: 16px; text-align: left;">Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında.</span>" diye. O yüzden severim, her yeni dizisine bakmak isterim. Bu dizi de değişik aslında. Böyle çekim görüntüsü de ilginç, hikayesi de değişik. Anlatım tarzı da. Aslında izlemek isterdim diye düşündüm ilk bölümü bitirirken. Ama sanki daha bir çok motivasyona ihtiyacım varmış gibiydi. Çok çok boş vaktim olsaydı belki dedim.</p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/fsRLcPlGsxE?si=zCXgtJlIwR2twoVX" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div><p style="text-align: justify;">Mart'ın birinde Dune geldi. Benim Dune'um. Kitaplığımın köşe taşı, 20li yaşlarımın uzun gecelerinin sayfaları, korkularımın duası...İlk kitabın ikinci yarısının filmi nihayet geldi. 3'ünde pazar sabahı çıktım gittim sinemaya. İlk defa 4DX'i deneyeyim hem diye. Çok yanlış bir seçim olmuş. Ben Dune'u izlerken kendimden geçiyorum zaten. Ama koltuklar habire sallanıyor, etrafa tutunuyorum, kilo da aldım halbuki yetmiyor zıplıyorum koltuğun üstünde. Filme konsantre olamıyorum, yüzüme yüzüme rüzgar üflüyor, koltuk durmuyor. En kötüsü de koskoca salon neredeyse bomboşken hemen iki adım öteme düşen bir gencin, tüm film boyunca burnunu çekmesiydi foşur foşur. Ters ters baktım, üfledim püfledim ama anlamadı çünkü hiçbirinizin aklına gelmiyor burun çekmenin pis ve sinir bozucu ve hatta terbiyesizce bir şey olduğu. Hayır söylesem biliyorum ki iki dakika sonra gene unutup çekmeye devam edecek çünkü daha önce yaşadım. Bir daha sinemaya gitmeyeceğim ya. Valla. Çekmek zorunda değilim ben bu pisliği.</p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/U2Qp5pL3ovA?si=2I_gHZBlFq-aL56Q" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div><p>Filme gelirsek...Okurken hayal ettiğim tam olarak buymuş, izleyene kadar, önümde kanlı canlı bir şekilde görene kadar fark edememişim. Paul'ün ilk solucan çağırışını ve sürüşünü izlerken baştan ayağa titredim. Rahibe Ana Mohiam'a sesi kullandığı sahnede her şey tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Sanırım Timotee Chalamet, hayal ettiğimi bile bilmediğim Paul'müş.</p><p style="text-align: justify;">Bu hafta da pek bir şey olmadı. 8'inde cuma günü, günün de bahanesiyle öğleden sonra izin aldım. Tuğba'yla çıktık dolaştık. Dizilerde izlediğim gibi "arcade" olan bir yer var Next Level'da, oraya gittik. Her yerimizi yara bere içinde bıraktık, ihtiyar bedenlerimizin her yanı tutuldu. İlk defa öyle bir yere gitmiş oldum (çünkü tüm okul hayatımı katıksız bir inek olarak geçirdim). Minik bir atış poligonunda bilye mermilerle hedeflere atış yaptık ondan da önce. Hiç de fena değilim bu arada, bu kadar iyi olmayı beklemiyordum. Tüfekle iyiydim en azından, tabancayı denemedim. Eğlenceli bir gündü, değişik bir gündü. Böyle günlerim daha çok olsa aslında ben de daha iyi olurdum diye düşündüm.</p><p style="text-align: justify;">Kitapçıya da uğradık tabiki cuma günü. D&R'da ikinciye yüzde 60 indirim yazınca gaza geldik haliyle. Daha doğrusu Koridor Yayınları'nın bez ciltli Orhan Veli Bütün Şiirleri baskısını görünce kendimden geçtim, onun etkisi olabilir. Onu elime alınca yanına da haydi indirimden yararlanmış olayım diye bir kitap daha seçtim. Steven Roger Fischer'ın Yazının Tarihi kitabını kaptım. İnternetten daha mı ucuza gelirlerdi, evet. Olsun.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwVLhs5kMGP243WDteAr3oMgMJnq4p1xyDDPal_-FUrlQHH6rNfqzxOVAIrCQWgFspCxcSwJyDeLgNN6RMb1NF5vmP5W0EGj4luP3twqwjxTLfKG_0O5db1Ol5zx3DbEmbB-CkERrlRj-dbEYKxXMPezzFgyf7yxBRIoIyIc4RNoQ1gE-8uDYfpAQzhz4c/s4032/IMG_9249.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwVLhs5kMGP243WDteAr3oMgMJnq4p1xyDDPal_-FUrlQHH6rNfqzxOVAIrCQWgFspCxcSwJyDeLgNN6RMb1NF5vmP5W0EGj4luP3twqwjxTLfKG_0O5db1Ol5zx3DbEmbB-CkERrlRj-dbEYKxXMPezzFgyf7yxBRIoIyIc4RNoQ1gE-8uDYfpAQzhz4c/w640-h480/IMG_9249.JPG" width="640" /></a></div><p style="text-align: justify;">Yine Ocak'ın sonunda başlayan bir dizi var "Doctor Slump". Onu izliyorum birkaç gündür. Park Shin Hye ile Park Hyung Shik. Depresyon ve hayatta yolunu bulma ile ilgili bir alt metin dönüyor karşımda ama o kadar parmak ucunda izliyorum ki diziyi...Biliyorum bir an kaptırırsam kendimi, bir anlığına da olsa hikayeye girmeye karar verirsem salacağım kendimi. O yüzden hiç öyle kendimi kaptırmadan izlediğimden pek hafif geliyor. Park Shin Hye de ne güzel yahu diye bakıyorum, Park Hyung Shik'in komedik zamanlamalar konusundaki yeteneğine hayran hayran bakıyorum. Onu gördükçe aklıma Taetae geliyor, bir hüzün çöküyor ama silkeleniyorum.</p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/oGyWHLCf4NQ?si=gdWIxuBnloeUHRI9" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-51469592245174866932024-02-10T21:11:00.002+03:002024-02-10T21:11:32.651+03:00besettelse<p style="text-align: justify;"> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjOFWlxwwc3dm2yzH81OP4Q3bIq6M94Yujhph_yMMmwTEdUq194F9hbf2FbGoohb6L51Yi1_avVjYAUR0saCgLV9PLHLp8876TGkzuEkmLtjaCTKcf7JrqOG9eSzMYa26nYmDBuKd0HGONcifpgKmubVxLCeYa0QCVVoBvPREAilBLCmxUS59oYpyq9gyRS/s1280/572443462-tumblr_lqb73ipnK51r1l2ojo1_1280.webp" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1280" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjOFWlxwwc3dm2yzH81OP4Q3bIq6M94Yujhph_yMMmwTEdUq194F9hbf2FbGoohb6L51Yi1_avVjYAUR0saCgLV9PLHLp8876TGkzuEkmLtjaCTKcf7JrqOG9eSzMYa26nYmDBuKd0HGONcifpgKmubVxLCeYa0QCVVoBvPREAilBLCmxUS59oYpyq9gyRS/w640-h360/572443462-tumblr_lqb73ipnK51r1l2ojo1_1280.webp" width="640" /></a></div><br />Şubat geleli 10 gün oldu. Annemler evlerine döneli 8 gün. Gittiklerine sevinmiyorum ama seviniyorum. Çünkü onlar buradayken neredeyse her gün abim, çocukları kapıp, evime geldi. Her gün sabahın köründe çıkıp işe gidip, tüm gün türlü saçmalıkla uğraşıp, kendime bir saniye bile - kafamın içinde bile - ayıramayıp, akşam evime geldiğimde annemin babamın yüzünü görüp, sadece huzurla bir iki saat oturabilmek isterken, her akşam cehennem gibi bir yere geliyordum. 60 küsür yaşındaki annem evimde kaldığı 2 ay boyunca bir gün huzur içinde dinlenerek oturamadı. Sevgi çok kötü bir şey çocuklar. Cidden. Sevgi adı altında insanların birbirine yaptıkları eziyet. Ölçülemez.<p></p><p style="text-align: justify;">Neyse. Evim yine bana kalınca böyle yanardağ patlaması gibi bir şey oldu bende. 2 aydır sanki dikenli telli kafeslere kapatılmışım gibi, üstüme kalın betonlar dökülmüş gibi bir boğulmuşluk hissediyordum sanırım (yine, annemler yüzünden değil, irili ufaklı malum şahıslar yüzünden). Böyle içimde inanılmaz bir onu da yapayım bunu da yapayım oraya da gideyim buraya da gideyim şunu da göreyim bunu da edeyim diye bir patlama belirdi. Neyse ki bir haftanın sonunda yavaş yavaş söndü de kendime gelebildim. Yine o "of aman bu ülkedeyim hala, ne yapacağım ki burada, saçma sapan her şey" halime dönüyorum yavaştan.</p><p style="text-align: justify;">Ev topluyorum bir haftadır. Annemlerin gideceği son güne kadar bendeydi haşereler. Evde kırılmadık, bozulmadık, kurcalanmadık, kirletilmedik, sökülmedik hiçbir şeyim kalmadı. Böyle bir yıkıntının içinde kalakaldım. Bir haftadır sadece çamaşır yıkayıp, asıyorum. Elimde bezle çamaşır suyu, lekeli siliyorum. Temizlik yapıyorum, eşyaları topluyorum. Çocuklar sırf çocuk oldukları için neden masum sayılıyor? Bence bazı çocuklar masum ya da iyi değil. Bu kadar her eşyama, her bir sahip olduğum şeye sistematik bir şekilde zarar veriyorlarsa içlerinde zehirli bir kötülük var bence. Bazı çocuklar kötü. Tıpkı yetişkinler gibi. Hiçbir fark yok. Sırf çocuklar diye kötü olmayacaklar diye bir şey yok.</p><p style="text-align: justify;">İşe gidiyorum, geliyorum ev topluyorum. Neyse en azından iki aydır hiçbir şey izleyememiş olmamın acısını çıkarabildim biraz. Annemler cuma sabahı gitti, cuma akşamı başladım "Marry My Husband" izlemeye, 12 bölümü nefes almadan azimle bitirdim. Haftalığa yetiştim. Bu sene başlayan Kore dizilerinden ilkiydi. Öyle abartılacak bir yanı da yokmuş bu arada, izleniyor sadece. Bu sayede sanırım bu dönemin temasının da belli olduğunu söyleyebiliriz: Geçmişe dönüp, ikinci şansı elde etmek. Neden uzay robotları falan değil ki.</p><p style="text-align: justify;">İki günde de 3 film izledim. Bir ara, demiştim belki, izlemediğim MCU dizi-filmlerini izlemeye başlıyorum diye. Incredible Hulk(2008) vardı izlemediğim ilk sırada. Onunla başlamıştım ama devam edememiştim diğerlerine. <a href="https://www.imdb.com/title/tt10676048/?ref_=nm_flmg_t_3_act" target="_blank">The Marvels(2023)</a>'ı görünce, sırayı unuttum, neyse dedim açtım izledim. Kötü demeye dilim varmıyor, kötü değil çünkü uygun kelime. Daha çok, hiçbir şey yok. Tam olarak film bu. Hiçbir şeyi yok. Ardından sıraya geri döneyim dedim, Thor:Love and Thunder vardı sıramda. Ama The Marvels öyle olunca, elim gitmedi. Aylarca listeme attıklarımdan bir tane açtım, <a href="https://www.imdb.com/title/tt29233518/?ref_=rt_li_tt" target="_blank">My Norwegian Holiday(2023)</a> diye bir Hallmark filmi (tv filmi). Gayet boş, gayet öylesine bir filmi izlerken hayatımla ilgili aydınlanmalar yaşadım tabi. Durup dururken. Bir saplantıyı başka bir saplantıyla ancak yok edebildiğimi fark ettim. Farkındaydım zaten de yıllardır, artık öyle yapmasam iyi olacak gibi olduğunu kendime kabul ettirmeye uğraştım en azından. Dışarıda kocaman bir dünya var diyorum kendi kendime. Her seferinde. Milyonlarca insan var. Neden hep bir şeye saplanıyorsun? Neden hep birine takılıyorsun? Basit ve hafif bir Noel filmini izlerken böyle kendime gelirim işte.</p><p style="text-align: justify;">Bu sabah da kendimde Thor'u izleyecek hevesi bulabildim. <a href="https://www.imdb.com/title/tt10648342/?ref_=rt_li_tt" target="_blank">Thor : Love and Thunder (2022)</a> sadece 80lerin rock müzikleriyle dolu bir video klip derlemesi gibiydi. Müzik kliplerinin aralarında kendi aralarında eğlenen oscarlık oyuncuları, sanki güneşli bir öğleden sonra yolda rastlaşıp birbirlerine espri yapan eski dostları izler gibi. Ve birkaç filmdir, dizidir Marvel gözümüze gözümüze sokuyor bu çocuk olayını. Tamam anladık, bundan sonra yeni nesil gelecek. Anladık tamam mı Marvel? Yaşlıyız biz, bizim işimiz bitti, bizden umudu kestin.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2tqm-vzVVGzwo4Ai8kWPZsJnTGtOg2oWt9JAdZZzh0pNWarDjvaDpUUmPMrxJjWOUPkE6tu6gmNWEcqyqUL300KYsoxvPcIi1DDbdLj7gcScJKMoDSDomtX3yZQRJJ6PzxZrP_NUBoszwvQuIYBlq7utBBqYOdD9SEMoUvQJAJfikPclIlyOqB0Xa3Ox9/s538/b60c1382019e232f28ee1598492e9689.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="538" data-original-width="360" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2tqm-vzVVGzwo4Ai8kWPZsJnTGtOg2oWt9JAdZZzh0pNWarDjvaDpUUmPMrxJjWOUPkE6tu6gmNWEcqyqUL300KYsoxvPcIi1DDbdLj7gcScJKMoDSDomtX3yZQRJJ6PzxZrP_NUBoszwvQuIYBlq7utBBqYOdD9SEMoUvQJAJfikPclIlyOqB0Xa3Ox9/w428-h640/b60c1382019e232f28ee1598492e9689.jpg" width="428" /></a></div><br />Bir de bu sene ilk defa kendime doğumgünü hediyesi aldım. Kendim için iyi bir şey yapıyor olduğumu düşünerek aldım ama maaş gitti. Şimdiye kadar hep inat ediyordum ama biraz da dünyanın kurallarıyla oynamayı deneyeceğim bakalım. Bu sefer de olmazsa...Zaten kaybedecek neyim kaldı ki?<p></p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-51028196423373014602024-01-18T10:59:00.003+03:002024-01-18T10:59:19.707+03:0037 - "In the end she grew up of her own free will a day quicker than the other girls."<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://lumiere-a.akamaihd.net/v1/images/peter-wendy-michael-john-tink-fly-in-peter-pan_621fe0b8.jpeg?region=0,91,1000,563&width=960" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="800" height="450" src="https://lumiere-a.akamaihd.net/v1/images/peter-wendy-michael-john-tink-fly-in-peter-pan_621fe0b8.jpeg?region=0,91,1000,563&width=960" width="800" /></a></div><br />36.yaşımın son gününden, tutulmuş belimle ve pantolonumun düğmesini zorlayan göbeğimle ve ağrıyan sırtımla bildiriyorum. Hiç doğum günüm gelmiş gibi hissetmiyorum. Değişik bir sene oluyor. Değişik birkaç sene oldu. Ben çok değişik oldum. Bence.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Öğlende biraz yürüdüm ofisten çıkıp. Birazcık ya. Belim kazık gibi oldu geri dönünce. Dünden beri de sırtımda, tam kolumun arka tarafı gibi bir yerde ağrı var gene. Birkaç sene önce ahh galiba kalp krizi geçiriyorum ben diye acile gittiğimde doktor haa kulunç girmiş demişti hatırlarsanız. Ayakkabılarım da ayaklarımı sıkıyor zaten. Boyuna büyümemin 20 yıl önce durmuş olması gerekiyordu ama ayaklarım son bir senedir büyümüş gibi duruyor. Şaka gibi. Resmen son bir senede lönk diye yaşlanmışım gibi hissediyorum. Neredeyse 12-13 yaşından beri değişmeyen yüzüm, bir sabah kalktım, baktım ve değişmişti. Bir gecede sanki dudaklarımın yanında derin yarıklar oluştu. Gözlerimin kenarları çizgi çizgi oldu. Saçlarımı toplamak için kaldırdığımda her yanından beyazlar görünüyor. Bir anda olmuş gibi.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Kafamın içinde ise çok değişiklik olmuş gibi gelmiyor bir yandan ama öbür yandan...Aşırı değişiklik olmuş gibi. Artık içimdeki kötülüğü, biraz biraz dışarı çıkarabiliyormuşum gibi geliyor. Her gün biraz daha. Her gün azcık daha. Kendimi alıştıra alıştıra. Temelde düşündüklerim, hissettiklerim aynı. Ama artık dışımdan da görünebiliyor bu içimdeki. Biraz. Hala yapım aşamasında.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Çok şey öğrendim. Bunu not etmek istiyorum. Öğrenmem gereken şeylerin kitaplardakiler olduğunu düşünerek büyüdükten sonra hiçbir şey bilmediğimi fark etmemi sağlayan bir dünyanın içinde çok şey öğrendim. İşin kötüsü bunu 30 küsür yıl kendi korunaklı balonumda yaşadıktan sonra çözdüğüm için onca yıllık bilgiyi son birkaç senede kafam gözüm yamularak öğrenmiş oldum. 2006'nın sonlarında ilk defa duvara toslamıştım. Şimdi bakınca daha iyi anlıyorum. O toslamadan sonra, o duvarın önünde, o duvara çarpmış şekilde çok uzun süre geçirdim. 2019'da ise artık beklemeyi bırakıp, o duvara giriştim. Kafa göz daldım o duvara. Ben kırıldım, parçalandım ama o duvar da parçalanmaya başladı. Biraz daha işi var. Biraz daha moloz kaldı ayaklarımın altında, dizlerime kadar gelen.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Taa 2012'deki doğum günümde "Sizi sadece siz olduğunuz için sevmelerinin ne kadar bulunmaz, ne kadar büyük, ne kadar akıl almaz bir şey olduğunu anlıyorsunuz. İşte o anda farkına varıyorsunuz "özel" olduğunuzun." diye yazmışım. Devamlı eleştirildiğim ve sadece çok başarılı, çok uslu, çok akıllı, çok sevimli, çok güzel olduğum için sevildiğimi düşünerek büyüdüğüm bir çocukluk geçirdikten sonra seviliyor olmanın, birilerinin arkadaşı olabiliyor olmanın şaşkınlığıyla. "Ne oldun? Ne uğruna oldun? Ne yaptın dedim yine kendime. Çok, çok güzel birşeyler yapmışım ki...bana "onları" vermiş, hiçbir şeyi vermese bile." demişim sonraki yıl. Yine aynı hislerle. Kendi kendimi sevildiğime ikna etmeye devam edercesine. 2014'teki doğum günümde ise...Aralık 2013 ile Temmuz 2014 arasında ne düşünüyor olduğuma dair hiçbir fikrim yok. 7 aylık koca bir boşluk. Buraya ara veriyorum yazdıktan sonra başka hiçbir yere bir şeyler karalamamış olmanın sonucu. Bir de sosyal medyanın olmaması o zamanlar. Fotoğraflar var tabi, düzgünce klasörlediğim, kronolojik olarak dizdiğim. Ocak klasöründe yeğenimin doğumu var. İlk kez hala olduğum zaman, en dip depresyonlarımdan birindeymişim şansa bakın. Bir de iki ayrı yerde, iki ayrı kişiyle olduğunu düşündüğüm iki doğum günü kutlama fotoğrafı. Öyle kalabalıklar değil, belli ki ayrı ayrı iki arkadaşımla buluşmuşum, oturup bana iyki doğdun demişler, ayrılmışız. 2015'in Ocak'ında işten istifa etmiş, geleceğin bana mükemmel şeyler getireceğini düşündüğüm bir doğumgünümde "Ben de mutluyum. Bugün doğum günümdü çünkü. 28 yıl önce soğuk bir İzmir sabahında başladığım yolculuğun bu noktasında, ben de bir gece vakti durmuş, uzağımdaki dostlarımdan gelen doğum günü mesajlarını okuyor, benim için yaptıkları videoları izliyorum ve Harry ile aynı şeyleri hissediyorum. Diğer günlerden hiç bir şekilde farklı geçmeyen bu gün, doğum günüm olduğu için gene de mutluyum." yazmışım. Ahh canım benim. Canım kendim. Zavallıcık.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">2016'nın Ocak'ında ise evdeydim. İşsiz. Abimler yeğenimle birlikte bana taşınmıştı. Bir senedir arkeolojide yüksek lisans yapıyordum ve gecem gündüzüme karışmıştı. "artık kendimle ilgili daha çok şey biliyorum. Öte yandan, herşeyi daha da karmaşıklaştırdım. Hayatımı tepetaklak ettim. Şu yaşımda, hayatımın şu noktasında olabileceğim en saçma yerdeyim. Şu ülkede her bir bahtsız gencin kendini parçaladığı "memur" olma halinden "devlet işinden" adeta kaçarak istifamı vermiş bir işsizim. Sıfır gelirle üzerine 5 senemi çürüttüğüm alanın tamamen tersi yönünde bir alanda yüksek lisans yapmaya başladım. Bit kadar bir evde abim yengem ve yeğenimle yaşıyorum, kirada. Şöyle iki adım geriye çekilip tabloma baktığımda içler acısı. Hiçbir şeyim, hiçbir başarım, hiçbir yeteneğim, hiçbir özelliğim yok. Elimde hiçbir şey yok. Bugün 29 yılı geride bıraktım, 30.yılın içindeyim ve şu hayatta olabilecek en saçmasapan yerdeyim. Ne işim var, ne birikimim, ne evin ne katım yatım arabam. Ben kurdum diyebilecek bir ailem bile yok, olanın direklerine destek misali tutunuyorum. Kendim de dahil kimseye bir faydam da yok. Önceki duygularımı, amaçlarımı, isteklerimi çöpe atmak zorunda kaldığım bir noktadayım. Çok istediğim herşeyi aslında hiç de istemediğimi fark ettiğim bir dönemdi bu ve artık ne istediğimi zerre kadar bilmiyorum. Ki bu hayatım boyunca yüz yüze kalmadığım bir durum. Hep ne istediğimi biliyordum, her zaman birileri birşeyler engel oluyordu ondan ulaşamıyordum, bahanem oydu mutsuzluğum için. Ama artık ne istediğimi de bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok bundan sonrası için. Hiç bu kadar plansız, bu kadar amaçsız kalmamıştım. Bugün 29 yaşımdayım ve hayatımla ilgili ne yapacağımı hiiiç bilmiyorum." yazmışım.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">2017'de Roma'da buruk bir doğum günü geçirmiştim: "Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse."</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">2018'de "Oğlu Christopher Robin'in yanına ayıcık Winnie'yi, domuzcuk Piglet'i, kaplan Tigger'ı, eşek Eeyore'u, kanguru Roo'yu, Tavşan'ı, Baykuş'u ve tüm diğerlerinin hikayesini bize armağan eden adam A.A.Milne gibi umarım ben de bir gün herkesin ruhuna dokunabilecek böylesi bir şeyler yapmış olabilirim." 2019'da ise okuyunca hatırladım neler olduğunu, doğum günümü - bu sefer azimle planlayarak - annemlerle gezi yaparken geçirmiştim. "Oysa hayat artık çok güzel. İstediğim her şeyi yapabilirim. Yeni seyahatler planlayabilirim, yeni maceralar yaşayabilirim, evimi yeniden dekore edebilirim, yazmaya vakit ayırabilirim, çok güzel kitaplar okuyabilirim, hep denemek istediğim kursları deneyebilirim, Cey için çok güzel şeyler oluyor-olacak, bahar güzel umutlarla geliyor...Ama içimdeki karanlık bir türlü gerçekliğini algılamama izin vermiyor. O kadar uzun zaman böyle biri olmuşum ki öbür türlüsünü nasıl olacağım bilemiyorum." diye yazmışım ancak bir hafta sonra. 2020'de ise doğum günümden birkaç gün sonra olacağım lazer ameliyatının heyecanıyla hiçbir şey dememişim.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">2021..."Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2020/11/dante-gibi.html">şurada</a>). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor."</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Geçen sene ise "Henüz neler öğrendim diye yazmalı mıyım emin değilim. 30'ları yarılayıp, diğer yarısına geçtim görünürde ama sanırım bu ikinci yarıda öğreneceğim daha çok şey olacak. 20'lerimde 30'larımda, 40'larımda neler öğrendim diye anlatıyorlar ya hani, benim 20'ler için diyecek bir şeyim yok. 0'dan 30'a kadar sanki kocaman bir çocukluk geçirmişim gibi. Bir çocuk neler yaşarsa ortaokula liseye gelene kadar, onun uzun, çok uzun, bitmeyen bir versiyonunu yaşamışım gibi. Daha doğrusu tüm o, hayatın oyun kısmını, ilk dostlukları, ilk heyecanları, kalp kırıklıklarını, takıklıkları, aksiyonları maceraları, hayalleri, seyahatleri, ergenliği,...30'a kadar yaşamışım gibi. 30 koca yıl süren bir çocukluk-ergenlik. Ergenlik nihayet bittiğindeyse bu sefer gençlik geldi. Normalde 20 yaşından itibaren ya da işte lise bitip, üniversiteye gelindiğinde, genç bir insan ailesinin evinden paldır küldür başka bir şehirdeki üniversiteye, kendi kendine var olmaya başlayacağı bir hayata adım attığı o dönemi de 30'umdan itibaren yaşamaya başladım. Kim olduğumu anlamaya, kim olduğumu inşa etmeye başladım. Önceki 30 yıl olan şeyin yıkılıp, içindeki gerçek şeyin çıkmasını izlemeye başladım. Acılı bir izlenceydi bu gerçi. Savaşarak oldu. Her adımda yere yıkılıp, geri doğrularak. Önceki 30 yılda elde ettiğim hemen her şeyi ve herkesi hem kaybederek, hem de üstüne koyarak." demiştim.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Kafam karman çorman şu an. Ofisteyken yazmaya çalışıyorum. Çünkü evde de yazamam, annemler var. Son bir aydır kendime ait bir saniyem olmadı. Kendi başıma kalabildiğim, yalnız kalabildiğim bir tek an olmadı. Benim bir şeyler yapabilmem, bir şeyler ortaya çıkarabilmem için kendimle olabilmem gerekiyor. O yüzden şimdilik başka bir şey yazamayacağım. Sadece bugünü hatırlamak istedim, kendime hatırlatmak istedim.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Artık 37. Tekrar et. 37. Bir yerden aşağı hızla yuvarlanıyormuşum gibi. 37. Çok az kalmış gibi.</div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-45929060881016863172024-01-10T08:00:00.001+03:002024-01-12T21:27:14.884+03:00Xena ile Mitoloji Saati 6 : Xena:TWP 102 - Chariots of War<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgNW2CKSrWkMmEMeaQOyKHuCEVuVBN_xJYjqvmIxQEIKi_tQvXLUCwPKBw7wCVbQg3pjOyjf7LRFlY8xQNfhEB6bqYPZXP8JcN3cWijF23qCZlNwdZyq_xECnaNtXIuhrjKCtLr-mXW6VvBKDiMs4kWjFao8KKdibW8vrrtF0qIW1xkAfrJrxmN5CimXt_/s1280/maxresdefault.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1280" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgNW2CKSrWkMmEMeaQOyKHuCEVuVBN_xJYjqvmIxQEIKi_tQvXLUCwPKBw7wCVbQg3pjOyjf7LRFlY8xQNfhEB6bqYPZXP8JcN3cWijF23qCZlNwdZyq_xECnaNtXIuhrjKCtLr-mXW6VvBKDiMs4kWjFao8KKdibW8vrrtF0qIW1xkAfrJrxmN5CimXt_/w640-h360/maxresdefault.jpg" width="640" /></a></div><br />Mitoloji Saatlerimizin bu altıncısında Xena:The Warrior Princess bölümlerinden 11 Eylül 1995'te yayınlanan "Chariots of War" isimli ilk sezonun ikinci bölümüne geldik. Bu bölümde Xena'nın günahlarından arınma, iyiliğe kavuşma yolculuğunda bir başka duyguyu yaşama aşaması. Bir ailesinin, bir evinin olmasının, bir eş ve çocuklara sahip olmanın nasıl bir duygu olabileceğine dair düşüncelere dalmasına dair bir hikaye. Aynı şekilde Gabrielle'in de aklına uyan, mantıklıca ve saygılı bir şekilde muhabbet edebileceği bir adama denk gelip, evlenmek gibi düşüncelere dalabileceğine dair minik bir öz-sorgulama hikayesi izliyoruz.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLfihQyzqvwb4CZCZ8Y5lgn_d-f8mtH6hyphenhyphenA9SMD8NZnsB8n5XsAWbooVrLvW3OhS9Gc418alFD7KkFddKPt1GjnIAR5ldzZw9lkCFrXT6ltsGS34okCVgtY0erAAcP2RLQYTRgOfMkrvQa-N8azzIOkWADmFXohMVbAN-yHEBfnT80MZIfCZnhCNbat1PF/s1160/tumblr_2e50b874ed8e9f7d53a75f03577416e2_88023711_1280.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="893" data-original-width="1160" height="493" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLfihQyzqvwb4CZCZ8Y5lgn_d-f8mtH6hyphenhyphenA9SMD8NZnsB8n5XsAWbooVrLvW3OhS9Gc418alFD7KkFddKPt1GjnIAR5ldzZw9lkCFrXT6ltsGS34okCVgtY0erAAcP2RLQYTRgOfMkrvQa-N8azzIOkWADmFXohMVbAN-yHEBfnT80MZIfCZnhCNbat1PF/w640-h493/tumblr_2e50b874ed8e9f7d53a75f03577416e2_88023711_1280.jpg" width="640" /></a></div><br />Bu bölümde Xena ve Gabrielle, nerede olduğunu bilmediğimiz bir han/taverna benzeri yerdeler. Tam olarak Ortaçağ'ı veya milattan sonraki ilk binyılı düşündüğümüzde aklımıza gelecek olan bir tablodalar aslında ama neyse. İlk sahnede Gabrielle'in her zamanki gibi bir hikaye anlattığını görüyoruz. Hikayenin sonuna gelmiş oluyor, "Zeus da takdir ettiği için iki aşığı meşe ağacına dönüştürmüş ve sonsuza kadar dalları birbirine dolanmış halde birlikte kalmışlar" gibi bir şeyler söyleyerek bitiriyor hikayesini. Bu hikaye Ovid'in Metamorphoses'ında anlattığı Baucis ile Philemon'un hikayesi.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgpghNMeJWBkDpzTUdVjBA_Bj04PeSvmAVYDcwJ5cjmWv6caz88E0mEC1tPMS4mA0G1lmfSycPtwLvJney_gCgxUD8DO2jjGTWJiP7falEzEPwmyApHGkF-GEGBCxrgGSSfo2vUpMOYdeWELktjpQGysAR130T6qaOjoy1TsOWghCBsjZ59t-I5JIP4_SF5/s2998/Rembrandt_van_Rijn_-_Philemon_and_Baucis_(National_Gallery_of_Art).jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="2332" data-original-width="2998" height="498" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgpghNMeJWBkDpzTUdVjBA_Bj04PeSvmAVYDcwJ5cjmWv6caz88E0mEC1tPMS4mA0G1lmfSycPtwLvJney_gCgxUD8DO2jjGTWJiP7falEzEPwmyApHGkF-GEGBCxrgGSSfo2vUpMOYdeWELktjpQGysAR130T6qaOjoy1TsOWghCBsjZ59t-I5JIP4_SF5/w640-h498/Rembrandt_van_Rijn_-_Philemon_and_Baucis_(National_Gallery_of_Art).jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Resimlerini pek sevdiğim Rembrandt'ın 1658 tarihli tablosu:<br />Jüpiter ile Merkür Philemon ile Baucis'in evinde.<br />Washington'daki <a href="https://www.nga.gov/collection/art-object-page.1204.html#overview" target="_blank">Ulusal Sanat Galerisi</a>'nde.</td></tr></tbody></table><br />Hikayeye göre Zeus ile Hermes (tanrılar olduğunu biliyorsunuz değil mi onu söylemiyorum artık) köylü kılığına girip, Phrygia'da bir köye gidiyorlar. Evlerin kapılarını çalıp, yiyecek falan istiyorlar. Herkes gidin be diyerek yol ediyorlar iki yoksul köylüyü. Sadece yaşlı bir çift, Baucis teyze ile Philemon amca, onları buyur edip, zaten az olan yiyeceklerinden ve şaraplarından ikram ediyor. Şarap testisinin habire kendini doldurduğunu görünce teyze anlıyor, diyor ki bunlar tanrı. Zeus da diyor ki bu köydekiler hep çöp, bir siz iyisiniz. Burayı yerle bir edeceğiz, o yüzden siz toplanın, şu tepenin başına çıkana kadar arkanıza bakmayın. Teyze ile amca koşuyor, tepeye vardıklarında bir bakıyorlar ki köyleri darmaduman. Yalnızca kendi fakir kulübelerinin olduğu yerde süslü bir tapınak yükseliyor. Zeus'a rica ediyorlar, biz bu tapınağın bakıcıları olalım. Birimizden biri vefat edince diğerimizin de ölmesine izin verin ki birbirimizden ayrılmayalım. Zeus da Gabrielle'in anlattığı gibi, öldüklerinde ikisini de ağaca çeviriyor ve dalları birbirine dolanmış halde sonsuza kadar birlikte olmalarını sağlıyor. Ancak onun anlattığından bir miktar farkla. Birini meşe, birini de ıhlamur ağacına çeviriyor Zeus.</div><div style="text-align: justify;">Ardından Xena, Meleatus Nehri'ni geçebilecekleri bir yol arayıp, Gabrielle'i almaya geri geleceğini söyleyerek yola çıkıyor. Antik haritalarda bu isimde bir nehir bulamadım. Önceki bölümde kaldığımız yerden ilerlersek coğrafi olarak, kahramanlarımız Xena'nın köyü Amphipolis'ten yola çıkmıştı diyebiliriz. Burası gerçek bir şehir demiştim, şimdiki haritamızda Yunanistan'ın kuzey batısında. Oradan yola çıkıp, güneye doğru gitmeleri olası. Hemen önlerinde Teselya bölgesi yer alıyor. Burada Melitaea isminde bir polis (şehir devleti) olduğunu biliyoruz. Enipeus isimli bir nehir uzanıyor yanında. Bu açıdan Xena'nın bu nehri geçmek üzere bir yol aradığını varsayabiliriz.</div><div style="text-align: justify;">Thucydides'in Peloponez Savaşı'na dair yazdıklarında kentin ismi geçtiğine göre de en azından milattan önce 424 civarından itibaren kentin kurulu olduğunu söyleyebiliriz.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhtQgjISLrWU2nwbNzHQt6DyimSDBuWDNFcfBYJq5LO3_rHhckEVVusiEl9BoRoU7Btb1i9PBF2deTktXMY6Wrh4rdwnKT-loJ86PHcR3J1oUl5I6j4JEy_DjUGpU_qnGR5FvDuXjcRUlL9BuCC9j2UEcnj31uag9Tf5_wbiW2iRHnqgPPY3ZutLetaPga/s1483/amphipolis_meliteae.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="763" data-original-width="1483" height="330" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhtQgjISLrWU2nwbNzHQt6DyimSDBuWDNFcfBYJq5LO3_rHhckEVVusiEl9BoRoU7Btb1i9PBF2deTktXMY6Wrh4rdwnKT-loJ86PHcR3J1oUl5I6j4JEy_DjUGpU_qnGR5FvDuXjcRUlL9BuCC9j2UEcnj31uag9Tf5_wbiW2iRHnqgPPY3ZutLetaPga/w640-h330/amphipolis_meliteae.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Amphipolis'ten Meliteae kentine 341 karayolu var, 3 gün 6 saatte yürünebilir<br />Kahramanlarımız da tek atları olduğundan yürümüş olmalılar</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;">Yunan mitolojisine göre kurucusu Melitaea olduğu için kentin de ismi bu. Efsaneye göre burada yaşayan ve çok güzel bir kız olan Argaeus'un kızı Aspalis'i, kentin tiranı Tartarus benim olacak benim olacak diye zorlayınca eh kızımız da istemeyince tek kurtuluş yolu olarak kendini asıyor. Tiran o kadar zalim ki halk gerçek ismini dahi anmaya cesaret edemediğinden ona Tartarus diyorlar. Bu tiran, ne kadar güzel kız varsa zorla alıp, kendine cariye yapıyor. Aspalis'in kardeşi Astygites, kız kardeşinin giysilerini giyip, onun kılığına girip giysinin içine de bir kılıç saklıyor ve tirana yanaşıyor, öldürüyor. Tiranın cesedini halk nehre atıyor, o nehrin adı da Tartarus oluyor böylece. Aspalis'in cesedi de bulunamıyor bu arada. Tanrıların işin içine dalıp, cesedini aldığına inanılıyor. Bakire kızların koruyucusu Artemis'in üzülüp, acıdığından Aspalis'in cesedini aldığını düşünüyorlar. Kentteki bir Artemis heykelinin yanında da başka bir tahta heykel ortaya çıkınca kendiliğinden, diyorlar ki Aspalis'i tanrılar kutsadı da böyle Artemisvari bir heykelini de buraya koydular. Aspalis Amilete Hekaërge adı verilen bu yeni heykele, Aspalis'in bakire olarak kendini astığı gibi, şehrin bakireleri de her yıl bakire bir keçiyi kurban olarak Artemis'e adamaya başlıyor.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjYD3ARUafu4ovx4q9rLhZELZlH-kc6ywn1KU_qptg5Jmb2eNCDycwqRFDD7eXUIseo8ufn9p8niiR-DiYY2j1uAQT7OM6sUJcGgu2l_xlEr8F_Jlb6xObFYQpccOwh-914YGLE_pAznrMo8aIGZIgad0R0Eb17aI7A52Z8rYhnOj1XG9REMYOqQMRF8Zt_/s1160/Lamia_Museum_Head_of_Artemis_Aspalis_cropped_detail.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="904" data-original-width="1160" height="498" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjYD3ARUafu4ovx4q9rLhZELZlH-kc6ywn1KU_qptg5Jmb2eNCDycwqRFDD7eXUIseo8ufn9p8niiR-DiYY2j1uAQT7OM6sUJcGgu2l_xlEr8F_Jlb6xObFYQpccOwh-914YGLE_pAznrMo8aIGZIgad0R0Eb17aI7A52Z8rYhnOj1XG9REMYOqQMRF8Zt_/w640-h498/Lamia_Museum_Head_of_Artemis_Aspalis_cropped_detail.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bir Artemis Aspalis heykelinin başı<br />Şimdi geçici olarak kapalı olan <a href="https://archaeologicalmuseums.gr/en/museum/5df34af3deca5e2d79e8c177/archaeological-museum-of-lamia" target="_blank">Lamia Arkeoloji Müzesi</a>'nden</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;">Bölümde ilerleyince bu kez barışçıl bir çiftçi köyüne yolumuz düşüyor Xena ile birlikte. Xena uzaktan köye saldıranları görünce müdahale ediyor. Saldırganları püskürtürken karnına bir ok yiyor. Aslında burada müthiş bir Xena klasiği izliyoruz, atılan iki oku elleriyle yakalıyor ancak üçüncü ok karnına isabet ediyor çünkü üçüncü bir eli yok :) Neyse savaşçı prensesimiz yere yuvarlanıyor ve bir çocuklu ailenin evinde gözlerini açıyor. Ailenin annesi hayatını kaybetmiş, bu yüzden üç küçük çocuğuna tek başına bakan babamız var. Xena'nın yarasını tedavi ediyorlar.</div><div style="text-align: justify;">Xena'yı evlerine alıp, tedavi eden ailemizin babası Darius, oğulları Argolis, Lykus ve küçük kız da Sarita isimlerini taşıyor.</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1UwOCNpFvGLOKHO4WDQqV4S5Phw3vDuwhRmbmPVFtTlNhA67Nt13qMyCwPQ0EFwmJz8uAXOfq0G5MKNewXaFfnAdwvCwUW0eo3F2VEf8HO1YmeOISjMLlCyjqSib5suSd_AzyQMgzRejqzovG-sqrNTF2_wm1SMp03zG8gWXkp2K2X2Y5UrdcI-Gl06ME/s720/bdc154bb-0321-4f79-8fce-aa67d6f8f662.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="480" data-original-width="720" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1UwOCNpFvGLOKHO4WDQqV4S5Phw3vDuwhRmbmPVFtTlNhA67Nt13qMyCwPQ0EFwmJz8uAXOfq0G5MKNewXaFfnAdwvCwUW0eo3F2VEf8HO1YmeOISjMLlCyjqSib5suSd_AzyQMgzRejqzovG-sqrNTF2_wm1SMp03zG8gWXkp2K2X2Y5UrdcI-Gl06ME/w640-h426/bdc154bb-0321-4f79-8fce-aa67d6f8f662.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivsCXB8zlx_S37V3717s2fvua1KHgoHf2FCnPimqO4vkC5Ygi20clEm6pZt8Nn-OZzxshJyydF6svBtFv6xMYOoQibSOj5yM6C7f5uRtgusBPratRn82tO8sJ5qKbwS9u09TWIRk4BPB5C31z2C0mpnkeT6DrKhzZ6NXxqrdko2a621TTLiwCClDHYNW4Z/s748/XWP-CHARIOTS-OF-WAR-1X02-xena-warrior-princess-18581042-748-576.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="576" data-original-width="748" height="492" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivsCXB8zlx_S37V3717s2fvua1KHgoHf2FCnPimqO4vkC5Ygi20clEm6pZt8Nn-OZzxshJyydF6svBtFv6xMYOoQibSOj5yM6C7f5uRtgusBPratRn82tO8sJ5qKbwS9u09TWIRk4BPB5C31z2C0mpnkeT6DrKhzZ6NXxqrdko2a621TTLiwCClDHYNW4Z/w640-h492/XWP-CHARIOTS-OF-WAR-1X02-xena-warrior-princess-18581042-748-576.jpg" width="640" /></a></div><br /><div style="text-align: justify;">Darius ismi esasında eski bir Pers ismi. Darayavaus'un kısaltılmışı olan Darayaus'un Yunan hali Dareois'un Latince hali. Darayavaus, iyiliğe sahip olmak, içinde iyilik bulundurmak gibi bir anlama geliyor Persçe. Bu açıdan karaktere iyi denk gelmiş bir isim olmuş. Lykus ismi de Yunanca Lykos'un Latince hali. Lykos Yunanca kurt demek. Minik erkek çocuklarından birine konulabilecek bir isim gibi görünüyor. Diğer erkek çocuğunun ismi Argolis ise Yunan anakarasında bir bölgenin ismi şu anda bile. Bazen 'Argolid' olarak da anılan ve adını Argos kentinden alan antik dönemlerdeki Argolis, Peloponnesus'un doğu kısmını, özellikle de Argolid yarımadasını, Arcadia'nın doğusu ve Laconia'nın kuzeyindeki kıyı bölgesini içine alan bir alanı kapsıyor. Argos, Yunanca parıldayan, parlayan demek. Jason ve Argonatlar'ın bindiği gemi Argo'yu inşa eden ustanın ismi de Argos/Argus olarak geçer ki bu isimle de ustanın bu Argos kentinden/bölgesinden geldiği belirtilir. Küçük kız kardeşin ismi olan Sarita ise senaristlerin tamamen elimizin altına ne gelirse yazalım demelerinin sonucu. Sanskritçe'de akıcı demek.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLXwz1SePMxRp3oaoAccJi-WL2tvU0Rn30SlTX-bblWG-CMH2B9ZmM7zOfaYcbR9EtYZ_d_13mcM3bs6ovtImQ7PzyboipfM9AX0px9D4JSQwepVf46sxmDGeQ1f9McbHPs2TBTF8AYLmbGHh01-NvU-l-IbjvGRITMZyWSt9YL3lbaYqiX57L_-QRFLp7/s1224/argos.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="839" data-original-width="1224" height="438" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLXwz1SePMxRp3oaoAccJi-WL2tvU0Rn30SlTX-bblWG-CMH2B9ZmM7zOfaYcbR9EtYZ_d_13mcM3bs6ovtImQ7PzyboipfM9AX0px9D4JSQwepVf46sxmDGeQ1f9McbHPs2TBTF8AYLmbGHh01-NvU-l-IbjvGRITMZyWSt9YL3lbaYqiX57L_-QRFLp7/w640-h438/argos.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Argolis veya Argos da orada işte</td></tr></tbody></table><br />Köylülerden birinin, savaş lordunun adamlarının bir önceki saldırışlarında ahırını yıktıkları köylünün ismi Tynus'ın ise hiçbir bağlantısı yok mitoloji veya tarih ile. Savaş lordunun oğlunun ismi olan Sphaerus, milattan önce 3.yy.da yaşamış Yunan bir Stoacı filozofun ismi aynı zamanda. Bu, karakterimizin durumuna uyuyor aslında. Karakterimiz de oldukça düşünceli, savaşmayı ve babasını sorgulayan, kendi doğruları olan bir kahraman.</div><div style="text-align: justify;">Savaşmakla kafayı bulmuş olan savaş lordunun ismi Cycnus ise Yunan mitolojisinde çokça kendine yer bulan bir karakter ismi. Yani bu isimde birçok karakter var. Ama bizim hikayemize en uygunu, hatta senaristlerin direkt esinlenmiş olabileceklerini düşündüğüm, Savaş tanrısı Ares'in oğlu olan Cycnus. İsmin anlamı kuğu aslında Yunanca'da, çünkü mitolojide genellikle bir şekilde kuğuya dönüştürülen karakterlere veriliyor. Ares'in oğlu olan, Pagasae, Teselya'da ya da Makedonya'daki Echedorus nehrinin kıyısında yaşayan kana susamış ve zalim bir adam olarak geçiyor. Sonunda Herakles (bizim Hercules yani) tarafından öldürülüyor. Hatta Heracles onu kovalarken savaş arabasına (chariot'a) atlayıp, kaçmaya da çalışıyor ki bölümün ismine de bu ilham vermiş olabilir.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/f/ff/Herakles_Kyknos_BM_B364.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="400" data-original-width="800" height="400" src="https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/f/ff/Herakles_Kyknos_BM_B364.jpg" width="800" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu seramik (aslında volüt krater dediğimiz bir tür) üzerindeki sahnede <br />en solda savaş arabasının üzerindeki figür zalim Cycnus<br />M.Ö.6.yy.dan ve tabiki British Museum'da.</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;"><div>Savaş lordumuzun büyük oğlunun isminin Stentor olduğunu öğreniyoruz. Stentor, Troya Savaşı'nda savaşan Yunanlardan birinin ismi mitolojide. Tanrıça Hera, Stentor'un kılığına girip, Yunanları savaşmak için cesaretlendirmiş. Bunu bağırarak yapmış, 50 adamın gücündeki sesiyle. Bu sebeple Stentor kelimesi oralardan yola çıkıp, günümüzde müzikteki stentorian terimine ilham vermiş.</div><div>Bu oğul Stentor'un Korinth yakınlarındaki savaşta öldüğünü öğreniyoruz bu bölümde. Korinth Savaşı (Nemea Savaşı da deniliyor) ise eğer bu bahsedilen, M.Ö.395-387 arasında oldu bu savaş. Sparta'ya karşı Thebai, Atina, Korinth ve Argos birleşmişti. Ancak Ahameniş İmparatorluğu Sparta'yı destekleyince, taraflar arasında Antalcidas/Kral Barışı denilen bir barış anlaşması yapıldı ve savaş öyle bitti. Bu kısım da aslında bölümdeki hikayemizle örtüşüyor. Kana susamış savaş lordumuzun bu büyük oğlunun, savaş sırasında barış yapmaya çalıştığı için kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü öğreniyoruz bölümün sonunda.</div></div><div style="text-align: justify;">Köydeki ahırı yeniden inşa ederlerken Darius, Troya'daki savaştan kaçıp, barış ve huzur içinde yaşamaya geldiklerini söylüyor. Troya Savaşı genellikle mitolojik bir hikaye olarak görülmüş olsa da yapılan araştırmalar sonucunda Troya kentinin VII.tabakasındaki yangın ve yıkım izlerinin bu savaş anlatısına ilham olmuş olabilecek bir savaşın izleri olduğunu söyleyebiliriz. Troya'nın bu tabakası geç bronz çağına, milattan önce yaklaşık 1300lerden 950 civarına tarihlendiriliyor. Yani Darius ve ailesi bu savaştan kaçıp, Yunan anakarasına gelmişse bu bölümdeki hikayemizin M.Ö.950 civarında geçtiğini söylemeliyiz. Ancak karakterlerden birisinin de M.Ö.387'de anlaşma ile sona eren Korinth Savaşı'nda öldüğünü öğrendiğimiz için neresinden tutsak elimizde kalıyor kronoloji.</div><div style="text-align: justify;">Geneline baktığımızda kronolojik olarak bir yere oturtamadığımız ama coğrafi olarak mantıklı giden, ortalamanın altındaki bir Xena bölümü Chariots of War. Ama mitolojik öyküler ve kahramanlar açısından oldukça doyurucu.</div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-17187949067604749462024-01-03T06:00:00.001+03:002024-01-04T14:48:42.914+03:00The Matchmakers {혼례대첩} (2023)<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://asianwiki.com/images/a/ad/The_Matchmakers-p2.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="558" height="800" src="https://asianwiki.com/images/a/ad/The_Matchmakers-p2.jpg" width="558" /></a></div><br /><div style="text-align: justify;">Joseon Dönemi'nde bir zamandayız. Krallığın başkentinde Sim Jung Woo isimli kahramanımız, devlet sınavını en genç yaşta en birinci olarak geçen bir akıl küpü. Ailesi de krallığın en güçlü iki soyundan birine mensup. Tam hayalini kurduğu gibi bir kamu görevine başlayıp, zekasıyla basamakları birer birer tırmanacağını düşünürken kralın kızı ile evlenmesine karar veriliyor. Prenses de tam düğün töreni sırasında bayılıp, ölmesin mi? Geleneklere göre Sim Jung Woo'nun bir daha evlenmesi ve devlet içerisinde herhangi bir görev alması yasak olduğundan başrol erkeğimiz kocaman evinde, yalnız başına seneler geçirmeye başlıyor.</div><div style="text-align: justify;">İktidardaki en güçlü ailenin (Left State Councilor'ın evi - bu councilorları daha önce bir yerde konuşmuştuk çocuklar) evindeki dul gelin Jung Soon Deok ise başrol kızımız. Onun da evlendiği kocası yazık, evliliklerinin ilk yılında zaten hasta olduğu için ölüvermiş. Jung Soon Deok da yine geleneklerden ötürü, gelin geldiği evde yaşamaya, evi çekip çevirmeye devam etmek ve hiç evlenmemek zorunda. Ama Jung Soon Deok'un bir sırrı var: Sabah ve akşamları olan ev işlerini halledip, tüm gün dışarıda, başkent Hanyang'ın sokaklarında bir "matchmaker" olarak çalışıyor. O zamanlar böyle bir gelenek var (ay allahım ne çok gelenek dedim daha iki paragraf oldu). Çöpçatan bizdeki adı ama öyle mi diyeyim? Bu çöpçatanlar, yaşı gelmiş gençleri birbirlerine uygun görüp, bulup, tarayıp evlendiriyorlar. Öyle flört etme, birbirini görme beğenme, birbirini tanıma şu bu bir şeylerin olmadığı zamanlar olduğu için tüm işi bu çöpçatanlar hallediyor. Aileler arasında gidip gelip, böyle niyet mektupları ya da anlaşma mektupları diye düşünebileceğimiz (aslında başka bir şey onlar da o kısmı derinlemesine araştırmam gerekiyor, not ettim) şeyleri değiş tokuş ediyorlar. Çeyiz tarzındaki şeyleri götürüp getiriyorlar falan. Hah işte başrol kızımızın işi de bu. Zevkine yapıyor. Kendisi sonuçta başkentin en zengin ve güçlü ailesinin ikinci gelini. Tanınmamak için de eski köle-yeni minik tüccar bir arkadaşının, Yeo Joo Daek hanımın kılığına giriyor. Üstüne daha alt tabakanın giydiği kıyafetlerden, parlak renkli, ben buradayım diyen kıyafetlerden giyip, yüzüne ağır bir makyaj yapıyor. Bir gözünün altına da esas Yeo Joo Daek'in olduğu gibi bir minik ben kondurunca kendi öz kardeşi bile tanıyamıyor oluyor (bunlar hep gözlük takıp tanınmayan clark kent'in başının altından çıktı hiç öyle göz devirmeyin benim gibi).</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2OqHpfECyWV9nIIJNQIY_UV5eUWrRRvjRg5a6W0DVGbzabh5Jba6s-_UnXOLkR7F8ruwsh2kTkOmFRsICjXo2k7vYz0y0KtQa9f-kYSLh1XAoj8eKcyqALK_T7E608aTqwWTaRiquUq0E526-h_qRiF-tE7B6mN6337CUQwd5TrF7bGi_dHQ7CtLdhNfX/s900/vXOk1W_3f.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="899" data-original-width="900" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2OqHpfECyWV9nIIJNQIY_UV5eUWrRRvjRg5a6W0DVGbzabh5Jba6s-_UnXOLkR7F8ruwsh2kTkOmFRsICjXo2k7vYz0y0KtQa9f-kYSLh1XAoj8eKcyqALK_T7E608aTqwWTaRiquUq0E526-h_qRiF-tE7B6mN6337CUQwd5TrF7bGi_dHQ7CtLdhNfX/w640-h640/vXOk1W_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Evde kalmış 3 kız kardeş :)</td></tr></tbody></table><br />Bu iki şahsına münhasır kahramanımız kaderin bir oyunu ile evde kalmış 3 kız kardeşi (en büyükleri 24 yaşında mı ne, o derece evde kalmışlar yani düşünün) iki üç ay içinde evlendirmek üzere iş birliği yapıyor. Ve maceraları sadece üç kızı evlendirmeye çalışmak olmaktan çıkıp, yıllar öncesine uzanan kraliyet komplolarını çözmeye, kaza gibi görünen cinayetleri ortaya çıkarmaya, veliaht prensi korumaktan, kralın iktidarını muhafaza etmeye kadar bin bir türlü şeye dönüşüyor. Tabi arada da birbirlerine aşık olmaktan geri kalmıyorlar.</div><div style="text-align: justify;">The Matchmakers, orijinal adıyla 혼례대첩 (hunriye deçob diye okuyabiliriz) Güney Kore'nin KBS2 kanalında 30 Ekim - 25 Aralık 2023 tarihleri arasında 16 bölüm olarak yayınlandı. Orijinal adı düğün savaşı gibi bir şey demek. Rowoon'u Destined With You'da izleyip, sempatik bulduktan hemen sonra başka bir dizide, hem de bir tarihi romcomda başrol görünce atladım tabiki izlemek için. Böyle eğlenceli, komiklikli, aralarda romantiklikli, bol bol da saray entrikası, güçler arasındaki oyunlar serpiştirilmiş tarihi diziler benim yumuşak karnım artık. Saçlar sımsıkı toplanmış, altta geniş hanboklar giyilmiş kızları, çooonaa diyerek terennüm eden adamları görünce kendimi hoop aralarında buluveriyorum. Çok can sıkıcı bir şeyler olmadığı sürece izlemeye devam ediyorum. Neyse ki bu kez ne can sıkıcı bir şey vardı ne de izlememe engel olacak bir şeyler. Aksine aşırı eğlenceli, mantıksız da olsa gizemli aksiyonlu, tarihi gerçekliği olmasa da tarihi dokulu pek keyifli bir hikaye izledim. Baştan sona kendine has anlatım tarzını ve temposunu korudu. Kendince ters köşeler de yapmaya çalıştı. Oyuncuların hepsi bir şekilde kendini sevdirdi. Hikayenin kötüleri bile sevimli gelebiliyordu yani kötülükleri görünürken.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCbZ-4wQOAle0Fxq22Qj-MM7fl_KS-XN_kp73uTfH431BRUw8hE70Wn7_GUjFxgCVpKacD89X9jP439mOm6iTOvyY0cl-fF-nJ72zpVYADzChc2iEUkoYEfe89Q6y3HnzoEGxyCQzpbC13Xz2a2MGN1sgHX3r78H1rvgZOrFvA6MaHtiTOsLCq4X9qg9In/s1080/fullsizephoto1737683.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="1080" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCbZ-4wQOAle0Fxq22Qj-MM7fl_KS-XN_kp73uTfH431BRUw8hE70Wn7_GUjFxgCVpKacD89X9jP439mOm6iTOvyY0cl-fF-nJ72zpVYADzChc2iEUkoYEfe89Q6y3HnzoEGxyCQzpbC13Xz2a2MGN1sgHX3r78H1rvgZOrFvA6MaHtiTOsLCq4X9qg9In/w640-h426/fullsizephoto1737683.jpg" width="640" /></a></div><br />Ayrıca pek çok açıdan daha "çağdaş" bir hikayeydi. Yani evet Joseon dönemi geleneklerini barındırıyordu hikaye ve zaten temelinde bu geleneklerin kısıtladığı şeylerden çıkan zorunluluklar ve engeller vardı ama tüm bunları, çok da tarihi bir noktaya konumlandırılmadığından belki, biraz daha çağdaş bir bakış açısıyla ele alır gibi davrandı tüm hikaye. Mesela önümüzde her zamanki, erkek egemen kraliyet ortamı ve entrikaları vardı ama tüm her şeyin merkezinde koskocaman bir güç sahibi kadın yer alıyor. Esas kızımız bile aslında tüm hayatını geleneklere ve zamanın ruhuna bir başkaldırı olarak yaşıyor. Hikaye boyunca tanıştığımız kadın karakterlerin hemen hemen hiçbirinin ay elime diken battı benim kurtarın ay gözlerim karardı beni tutun tarzında bir halleri olmadı. Hepsi kendi stilinde dimdikti, kendi hayallerinin peşinde, her durumda kendi kendilerine nasıl her şeyi halledebileceklerini düşünebilen, inisiyatif alabilen kadın karakterler izledik. Onların yanında erkek karakterlerimiz de öyle her şeyi vura kıra halleden, dediğim dedik, kadın karakterleri kurtarıp günü kurtaran kahramanlar şeklinde yer almıyor. Çoğu durumda daha zayıf kaldıklarına ya da yenildiklerine şahit oluyoruz.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxA8cMMMVPZtpvXzAsOZjrsjBiVdvFeOWF7TVxsyLvw1puz_AL7qwMicfBpm6sNZeqKMkhHvm8NKnLBQIBkKBLpzhB_0nI2XD9irsDo-WfGpjc1pLxBbLoGpLCbarKgBu4cqWQAQ-AUzIot3Ltd5d3Ja3Uh6f0BaAecEGpt1ywxtewUHsJ_aEaSXp1694L/s1920/TM11-00012.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="1920" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxA8cMMMVPZtpvXzAsOZjrsjBiVdvFeOWF7TVxsyLvw1puz_AL7qwMicfBpm6sNZeqKMkhHvm8NKnLBQIBkKBLpzhB_0nI2XD9irsDo-WfGpjc1pLxBbLoGpLCbarKgBu4cqWQAQ-AUzIot3Ltd5d3Ja3Uh6f0BaAecEGpt1ywxtewUHsJ_aEaSXp1694L/w640-h360/TM11-00012.jpg" width="640" /></a></div><br />Dedim ya Rowoon'u Destined With You'da sevmiştim ve o dizi o kadar kötü olmasına rağmen sonraki işlerine bakmam için motivasyon olmuştu. Burada da fena değildi. Az biraz da olsa oyunculuğuna bir şeyler katar haldeydi. Yine komedi dozu yüksek bir karakter ortaya koyuyor ki bu bence onun oldukça başarılı olduğu bir alan. Buradaki dışarıdan çok ukala ve güçlü, kocaman görünen ama fiziki hiçbir şeyde başarılı veya güçlü olmayan, her şeyi sadece kitaplardan okuyup öğrendikleriyle yapmaya çalışıp, hayata aşırı yabancı olan bu sakar, bilmiş hallerini izlemeyi çok sevdim mesela.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2Lz_jL15bPWI5-DAAlwwh5pj4tPVwTjKWU9zBYvRRAaxF1FNo6_vtQp5GLYQuyjeN5l_vX14wyZ-BA827BeJGk7ae879hJ3ESREgrhBsCkWkLFfmFC6OaWFC4Wk3FckBFA_EHFDgQsbwVVuCn-Wqivq_u8y1DibPjtq84eIo5TnK6IMQOEirw30RYdAxX/s900/vXJrzB_3f.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="900" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2Lz_jL15bPWI5-DAAlwwh5pj4tPVwTjKWU9zBYvRRAaxF1FNo6_vtQp5GLYQuyjeN5l_vX14wyZ-BA827BeJGk7ae879hJ3ESREgrhBsCkWkLFfmFC6OaWFC4Wk3FckBFA_EHFDgQsbwVVuCn-Wqivq_u8y1DibPjtq84eIo5TnK6IMQOEirw30RYdAxX/w640-h426/vXJrzB_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bakın bu evin hanımı-gelini kılığındaki esas kızımız</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisEKbbXbPYxxYimn95hAcyZ0h-GonZvzS1xAEIp92y00USH4qr-SfXWJFcCPGU8I2CSspHWHSxJAs7I7w34m6I_CVgLM5Rp58V1ppvVmjpJmZdszUnd_mKKYMan-FbONBONONUe7xf9u65HugvIM5WAPg-siKua3Ky2Af60XqW03paHsq7-gs9TPPh49_q/s650/4ewZjY_3f.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="433" data-original-width="650" height="426" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisEKbbXbPYxxYimn95hAcyZ0h-GonZvzS1xAEIp92y00USH4qr-SfXWJFcCPGU8I2CSspHWHSxJAs7I7w34m6I_CVgLM5Rp58V1ppvVmjpJmZdszUnd_mKKYMan-FbONBONONUe7xf9u65HugvIM5WAPg-siKua3Ky2Af60XqW03paHsq7-gs9TPPh49_q/w640-h426/4ewZjY_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu da çöpçatan kılığındaki esas kızımız <br />- hiç tanınmıyor değil mi :D</td></tr></tbody></table><br />Esas kızımızı oynayan Cho Yi Hyun'u ilk defa görmüş oldum. 2017'den bu yana dizilerde oynuyor görünüyor ama tek bir dizisini bile izlememişim. Burada ilk defa tanıştığım hali böyle çıtı pıtı (gerçi kanımca Rowoon'un yanında herkes mi öyle görünüyor acaba ya da kız gerçekten minyon), bıcır bıcır, her şeye her yere koşturan, her işi halleden, elinden her iş gelen ama her davranışı da kurallara kaidelere uygun bir kız şeklindeydi. Ne olursa olsun kendi iyilik çizgisinden ve etik sınırlarından çıkmadı. İzlemesi keyifli bir karakterdi ama Rowoon'un canlandırdığı karakterle romantik olarak bir kimya oluşturamadı - bana göre. İzleyen hemen hemen herkesin ikisini birbirine yakıştırdığına eminim ama ince bir fark var, onu göremedikleri için olsa gerek. İki karakter olarak olayların içinde, bir arada, yan yana kimyaları çok iyiydi. Sadece romantik olarak bir yıldızlar ışık patlamaları yoktu ortada o kadar.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh87Nt-0yQCmXwrMq_yncNG9aBywFIcPkvC_qut9jXBA0yVrGd-KRoZMJhd6oXuVImrHNiZVJ5v17tC0SXi3v9OWMKTZSnA2f7Qu00iqcEHEL6HJyMhOVYxmKr-rFtV1Q4rn4o-mO-X4dWgXGYuf0YZQR7YrIbtD9X8rfuD-hSFhkGr0KRuiUKbShyVfJ9S/s900/XdejKn_3f.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="900" data-original-width="900" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh87Nt-0yQCmXwrMq_yncNG9aBywFIcPkvC_qut9jXBA0yVrGd-KRoZMJhd6oXuVImrHNiZVJ5v17tC0SXi3v9OWMKTZSnA2f7Qu00iqcEHEL6HJyMhOVYxmKr-rFtV1Q4rn4o-mO-X4dWgXGYuf0YZQR7YrIbtD9X8rfuD-hSFhkGr0KRuiUKbShyVfJ9S/w640-h640/XdejKn_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Mükemmel kral</td></tr></tbody></table><br />Daha önce Hometown Cha Cha Cha'nın neşeli kafe sahibi olarak izlediğimiz Jo Han Chul'u oldukça fantastik bir kral olarak izledik burada. Fantastik diyorum çünkü tarihi bir dramada böylesi yumoş, anlayışlı, empatik, kafası çalışan, kimsenin tahttan indirmeye, suikast düzenlemeye çalışmadığı, her şeyi herkesi bir şekilde idare edebilen başka bir kral karakteri görmedim. Keşke her tarihi drama kralı Jo Han Chul olsa.</div><div style="text-align: justify;">Hikayemizin güç timsali kadını rolündeki Park Ji Young'u izlemek de ayrı bir keyifti. Hareketleri bir an sinirinizi bozuyorsa öbür an ne kadar mantıklı davrandığını görebiliyordunuz. Kendisi dizilerin ağır toplarından, sektörün eski ve önemli oyuncularından ama buraya kadar hiç gördüğümü hatırlamıyorum. Denk gelmemişim demek ki. Moon Lovers: Scarlet Heart Ryeo (2016)'da üçüncü kraliçeymiş mesela, hiçbir fikrim yok hafızamda.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEc4SqF7ec8DS_fiGHmbT57cTDAlpYUbCwL_T0cnXkiTWhdznluNdjJPmqpkwBr32uhZG6RBLKUjeutOiz3-4xXI3qqWEgCeTD9IbEBuw4TIkTCNFohtibpAQ1-QzV7AGss8GY8wa1tjM9kuKnqnWlgJypfNbLy-Pp3GepW5GktXlniydlaJ5AbGeAr4ID/s1920/TM12-00001.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1080" data-original-width="1920" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEc4SqF7ec8DS_fiGHmbT57cTDAlpYUbCwL_T0cnXkiTWhdznluNdjJPmqpkwBr32uhZG6RBLKUjeutOiz3-4xXI3qqWEgCeTD9IbEBuw4TIkTCNFohtibpAQ1-QzV7AGss8GY8wa1tjM9kuKnqnWlgJypfNbLy-Pp3GepW5GktXlniydlaJ5AbGeAr4ID/w640-h360/TM12-00001.jpg" width="640" /></a></div><br />Yan karakterleri oynayan oyuncuların hemen hepsi çok iyiydi yaptıkları işte. Ama bence bunda, ellerine verilen metinde gayet üstüne düşünülmüş karakterlerin yer alıyor olmasının etkisi var. Herkes yer aldığı noktaya cuk oturuyor ve her sahne su gibi akıyor. 3.duvarın yıkıldığı, her bölümün başındaki sahneler de ayrıca eğlenceli şekerleme süsleriydi hikayeye.</div><div style="text-align: justify;">Ben bu hikayeyi ve karakterleri gerçekten çok sevdim. Dediğim gibi sadece tarihi bir fonda olduğu ve Rowoon'u takibe aldığım için açmıştım ama hiç beklemediğim kadar iyi çıktı. Haftalık olarak izleyip, 2023'ün içinde başlayıp biten son diziydi benim için. İzlerken çok keyif aldım, çok mutlu oldum. Biliyorum 2023'ün favorisi olarak - benim favorim olarak - The Matchmakers'ı söylemedim çetelede ama sanki yılın son günü, koştura koştura, uykumdan feragat edip, bitirdiğimde ve şu an üstüne düşündüğümde sanırım en çok bunu sevdim diyebiliyorum.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/dyjkzSdyr6s?si=JFXV-cl6XnfcRURS" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-27225856536291555312023-12-31T17:51:00.003+03:002024-01-04T14:49:37.303+03:002023'ün Çetelesi<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><br /> Bu biten sene ile ilgili herkes orada burada yok şöyleydi böyleydi, ah bir bit artık 2023, yok bir kötüydü bir kötüydü vay efendim 2023 bana neler öğretti falan filan diyor yazıyor ya şimdi, şu aralar...Vallahi son bir haftadır düşünüyorum her boş kaldığımda, ben bu sene ne yaptım diye. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Şubat'ta hepimizin üstüne kocaman bir karabasan çöktü diye geliyor aklıma bir, ama o kadar büyük bir kabustu ki hemen bu sene miydi yoksa ben mi hayal ettim üstünden yüzyıllar mı geçti diye karar veremiyorum. İş yerinde bir dolu cihaz değişimi, kurulumu vs. olacağı için manyaklar gibi çalışmaya başladığımızı hatırlıyorum Ocak'tan itibaren. Nisan'da hayatımın en güzel maceralarından birini yaşadığımı biliyorum, Seul'deki 10 günümde. Seul'den döndükten sonra yaz bitene, sonbaharı yarılayana kadar köpekler gibi çalıştığımız aklıma geldikçe içim daralıyor yine. Bütün bir yaz, o sıcakta, klimasız bir ofiste suyumuz çıkana kadar çalıştık. Neden yaptım bunu bilmiyorum, ne zorum vardı ki. O bunalmışlığın üstüne de aylardır güney kore dizilerine gömüldüm. Bu kadar. 2023'te ne yaptım diye düşününce, bu kadar. Bir şey öğrendim mi? Yoo. Bir aydınlanma yaşadım mı? Belki. Kendi başıma seyahatten çok keyif alıyormuşum. Çok daha başarılı geziyormuşum ve mutlu oluyormuşum. İnsanlara daha fazla hayır diyebildiğim bir sene oldu gibime geliyor bir de. O yüzden de kendimi azcık tebrik ediyorum. Bunun da dışında bir şey hatırlayamıyorum. Ama işte tam da bu yüzden, hatırlayamamam yüzünden buraya yazıyordum ve instaya fotoğraf koyuyordum. O zaman hatırlama yolculuğuna çıkma vakti.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgv-VwLCyzrCmcQm-PWGpGDKyNqNmBqiR8L4UGon921WLJc9qsR74VgBjSFDYNbgkRigs6MPkYwjVmGLS3eypCCxlEx2Bg1_Iv-sd-XIN2Y7sFXMikHa7cSghydj3FU2-qA7jVp6M1zB-2DzxNBb1qmnX48HVu8DK33iALVmsjgVYoQBSFZMp1dof68BO4-/s1600/d22ada95-d0bc-4d42-8d8d-576f18da559a.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="720" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgv-VwLCyzrCmcQm-PWGpGDKyNqNmBqiR8L4UGon921WLJc9qsR74VgBjSFDYNbgkRigs6MPkYwjVmGLS3eypCCxlEx2Bg1_Iv-sd-XIN2Y7sFXMikHa7cSghydj3FU2-qA7jVp6M1zB-2DzxNBb1qmnX48HVu8DK33iALVmsjgVYoQBSFZMp1dof68BO4-/w288-h640/d22ada95-d0bc-4d42-8d8d-576f18da559a.jpg" width="288" /></a></div>2023'te bu yazıya kadar toplamda 50 yazı/gönderi paylaşmışım Neverland'de. Aslında bir tane de taslak var, onu da bugün yetiştirebilirsem 51 olabilir bu sayı.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><br />Ocak ayına Mona Lisa tablosu ile başlayıp, bol bol şarkı paylaşmışım. Her yeni yıl başladığında insana bir heves geliyor ya, o hevesle yine Xena ile Mitoloji Saati'me gireyim demişim, iki bölüm yaptıktan sonra yine, koca bir yıl unutup gitmişim. Yeni yaşım için geleneksel yazımı da yazmış, Ocak'ta toplamda 8 gönderi ile aslında umut vaat edici bir başlangıç yapmışım yeni yıla. Yılın ilk günlerinde elime Jane Austen'ın Sanditon'ını alıp, okumuştum. Yine, heves. Bu sene yeniden kitap okuyabileceğim diye düşünmüş olmalıyım. Hah. İlahi ben. The Crown'ın 5.sezonuna başlamışım. O arada The Last of Us'a bakmıştım, benlik değil diyerek bırakmıştım. Regl saçmalığım devam ediyormuş, aylardır gitmediğim doktorumun klinikten ayrıldığını keşfedince onu aramaya çıkmışım. Ocak'ın ortasında yine midem tutmuş bir ara. Son haftasında da ateşim çıkmış. Ayın başında bir kar yağar gibi olmuş ama asıl en son günü çılgınca yapmış.<p></p><p style="text-align: justify;">Şubat'ta gönderi sayısı birden düşmüş. Çünkü çok kötüydü. Çok çok kötüydü. Şubat 2023, ömrümüzün en kötü Şubat'ıydı. Oysa ki başında bembeyaz karla başlamıştı. Ortasında Neverland'in 12.yaşını kutlamaya çalışmışım. Bir de film anlatmışım. O kadar. Şubat'ta bir Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban'ını almışım, okuyamamıştım. The Crown'ın 5.sezonuna devam etmişim, Run BTS'ten izlemediğim bölümleri izlemişim. BTS'in hep en kötü zamanlarda yanımda olması...Aralarda da film izlemişim bol bol. Şubat ayını bitirebilmek için filmlere ve Run BTS'e başvurmuş gibiyim.</p><p style="text-align: justify;">Mart'ta yine bir heves. Bir toparlanma çabası, 7 gönderi. Şubat'ın tüm o karanlığından kaçmak için izlediğim filmleri dizileri yazmışım. Mart'ı 10'unda ilk çiçek tomurcukları belirmiş Ankara'da. Sonuna doğru ayın, köye gitmiştim. Nisan'daki Ramazan Bayramı tatilinde gidemeyeceğim için annemleri göreyim diye. Mart'ın son günlerinde tüm o ağaçlardaki tomurcukların üstüne kar yağmış. Mart boyunca ders çalışmışım, Nisan'da çalışamayacağım diyerek. "Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim." diye yazmışım Nisan'da yazdığım Mart Çetelesi'nde.</p><p style="text-align: justify;">Nisan'a tabiki heyecanla başlamıştım. O yüzden sadece iki gönderi var. Biri işte Mart Çetelesi, biri de yolculuğa çıkmadan öncesi yazısı. Gidene kadar, hatta uçağa binene kadar deliler gibi çalışıyordum. Haftasonları işe geldim, akşamları geç çıktım. Düşündükçe yine sinir oldum neyse. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı izlemeye gitmişim. O bir değişiklik olmuş. Nisan'ın ortasında arabanın lastiği yarılmış, şimdi insta hikayelerime bakarken gördüm, o bu sene miydi diye şok oldum. Vay be. Nisan'da yolculuğun heyecanıyla ne kitap, ne film var.</p><p style="text-align: justify;">Mayıs'ta 5 gönderi var, haliyle Seul maceralarımı anlatmaya başlamış, bitirememiştim. Tatilden döner dönmez yine ofiste aman sabahlar olmasın modunda çalışmaya geri dönmüştüm. O yüzden bir yandan Run BTS'e devam etmiştim, bir yandan da birkaç dizi film. Son haftası 2.Ankara Kore Film Festivali vardı, bir de arada bir seçimler vardı. Mayıs ayı iş, filmler ve yağmurlarla doluymuş.</p><p style="text-align: justify;">Haziran'da 3 gönderi var, ikisi zaten Seul yazılarıma devam. Çünkü yine çalışmakla meşguldüm. Palaz isimli bir tiyatro oyununa gitmişim. Doktorum kistlerimin küçüldüğünü söylemiş, umutlanmışım. Bayramda yine köye gidip, abimlere ve çocuklara hizmet etmişim. Bu kabusum bitecek, kendime en büyük sözlerimden biri bu yeni sene için. Haziran ayında da haftasonları ofise gitmek zorunda kalmışım.</p><p style="text-align: justify;">Temmuz'daki 3 gönderim de Seul yazıları. Ahahah. Çünkü işyerinde her şey çok çok çok durumdaydı. Aklımı nasıl yitirmedim bilmiyorum. 2023 yazında nasıl aklımı kaybetmedim? Caligula diye bir oyuna gitmiştim CerModern'de, ne saçmalıktı ama! Hilary Wilson'ın Hiyeroglifleri Anlamak kitabını okumuşum Temmuz'da, inanamıyorum. Kitabı Nisan'da havalimanında almıştım. Rumuz Goncagül diye bir müzikale gitmiştim, ilginçti. Mongoliad kitabına başlamışım.</p><p style="text-align: justify;">Ağustos'ta 2 gönderi var, ikisi de artık dayanamıyorum diye yazdığım şeyler. Yılın başından beri iş yerindeki o dayanılmaz çalışma temposuna artık ne mental olarak ne de fiziksel olarak katlanamıyor hale geldiğimin canlı kanıtları. Çığlıklarım. Bitmiştim artık. Yine dayanılmaz bir mide bağırsak ne varsa hepsinin bozulmasıyla bir hafta başında çöktüm. Ağustos'un ikinci yarısında bedenim kendini kapattı. <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/08/stranezzebruciato.html" target="_blank">Şurada</a> okuyabilirsiniz. Ayın başında Flapper Swing konserine gitmiştim, jazz dinleyebilir olduğumu fark etmemi sağladı ama sanırım sadece canlı jazz. Graeme Simsion'ın Rosie Projesi kitabını okumuşum, Dünya Mitolojisi'nde Kadınlar diye bir kitaba başlamışım. Tüm bu roller coaster gibi yuvarlandığım yılın yazının bitiminde güzelim canım saçlarımı kısacık kestirmiştim tabi bir de. Ruh sağlığınız iyi değilken kararlar vermeyin çocuklar.</p><p style="text-align: justify;">Eylül'de iki tanecik Seul macerası yazısı var. Yağmurlar. Kore dizileri. Çılgınca Kore dizisi izlemeye devam etmek. Madeline Miller'ın Ben Kirke'sine başlamıştım ama bitiremedim. Hala duruyor rafta. Yapraklar sararmaya başlamış. Başkent Kültür Yolu Festivali vardı bir de Eylül'de, birkaç bir şeye gittim, güzel şeyler gördüm, iki eğlenmiş oldum. Yine bir jazz konserine gittim. Nasıl olduysa sonra gene ayın son günlerinde hasta oldum. Ateşim 38,5 olmuş halde, kendi başıma acile gidip, serum yedim.</p><p style="text-align: justify;">Ekim'e hasta, baygın ve gözlerim kapalı girmiştim ama yine de 5 gönderi var. Seul maceralarım ve bol bol izlediğim kore dizilerini yazmışım. Hava kararsızmış, gün içinde her çeşit havayı görmekten kafam bulanmış.</p><p style="text-align: justify;">Kasım'ın başında bu sefer daha da kötü bir karar vermiştim, zaten kısacık olan saçlarıma perma yaptırdım. İnanın yaz bittiğinden beri aynadaki görüntüme katlanamıyorum. Ve bunu kendime kendim yaptım. Kasım da Ekim gibi her gün işe gidip, çılgınca çalışıp, akşam evde bir iki bölüm kore dizisi izleyip, uyumak şeklinde geçti. 3 gönderi var, iki dizi bir durum bildirimi. Kasım'da, bunca yıllık çalışma hayatımda ilk defa evde oturabilmek için izin aldım. Durabilmek için. Durup, oturup, bir nefeslenebilmek için. Klasik müzik konserine gittim Kasım'da, Erimtan Müzesi'ne gittim. Biraz kendimle kalabilmek iyi geldi. Ve çılgınca kahve içmeye başladım. Kasım'ın 19'unda ilk kar yağdı. Ayın sonunda yine mide bulantısı ile buluştum. Günlerce hiçbir şey yiyemedim.</p><p style="text-align: justify;">Aralık'ta 6 gönderi var. İzlediğim kore dizilerini anlatmayı bitirebilmeye çabaladığım için. İlk başta da dedim ya, bir tane kaldı, onu da yazmayı yetiştirebilirsem içimdeki el ele vermiş başak burcu ve oğlak burcu insanları yeni yıla girerken bir nebze rahatlamış olacak (yükselenim olan kova ise kanepede oturup gece yarısına kadar Percy Jackson izlemek istiyor, kitaplarını okumuştum yıllar önce, sonra bir ara 2010'da filmi de gelmişti, kitapları çok sevmiştim).</p><p style="text-align: justify;">Bu sene 13 tane Güney Kore dizisi izledim. 2023 yapımı. Arada bir tane de eskilerden Descendants of The Sun'ı izledim ama onu yazmak biraz zaman alacak. Favorim hangisiydi diye düşününce ilk aklıma gelen <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/12/moving-2023-izledigim-hicbir-sey-gibi.html" target="_blank">Moving</a> oluyor tabi ama izlemesi en keyifli ve bana en iyi gelen diziyi söylemem gerekiyor çünkü günün sonunda baktığımda Moving'i her ne kadar vooo ne işti ama diye anlatsam da beni mutlu eden ya da ruhuma iyi gelen bir şey değildi. Bu yüzden sanırım <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/11/my-lovely-liar-2023.html" target="_blank">My Lovely Liar</a> ve <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/10/18-bolumluk-secret-romantic-guesthouse.html" target="_blank">The Secret Romantic Guesthouse</a> bana iyi gelen (tedavi edici manada iyi) dizilerdi bu sene.</p><p style="text-align: justify;">Tam 23 film izlemişim. Gene iyi izlemişim. Böyle bir yılda. Sanırım en sevdiğim Matt Damon'lı Ben Affleck'li <a href="https://www.imdb.com/title/tt16419074/?ref_=nv_sr_srsg_0_tt_8_nm_0_q_air" target="_blank">Air(2023)</a> oldu şimdi düşününce. Güney Kore dışında 9 tane falan dizi izlemişim. Bazıları yeni diziler, bazıları eski, bazılarının yeni sezonları. <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2019/12/the-mandalorian.html" target="_blank">The Mandalorian</a> ile Loki arasında kararsızım ama sanırım en çok <a href="https://www.imdb.com/title/tt9140554/?ref_=nv_sr_srsg_0_tt_3_nm_5_q_loki" target="_blank">Loki</a>'yi takdir ettim bu sene.</p><p style="text-align: justify;">Kitaplarla yine, bu sene de, saçma sapan bir ilişkim olmuş evet. Birkaç kitabı elime alıp, okumaya çalıışp, sonra yavaşça gözümün önünden kaybolduklarına şahit oldum tüm sene. Bazılarını ıhıh olmaz mutsuz oldum deyip bıraktım. Bazılarını şimdi yapmam gereken başka işler var diyerek bıraktım. Tüm çocukluğumu ve gençliğimi kafam kitaplara gömülü halde geçirdikten sonra 30larımdaki bu halim hala tuhafıma gidiyor. İşin kötüsü gitgide aklımda, kitapların bana hiçbir fayda sağlamamış olduğu düşüncesi beliriyor. Onca kitabı okudum, ne elde ettim diyorum. Bana ne faydaları oldu ki? O kadar kitap okumasaydım da yine bir devlet kurumunda memur olabilirdim. Hatta olabileceğim ilk şeylerden biri bu olurdu. Şu yaşadığım hayatı elde edebilmek için hiç çaba sarf etmeye gerek yoktu çünkü. O yüzden diyorum ki ister istemez, kitap okumak o kadar söylenildiği gibi insana bir şey katıyor olsaydı, bu hayatı yaşıyor olmazdım. Çok daha iyi bir yerlerde, çok daha mükemmel bir hayat yaşıyor olurdum. Demek ki katmıyormuş. Üzgünüm.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://preview.redd.it/230405-g-i-dle-instagram-updates-up-to-gidle-ep-5-photos-v0-bjmlqfwbf2sa1.jpg?width=721&format=pjpg&auto=webp&s=cdfd360b4d25bce5df701007d13b0f7b7a3fddaf" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="541" data-original-width="721" height="541" src="https://preview.redd.it/230405-g-i-dle-instagram-updates-up-to-gidle-ep-5-photos-v0-bjmlqfwbf2sa1.jpg?width=721&format=pjpg&auto=webp&s=cdfd360b4d25bce5df701007d13b0f7b7a3fddaf" width="721" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://cdn.antaranews.com/cache/1200x800/2023/09/05/20230905_103310.jpg.webp" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="533" src="https://cdn.antaranews.com/cache/1200x800/2023/09/05/20230905_103310.jpg.webp" width="800" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><br />Bir de çılgınca K-pop dinledim bu sene. Zaten dinliyordum ama bu sene sanki başka hiçbir şey dinlemedim. Çok kötü bir batağa düştüm çocuklar. Bu k-pop batağına girince insan başka bir şeye de bakamaz oluyor. Her yeni çıkan gruba, şarkıya, videoya, programa, gösteriye yetişmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. 2016'dan beridir dinliyordum bir oradan bir buradan ama katiyetle BTS'ten başka bir grubun hayranı olamam, öyle şarkılarını merak edemem diyordum mesela. Ama bu sene kendimi (G)I-DLE dinlerken buldum. RIIZE diye bir grubun çıkışına şahit olup, en başından grup destekleyip takip etmek deneyimini yaşadım. Bir de Hwasa'nın sesi ve şarkıları çok iyi.<p></p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-83293088619438242982023-12-29T16:14:00.004+03:002023-12-29T16:14:33.049+03:00Castaway Diva {무인도의 디바} (2023)<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/vXJkOB_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="566" src="https://i.mydramalist.com/vXJkOB_3f.jpg" /></a></div><br /> Seo Mok Ha kızımız 16 yaşında bir lise öğrencisi. Minik Chunsam Adası'nda yaşıyor. Hayali şarkıcı olmak, en sevdiği, çok büyük hayranı olduğu Yoon Ran Joo gibi çok başarılı olmak. Yoon Ran Joo'nun müzik şirketi bir yarışma düzenlediğinde de şarkı söylediği bir videosunu gönderiyor ve yarışmayı kazanıyor. Ama Seo Mok Ha'nın babası buna karşı olduğundan esas kızımız için işler biraz zor.<p></p><p style="text-align: justify;">Jung Ki Ho oğlumuz da esas kızımızla aynı sınıfta. Sessiz, kendi işine bakan bir tip. Devamlı oradan buradan minik minik işler yapıp, para biriktiriyor ki yaşadıkları bu küçük adadan, babasının evinden gidebilsin. Ki Ho da Mok Ha gibi babasıyla yaşıyor. Ama onun annesi babasını terk etmiş, o da annesiyle yaşamaya gitmek istiyor ama babası bırakmıyor. Bu ikisi bir gece birlikte evlerinden, babalarından kaçıyor. Seo Mok Ha'yı Seul'deki müzik şirketine götürmek için. Ama bindikleri feribottan Ki Ho, onları takip edip engel olmaya çalışan Mok Ha'nın babasına engel olmak için inmiş oluyor, Mok Ha da babasından kaçarken feribottan düşüyor denizin ortasında.</p><p style="text-align: justify;">Aradan 15 yıl geçiyor. Mok Ha bu 15 yıl boyunca ıssız bir adada mahsur kalıyor. Bir gün çevre gönüllüsü olarak adalardaki çöpleri toplayan Kang Bo Geol ile abisi Kang Woo Hak onu tesadüfen buluyor. Onların da yardımıyla Seo Mok Ha hem bir yetişkin bedenindeki çocuk olarak yeni dünyaya alışmaya çalışıyor hem de ünlü bir şarkıcı olma hayalini gerçekleştirmek için uğraşmaya başlıyor.</p><p style="text-align: justify;">Castaway Diva, 28 Ekim - 3 Aralık 2023 tarihleri arasında 12 bölüm olarak Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) yayınlanan böyle bir diziydi. Bu sene hafta hafta takip ettiğim dizilerden biriydi. En başta, ilk bölüme başlamadan önce konusuna bakınca çok da heveslenmemiştim açıkçası. Başrollerden bir tek Park Eun Bin'i daha önce izlediğim için tanıyordum. Konusu da herhalde medeniyetten uzun süre uzak kalan bir kızın sarsak bir şekilde şarkıcı olmaya çalışma maceralarını izleyeceğiz diye düşündürmüştü. Biraz absürd bir komedi olur diyordum, bir de iki başrol erkek var göründüğü için araya da bol bol romantizm kaynardı. Sonra ilk bölümü açtım, izledim ve çok kötü oldum. Düşündüğüm komedi ile alakası yoktu izlediğim şeyin. İlk bölümde - spoiler olacak ama olsun - bol bol aile içi şiddet izledim. Seo Mok Ha'nın da Jung Ki Ho'nun babası da feci şekilde çocuklarını dövüyordu. İzlemesi çok rahatsız ediciydi. Bir de çocuk oyuncuların inanılmaz hissederek oynaması tuzu biberi oldu. Çok kötü oldum. Ben bunu izlemeyeceğim dedim. Jung Ki Ho'nun babasını oynayan Lee Seung Joon'u normalde hep iyi rollerde görmüştüm. Bir de bu diziyle aynı zamanda Strong Woman Gang Nam Soon'u izliyordum ve kendisi orada pamuk gibi bir babayı oynuyordu. Castaway Diva'daki rolü o kadar rahatsız etti ki beni. Halbuki karakteri çok iyi yazılmamıştı, büyük boşluklara sahipti. Ama o kadar iyi doldurup, o kadar iyi oynadı ki izlerken rahatsız olmayan, sokakta görünce tırım tırım ondan kaçmayacak çok az izleyici olmuştur.</p><p style="text-align: justify;">Bu da bizi senaryonun olmamışlığına getiriyor tabi. Dedim ya ilk başta bir romantiklik dozlu komedi izleyeceğimi düşündürmüştü diye. İlk bölümde de böyle tokat yemiş gibi karanlık bir şey izleyince ne izliyorum diye bakınmaya başladım. İzlemeyeceğim deyip, ikinci bölümü uzun süre izlemedim ama sonra gene dayanamadım çünkü Hatice de çok güzel bulmuştu, izlemem için baya tavsiye etti. İkinci bölümden itibaren hikaye daha da odağını kaybetti. Yani bir odak vermedi elimize demek daha doğru olacak gibi. Tanıtımını, ıssız bir adada kalan bir kızın dünyaya geri dönüp, şarkıcı olma çabası olarak yapmıştı ama bölümler ilerlemeye başladıkça o konu odağımız olmaktan çıktı. Ünlü bir şarkıcı olan Yoon Ran Joo'nun nasıl gözden düştüğüne daldık, alzheimerlı annesiyle ilişkisine girdik. Müzik şirketi CEO'su ne işler karıştırıyordu? Albüm satışları ne olacaktı? Jung Ki Ho'nun babasından kaçıp, saklanabilmek için izini kaybettirmesinden ötürü kimin Ki Ho olduğuna ve nerede olduğuna bakmaya başladık. İki başrol erkek karakterden hangisi Ki Ho çıkacak sorusu etrafında döndük. Şarkı programında neler olacağına daldık sonra. Başka bir idol şarkıcı kızla uğraştık. Ki Ho'nun saplantılı babasından kaçtık, Seo Mok Ha'nın evlerinde kaldığı ailenin içine girdik. Bütün bunlar aslında normal bir senaryo döngüsünde ana hikayeyi destekleyen ve parlatan yan hikayelerdir. Hepsini izlememiz ve bunların kendilerine ayrılmış zamanları olması çok normaldir. Hatta bazen bazı dizilerde bu yan hikayeleri ana hikayeden daha çok sevebiliriz, olur yani. Buradaki sorun, dizinin ana mesajının ya da asıl anlatmak istediği şeyin, asıl derdinin tüm bu hikayeler arasında kayboluyor olması. Ki bir derdinin de olmaması esasında. Ya da varsa bile senaristin kafasında çok net olduğunu düşünmüyorum. Yani diziyi yazmaya başlarken bu hikaye ile ne demek istiyorum diye düşünmemiş gibi. Sanki ıssız adada kalan bir kız olsun, sonra da tüm zorluklara rağmen şarkıcı olsun diye düşünmüş ama bu yolculukta asıl konunun, asıl derdin ne olduğunu düşünmemiş gibi. Dizi ara ara böyle çok güzel hayat derslerine giriyor mesela, kahramanlarımızın o an içine düştükleri durumu, Seo Mok Ha'nın adadaki hayatıyla ilgili bir durumuna bağlayıp, çok güzel bir mesaj oluşturuyor. Ama bunlardan sonra yeniden odağımız kayboluyor. Yani asıl konumuz bu olmaktan çıkıyor. Aslında tüm hikayeyi bu çerçevede anlatmaya çabalasalarmış mesela, daha derli toplu bir şey de çıkabilirmiş.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/2wxkdw_3m.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/2wxkdw_3m.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Karakterlerimizin gençliklerini oynayan çocuklar çok iyiydi ama ya</td></tr></tbody></table><br />Bu yüzden de çok içe dokunabilecek, keyifli bir hayat hikayesi olabilecek bir şeyi böyle hiçbir şeye tam anlamıyla dokunduramadan, oradan oraya savrulan ve oyuncuların tek tek performanslarına hayran kaldığımız öylesine bir şey olarak bırakmışlar. Oyuncular cidden ayrı ayrı bakıldığında çok iyi. Yukarıda da dediğim, hikayemizin kötü adamını oynayan Lee Seung Joon elinde mantıklı ve çizgileri belli bir karakter olmamasına rağmen tüyleri ürpertiyor. Sevimli ailemizin anne ve babasını canlandıran Seo Jung Yeon ve Lee Joong Ok, çok ama çok iç ısıtıcılar. Çok rahatlatıcı ve mutlu edici bir aile beliriyor onlar ekranımıza çıkınca, hem de hikayenin çıkışı öyleyken (spoiler söylemiyorum). Annemiz Seo Jung Yeon bu sene 8 dizide yer almış mesela ve ben içlerinden izlediğim 3 tanesinde hep bambaşka biri olarak gördüm onu. My Lovely Liar'da bencil bir anne, bu Castaway Diva'da acılar çekmiş sevgi dolu bir anne olarak izledim ve devam eden My Demon'da da soğuk katı ama mükemmel bir yönetici sekreteri olarak izliyorum.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/rNmVkN_3m.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/rNmVkN_3m.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">O yaşta şöyle görünebilsem</td></tr></tbody></table><br />Gıcık ama sevimli eski şarkıcımızı oynayan Kim Hyo Jin'i ise ilk defa izliyor olmam şaşırtıcı değil mi bunca yıldır Güney Kore dizisi izlemiş olduğum için (tam da benim kore dizileri izlemeye başladığım yıllarda hiç dizi çekmemiş çünkü mesela). Kendisi hem çook uzun yıllardır bu işin içindeymiş hem de pek sevdiğm Yoo Ji Tae'nin eşiymiş. Sanırım izleyenlerin en çok eleştirdiği karakterdi (ve oyuncuydu haliyle) dizide. Ben karakterinin çok da iyi yazılmamış olduğundan ötürü böyle hissettirdiğini düşündüm izleyip bitirdikten sonra. İzlerken de o kadar sinir bozucuydu ki onun hikaye örgüleri, ana hikayeye dahil oluşları, keşke biraz ekranda görünmese diye diye izledim yalan yok. Dediğim gibi ancak bitirince fark ettim, karakter yazımında boşluklar var, Yoon Ran Joo'nun çizgilerinde, sınırlarında, olaylarında bol bol tutarsızlıklar var.<p></p><p style="text-align: justify;">Aynı şey Kim Joo Heon'un canlandırdığı - kötü adam numara 2 - eski menajer/yeni CEO Lee Seo Joon karakterinde de gözümüze parmak sokulurcasına ortadaydı. Sanki en başta ceo'muz hikayenin lawful evil'ı olarak tasarlanmış (dayakçı babamız da chaotic evil'ıydı mesela) ama yolun sonuna kadar gitmekten vazgeçmiş senarist arada. Ayy ben de hepimiz de Lee Seo Joon'a ölüp bitiyoruz zaten demiş, bu aslında gri bir karakterdi bana ne bana ne demiş. Tabi yolun yarısında plan değişince her şey sallanmış. Lee Seo Joon elinden geleni yapıyor, gözleriyle mimikleriyle, vücut diliyle falan ama elinde güzel bir metin yok.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/wJwkjn_3m.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/wJwkjn_3m.jpg" width="640" /></a></div><br />Başroldeki Park Eun Bin'i ise son yıllardaki, son yıllardaki de değil gerçi direkt 2022'deki Extraordinary Attorney Woo'daki patlayışının ardından herkes çok beğeniyor biliyorum ama ben kendisinden o kadar etkilenmiyorum sanırım. O diziyi izlemedim, yalan yok. Sanırım böyle acayip hype yapan, herkesin izlediği şeylere zamanında elim gitmiyor. Çok sonraları belki. Neyse. Burada da yazmıştım, 2020'de Do You Like Brahms'ta izlemiştim ilk olarak (Bir de şimdi burada). Buradaki karakteri ele alışı biraz rahatsız ediciydi açıkçası. Fazla karikatürizeydi. Onca yıllık adada mahsur kalmışlıktan sonra hayata farklı bir gözle bakıp, içinden geldiği gibi yaşayan, içi hala 16 yaşındaki halini koruyan ve o saflıkla, o kafayla hareket eden birini canlandırmak için bu kadar sarsak olmasına gerek yoktu mesela.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/vXOA1B_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="535" data-original-width="800" height="535" src="https://i.mydramalist.com/vXOA1B_3f.jpg" width="800" /></a></div><br />Sanırım en beğendiklerim - sevimli ailemiz dışında elbette ama bunlar o aileye de dahil sonuçta - iki başrol erkeğimiz, ailemizin iki oğlunu canlandıran Chae Jeong Hyeop ve Cha Hak Yeon oldu tüm diziyi izleme serüvenim içinde. İkisini de ilk defa izledim. Cha Hak Yeon'un canlandırdığı Woo Hak karakterini görür görmez sevdim zaten, tanıştığım anda sevdim çünkü her şeyiyle tam benlik karakterlerdendi. Yılların idol şarkıcısı olarak (2012'de çıkan VIXX grubunda, sahne ismi N) kötü bir oyunculuk da çıkarmıyordu, temiz bir şekilde Woo Hak oldu, kendini sevdirdi. Bo Geol'u canlandıran Chae Jong Hyeop ise beklemediğim anda, hiç ummazken sızdı aklıma. Yine ona da çok iyi yazılmış bir karakter vermediklerine eminim ama o kadar doldurdu, o kadar güzel bir şey ortaya çıkardı ki sessiz sessiz, sadece bakarak, izleyerek, ilgilenmezken. Diziyi unutacağım belki yıllar sonra ama onun hissettirdiklerini hep hatırlayacağım gibi.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/jQAjnv_3m.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/jQAjnv_3m.jpg" width="640" /></a></div><br />Demem o ki boş vaktiniz varsa ya da ne bileyim o kadar da seçici bir izleyici değilseniz, Park Eun Bin hayranı da falansanız izleyebilirsiniz tabi. Ama bence gereği yoktu. Ben kendim için öyle düşündüm şimdi. Keşke izlemese miymişim? Chae Jeong Hyeop ile tanışamazmışım. Tamam neyse, o kadar da pişman olmadım şimdi.<p></p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/wlfWSpshBnY?si=nCp1RdoC5M8I8qFG" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-529067387993742882023-12-26T13:12:00.002+03:002023-12-26T13:12:18.327+03:00ciarpame<p style="text-align: justify;"> <table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIbJjkw7jFIBjmZzoqOci_fGYfTOsRydK5_41xAnuhWLnI0uB_eCCx2w_EuGnPfBOlX9jLumESWXnnqJVzZXzUQ9RMlnGWEx6RLETkDTvOSgyJYnxemoW5h3daHMaC1DSnqTQ-KCp-YSZosyhRO5hUS404HtBRjtyiZDE0cih_JSE8Ru9naHrRWHweHDUQ/s904/Ekran%20g%C3%B6r%C3%BCnt%C3%BCs%C3%BC%202023-12-26%20130957.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="904" data-original-width="721" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIbJjkw7jFIBjmZzoqOci_fGYfTOsRydK5_41xAnuhWLnI0uB_eCCx2w_EuGnPfBOlX9jLumESWXnnqJVzZXzUQ9RMlnGWEx6RLETkDTvOSgyJYnxemoW5h3daHMaC1DSnqTQ-KCp-YSZosyhRO5hUS404HtBRjtyiZDE0cih_JSE8Ru9naHrRWHweHDUQ/w510-h640/Ekran%20g%C3%B6r%C3%BCnt%C3%BCs%C3%BC%202023-12-26%20130957.jpg" width="510" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Instagram'da hayranlıkla takip ettiğim <a href="https://www.instagram.com/zac.illustration/" target="_blank">Zac Illustration</a>'un <a href="https://www.instagram.com/p/CxQRMe2uaEf/" target="_blank">Nature</a>'ı.</td></tr></tbody></table><br />Yıl biterken en son ne halde olduğumu yazmak istedim. Sonra dönüp, hatırlamak istersem diye. İyi veya mutlu günler olduğundan değil elbette. Kafamda her şeyi kronolojiye oturtarak yaşadığım için. Kronolojimin ipinin ucunu kaçırınca dengem de bozulduğundan.</p><p style="text-align: justify;">Annemler geldi geçen hafta. Kışı geçirmeye. Onlar bana kalmaya gelince abimler ve çocuklar da geliyor haliyle. Normalde cumartesi yemeğe geleceklerdi. Cuma akşamı oldu, eve gittim, tüm haftayı bitirebildim ohh bir oturayım nasıl olsa ertesi gün eve haydutlar doluşacak diye düşünürken abim aradı. Cuma akşamı da geldiler. Neyse birkaç saat dayanacağım gidecekler, yatarım dedim. Gece oldu, çocuklar kalalım diye tutturdu. Açıkça istemediğimi söyledim (hello new and improved lorelai :D ). Çocuklar ağlaştı, abim küstü, gittiler. Cuma gecesi hepimiz kalbimiz kırık halde yatağa gittik. Kendim için kendimi düşünerek yaptığım bir şeyin beni iyi hissettirmesi gerekmiyor muydu?</p><p style="text-align: justify;">Cumartesi gene geldiler. Öğleden sonra. Bu sefer de akşam olunca çocuklar yine kalmak istedi. İki gün içinde iki kere hayır diyemedim haliyle. Çocukları bize bırakıp, abimle yengem evlerine döndü. Bu arada cumartesi akşam üstü babam yüzüklerini aramaya başladı. Bir havlu peçetenin içine sarıp, ayakkabılığa bırakmış elini yıkarken sabah. Anneme sen kesin çöpe attın demeye başladı. Annem de hatırlamıyordu yani. Peçeteye sarmak nedir ya. Etraftaki kirli peçetelerden biri gibi görünür, çok normal değil mi? Tabi babam bir kere suçlayıcı olmaya ve söylenmeye başladı mı annem panik atak geçirerek etrafta uçmaya başlıyor. Annem ağlamaklı, babam sinirli sinirli söyleniyor. Annem tutturdu çöpe inip bakacağım bulacağım. Babam hayır diyor, sinirle koltuğa oturdu kalkmıyor. Annem kapıdan fırladı, ben de peşinden. 63 yaşında, açık kalp ameliyatı geçirmiş ve o anda da sinir krizi geçiren yaşlı bir kadın, sokaktaki boyundan büyük çöp konteynırının içinde sabah atılan çöp poşetini bulup, içinden de yüzüklerin sarılı olduğu peçeteyi bulacak. Öbürü de öylece yerinde oturuyor. Sanki 40 yılı bir arada geçirmiş insanlar değil de kanlı bıçaklılar, kan davalılar. Aşağıya koşturdum. Çöp konteynırının içine ben daldım, tüm poşetlerin arasından bizimkini bulup, bir de tüm atılmış peçetelerin içine baktım. Sırf annem tek başına bunu yapmak zorunda kalmasın diye. Sonunda buldum da eve çıkabildik.</p><p style="text-align: justify;">Biten yılın çetelesini de yapacağım bir sonraki yazıda. Ama bu da böyle, bir haftasonu çöp karıştırdığım bir gün de oldu diye not düşmek istedim.</p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-3826498902813590592023-12-17T15:40:00.001+03:002023-12-17T15:40:06.458+03:00perire<div style="text-align: justify;">Bir süredir böyle hissediyorum. Sanırım daha önce de yazmıştım. Hep bir, her an gidecekmişim hissiyle yaşıyorum ya kendimi bildim bileli. Yaşadığım hayattan başka bir hayata gitmek, kastettiğim. Öteki tarafa değil. Hani bir anda bir şey olacak, ben hep o hayal ettiğim, yaşamam gerektiğini düşündüğüm hayata geçecekmişim gibi. O his.</div><div style="text-align: justify;">Son aylarda kendi kendime şunu fark ettim. Kendi hayatımın içine kendim mi ediyorum acaba? Şöyle bir düşünce döngüsüydü: Mesela bir şey görüyorum, aaa bunu denemek istiyordum hep, bir bakayım kurs vardır bir şey vardır gitsem mi? Sonra diyorum ki hah ama Türkiye'de gitmek istemiyorum kursu varsa bile buna. Bunu bu ülkede öğrenmek istemiyorum. Buradaki kurs ortamı zaten kalitesiz ve salakça olur. Çünkü burası bu ülke sonuçta. Sonra da gitmekten, yapmaktan, görmekten, izlemekten, tecrübe etmekten, eğlenmeye çalışmaktan vazgeçiyorum. Bir dolu şey yapmak, bir dolu "yaşamak" istiyorum. Ama bunların hepsini başka bir ülkenin başka bir şehrinde, başka bir hayatın içinde yapmak istiyorum. Burada, şimdi, bu acınası hayatımın içinde yaparsa eğer, boşa gideceklermiş gibi. Her akşam bir başka etkinliğe, gösteriye, sinemaya, tiyatroya gidebilirim mesela. Her haftasonu başka bir yere geziye gidebilirim ya da. İstediğim pek çok aleti, giysiyi falan da alabilirim. Her ay maaşımın dibini sıyırmak zorunda kalırım tabi, kredi kartı faturasını tam ödeyemeyeceğim aylar olabilir. Ama yapabilirim. İstesem, yapabilirim. Ve işin kötüsü istediğim tam da bu. Ama dedim ya, başka bir yerde, başka bir hayatta. Önüme geliyor mesela bir müzikal görüyorum, gidebilirim aslında. Ama burada ya, Türkiye'de hazırlanmış oynanıyor ve buradaki oyuncular oynuyor ya, zamanıma ve parama yazıkmış gibi hissediyorum. İster istemez. İçimden direkt bu duygu yükseliyor.</div><div style="text-align: justify;">Dışarı çıkmak istemiyorum bu yüzden. Bir yere gitmek istemiyorum. İnsanlarla tanışmak istemiyorum. Ya da zaten tanıdığım insanlarla daha fazla muhabbet etmek istemiyorum. Ne konuşabilirim ki. Kimseyle buluşmak istemiyorum. Mesajlara cevap falan yazasım gelmiyor. Ne yazacağım ki. Tüm konuşmalar çok boş geliyor. Anlamsız. Ben burada niye oyalanıyorum diyor içimdeki ses. Başka bir yerde olmam gerekiyordu. Başka insanlarla tanışıyor olmam gerekiyordu. Başka arkadaşlara sahip olmam gerekiyordu. Dinlediğim şeyleri dinlemiyor kimse ya da izlediklerimi izlemiyor. Kendimi resmen güney kore rom-comlarına gömdüm. Ara vermeden, nefes almadan dizi izliyorum. Bir şekilde unutmamı sağlıyorlar. Etrafımdakileri. Bu içinden çıkamadığım hayatı. Hayır bir de sanki bir adım var, o adımı atsam sanki tüm dünya önüme serilecekmiş gibi hissediyorum ya nedensiz bir şekilde. O manyakça işte. Sanki öyle olacakmış da o adımı atamıyormuşum gibi. Üşengeçliğimden. Tembelliğimden. Cesaretsizliğimden. Hatta nazardan. Hah tamam kesin nazardan. Üzerimde büyü de olabilir. Büyüden büyüden.</div><div style="text-align: justify;">Vallahi gene geldi o his. Telefonu her şeyi değiştirip, başka bir ülkeye kaçma hissi. Tanıdığım herkesle bir daha görüşmeme hissi. Böyle tanık koruma programına alınmış gibi kimliğimi, her şeyimi değiştirip yeni bir hayata başlamak isteme hissi. İnsanlara seninle görüşmek beni mutsuz ediyor diyebilmem neden bu kadar zor? Bir sebebi yok, bunu açıklayamam ama mutsuz oluyorum diyebilsem. Dünyanın en güzel çikolatası bu, çok da lezzetli ama beni mutsuz ediyor işte. İstemiyorum. Neden herkes varlığımı unutamıyor? Böyle bir anda beni tanıyan herkesin beyninden silemiyor muyum kendimi?</div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-42502940337654991362023-12-10T21:16:00.004+03:002023-12-10T21:16:47.589+03:00Twinkling Watermelon [반짝이는 워터멜론] (2023)<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgyKj_IjW1OpGhl-beHYXHl-Dy8PXOZ2NBeKqboY_IKCLuffDUT_vT6N-SgWkCNpaU66rQFxq41488UAH3jgS3nd_2psmQ9j0LhxLv5Xq9LLGrlZ2UxuJyilPlSLgS5bZakdx45hmwbaECzw9pfJl9XcB1Fy7mzW2a1_Jlxe-MQ2OS1pYeeGEZiOof6TMlV/s960/382173862_327374943293430_1900698522701048808_n.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="540" data-original-width="960" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgyKj_IjW1OpGhl-beHYXHl-Dy8PXOZ2NBeKqboY_IKCLuffDUT_vT6N-SgWkCNpaU66rQFxq41488UAH3jgS3nd_2psmQ9j0LhxLv5Xq9LLGrlZ2UxuJyilPlSLgS5bZakdx45hmwbaECzw9pfJl9XcB1Fy7mzW2a1_Jlxe-MQ2OS1pYeeGEZiOof6TMlV/w640-h360/382173862_327374943293430_1900698522701048808_n.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div> Ha Eun Gyeol, kulakları duymayan annesi, babası ve abisi ile büyümüş, kendisi duyabilen ve konuşabilen bir genç, lise sonda. Ailenin tek "dış dünya ile iletişim" kurabileni olarak tüm hayatı kocaman bir "sorumluluk" olarak geçmiş. Duyamadığı için hayatta pek çok şeyden vazgeçmek zorunda kalmış ve ailesini zar zor geçindirebilmiş babası bu yüzden Ha Eun Gyeol'un zıpkın gibi bir doktor olmasını istiyor. Bu beklentiyle ve tüm o sorumlulukla çok çalışkan, çok başarılı ve çok düzgün bir genç olarak büyüyen Ha Eun Gyeol'un (hımm bunlar bana çok tanıdık geldi, tanıdığım birine benziyor ama allah allah) ise bir sırrı var, çok iyi gitar çalıp, müzik yapabiliyor ve müzik aslında onun tutkusu. Doktor falan olmak da istemiyor da, babasını ve ailesini üzmek, istediğini en son şey (tamam şimdi hatırladım kime benzettiğimi). Bir gün gizlice bir müzik grubuna dahil olup, sahneye çıkmışken babası olanları öğreniyor ve büyük bir kavga ediyorlar. Çok üzgün ve çok sinirli bir halde kendini sokaklara atmış yürürken bir müzik dükkanı görüp içeri giriyor Ha Eun Gyeol. Lanet olsun her şeye modunda, gitarını satıyor bu dükkanda. Ama dükkanın kapısından çıktığı anda kendini 1995'te buluveriyor. Geri nasıl döneceğini bilemez halde geçmişte sıkışmışken anne ve babasının lisedeki halleriyle karşılaşıyor. Ve karar veriyor, geçmişteki her şeyi düzeltip, anne ve babasına daha mutlu bir hayat vermeye.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/qYq7JK_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="530" data-original-width="800" height="424" src="https://i.mydramalist.com/qYq7JK_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bir Beatles anı mı yaşanıyor</td></tr></tbody></table><br />Twinkling Watermelon, orijinal adıyla 반짝이는 워터멜론 (bançakının wotomellun) 25 Eylül-14 Kasım 2023 arasında Güney Kore'nin tvN kanalında 16 bölüm olarak yayınlandı. Senaryosu Kill Me Heal Me, Moon Embracing The Sun ve Chicago Typewriter dizilerini de yazan Jin Soo Wan'a ait. Bu yüzden de zaten insanın içine oturan, tüm tellerine basan, gülümsetirken hüngür hüngür ağlatmaya başlatan ve her anı dolu dolu geçen bir hikayeye sahip. Oyuncular da ellerindeki bu güzelim senaryoyu tüm her şeylerini vererek oynadıkları için ortaya çok güzel bir hikaye çıkmış durumda. Aslında fazlaca Back to The Future'ın ilk filminden yola çıkılmış gibi duruyor, öyle tamamen orijinal bir hikaye yok önümüzde. Çok iyi gitar çalan gencimiz var. Geçmişe gidip, gitar da çalıyor. Anne ve babasının lisedeki halleriyle bir araya düşüyor. Onları bir araya getirmeye de çalışıyor kendisinin var olabilmesi için. Kendi zamanında ailesi çok zorluklar yaşamış olduğu ve babası biraz ezildiği için geçmişte bir şeyleri düzeltmeye de çalışıyor. Ama bu kadar benzerlikler. Amerika versiyonumuz haliyle eğlencelik ve komik olması üzerine düşünülmüş bir hikaye olduğu için yolları burada ayrılıyor. Burası Güney Kore çünkü, her hikaye daha insani, daha duygular ve düşünceler üzerine kurulu.<p></p><p style="text-align: justify;">Beni de can evimden vuran bu her sahnesinde yansıttığı duyguları ve içime oturan, içimi karmakarışık eden düşünceleriydi zaten. Hayatımı hep koca bir yanlışlık, koca bir pişmanlık yığını olarak görerek bu yaşıma geldiğim için çok ama çok kereler geçmişe gidip, düzeltmeye annemle babamın hayatından başladığımı hayal ederek günler geçirdim. Babamın ailesine yük olmamak için üniversiteye gitmek yerine gidip askeri okula yazılmadığı ve okuyup makine mühendisi olduğu, annemin abisi göndermediği için gidemediği okula devam edebildiği, öğretmen olduğu ve evlenmek zorunda kalmadığı bir geçmiş hayal ettim hep. İkisinin tanışmadığı, severek başka insanlarla evlendikleri ve mutlu oldukları hayatlarının olduğunu mesela. Doğmak zorunda kalmadığım ve bu işkenceyi yaşamak zorunda olmadığım bir dünya olsaydı dedim mesela. Ben var olmayayım da yeter ki onlar mutlu birer hayat yaşamış olsun dedim hep.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://6.soompi.io/wp-content/uploads/image/20231122040301_twinkling-watermelon-5-.jpg?s=900x600&e=t" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="533" src="https://6.soompi.io/wp-content/uploads/image/20231122040301_twinkling-watermelon-5-.jpg?s=900x600&e=t" width="800" /></a></div><br />Spoiler olacak ama bu da dizimizdeki bir başka ana karakterimizin hikayesine götürüyor bizi. On Eun Yoo kızımız da Ha Eun Gyeol oğlumuz gibi 2023 yılından 1995 yılına bir yolculuk yapmış buluyor kendini. Ha Eun Gyeol annesiyle babasını bir araya getirmeye, geleceği garantiye almaya çalışırken, On Eun Yoo ise geçmişi değiştirmek, annesiyle babasının evlenmesine engel olup, kendisinin hiç doğmamış olmasını sağlamaya çalışıyor. On Eun Yoo'nun hikayesi bu yüzden benim için daha mantıklıydı. Şaka şaka, onun hikayesinin çıkış noktası iyiyken tamamı mantık dışıydı. 1995'te annesinin gençliğiymiş gibi (Choi Se Gyeong ismi annesinin) davranarak nasıl başka biriyle evlenmesini sağlayacağı sorusu hala pıhlamama sebep oluyor. 18 yaşındaki annesi o sırada Amerika'da ve sonraki 20 yıl daha geri gelmiyor. Gerçek Choi Se Gyeong geri gelmediği sürece ilk aşkıyla nasıl evleneceği sorusu muamma. Yani On Eun Yoo 1995 yılında başka bir adamla evlense, bu evlenen biyolojik olarak annesi olmayacağı için yine mantıksız. Ahh vallahi güzelim dizide böyle saçma bir ayrıntı oluşturup, hikaye boyunca buna takılı kalmamı sağladığı için sevgili senarist ablaya kızgınım. Favorilerimde ilk üçe girebilecek bir hikayeyken sırf bu yüzden altlarda kaldı.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/1w30yK_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="533" src="https://i.mydramalist.com/1w30yK_3f.jpg" width="800" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Ahh ahh</td></tr></tbody></table><br />Oyuncuların da aşırı iyi oynadıklarını söylemiştim ya, hah işte onların arasında resmen döktüreni Choi Hyun Wook'u ilk defa izledim. Esas oğlumuzun babasının uçarı gençliğini oynadı ve içimi söktü resmen. Sadece 21 yaşında olduğuna inanamadım. İlk başlarda abartılı mı oynuyor, çok mu gürültücü derken aslında ne kadar iyi, ne kadar yerinde bir karakter yarattığını görmeye başladım. Gülerken, konuşurken, somurturken, ağlarken, koştururken hep o genç adamdı. Gözleriyle, beden diliyle bile konuştu, anlattı her hissettiğini. Hani tam da böyle dışarıdan bakıp da sinir olacağım, bu kesin kötü biri diyeceğim bir insan gibi görünüp, içinin güzelliğiyle yutkunduğum bir karakter yarattı gözlerimin önünde kanlı canlı.<p></p><p style="text-align: justify;">Geçmişe giden esas oğlanımız Ha Eun Gyeol'u ise daha geçenlerde izleyip, anlattığım The Secret Romantic Guesthouse'taki (<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/10/18-bolumluk-secret-romantic-guesthouse.html" target="_blank">şurada</a>) Ryeoun canlandırdı. Gerçek ismi Go Yoon Hwan iken neden böyle bir isimle oynuyor anlamadım gerçi. İdolden oyunculuğa geçme de değil, üniversitede direkt oyunculuk eğitimi alıp işe başlamış. O dizide şöyle demiştim, hala öyle düşünüyorum:</p><div style="text-align: justify;"><blockquote style="text-align: justify;">Üçlünün son üyesini canlandıran Ryeoun da ilk defa izlediğim bir genç oyuncu. Bu dizideki rolü aslında temelde soğuk, dışarıdan ciddi ve serinkanlı görünüp, sonradan içinden sıcak birinin çıkması gereken bir karakter. Ama işte tam da bu sebeple dozunu ayarlayamamış da odun gibi kalmış hissi veriyor. Şu an tamamen başka bir rolde Twinkling Watermelon'da izlemiyor olsaydım eğer kendisiyle ilgili görüşüm öyle de kalacaktı ama Twinkling Watermelon'daki halini görünce anladım ki elindeki senaryo ve karşısındaki yönetmenle yapabildiği o kadarmış The Secret Romantic Guesthouse'da. Diziyi izlerken o kadar sinirimi bozuyordu ki odunluğu, tepkisizliği, durgunluğu neredeyse sahnelerini atlamak istiyordum. Oyunculuk namına bir şeyler görmedikçe de başka şeylere takıyordum. Sesi mesela burnu çok doluymuş da zar zor nefes alıyormuş gibi çıkıyor, diziyi izlerken off diyerek sonunda ekrana elimi daldırıp çocuğu sarsmak istiyordum açın şunun burnunu diye. Sonra burnunun şekline taktım mesela, bir sinir bozucuydu. Yani o kadar kötüydü hali düşünün böyle şeylere takılıp durdum. Şu an izlediğim dizide hiçbir yerine bakmıyorum halbuki, aklıma gelmiyor çünkü Ryeoun da etrafındakiler de çok iyi oynuyor.</blockquote><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/eYgvA8_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="533" src="https://i.mydramalist.com/eYgvA8_3f.jpg" width="800" /></a></div><br />Annesinin gençliğini oynayan Shin Eun Soo'yu da ilk defa gördüm. The Legend of The Blue Sea'de denizkızımızın gençliğini oynamış ama nereden hatırlayacağız :) Burada tüm dizi boyunca kulakları duymayan ve konuşamayan, ömrü boyunca duygusal ve fiziksel şiddete maruz kalmış bir genç kızı oynayıp, kendine hayran bıraktı. Böyle su gibi, dupduru, insana kendini kolaylıkla izleten bir oyunculuğu var.<p></p><p style="text-align: justify;">Bir de bu muhteşem, döktüren üçlünün yanında sinir bozucu, fazla zorlayıcı Seol In Ah var. Hepimiz onu A Business Proposal'da izlerken böyle bir anda bu kadar aranan, her yerde oynayan, pıt pıt her bir dizide karşımıza çıkıp, hemen hemen hepsinde benzer rollere giren bir başrol oyuncusu olacağını tahmin edebilir miydik? Valla ben etmiştim. Orada izlerken, bu kadar iyi görünen (Kore standartlarına göre güzel yani) ve başrollerin önüne geçen bir oyunculuk çıkartan bir kızı yan rolde bırakmazlar demiştim. A Business Proposal'dan önce 9 dizide oynamış olsa da oradaki hali dikkat çekiciydi, haliyle bir anda patladı. Ama oyunculuğu orada iyiydi ya. Burada izlediğim şey ise hiç mi hiç seyredilesi bir şey barındırmıyordu. İki ayrı karakteri canlandırmak olarak algıladığı şey, birini somurtuk taş duvar, öbürünü ise winnie the pooh'daki tiger gibi yapmak olmuş. Hissettiği hiçbir şeyi hissettiremedi, hiçbir duygusunu geçiremediği gibi karakterine sempati duymamızı, bağ kurmamızı da sağlayamadı. Sanki bu diziyi çok da ciddiye almamış gibi. Ya da kendini artık çok havada görüyor gibi. Nerede ne yaparsam tutuluyorum zaten der gibi.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/4ewOd6_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="526" data-original-width="800" src="https://i.mydramalist.com/4ewOd6_3f.jpg" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Büyükanne ve evde kalan öğrenciler - ağlıyorum</td></tr></tbody></table><br />Bu esas dörtlümüzün etrafında müzik grubunun sevimli elemanları, Ha Eun Gyeol'un büyük büyükannesi/babaannesi (ki ah be haelmoni ah be, sana sarılıp ağlayasım var) ve onun evinde kalan üniversite öğrencileri de hikayemizin en güzel unsurlarını oluşturuyordu. Büyükannenin evindeki her bir sahne izlemesi en keyifli, en mutluluk verici ve en içe oturan bölümleri oluşturdu gibi geliyor bana hep.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://staticg.sportskeeda.com/editor/2023/11/b9596-16999841567877-1920.jpg?w=840" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="800" height="450" src="https://staticg.sportskeeda.com/editor/2023/11/b9596-16999841567877-1920.jpg?w=840" width="800" /></a></div><br />Çok hissedilerek ama aşırı da düşünülmeyerek yazılan, aşırı iyi oynanan ve çok emek verilerek çekilmiş bir hikaye izledim ben böyle. Her hafta o ikişer saat boyunca hem eğlendim, hem ağladım, hem bir daha bir daha kendi hayatıma gittim geldim. Hikayenin çıkış noktası müzik tutkusu olduğundan da bir yandan, şahane şarkılar dinledim, müzik hakkında çok güzel şeyler öğrendim. Sonunda tüm hikayeyi toplayıp, çok da iyi bir mesaj verememiş olsa da gönlümdeki yerini aldı Twinkling Watermelon.<p></p></div>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/N_CQsnP8XRs?si=vrTNXn8Y4rl4b1c_" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-45664314377024992232023-12-05T16:28:00.003+03:002023-12-05T16:28:37.148+03:00Moving [무빙](2023) - İzlediğim hiçbir şey gibi değil<p style="text-align: justify;"> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/Bdq21V_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="640" height="800" src="https://i.mydramalist.com/Bdq21V_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />Ben bunu anlatmaya nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Nasıl bir şey izledim, aylar sonra hala düşündükçe düşüncelerimin içinde kayboluveriyorum. Belki hep aynı türden şeyleri izliyormuşum gibi görünüyordur artık, o aynıların içinde böyle bir şeye rastladığım için eh tabi değişik gelir diyebilirsiniz. Ama ben bu "aynı" şeyleri izlemeye, tüm o "değişik" ne var ne yoksa izlediğim uzun yılların neticesinde ulaştığım için sanırım az biraz da olsa bir yetkinliğim var. Değil mi?<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/BdjYZq_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="640" height="800" src="https://i.mydramalist.com/BdjYZq_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />"Moving" bir webtoon uyarlaması. Güney Koreli manga/cartoon/webtoon sanatçısı (ne denir bilemediğimden sıraladım) Kang Full'un 2015'te yayınlanmış bir webtoon'u. Dizinin senaristi olarak da görev almış sanatçı. 1976 doğumlu olduğunu da hesaba katarsak şimdiye kadar birçok webtoon, resimli kitap ve manhwa ortaya çıkarmış.<p></p><p style="text-align: justify;">Temelde hikayemiz aynı liseye giden 3 genci odağına almış bir süper kahraman hikayesi. İlk gencimiz Kim Bong Seok, şehir merkezinden uzakta bir katsu restaurantı işleten annesiyle yaşayan üzümlü çörek gibi bir çocuk (cümleye genç ile başlayıp çocuk ile bitirmem de kafamın karışıklığını göstersin). Bong Seok henüz nasıl kullanacağını bilemese ve kontrol edemese de uçuveriyor. Gücü bu. Diğer gencimiz Lee Kang Hoon'un annesi ve babası minik bir dükkan işletiyor. Babasında biraz zeka geriliği mi denir, doğuştan gelen bir durum var, bir çocuğun sosyal becerilerine ve aklına sahip. Kang Hoon okulda çok kimseyle konuşmuyor, derslerine odaklanmış durumda, sınıf başkanı ve çok güçlü. Onun gücü de fiziksel güç yani. Dönemin ortasında diğer gencimiz transfer oluyor sınıflarına: Jang Hee Soo. Hee Soo da tavuk restaurantı işleten babasıyla yaşıyor, önceki okulundan bir kavgaya karıştığı için atılmış. 17 kişiye karşı tek başına dövüşüp, hepsini bir güzel benzettiği için. Hee Soo kızımızın da özelliği yaralanmaması. Yani yaralanıyor da iyileşiveriyor hemen. Kolunu kırıyorsunuz, iki dakika içinde bitişiyor. Yüzünü kesiyorsunuz, şıp kesik iyileşiyor.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.pinimg.com/1200x/92/fa/3c/92fa3c2d826ebe3969bd93d76f50818b.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="543" height="800" src="https://i.pinimg.com/1200x/92/fa/3c/92fa3c2d826ebe3969bd93d76f50818b.jpg" width="543" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu sahnenin hissettirdiklerini anlatamam</td></tr></tbody></table><br />Bu üç gencin yanında başka başka süper güçlü kahramanlarımız da ortaya çıkıyor tabi. Bunların peşine düşen kötüler de geliyor. Gençlerimiz ailelerinin öyküleri de dahil oluyor sonra. Neredeyse her birinin anne babasının gençliklerine de yol alıyoruz bölümler ilerledikçe. Ama böyle anlattığım gibi anlatmıyorlar hikayeyi. Ya da şimdiye kadar gördüğümüz o süper güçlere sahip kahramanlarınki gibi de anlatmıyorlar. Dizinin atmosferi bir süper kahraman hikayesi gibi değil. Karakterlerimizin hiçbiri o okyanusun öte yanındaki süper kahramanlar gibi davranmıyor, öyle konuşmuyor. Bunu size nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Böyle iliklerinize kadar işleyen bir hikaye izliyorsunuz. Önünüzdeki ekranda uçan kaçan kovalayan kırılan dökülen pata küte sökülen yıkılan patlayan bir dolu şey varken yine de bir şeyler içinize dokunuyor. Hani o koca koca bütçeli süper kahraman filmlerini izledikten sonra tüm o aksiyondan ve her şeyin aşırı fazla olmasından dolayı bir mala dönersiniz ya. Ama sadece gözlerinizin ve sesin yorgunluğudur. Beyniniz bir yarım saat içinde kendine gelir çünkü aslında bir şey düşünmemiş, heyecan dışında bir şey hissetmemişsinizdir. Hah işte bu diziyi izlerken de öyle bir şey olacak diye düşünüp açtım, sonra "hissetmeye" başladım. Düşünmeye. Yutkunmaya. Gülümsemeye. Önem vermeye başladım. Hikayenin kötülerine bile oturup, zırıl zırıl ağladım. Her bir karaktere ekranımdaki sarılıp, ağlaştım. İzlemeye başladığımda ilk 9-10 bölümü yayınlanmıştı, o yayınlanan bölümlerin hepsini izleyip güncele yetişebilmek için zombi gibi gezindim bir hafta. Ne yedim ne içtim ne kadar uyudum farkında olmadan yaşadım. Kafamda devamlı onlarla, hikayenin içinde işe gittim geldim, açtım izledim.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/d0RbOz_3m.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/d0RbOz_3m.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu sahneyi kalbimize kazıdık</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/BdppVV_3m.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/BdppVV_3m.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Dışarıdan belli olmayan birtakım tatlılıklar</td></tr></tbody></table><br />Müthiş bir kadroya sahip dizinin oyuncularının çoğunu da izlememiştim işin ilginci daha önce. Nasıl olabilirdi? Zo In Sung ile tanıştım (woowww), Han Hyo Joo ile tanıştım (o nasıl bir zarafet). Asıl kalbime kocaman oturan Ryu Seung Ryong ile tanıştım ki ben bu yaşıma kadar onun gibi bir oyuncuyu bilmeden nasıl yaşamışım? Umarım bir gün - çok da geç olmayan bir gelecekte - kendisiyle tanışıp, duygularımı ifade edebilirim.<p></p><p style="text-align: justify;">Genç oyunculardan sadece Go Yoon Jung'u biliyordum haliyle, önce Law School ardından da Alchemy of Souls'dan. İlkinde üniversite öğrencisi, ikincisinde ise genç bir kadın olarak izlememe rağmen burada birden karşımda bir lise öğrencisi buldum. Nasıl yapıyorlar bilmiyorum, gerçekten de küçülmüş gibi, lise öğrencisi gibiydi. Vücut dili bile değişmişti. Pofidik Bong Seok'umuzu canlandıran Lee Jung Ha'yı ilk defa gördüm mesela. Her izleyenin yüreğini ele geçirdi kendisi. Güçlü yumruklu Kang Hoon'u canlandıran Kim Do Hoon'u ise Today's Webtoon(2023)'ta bol travmalı bol sorunlu bir webtoon sanatçısı olarak izlemişim, hem de nasıl oyunculuğuna hayran kalarak. Ama o gencin bu çocuk olduğunu o kadar bölüm izlerken anlamadım, şu an çözüyorum. Onun da role girişi, değişimi takdire şayan yani. Gene de sanırım beni en çok etkileyen Kuzey'deki ekibin hikayeleri ve yaşadıkları oldu. Sonlara doğru ciğerim söküldü. Bu ne güzel hikaye yazımıdır dedim her bir anında, bu ne güzel oynayıştır dedim her bir sahnede.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/Xd4d0X_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="598" src="https://i.mydramalist.com/Xd4d0X_3f.jpg" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Güzel posterler</td></tr></tbody></table><br />Sanırım diziyle ilgili beni tek rahatsız eden şey grafik boyutlardaki şiddet ve kandı. En sevdiğim hikaye arkına sahip olan karakter (yukarıda da dediğim Ryu Seung Ryong'un canlandırdığı) Jang Juwon'un tüm hikayesi kavga dövüş kan şiddet kemik kırılması göz çıkarması şeklindeydi. Hiç bitmedi. Başladı mı hiç bitmedi. Bir yandan oyuncuyu, karakteri izlemek istiyordum ama bir yandan da izlemeye dayanamıyordum. Ben uzun yıllardır kanlı şeylerden uzak duruyorum. Bu yüzden birden bu kadar doz bana fazla geldi. Ama bundan da keyif alan var sanırım, nasıl rahatsızlıklara ve psikolojiye sahipler bilemem tabi.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BMWExMDM2YTAtMGU1Yi00YzNlLTgxYTUtMWI5NDA1MzlkNTE0XkEyXkFqcGdeQXVyMTE0MzQwMjgz._V1_QL75_UX500_CR0,26,500,281_.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="281" data-original-width="500" height="281" src="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BMWExMDM2YTAtMGU1Yi00YzNlLTgxYTUtMWI5NDA1MzlkNTE0XkEyXkFqcGdeQXVyMTE0MzQwMjgz._V1_QL75_UX500_CR0,26,500,281_.jpg" width="500" /></a></div><br /><div style="text-align: justify;">Diyeceğim şu, çok sevdiğim ama izlerken girdiğim şoktan ve etkilenmişlik durumundan ötürü ne hissettiğimi aylar sonra üstüne düşündüğümde ancak anlayabildiğim bir hikaye izledim. Devamının da geleceği kesin gibi. O saçma sapan squid game gibi şeyler izleyeceğinize bunu izleyin.</div><p></p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/SZFRw7MSPog?si=RjnSN2_nukE7b9-m" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-53053017001261073522023-12-03T18:37:00.004+03:002023-12-03T18:37:24.568+03:00Destined With You [이 연애는 불가항력] (2023)<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BZTc3ZDgxNGYtN2FkZS00NmM0LTk2YTUtNGJjNzMzNDY5Mjk2XkEyXkFqcGdeQXVyMTUyNjc3NDQ4._V1_FMjpg_UX1000_.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="558" height="800" src="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BZTc3ZDgxNGYtN2FkZS00NmM0LTk2YTUtNGJjNzMzNDY5Mjk2XkEyXkFqcGdeQXVyMTUyNjc3NDQ4._V1_FMjpg_UX1000_.jpg" width="558" /></a></div><br /><div style="text-align: justify;"> Lee Hong Joo, belediyede çalışan bir memur kızımız. Çevre düzenlemesiyle ilgili bir bölümde, öyle çoğunlukla belediyenin yetki sahasındaki parklarla, bahçelerle, ormanlarla falan ilgili şeylere bakıyor. Aslında iyi, sevimli ve arkadaş canlısı ama işte biraz doğrucu falan olunca insanları kendine gıcık etmiş. Yalnız başına yemek yemek zorunda kalıyor, tek ailesi olan babasını da kaybettiği için hayatının hemen hemen her alanında yalnız. Çok üzgün.</div><p></p><p style="text-align: justify;">Bir gün belediyenin alanındaki bir ormanda, metruk bir eski evde bir youtuber kaza geçirip, ölünce oranın yıkımı ve düzenlenmesi ile ilgili iş Lee Hong Joo kızımıza kalıyor. Arazinin sahibi de çok zengin, pek yakışıklı ve zeki ama soğuk (ay allahım gına geldi bu tiplerden ya neyse senaristlere gelmedi) avukat Jang Shin Yoo çıkmasın mı? Arazide bir de gömülü bir sandık, sandığın içinde de eski bir büyük kitabı buluyor avukatımız. Eskiden şaman olan ama şimdi bakımevinde alzheimerlı gibi takılan teyzeden de bu kitabın sahibinin memur kızımız olduğu bilgisini aldığı için takılıyor memur kızımızın peşine. Sahibi derken yani işte Hong Joo'nun ataları yazmış güya kitabı, o yüzden ona miras diyor teyze.</p><p style="text-align: justify;">Ama avukat oğlumuzun da bir sorunu var. Ailesinin erkeklerini erken yaşta öldüren bir hastalık var. Esasında bu bir lanet. Jang ailesinin atalarından birini bir şaman lanetlemiş. Jang Shin Yoo'nun beyninde doktorların anlam veremediği ve tedavi edemediği bir şeyler var. Lanet işte yahu. Shin Yoo da acaba bu büyü kitabındaki büyülerle bu memur kız beni iyileştirebilir mi diye çabalıyor. Memur kızımız ise büyü kitabındaki büyülerle platonik aşık olduğu belediye başkanının yardımıcısını kendime aşık edebilir miyim diye bakıyor. Bu esnada tabi aşk büyüsünde yanlışlık oluyor ve avukat oğlumuz memur kızımıza aşık oluyor. İkisi de bu karışıklığı çözebilmek ve büyüyü tersine çevirebilmek için birlikte çabalamaya başlıyor.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/QJ57Wg_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/QJ57Wg_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu Nakhwa Nori festivallerini çok severim ama bu sene her dizide - her bir tanesinde kullandılar</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;">"Destined With You", orijinal adıyla "이 연애는 불가항력" (bu aşk imkansız olarak çevirebiliriz) 23 Ağustos - 12 Ekim 2023 arasında 16 bölüm olarak yayınlandı Güney Kore'nin jTBC kanalında (ve Netflix'te). Konusunu okuyunca çok da ilgimi çekmemişti. Başrollerdeki Jo Bo Ah ile Rowoon'u da daha önce hiçbir dizide izlememiştim. Sadece ilk bölümü yayınlanmıştı ve bakıp, bırakırım diye düşünerek açtım. Bir de zaten jTBC'nin dizileri - özellikle romantiklik tarafında yer alır gibi görünenleri - genelde daha durgun ve benim zevkime göre sıkıcı olma eğilimde diye düşünürüm. Ama ilk bölümde vuaaa neler oluyor dedim. Rowoon'un canlandırdığı avukat oğlumuzun boynundan yukarı sahibi olmayan kanlı bir el tırmanıyordu. Olmayan birileriyle konuşuyordu, gerilim ortamı sarıyordu. Karanlık ve gizem doluydu. Öteki yanda ise başrol kızımız da yine korku filmi gibi sahnelerdeydi ama komikti de. İlk bölüm beni hem cezbetti hem de keyif verdi. İyi bakalım değişik bir şey var galiba dedim. Devam ettim.</div><p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/0wOZ76_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/0wOZ76_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Memur kızımız</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;">Ama değişik bir şey değilmiş. Hem de son zamanlarda izlediğim pek çok kdramanın sahip olduğu az buçuk otantikliğe ya da iyi yazılmış kadın karakterlere bile sahip değilmiş. Hikaye aslında ilgi çekici bir gizeme sahipti hakkını yemeyeyim. Yine geçmiş hayatlardaki olaylardan ötürü lanetler, aşklar falan vardı ama o nokta - genel çerçevede - iyi düşünülmüştü. Bu hikayenin işleyişi sarpa sardı, saçmaladı daha sonra. O geçmiş hayattaki karakterlerin bu hayata yerleştirilmesinde çok salak şeyler yapıldı sonra da. Yani senarist iyi bir şeyi bir yerden duymuş sanki, sonra üzerine saçmalamış da saçmalamış gibiydi. Başrol kadın karakterimiz, memur kızımız yani yazılabilecek en salak, en özsaygısız, en düşüncesiz, en gereksiz karakterlerden biriydi. Üstüne bir de Jo Bo Ah'nın böyle vik vik bir sesle, ağlamaklı gözlerini habire kocaman açarak, ağzını uzatarak oynamayı seçmesi bu karakteri resmen tüm diziyi bana işkence haline getirdi. Belediyedeki ofis ekibinin tüm dizi boyunca, gram ilerleme göstermemesi hele. Hani sinir bozucu ofis arkadaşları tüm senaryo boyunca olan olaylar, yaşanılanlarla birlikte sonunda az biraz da olsa değişir, gelişme gösterir ya, normalde "karakter" yazımı budur. Hah işte burada bu salaklar ilk bölümden son bölüme kadar sıfır gelişme gösterdi.</div><p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/vXJWpD_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/vXJWpD_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Evin çatısında piknik yapıyoruz</td></tr></tbody></table><br /><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/qY26ZB_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/qY26ZB_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Güney Kore'de belediyede memur olunca böyle evlerde yaşayabiliyorsak oraya nakil olayım</td></tr></tbody></table><br /><a href="https://i.mydramalist.com/0wOooO_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/0wOooO_3f.jpg" width="640" /></a></div><br /><div style="text-align: justify;">Dizinin tek iyi yanı benim için ve izlemeye devam etmemin tek sebebi Rowoon'du. Normalde orada burada rastlıyordum, yüzü aşırı estetikli geldiğinden biraz sinirimi bozuyor bakamıyordum. Estetikli olmayabilir bilemiyorum ama öyle görünüyor. Yani estetiğe karşılığımdan değil, böyle rahatsız edici olanları var ya hani, bakarken o insana yanlış bir şeyler olmuş ve olmamalıymış gibi hissediyorum. Gözlerime habire parmak sokuluyormuş gibi. Normalde burnunuz yamuk doğmuş olabilirsiniz mesela ya da dudaklarınız kendiliğinden kocaman olabilir. Bu görüntüye bakmakla ilgili bir sorunum yok. Öyle doğduğunuz için o zaten bana doğal geliyor kendiliğinden. Ama karşımdaki şeyin o insanın kendi kendine seçerek yaptığı bir şey olduğunu ve kötü durduğunu anlayınca sinirim bozuluyor. OKBsi olan bir insanın yamuk bir saatle karşılıklı oturmaya zorlanması gibi bir şey bu işte öyle diyeyim (benim yok, sadece durumu anlatmaya çalışıyorum). Böyle birkaç oyuncu var benim için, Im Soo Hyang mesela. Kadının bırak dizilerde oynamayı, evden dışarı çıkmaması gerekiyor bence. O kadar kötü. Ve kimse de demiyor, kendisi de görmüyor. Onu o hale getiren doktorun yatacak yeri yok zaten (ki önceki burnu olabilecek en normal burun, insan gerçekten yumruklamak istiyor).</div><p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.pinimg.com/736x/5f/7a/21/5f7a21cd3a89407581ada5a70423ff97.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="720" data-original-width="720" height="640" src="https://i.pinimg.com/736x/5f/7a/21/5f7a21cd3a89407581ada5a70423ff97.jpg" width="640" /></a></div><br /><div style="text-align: justify;">İşte Rowoon da o kadar olmasa da o bir değişik burnu ve ördek dudaklarıyla çok bakmaktan hazzetmediğim bir oyuncuydu. Ama bu dizide görüntüsünü atlayıp, oynayışına ve karakterine odaklanabildim ve çok eğlendim. Normal hayatında acayip komik ve eğlenceli bir insan olduğunu görünce de sebebini anladım. Tüm o gerçek Rowoon'u senaryonun kendine tanıdığı az buçuk alanda ortaya çıkarıp, sahneleri kendi başına yüklenip götürdü. Mantıksız ve salaklıkla dolu senaryo boyunca yüzümü güldürdü. Zaten bir 18 gün sonra da onu ikinci kere göreceğim bir başka dizisi yayınlanmaya başladı (şu anda devam eden The Matchmakers). O arada geçende bahsettiğim A Time Called You'da da bir bölümde göründü. Sanırım bu seneki kdrama kazancım Rowoon oldu böylece.</div><p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/4ewl0w_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/4ewl0w_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Gerçekten bir tane daha geçmiş hayatında aşıklardı ama sonra çoook kötü şeyler oldu senaryosu<br />görürsem Kore kültür bakanlığına balyozla dalmaya gideceğim</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;">Neyse, dizi iyi değildi. Tüm bunlarla bunu söylemeye çalışmıştım aslında. Çok iyi ve değişik bir şeymiş gibi kendini kamufle ederek başlayıp, salaklığına doyulmayan, geçmiş hayatlardan gına getirten, artık böyle kadın karakter mi kaldı allasen be senarist diye ekrana kafa geçirmelik kocaman bir zaman kaybıydı. Jo Bo Ah öyle olmayabilir ama bir daha görürsem yolumu değiştireceğim o derece.</div><p></p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/BXTDH1Ropfo?si=HndxCoS7em-AVRDM" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-23001301128599820892023-11-29T15:38:00.004+03:002023-11-29T15:38:36.474+03:00A Time Called You [너의 시간 속으로] (2023)<p style="text-align: justify;"> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BZGZhY2IzMjUtMTM3Ny00MGI1LWE3MzItNjE4YWViNzVkYjVkXkEyXkFqcGdeQXVyMTEzMTI1Mjk3._V1_.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="540" height="640" src="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BZGZhY2IzMjUtMTM3Ny00MGI1LWE3MzItNjE4YWViNzVkYjVkXkEyXkFqcGdeQXVyMTEzMTI1Mjk3._V1_.jpg" width="432" /></a></div><br />30larındaki Han Jun Hee'ye doğumgününde bir hediye paketi geliyor. İçinden eski bir kasetçalar çıkıyor. Yanında da bir kasetle birlikte. Han Jun Hee'yi zaten melankoli sarmış, çok sevdiği nişanlısı Koo Yeon Jun bir uçak kazasında kaybolalı/öldü kabul edileli bir yıl olduğundan ve onsuz bir doğumgünü geçirdiğinden. Kasetçaların düğmesine basıyor ve 90lardan hüzünlü bir melodiyle uykuya dalıyor. Gözünü açtığında bir hastane odasında kafası bandajlı halde yatıyor olmasın mı? Karşısında ise ölen sevgilisinin tıpkısının aynısı gibi görünen liseli bir çocuk. Han Jun Hee, kasetçalar sayesinde 1998 yılına bir zaman yolculuğu yapmış oluyor. Kwon Min Ju adında bir liseli kızın bedeninde uyanıyor, karşısındaki bulduğu çocuk ise ölen sevgilisi değil, Nam Si Heon adında farklı biri çıkıyor. Kendini anlamadığı bir zamanda, bilmediği bir genç kız olarak bulan esas kızımız, bir yandan buraya nasıl geldiğini ve nasıl geri döneceğini, sevgilisine tıpatıp benzeyen bu çocukla gelecekteki sevgilisinin ne alakası olduğunu çözmeye çalışırken bir de kendini bedeninde bulduğu kızın saldırıya uğradığını ve birkaç ay sonra da bir cinayete kurban gideceğini öğrendiğinden tüm bunlara engel olmaya çalışıyor.<p></p><p style="text-align: justify;">"A Time Called You" böyle karmaşık, gizem dolu bir zaman yolculuğu hikayesiyle dikkatimi çekti tabiki. 8 Eylül 2023'te Netflix'te yayınlandı 12 bölüm olarak. Esasında 2019 yapımı bir Tayvan dizisinin Güney Kore versiyonuymuş. Tayvan'daki o dizi o kadar sevilmiş, o kadar tutulmuş ki böyle die-hard fanları falan var. Oradaki hikaye ile birebir aynı yapmasalar da hikayenin özünü hemen hemen korumuşlar gibi görünüyor. Tayvan versiyonunu izlemedim haliyle, izlemeyi de düşünmedim çünkü her ülkenin dizilerinin kendine özgü bir tarzı oluyor ve hiç Tayvan dizisi izlemediğim için aşırı tuhaf geleceğinden hemen hemen emin gibiyim. Neyse merak edenler için bu orijinalin adı "<a href="https://mydramalist.com/39715-some-day-or-one-day" target="_blank">Someday or One Day</a>". </p><p style="text-align: justify;">Kore versiyonunun daha ilk bölümlerinden nasıl bir şey izleyeceğimi ve bana ne hissettireceğini anlamıştım aslında. Görüntü olarak mükemmel güzellikte bir hikaye vardı önümde, her bir sahne, kameranın her bir açısı tablo gibiydi. Her bölüm sorularım ve çözmeye çalıştığım gizemler çoğalıyordu. Geçmişte Min Ju'ya kim saldırmıştı, neden ölüyordu? Kim neden hapse giriyordu, Koo Yeon Jun ile Nam Si Heon arasında bir bağlantı var mıydı, farklı mı aynı kişiler miydi ama yaşları tutmuyordu? Han Jun Hee ile Kwon Min Ju arasında bir bağlantı var mıydı? Günlüktekileri kim yazmıştı? Müzikçi dayı neyi ne kadar biliyordu? Tüm bunları çözmeye çalışmak çok keyifliydi. Ama ağzımda böyle anlamsız bir tat vardı. Böyle mideme sırf dolsun diye ittirdiğim ama tadını pek de beğenmedim bir şeyler yiyormuşum gibi.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://www.allkpop.com/upload/2023/08/content/220014/1692677659-a-time-called-you-05.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="534" data-original-width="800" height="427" src="https://www.allkpop.com/upload/2023/08/content/220014/1692677659-a-time-called-you-05.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Dedim ya her an tablo gibi</td></tr></tbody></table><br />Hikaye beni mutlu etmiyordu. Benim durumumda bu bir zorunluluk çünkü. Bu dizileri, bu hikayeleri hep mutlu olabilmek için izliyorum. Bir aksiyon da izlesem, bu polisiye dedektiflik de izlesem ya da tarihi savaş hikayesi de izlesem bir şekilde beni mutlu hissettirmesini umuyorum her birinde. İlla mutlu sonlu bir romcom izlememe gerek yok bunun için yani. Eğlenceli bir arkadaş komedisi de izleyip mutlu olabilirim. Önemli olan önümdeki hikayenin o hissi taşıması. Bir korku filmi de izliyor olabilirim, kahramanlarımız bir zombi saldırısından da kaçıyor olabilir ama hikaye öyle bir yazılmış olur ki mesela, izleyip kapatınca keyifli bir pasta yemişim gibi üstüne çay içebilirim. Ama bu hikayeyi izlerken hep mutsuzdum. Hayatımda zaten yeterince insanı kaybettim, yeterince insandan vazgeçtim ve geçmişimi gömebilmek için çok büyük çaba sarf ettim son birkaç yılda. Oysa bu hikayeyi izlerken habire bir kekremsi tat gibi içimden yükseldi. Aslında empati kurmadım hiç karakterlerle, hikayenin içine de giremedim. Sadece hoş değildi verdiği his. Kaybettiklerini geri dönüp, kurtarmaya çalışma hissi. Hikayeyi anlatmayı seçtikleri hız da etkendi bunda tabi. Böyle pastel bir renk paletinin önünde dikilip, 1998'e bakıyordum da bakıyordum. Öylece bakıyordum sanki. Donmuşum gibi. İçim daralarak. Aslında bir şeyler de oluyordu olmasına ama ben sanki hep duruyormuşum gibi. 1998'dekilerin gülümsemelerinde hep bir hüzün, 2023'tekilerin hepsinde bir depresiflik.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/d04o1b_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="396" data-original-width="800" height="317" src="https://i.mydramalist.com/d04o1b_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Aslında pek sevimliydiniz ama</td></tr></tbody></table><br />Diziyi bırakmamak için kendimi zorladım resmen. İnat ettim. En sevdiğim şeylerden birini, zaman yolculuğunu izliyordum sonuçta ve bir dolu sorum vardı hala. İnat ettim. En azından o soruları cevaplama pahasına. Yoksa kavuşacaklarmış, kavuşamayacaklarmış, olaylara engel olabileceklermiş olamayacaklarmış falan umrumda değildi. Dedim ya hikaye bana bu anlamda bir şey geçiremedi. Oyunculardan mıydı belki de onu bilemedim. Kötü oynayan insanlar da değillerdi. Başrolde hem 2023'teki kızı hem de 1998'deki kızı oynayan Jeon Yeo Bin'i ilk defa izliyordum mesela ve ilk üç dört bölümde bu iki karakteri iki ayrı kişi oynuyor zannettim. Tamamen farklı iki insana dönüşüyordu karakterler değiştiğinde bence. Ama hiçbir duygusu bana geçmiyordu o ayrı. Bir şeyler hissetmemi sağlamıyordu.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://www.nme.com/wp-content/uploads/2023/09/a-time-called-you-still-lim-hyo-seon-netflix.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="508" data-original-width="800" height="406" src="https://www.nme.com/wp-content/uploads/2023/09/a-time-called-you-still-lim-hyo-seon-netflix.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Esas kızımızla liseli haldeki Ahn Hyo Seop</td></tr></tbody></table><br />Geçmişte ve gelecekte yine iki ayrı karaktere hayat veren Ahn Hyo Seop'u ise en son "A Business Proposal"da izlemiştim (<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2022/04/tatllgndan-yenmeyen-12-bolumluk.html" target="_blank">şurada</a>). O diziden bahsederken "onun yüzünden aslında diziyi ilk gördüğümde aaa çocuk büyümüş de başrol romantik komedi erkeği mi olmuş diyerek izlemeye karar vermiştim." diye yazmışım. Burada görünce şoka girdim, aslında izleme motivasyonlarımdan biri de oydu, neden gördüm diye şok olmadım. Halini görünce neye uğradığımı şaşırdım. Hemen hemen 5 yıllık bir zaman dilimi içinde önce şakacı sevimli bir lise çocuğu, sonra gıcık ama aşık bir chaebol/genç adam olarak izledikten sonra burada böyle birden serpilmiş, kocaman olmuş gibi geldi. Hani liseye ilk başladığımız yıl herkes daha çocuktur da yaz tatili gelir, geçer, ikinci senenin başında herkes bir saçma halde, kontrolsüz bir şekilde kilo almış, saçı başı uzamış, böyle kocaman olmuş halde gelir ya. Hah işte aynen öyle bir şey yaşadım Ahn Hyo Seop ile bu dizide. Böyle yaşlanmak değil, kontrolsüzce serpilmek. Bir de üstüne o kocaman kocaman oynayışı eklenince izlemesi yorucu bir(iki) karakter vardı önümde. İlk izlediğim dizisi Thirty But Seventeen'de o büyük büyük oynamaların başlangıcına şahit olmuştum ama A Business Proposal'da rolün de gereğinden belki biraz daha yerindeydi hareketleri. Bilmiyorum oyunculuğunu ne kadar takip etmek istiyorum bu nedenle, kendisi sempatik geldiği için ve genelde oynamak için iyi hikayeler seçiyor gibi göründüğünden takip ederim belki de.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/603YbK_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/603YbK_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Esas kızımız ve aşk üçgeninin C noktasını oynayan Kang Hoon</td></tr></tbody></table><br />Olayların bir diğer önemli karakterini oynayan Kang Hoon'dan ise daha yeni "The Secret Romantic Guesthouse"da bahsetmiştim (<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/10/18-bolumluk-secret-romantic-guesthouse.html" target="_blank">şurada</a>). "Pek çoğunuz da A Time Called You'da izledi bu sene kendisini, Jung In Kyu olarak. Bu dizimizde açık ara en iyi oynayan ve en ilginç, en duygu ve olay barındıran karaktere ve hikayeye o sahipti. Spoiler olur diye bir şey demiyorum ama rahatlıkla diyebilirim ki keşke diziyi onun üstüne kursalarmış. Düşününce mesela, A Time Called You'daki haliyle buradaki hali(halleri:p) arasında bin kat fark var. Bu da ne derece iyi oyunculuklar sergileyebildiğinin kanıtı gibi duruyor." diye yazmıştım orada. O diziyi bundan önce izlemiştim haliyle ve orada da dediğim gibi iki dizideki iki insan arasında uçurumlar var. Burada gerçi zaman zaman içimi gerim gerim geren bir suskunluğu, tekinsiz bir sakinliği ve sonunda yakasından tutup sinirle sarsmamak için kendimi zor tuttuğum bir inatçılığı vardı ve bu hali beni deli etti ama işte zaten tüm bunlar da aslında çok iyi bir iş çıkardığını gösteriyor.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/4e0DJw_3m.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/4e0DJw_3m.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Benim bile parçalayasım geliyor şunu</td></tr></tbody></table><br />Sanırım inat edip izlediğim için de mutlu değilim. Keşke bırakabilseymişim makul bir yerinde ve diziden haftalar sonra bile kafamda çalıp, travmalardan travmalara yol açan o kasetçalarda çalan şarkıya bu kadar fazla maruz kalmasaymışım diyorum. Zamanım gitti, duygularım gitti, sinirlerim gitti. Artık şu zaman yolculuğu tuzağına bu kadar düşmemem gerekiyor gibi ha, ne dersiniz?<p></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://filmfare.wwmindia.com/content/2023/sep/rowoonahnhyo-seopjeonyeo-beenatimecalledyou11694326337.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="600" data-original-width="800" height="480" src="https://filmfare.wwmindia.com/content/2023/sep/rowoonahnhyo-seopjeonyeo-beenatimecalledyou11694326337.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Ayrıca şöyle de bir ters köşe Rowoon'u da konuk etmişliğimiz oldu :D</td></tr></tbody></table><p style="text-align: justify;"><br /></p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/c_sKheuGE7o?si=PYUauLIpXwHP7GKw" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-91298038111456291202023-11-14T20:18:00.002+03:002023-11-14T20:28:27.789+03:00vivere
<p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj02Dl1OmqEagvLqDTcKp8nywbD_RL2aYMr5-v_93ktzkUuxUBFElLAi8UMqpK5a1guXa1IAZDWmd-iNbpFAQ-tCnc-tS1SjpYr4qAeDVGdoVgtRG140X-7m1mEBJY4wY5BG1-Z4Fom-3P4KjnKOo3ewM-yWWdX6PuzjBs7Neu6pyr460tgsDNRE-nJP2YX/s1123/Ekran%20g%C3%B6r%C3%BCnt%C3%BCs%C3%BC%202023-11-14%20202550.png" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1123" data-original-width="907" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj02Dl1OmqEagvLqDTcKp8nywbD_RL2aYMr5-v_93ktzkUuxUBFElLAi8UMqpK5a1guXa1IAZDWmd-iNbpFAQ-tCnc-tS1SjpYr4qAeDVGdoVgtRG140X-7m1mEBJY4wY5BG1-Z4Fom-3P4KjnKOo3ewM-yWWdX6PuzjBs7Neu6pyr460tgsDNRE-nJP2YX/w516-h640/Ekran%20g%C3%B6r%C3%BCnt%C3%BCs%C3%BC%202023-11-14%20202550.png" width="516" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">endmion1'in görür görmez aşık olduğum bir resmi<br />Instagram sayfası-><a href="https://www.instagram.com/endmion1/" target="_blank">@endmion1</a></td></tr></tbody></table><br /> İzin aldım. 4 günüm vardı önceki seneden. Oraya gidecektim buradan gelecektim yok annemler gelecekti yok ben gidecektim şuydu buydu hastaydım iyiydim kötüydüm derken amaan dedim, benim biraz durmaya ihtiyacım var. O 4 gün iznimi yazıp, başladım evimde oturmaya. Çok değil evet, cuma günü ofise gideceğim ama bu kadarı bile geçen haftayı daha umutlu geçirmemi sağladı. Aşırı saçma ve yorucu ve işyerinde çok çalıştığım bir yıl geçirdim. Bitmek üzere yıl da zaten. Nisan'da Seul'e gitmemin dışında ve aralardaki saçma sapan şekilde hasta olup, birkaç gün evde kalmamın dışında eşek gibi çalıştım. Durmadan. Her gün işe gittim. Gerçekten bıktım. Koskocaman ev öylece duruyor. Her gün gelip sadece yatıp, ertesi sabah yine çıkıp gideceksem ne diye o kadar kira o kadar elektrik su parası ödüyorum? İçinde yaşamayacaksam ne diye var bu ev? Üstünde oturmayacaksam o koltukları niye aldım? Yatak odası dışındaki odalara aylardır girmemişim bir baktım ki. Aylardır görmediğim eşyalar nesneler var evin içinde. Seul'den döndüğümden beri köpek gibi çalışıyorum. Yaşamıyorum. Bir baktım ki yaşamıyorum.</p><p style="text-align: justify;">Bir durmam gerekti o yüzden. Evin bir keyfini çıkarmak istedim ya. Durup da bir sabit bir halde koltukta oturup, pencereden dışarı bakabilmek istedim. Haftasonları yalnızca haftaiçine hazırlanmakla geçiyordu çünkü. Evi topla temizle, çamaşırları yıka as kurusun ütüle, bulaşıkları doldur yıkansın boşalt elde yıkanacakları yıka, hafta içi için yemekleri yap, dolapta kalanları temizle, market alışverişi yap, kendini temizle hazırla...hoop yine pazartesi sabahı, koş! Saçmalık bu. Tüm bu saçmalık yüzünden böyle ufak tefek, anlamsız şeyleri düşünmeye başladım. Mesela sabahları erkenden, böyle güneş yeni doğmuşken, sokaklarda kimse yokken boş sokaklarda hiçbir yere yetişmek zorunda olmadan, bir dolaşıp eve geri gideceğini bilerek yürümek...nasıl bir duyguydu dedim. Akşamları geç saatte, herkes evlerindeyken sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda yürüyüş yapmak mesela. Nasıl bir histi? Sabah erken kalkacağım için bir an önce uyumam gerekiyor diyerek yatağa gitmek zorunda olmadan böyle sabaha kadar dizi izlemek...Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan güneşin kenarından vurduğu kanepede belin tutulana kadar kitabın içine gömülmek mesela. Nasıldı ki? Evim sabahları nasıl oluyordu acaba, öğlene kadar güneş nereye vuruyordu acaba? Allahım ben nefes almayı özledim, nasıl bir şeydi ki o acaba?</p><p style="text-align: justify;">Derken bulduğum için kendimi izin aldım. Dün evdeydim, sadece akşam bir hava kararınca yağmurda yürümek için çıktım. Bugün hiç dışarı adımımı atmadım. Ama yine o istediğim şeyleri hissedemiyorum. Çünkü bu sefer de haydi 4 günün var tüm bekleyen şeyleri yapman yetiştirmen gerek diye kendi kendimi koşum takımına bağlamış durumdayım. Onu da yapayım bunu da yapayım, orayı da silecektim burayı da toplayacaktım, onu da izleyeyim bunu da okuyayım diye diye gene boğuyorum kendimi. Sadece yaşayabilmek istiyorum ama sanırım çok şey istiyorum.</p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-55748629880418794902023-11-09T15:31:00.004+03:002023-11-09T15:31:45.455+03:00My Lovely Liar {소용없어 거짓말} (2023)<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BYzY0MDJjMDgtNzJlZS00ZDhkLTlkYzAtZjYzZDljZWExYWYzXkEyXkFqcGdeQXVyNjI4NDY5ODM@._V1_.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="558" height="640" src="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BYzY0MDJjMDgtNzJlZS00ZDhkLTlkYzAtZjYzZDljZWExYWYzXkEyXkFqcGdeQXVyNjI4NDY5ODM@._V1_.jpg" width="447" /></a></div><br /> Minik ve samimi mahallesinde bir tarot kafe işleten başrol kızımız Mok Sol Hee'nin bir sırrı var: İnsanların yalan söylediğini duyabiliyor. Karşısındaki yalan söylediğinde kulağında çınlama gibi bir ses oluyor ve bam, Mok Sol Hee biliyor ki bu bir yalan. Kendi yalanlarını duyamıyor ve konuşan kişinin canlı canlı yanında olması gerekiyor, öyle telefondan ses kaydından falan anlayamıyor. Bu yeteneği sayesinde hayatını kazanıyor aslında. Çok zengin (VIP dediği) müşterilere hizmet veriyor. Yani bir zengin, başka birinin kendisine dürüst olup olmadığını anlayabilmek için Mok Sol Hee'yi yanında götürüyor, o da dinleyip yalan söylüyor ya da söylemiyor diyor. Böyle hayatı boyunca herkesin yalanını duyabildiği için de etrafında pek fazla insan yok, insanlardan uzak duruyor. Bir kafeyi işletmesine yardım eden Cassandra ve VIP müşterilere giderken şoförlüğünü ve gerektikçe korumalığını yapan Chi Hoon'la konuşuyor. Öyle kimselere güvenmeden bir başına yaşayıp gidiyor.<p></p><p style="text-align: justify;">Diğer yandan erkek başrolümüz Kim Do Ha, yüzünü kimselere göstermeden sektörün en başarılı müzik yapımcısı olarak ödül üstüne ödül alıyor. Ünlü şarkısı Syaon'a yaptığı şarkılar listelerde bir numara oluyor. Ama Kim Do Ha'nın da bir sırrı var. Yıllar önce sevgilisinin kaybolma vakasında cinayet zanlısı olarak yargılanıp, serbest bırakılmış. Bu yüzden kimsenin onu ekranlarda görüp, tanımasını istemiyor. Zaten kaybolan kızın abisi de yıllardır peşine düşmüş durumda, bulduğu yerde onu öldürmek için fırsat kolluyor. Kim Do Ha'nın gerçekte kim olduğunu ve neler yaşadığını yalnızca şarkılarını yazdığı şarkıcı Syaon ve müzik şirketinin başkanı (aynı zamanda Do Ha'nın çocukluktan arkadaşı) Jo Deuk Chan biliyor. Syaon'la çıkan bir magazin haberinden dolayı gazeteciler Kim Do Ha'nın peşine düşünce, bizim sessiz sakin başrol çocuğumuz, yalan dedektörü Mok Sol Hee'nin yan dairesine taşınmıyor mu? Bu ikili bir anda kendilerini birbirlerine yardım ederken ve hayattaki yollarını birlikte bulmaya çalışırken bulmuyorlar mı? Tabi etraflarında mahallenin sevimli sakinleri, çevredeki dükkanların sahipleri, komşular, Mok Sol Hee'nin dolandırıcı annesi ile dağda münzevi olarak yaşayan babası, müzik şirketinin başkanının işe yaramaz erkek kardeşi, Mok Sol Hee'nin yıllar önce ayrıldığı kalp ağrısı aynı zamanda polis olan eski sevgilisi ve Kim Do Ha'nın siyasete atılmış hırslı annesi de dolanmaya başlayınca yalanlar, gerçekler, güvenmek, hatalar doğrular birbirine karışıyor.</p><p style="text-align: justify;">"My Lovely Liar" orijinal adıyla <span color="rgba(0, 0, 0, 0.87)" face="lato, Helvetica, Arial, sans-serif" style="background-color: white; font-size: 14px;"> </span>소용없어 거짓말 (soyong obso kojimal diye okunuyor - yalan söylemenin faydası yok diye direkt çevriliyor ama sweet november'a kasım'da aşk başkadır diyen mantık buna da böyle demiş işte), 31 Temmuz ile 19 Eylül arasında Güney Kore'nin tvN kanalında yaklaşık birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlanan bir dizi. Bu sene haftalık olarak takip ettiğim 6.diziydi sanırım. Yazın en sıcak günlerini bu ferah hikaye sayesinde daha hafif geçirebildim yani anlayacağınız. Hakikaten tazecik, böyle ferah ferah bir hikayeydi. Konusunu anlatınca yukarıda, hiç de öyle gibi düşünmediniz değil mi? Kaybolan eski sevgili, cinayet davası, idol sektörü, yalan söyleyenler yalanları duyanlar, takıntılı eski sevgili abileri, aşırı yalnız ve hüzünlü başroller falan filan derken düşündünüz ki ortam melo. Değil. Yani güldür şamata da değil, onu demiyorum da hikaye ve başroller açısından bir ferahlık var. Bir kere bu sene beni artık kusturan geçmiş hayatlarda aşıktık sonra çok kötü bir şey oldu bu hayatta ödüyoruz hikayesi yok. Kore dizilerinde anayasanın ilk üç maddesi gibi olan çocuklukta bir yerde karşılaştık kaderlerimiz birbirine bağlandı hatta yetmedi çocukluktan gençlikten aşık olduk ayrıntısı da yok. Hele senin iyiliğin için senden vazgeçiyorum teması hiç yok. Esas çiftimizin ikisinin daha önce sevgilileri olmuş, duygularını yaşamışlar, daha önce ikisinin de bir hayatları varmış yani. Çocukken karşılaşmamışlar, şoktasınız değil mi? Ben de izlerken öyleydim. Allah allah dedim, nasıl yani, sadece birer yetişkinken mi karşılaştılar? :D</p><p style="text-align: justify;">Klişe geçmiş hikayelerinin olmamasının yanında çiftimizin birbirleriyle diyalogları sağlıklı. İkisi de birbirinin eksikliklerini tamamlıyor gibi oluyor, birbirlerini iyileştiriyor, düşündürtüyor, destek oluyorlar birbirlerine. Sevimli, sağlıklı bir çift oluyorlar. Zaten Kim Do Ha karakteri herhalde yazılmış en temiz, düzgün karakterlerden biri olabilir Kore dizileri tarihinde. Naif ama salak değil, düzgün ama hakkını biliyor. Mahalledeki dükkan sahiplerinin canlandırdığı yan karakterler de çok sevimli. Onlara da daha fazla ve daha ayrıntılı hikayeler yazılabilirdi mesela, ekmekçi de vegan kafe sahibi de bar sahibi de hem sempatik hem de iyi oyunculardı. Esas çiftin sakin durgunluğunda hareket oluyorlardı hikayeye.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://web-cf-image.cjenm.com/resize/1344x756/public/share/metamng/programs/contentsdetailimagemylovelyliar20_1691571482689.jpg?v=1694421504" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="800" height="360" src="https://web-cf-image.cjenm.com/resize/1344x756/public/share/metamng/programs/contentsdetailimagemylovelyliar20_1691571482689.jpg?v=1694421504" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Mahallenin dükkan sahipleri ekibimiz</td></tr></tbody></table><br />Dizi dramatik durumları da çok abartmadı, süründürmedi mesela. Bu yönden de oldukça iyiydi. Her şeyi kararında sürdürüp, çözüme kavuşturdu. Öyle ayrılalım barışalım olaylarına aşırı girmedi. Genelde sağlıklı bir şekilde iletişim kurarak, anlayarak birbirlerini çözdüler. Hikayenin gizem-macera-aksiyon kısmını oluşturan Kim Do Ha'nın eski sevgilisinin neden kaybolduğu, ölüp ölmediği ya da öldürülüp öldürülmedi, kimin ya da kimlerin suçlu olduğu konusu da çok sünmeden ama aşırı da mantık içermeden, keyifli bir şekilde çözüldü. Keyifli dediğim mutlu edici demek değil yani, izlemesi keyifli. Yoksa Kore dizilerinde izlediğim birkaç şok anından birini yaşadım laaan noluyor diyerek (Kabul edin hiçbirimiz beklemiyorduk ve beklemediğimizi bildikleri için öyle yaptılar). Ama tabi çok aşırı ters köşe yapmalıyız da yapmalıyız mantığıyla olaylar peş peşe dizildi o kısımda, kabul ediyorum.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://cdn.idntimes.com/content-images/community/2023/09/snapinstaapp-378977013-899761058187031-5999221467519157694-n-1080-b8da5c0c7cfb3338c42624a72755c467-4c0a205b2765db14f4952a9401a7dbc8.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="534" data-original-width="800" height="427" src="https://cdn.idntimes.com/content-images/community/2023/09/snapinstaapp-378977013-899761058187031-5999221467519157694-n-1080-b8da5c0c7cfb3338c42624a72755c467-4c0a205b2765db14f4952a9401a7dbc8.jpg" width="640" /></a></div><br />Diğer izleyenlerin yorumlarına bakınca ben aslında çoğu kişinin beğenmediği kısımları ve karakterleri beğenip, başka türlü algılamışım gibi geliyor diziyi. Mesela esas oğlanımızı canlandıran Hwang Min Hyun'u ikinci izleyişim bu (tabiki ilk defa Alchemy of Souls'da tanıştım kendisiyle) ve AoS'takinden aşırı da farklı bir karakteri oynamadığı için oyunculuğu için bir şey diyemiyorum. Ama rahatsız edici değil ve aksine çabalıyor gibi görünüyor. Diğer pek çok idole göre bu şahane bir şey (odunsu Cha Eun Woo'ya selamlar). Esas kızımızı canlandıran Kim So Hyun için ise daha önce ne demişim bir bakayım, hah pek bir şey dememişim. Sadece <a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2019/11/ilginc-ama-scack-eglenceli-ama-aksiyonu.html" target="_blank">Tale of Nokdu</a>'sunu yazmışım. Orada, dizinin de güzelliğinden ötürü sanırım o kadar takılmamıştım. Ama arada yarım bıraktığım başka birkaç işinde fark ettim ki sinirimi bozuyor. Yani çocukluktan sektörün içinde yetişmiş, çocukluğundan beri birçok dizide filmde oynamış, gayet güzel, düzgün de görünüyor. Ama beni hafif rahatsız eden bir şeyi var, adlandıramıyorum. Sanki böyle gıcık, kendini beğenmiş bir insanmış da dizilerde oynarken canlandırdığı karakterler iyi huylu olduğu için mecburen iyiymiş taklidi yapıyormuş ve gene de o gıcıklığını örtemiyormuş gibi hissettiriyor. Bilemedim.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/kAoWQk_3m.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="640" src="https://i.mydramalist.com/kAoWQk_3m.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Seo Ji Hoon - polis olan eski sevgili</td></tr></tbody></table><br />Yalan dedektörü kızımızın eski sevgilisini canlandıran Seo Ji Hoon'u taa Meow:Secret Boy'da izlemiştim, orada çok katıydı, oyunculuğun zerresi yoktu, sadece somurtuyordu. Burada daha yumuşaktı neyse ki. Yine durgun ama böyle nokta atışıydı oyunculuğu. Gözüme daha sempatik geldi.<p></p><p style="text-align: justify;">Tarot/Fal kafede çalışan Cassandra'yı canlandıran Park Kyung Hye'yi ise bu sene resmen evimde misafir etmişim gibi oldu. Bu sene oynadığı her diziyi izlemişim, kendisi bir karakter oyuncusu (sanırım böyle denebilir, değil mi?), hep yan rollerde yani. Ama her bir yan rolü de akılda kalmayı başarıyor ki bu da onun yeteneği. İlk defa 2019'da Touch Your Heart'ta tam olarak ahahah bu da kim böyle diyerek izlemiştim, fantastikti oradaki hali. Yoksa 2016 tarihli (ve benim 2018'in başında izlediğim) Goblin'de de hayalet olarak çok iyiydi ve ilk orada görmüştüm. Bu sene izlediğim bu My Lovely Liar'da, Moving'de ve Destined With You'da hep ekranımdaydı.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/603krX_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/603krX_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />Neyse diyeceğim o ki My Lovely Liar bu sene (belki de birkaç senedir) izlediğim bu sayısız romcom arasında en böyle tazesi, en böyle bana bir yudum ferah su gibi geleniydi. Bazı yan hikayeleri, yan rolleri oluşturan ekipleri falan daha iyi yazıp, işleyebilirlerdi kabul. Yani elde büyük bir potansiyel varken bu sevimli, içten hikayeleri boşa harcamışlar gibi. Gene de bence izleyin.<p></p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/vgQXopDRfhg?si=V37YDaf5PbPffPOz" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-75247627138391308542023-10-24T16:41:00.004+03:002023-12-04T09:22:21.101+03:00See You in My 19th Life [이번 생도 잘 부탁해] (2023)<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BYjA3MWE5NjctNjdhZS00ZmJmLWE3YjMtYjI2NDkwNzBmZmZiXkEyXkFqcGdeQXVyNjI4NDY5ODM@._V1_FMjpg_UX1000_.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="562" height="800" src="https://m.media-amazon.com/images/M/MV5BYjA3MWE5NjctNjdhZS00ZmJmLWE3YjMtYjI2NDkwNzBmZmZiXkEyXkFqcGdeQXVyNjI4NDY5ODM@._V1_FMjpg_UX1000_.jpg" width="562" /></a></div><br /> 20li yaşlarının başındaki Ban Ji Eum, pek kötü bir aileden gelip, zorlu bir çocukluk geçirse de artık çok parlak bir genç kadın. Ülkenin en büyük holdinglerinden birinde mühendis olarak çalışıyor, çok zeki ve işinde hızla yükseliyor. Ama Ban Ji Eum'ı hem herkese tuhaf gösteren hem de onu herkesten farklı kılan bir özelliği var: Önceki hayatlarını hatırlıyor. Daha önce tam 18 defa ölüp, yeniden dünyaya gelmiş. Her yeni hayatında yaklaşık 9-10 yaşlarına geldiğinde birden bire önceki hayatlarını hatırlamaya başlıyor. Sadece Kore'de de doğmuyor, Ortaçağ'da en parlak dönemini yaşayan bir İslam coğrafyasında da dünyaya gelmiş, flamenko ile geçen bir ömür sürdüğü bir hayata da doğmuş. Bu 19. hayatında alkolik bir baba, dayak yiyen bir anne ve bir baltaya sap olamamış bir erkek kardeşten oluşan bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş ama önceki hayatını - 18. hayatını - hatırlar hatırlamaz, evden ayrılıp yolunu çizmeye başlıyor. Çünkü 18. hayatında 12 yaşındaki Yoon Jo Won isimli bir kız çocuğu olarak, çok güzel çocukluk günleri geçirdiği dostu Moon Seo Ha'ya aynı zamanda aşık olduğunu hatırlıyor ve daha çocuk yaştalarken talihsiz bir araba kazası yüzünden ondan ayrılmak zorunda kaldığı için çok üzülüyor. Bu 19. hayatında da gidip, yine Moon Seo Ha'yla birlikte olabilmek için onun ailesinin şirketine giriyor önce çok çalışıp. Sonra da Seo Ha'nın yanında işe başlıyor. Bir yandan Moon Seo Ha'ya önceki hayatında çocukluk aşkı olduğunu belli etmeden, onunla yeniden sevgili olmaya çalışıyor, bir yandan önceki hayatlarında ardında bırakmak zorunda kaldığı insanlarla yeniden karşılaşmanın zorluklarını yaşıyor. Başka bir yandan ise gizemli bir şeyler dönüyor etrafında, bir şaman çanının sesi ile hiç hatırlamadığı ilk hayatına dair şeyler hatırlamaya başlıyor ve neden bunca zamandır her defasında hayatlarını hatırladığı sorusunun cevabının peşine düşüyor 19. hayatında Ban Ji Eum olan kahramanımız.<p></p><p style="text-align: justify;">"See You in My 19th Life", orijinal adıyla 이번 생도 잘 부탁해 (ibon sengdo çal putakhe diye okunuyor - bu hayatta da benimle ilgilen iyi davran lütfen gibi bir anlama geliyor) Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) yaklaşık 1'er saatlik 12 bölüm halinde, 17 Haziran-23 Temmuz arasında yayınlanan bir dizi. Lee Hye'nin aynı adlı webtoon'undan uyarlanmış. Aynı yazarın/çizerin (bu webtoon sanatçılarına ne denir bilemedim, hem yazıyor hem çiziyorlar sonuçta) şu anda da bir başka webtoon'undan uyarlama "A Good Day to Be A Dog" isimli bir diziyi izliyorum haftalık olarak. Onda da yine geçmiş hayatlar teması var kıyısından köşesinden. Zaten bu sene izlediğim dizilerde habire karşıma çıkmaya başladı bu geçmiş hayatlar konusu. Bu senenin de teması buymuş demek ki. Ya da buna taktılar. Bazı seneler goblinlere gumiholara falan takıyorlar mesela, bazen hukuk-savcılar-avukatlar falan oluyor yıl boyu tema. Bu seneki romantik komedilerin teması da önceki hayatlar. Hani bir ara hep çocukken tanışmış oluyordu esas kızla esas oğlanımız, bu yüzden kaderleri oluyordu birlikte olmak falan filan ya. Hah işte bu sene de geçmiş hayatlarında çok trajik, dramatik bir şey yaşamış oluyorlar, o yüzden bu hayatlarında da bir şeyler oluyor da oluyor. Yazın başından beri her izlediğim romantik komedide bunu gördüğüm için artık gına geldi.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://www.nme.com/wp-content/uploads/2023/07/see-you-in-my-19th-life-review-image2.jpeg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="508" data-original-width="800" height="406" src="https://www.nme.com/wp-content/uploads/2023/07/see-you-in-my-19th-life-review-image2.jpeg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Esas kızımızla oğlumuzu canlandıran Shin Hye Sun ile Ahn Bo Hyun</td></tr></tbody></table><br />Ama bu geçmiş hayatlar konusunu ilk olarak "See You in My 19th Life"ta izledim. Yazın başıydı, zaten Shin Hye Sun'ı Mr.Queen'den beri yeni bir dizide görmek için gün sayıyordum (bu dizide başrolümüz kendisi, yukarıda bahsettiğim Ban Ji Eum kızımızı canlandırıyor). Arada sanırım birkaç filmi çıktı ama Kore filmlerini pek izlemediğimi fark etmişsinizdir (dizilerle aynı keyfi vermiyorlar bana). Bu arada Shin Hye Sun sevgimi daha önce anlattım mı bilmiyorum, hakikaten çok seviyorum. İlk defa 2018'de Thirty But Seventeen'de izlemiştim, diziyi de çok sevmiştim, Hye Sun da gönlüme girmişti. Sonra 2019'da Angel's Last Mission:Love'da (<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2019/08/32-bolumde-angels-last-mission-love.html" target="_blank">ki şurada yazdım</a>) tamamen aşık oldum. O diziyi anlatırken de bahsetmişim, aslında hiç bir karakterini, dizisini izlememiş olsam ve sadece resmini görsem hımm pek de güzel değil der geçerdim. Ama oynayışını, ekranımda yarattığı karakterleri, tüm ruhuyla bana anlattığı o hikayeleri izlerken benim için bir yandan hem dünyanın en güzeline dönüşüveriyor hem de kendini çok sevdiriyor.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://static.promediateknologi.id/crop/0x0:0x0/750x500/webp/photo/2023/07/02/See-You-in-My-19th-Life-Eps-6-2508450746.png" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="500" data-original-width="750" height="427" src="https://static.promediateknologi.id/crop/0x0:0x0/750x500/webp/photo/2023/07/02/See-You-in-My-19th-Life-Eps-6-2508450746.png" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu dans sahnesi de çok güzeldi, Shin Hye Sun'ın büyülü dans sahnelerine bir yenisi eklenmiş oldu</td></tr></tbody></table><br />Bu diziyi hevesle beklemiş ve izlemeye başlamış olmamın bir sebebi Shin Hye Sun ise bir diğer sebebi de Ahn Bo Hyun idi. Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında. O yüzden bu diziyi bir ayrı merak ediyordum, Ahn Bo Hyun'u da görecektim. İkisini birbirine pek yakıştıramamıştım ilk görüntülerde ama hikaye ilerledikçe belki düzeliyordur demiştim.<p></p><p style="text-align: justify;">Düzelmedi. Shin Hye Sun ile Ahn Bo Hyun'un esas kız ve esas oğlan olarak kimyaları bir türlü tutmadı. Aslında hikayenin içinde birlikte oynarlarken izlemesi keyifliydi, karşılıklı sahneleri de bir arada oynamaları da oldukça iyiydi. Ama romantik anlamda hiçbir şey hissettiremediler bence. Romantik bir şeyler yoktu ikisi arasında. Bu hem kimyaları tutmadığından hem de aklımda sorular ve hesaplamalar dönüp durduğundan olabilir. Dahası dizinin asıl hikayesi belki de bu romantik ilişkiden çok daha başka, çok daha fazla bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldiğinden - bana - olabilir.</p><p style="text-align: justify;">Dizi bana en başından itibaren bir dolu şeyi sorgulattı, düşündürdü. Çünkü kendimi bildim bileli aklımda keşke bir dolu hayat yaşayabilsem, yeniden doğup, bu gerizekalı hayatımda yaptığım tüm yanlışları hatırlayıp doğrusunu yapabilsem derim. Ya da keşke vampir olsam, hiç ölmeden bir dolu vaktim olsa da yapmak istediğim her şeyi yapabilsem, tüm yanlışlarımı düzeltebilsem falan diye düşünürüm. Tüm hayatınızı kocaman bir pişmanlık olarak yaşamak zorunda kalıyorsanız ve bunun tek şansınız olduğunu düşünüyor/inanıyorsanız ister istemez oturmuş böyle olasılıkların gerçek olmasını düşlerken buluyorsunuz kendinizi. Diziyi izlerken tüm bu düşündüklerim önüme geldi. Hepsini yeniden sorguladım. 19.hayatını yaşayan ve önceki hayatlarında ne yaptığını, neler hissettiğini hatırlayan Ban Ji Eum'ın başına gelenleri izledikçe bölümlerin çoğu dakikasında ekrana bakarak uzaklara daldım. Bir hayat yaşıyorsunuz, bir kişiliğiniz var, her geçen gün hatıralar biriktiriyorsunuz, insanlarla tanışıyorsunuz, insanlarla yaşıyorsunuz, sevdikleriniz oluyor, hedefleriniz oluyor, sizi mutlu eden şeyler, mutsuz eden şeyler oluyor. Sonra bir gün pat diye kesiliyor. Bir başka kişi olarak doğuyorsunuz, çocukluğunuzun ortasına kadar geliyorsunuz, yine bir kişiliğiniz oluşmak üzere nereden baksanız çocuksunuz çünkü, bir aileniz, yeni hatıralarınız var. Sonra bir anda, bir gün yine pat diye kafanızın içinde yeni (eski) hatıralar beliriyor. Birden tüm o eski benliklerinizi hatırlıyor hale geliyorsunuz. Artık siz kim olmuş oluyorsunuz? Ruhunuz aynı tamam ama her hayatta aslında farklı bir kişiliğiniz oluşmuş olmuyor mu? Farklı biri misiniz aslında, yoksa hep aynı kişi misiniz? Daha kötüsü, önceki hayatlarınızda sevdiğiniz, bir arada olduğunuz herkesi hatırlıyorsunuz ama onlar artık ya yok ya da hayatlarına siz olmadan devam etmişler. Gidip konuşabilirsiniz belki onlarla ama artık başka bir bedene, başka bir hayata sahipsiniz. Artık siz kimsiniz? Hangisisiniz? Her seferinde baştan başlamak zorunda kalıyorsunuz. Bir hayatınızda mesela tam her şeyi öğrenmiş, kendinize bir yol çizmiş oluyorsunuz ama o hayat bitiyor ve yenisinde tüm bu bildikleriniz aklınızda olsa da yine çocukluktan başlıyorsunuz.</p><p style="text-align: justify;">Ban Ji Eum'ın bu sorgulamalarım arasında en çok zorlandığı, önceki hayatlarındaki sevdiklerinden ayrı kalması durumuydu. Özellikle 18.hayatındaki annesinin hala onu bekliyor olması, o annesiyle karşılaşması, 17.hayatındaki yeğeni ile o hayatında yaşadıklarını flashbacklerle göstermeleri ciğerimi söktü. Ban Ji Eum'ın önceki hayatlarına dair her kendini sorgulamasında, her aklına gelen anılarla uzaklara dalmasında ben de kendimi onunla dalmışken buldum. Daha önce de bir yerlerde bahsetmiştim, her geride bıraktığım yer için, her terk ettiğim ortam için ben de böyle önceki hayatlarımmış gibi hissediyorum. Sanki ben değil de başkası yaşamış gibi o hayatları, sanki benim önceki hayatlarımmış gibi onlar da. Dizinin ana hikayesi Ban Ji Eum'ın önceki hayatında sevdiği çocuk olan, şu anda kocaman adam olmuş olan Moon Seo Ha'ya kavuşabilmesi gibi görünüyordu ama diziyi izlerken hikayenin en havada, en geri planda kalan, bana en önemsiz görünen kısmı bu oldu açıkçası. Zaten dedim ya ikisi arasında sıfır romantik kimya vardı, öyle olunca bu iki karakterin - yetişkin hallerinin - birbirlerine ısınmaları, aşık olmaları, kavuşmaları falan beni hiç ilgilendirmedi, hiçbir şey hissettirmedi. Tek tek her iki karakterin yaşadıkları daha net yan hikayelerdi. Ban Ji Eum'ın tüm o yüküyle, tüm o kafa karışıklığıyla, yüreğinde taşıdığı tüm o hayatların duygularıyla ezilmesi, bocalaması çok daha geçerli bir hikayeydi mesela.</p><p style="text-align: justify;">Moon Seo Ha olarak Ahn Bo Hyun'un çok da istediği gibi rol yapamadığını düşünüyorum bu arada. Karakterin çok pis travmaları var demişler, anasını kaybetmiş, çocukluk aşkıyla araba kazası geçirmiş kız gözleri önünde ölmüş, bir de cesedi üstüne düşmüş öylece yaralı beklemiş demişler, babası zerre sevgi göstermemiş başından atmış demişler, babası gitmiş bir de hemen üvey anne ile evlenmiş onun şımarık oğlu da evin oğlu olmuş demişler Ahn Bo Hyun'a, haydi bakalım böyle travmalı soğuk ciddi, dışarı kapanık ama içinde hala o minik çocuk olan bir karaktersin ne yapacaksın demişler. O da tepkisiz, odun gibi durmayı tercih etmiş. Tepki yapmaya çalıştığında bile tepkisiz yani. Sabit. Bir önceki anlattığım "The Secret Romantic Guesthouse"daki Ryeoun'a da odun gibi dedim ya, inanın onun hakkını yemişim.</p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/d0y3l5_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/d0y3l5_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Ban Ji Eum karakterinin 18.hayatındaki küçük kız kardeşi</td></tr></tbody></table><br /><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/QJner7_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/QJner7_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />Ahn Bo Hyun bu hikayenin Moon Seo Ha'sı olamamış bu yüzden. Shin Hye Sun'ın da tüm oyunculuk yeteneklerine ve - benim gözümde - mükemmel oluşuna rağmen, o da bu hikayenin belirttiği Ban Ji Eum değil gibi. Çok genç görünmeli çünkü karakter, Ban Ji Eum olarak 20lerinin başında tazecik ve küçük görünmeli ama bir yandan da tüm o yaşadığı hayatların deneyimleriyle, hatıralarıyla içinde ve davranışlarında belli olan bir olgunluk taşımalı. Shin Hye Sun, çok üzgünüm ama genç durmuyor ki. Yani tabiki genç duruyor, öyle demek istemedim. Bu karakterin olması gereken gençlikte durmuyor. 20lerinin sonunda diye yutturabiliriz en fazla. Gerçek yaşı normalde 34, öyle çok da değil. Zaten demeye çalıştığım yaşlı duruyor da değil, ki yaşlı da olabilir bunda da sorun yok. Sadece bu karakterin çok daha genç görünmesi gerekiyorken o olmamış. Genel anlamda Shin Hye Sun gençken de öyle çok genç duran bir insan değildi zaten. Oyunculuk anlamında karakterin hakkını verebilecek bir insan evet. Ama görüntü olarak değil. Bu yüzden mesela Ban Ji Eum'ın bir önceki hayatındaki küçük kız kardeşinin büyümüş halini oynayan Ha Yoon Kyung sanki daha bir Ban Ji Eum olabilirmiş gibiydi ki o da çok küçük değil, 31 yaşında. Ama verdiği hava buydu.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/1wOllK_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/1wOllK_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />Onların yanında çocuk oyuncular çok daha iyiydi bu arada. Ban Ji Eum'ın bir önceki hayatındaki hali olan 12 yaşındaki Yoon Ju Won'ı canlandıran oyuncu ile Moon Seo Ha'nın 9 yaşındaki halini canlandıran oyuncu arasındaki kimya çok daha tutmuştu yani düşünün. Ya da Ban Ji Eum'ın 9-10 yaşlarındaki halini canlandıran çocuk oyuncunun - ki baya bir yerde oynadığını görebiliriz - performansı dizinin en iyilerindendi.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/RB2bKR_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="595" data-original-width="800" height="476" src="https://i.mydramalist.com/RB2bKR_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />Oyuncuların performansları konusunda böyle düşünmemin yanı sıra hikayenin ilk başta sorguladığı şeylerden sonra ve eski hayatlarına dair flashbacklerle, anılarla, düşünceleriyle, hissettikleriyle ilgili şeylerin çok güzel anlatıldığını söyleyebilirim. Ama hikayenin gidişatı ve gizemlerin çözülmesi konusunda çok da başarılı olmadığını belirtmem gerek. Hele ki bu önceki hayatımızda kanlı bıçaklı büyük bir kader anı yaşadık, ondan sonra lanetlendik muhabbetini bu diziden sonra tekrar tekrar önümde görmeye başlayınca biraz daha fazla soğudum. Bu dizideki o büyük kadersel ana olaydan da çünkü o kadar hazzetmemiştim. Öyle ahım şahım bir önemli bir olay değildi, dizi boyunca muhteşem görüntülerle (tablo gibi - görüntü yönetmeninin eline sağlık) flashbackler verip verip beklentiyi yükselttikten sonra haa bu muymuş olup biten dedirtmesi akıllara ziyandı. Ana karakterimiz neden 19 seferdir yeniden doğup, her birini de hatırlıyor veya madem o kadar büyük bir olaydı neden o ilk hayatını hatırlamıyor hiçbir seferinde ya da tüm bunlara nasıl son verebilir'in cevapları çok çocuk oyuncağı gibi oldu. Haa iyi o zaman dedim. Yani geneline baktığımda bana yalnızca Shin Hye Sun ile çocuk oyuncuların ve geçmiş yaşamlardaki oyuncularla geçmiş yaşam sahnelerinin keyif verdiği ve duygulandırdığı ama tamamına baktığımda aslında çok da izlememem gerek olmadığını anladığım bir diziydi "See You In My 19th Life".<p></p><p style="text-align: justify;">Tek bir sahne var yalnız aklımda. İzlediğim diziler arasında kalbimde benimle yaşayacak sahnelere bir yenisi olarak eklenen. Ban Ji Eum'ın bir koridorda yürürken arkasında geçmiş yaşamlarındaki hallerinin belirdiği ve hepsinin bir arada yürüdüğü. O sahneyi izlerken hissettiklerimi hiçbir şekilde anlatamam. Öyle bir sahneyi çekebilen bir ekibinin dizinin tümünü de başarılı yapamamış olmasını ise hiç anlayamıyorum.</p>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/3yUYh-Rbysk?si=Le6ItPSI6-q7ehTf" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-58596237123201618752023-10-21T12:58:00.002+03:002023-12-04T09:23:08.694+03:00The Secret Romantic Guesthouse [꽃선비 열애사] (2023)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/E55le0_4f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="534" height="800" src="https://i.mydramalist.com/E55le0_4f.jpg" width="534" /></a></div><div><br /></div><div style="text-align: justify;">Tahmin edin yine neredeyiz? Joseon'da! Joseon Krallığı'nın hangi döneminde geçiyor olduğunu ya da geçiyor olabileceğini daha sonra inceleyeceğimiz bu hikayemiz, başkentin curcunasında karşılıyor bizi. Ülkenin memuriyete girmek üzere hazırlanan genç erkekleri (çünkü kadınlar - doğru bildiniz - olamıyor devlet görevlisi falan) akın akın şehre geliyor. Kalacak yer bulup, sınava hazırlanacaklar. Hatta bu yüzden bazı hanlar meşhur bile, orada kalanlardan sınavı kazanan çok kişi çıktığı için (dershanelerin boy boy kazananlar diye asması gibi düşünün). Ama bizim esas kızımız Yoon Dan Oh'nun işlettiği hanın böyle bir ünü yok. Sokaklarda şehre yeni gelmiş sınav çocuklarının karşısına dikilip, hanına müşteri kazandırmaya uğraşıyor. Ailesini kaybettikten sonra sadık hizmetçisi Nae Ju ile birlikte elinde kalan tek şey olan evini han olarak kullanıp, hayatını kazanmaya çalışıyor.</div><p></p><p style="text-align: justify;">Yoon Dan Oh böyle sokaklarda kendini hırpalarken zar zor da olsa yeni bir misafir buluyor hanında kalacak: Şehre yeni gelmiş, muhafızlık sınavına girecek olan Kang San. Sessiz ve sert görünümlü Kang San ile birlikte 이화원 (Ihwawon - Yaz Sarayı diye çeviriyor Papago) isimli hanın 3 misafiri daha var. Memurluk sınavına hazırlanıyor olması gerekirken orada burada kızlarla kumarla gününü gün eden neşeli Kim Shi Yeol, sınava tüm ciddiyetiyle hazırlanırken bir yandan da Yoon Dan Oh'ya derinden derinden hisler besleyen düzgün çocuk Jung Yoo Ha ve memuriyet sınavının gediklisi, Yoon Dan Oh'nun tee babasının öğrencisi olan artık orta yaşlı olan, sınavı bir türlü geçemeyen ve Ihwawon'dakilerin ailesi gibi olan Yook Yook Ho.</p><p style="text-align: justify;">Ama bu mutlu mesut ortam yıllar öncesinden gelen bir kaçak kovalamaca ile bölünüyor. Şu anki kral, yıllar önce tahta çıkabilmek için kendi abisini ve onun ailesini katletmiş. Bir tek küçük oğlu kaçabilmiş bu katliamdan. Kartanesi lakabına sahip bu minik prensi yıllardır bulamamışlar. Ama şimdiki kralın zalimliğinden ve manyaklığından bıkan halk da umudunu kesmemiş, kral da kendisine en büyük tehdit olan bu yeğeni aramaktan hiç vazgeçmemiş. Ihwawon'daki misafirlerimiz ve güzel sahibemiz Yoon Dan Oh da işte kaçak hikayesinin tam ortasında buluyorlar kendilerini.</p><div style="text-align: justify;">The Secret Romantic Guesthouse - orijinal adıyla 꽃선비 열애사 (koçsonbi yoresa gibi okuyabiliriz, çiçek aliminin aşk hikayesi gibi çevrilebilir ama buradaki çiçek hani böyle yakışıklı tatlı çiçek gibi çocuklar anlamında yani :p ) Güney Kore'nin SBS kanalında 20 Mart-16 Mayıs arasında yaklaşık 70'er dakikalık 18 bölüm halinde yayınlanan bir dizi. Kim ung Hwa'nin "꽃선비 열애사" yani dizinin oriinal adıyla aynı ada sahip romanından uyarlama. Hikayesi en başta böyle yumuş yumuş, neşeli ve hafif bir sageuk gibi geliyor. Posterleri, tanıtımları falan dışarıdan görünüşü öyle. Ama hikaye ilerledikçe insanı şaşırtan ve beklemediği anda, beklemediği şekilde vuran bir ciddiliğe de bürünüyor. İntikamdan gözü dönmüş acılı karakterlerle, herkesin ortasında vurun kellesini diyebilen ve kendisi vuran manyak krallarla, minicik çocukları öldürmek için peşlerine düşenlerle falan doluyor ortalık. Ama bir yandan da yine o cringelik seviyesindeki romantik komedi sahneleri de yaşanıyor. Böyle aşırı kafası karışık bir hikaye var karşımızda anlayacağınız.</div><div style="text-align: justify;">Daha da kötüsü ki bence en kötüsü, prodüksiyon acayip derecede ucuz ve amatör görünüyor. İlk bölümde hevesle yaşasın bir tarihi romantik komedi daha diye açıp, ne bu nasıl bu diye gözlerim kanayarak kapattım mesela. Sonra devam ettim etmesine de, kendimi zorlayarak, hikayenin hatrına, nereye varacak bu iş, asıl prens kimmiş şu bu diyerek (bir de başroldeki <a href="https://mydramalist.com/people/19700-shin-ye-eun" target="_blank">Shin Ye Eun</a> ile doğum günü paylaştığım için tabi bir de :p ). Nitekim bölümler ilerledikçe görüntüye de amatörlüğe de alıştı gözlerim ama uzun zamandır izlediğim en çiğ görüntüye ve yönetime sahipti dizi. Yani şöyle düşünün, 1990'larda çekilmiş dizileri getirin gözünüzün önüne. Bir de şimdi çekilenleri. Ya da mesela önünüze iki dizi koysam, nerede yayınlandıklarını söylemesem, görüntülerine bakarak (hikayelerini falan kastetmiyorum) hangisinin trt'de hangisinin atv'de hangisinin star'da falan yayınlandığını söyleyebilirsiniz ya hani, öyle düşünün. Şey gibi, evde oturmuşuz, telefonun kamerasıyla kendi kendimize skeç çekiyoruz. Dizide de her karakter repliğini söylüyor, duygusunu yapıyor, bekliyor. Karşısındaki karakter de hah tamam sıra bana geldi değil mi yönetmenim diyerek o da aynısını yapıyor. Böyle tvde değil de okul tiyatro kolunun yılsonu gösterisinde gibi, ekranda dikilen karakterler var, sırasıyla repliklerini söylüyorlar. Ve hayır, bu durum oyuncuların amatör olması veya oynayamıyor olmasından ötürü değil. Doğru bir şekilde yönlendirilmiyor oluşlarından. Çünkü hemen hemen hepsi film sanatları türü bölümlerinden mezun, idol bile değiller ve ilk dizileri falan da değil. Hele yan rollerde sektörün tumturaklı oyuncuları var ama onlar bile sabit duruyor, durup bekliyor. Bir şeyler akmıyor, sahne doğal bir akışa sahip olamıyor. O akış olmayınca da sessizlikler kulağımıza batıyor, bir arka ses mi lazım bir şarkı mı lazım birşeyler lazım diyorsunuz. Görüntülerin çiğ durması da sanırım (işin uzmanı falan da değilim yani sadece uzun yıllardır deli gibi dizi film izleyicisiyim hani) doğru düzgün bir filtre uygulamayışlarından. Böyle direkt sahneleri çekip, kameradaki görüntüleri bir araya getirmişler gibi. Ya da artık nasıl bir kamera kullanıyorlarsa.</div><div style="text-align: justify;">Hikayenin gidişatında bir sorun yok aslında. Tüm bu çiğlik ve amatörlük olmasa. Oldukça da sürükleyici, gizem yaratma, olayları bağlama, merak ettirme konusunda iyi. Her ne kadar o da o kadar iyi yazılmış olmasa da. Bazen aşırı derecede anlamsız, havada diyaloglar uçuşuyor, çoğu sahnede sabun köpüğü etkisi alıyorsunuz. Gerçi yine de dizinin en büyük artısı ve kendisini izletme sebebi hikayesi. Ve asıl yapabildiği şey, dövüş sahnelerinin koreografisi. Adeta birer sanat eseri gibi her bir dövüş, kovalamaca, mücadele sahnesi. Özellikle kaçak prensin sadık koruması olarak belirtilen karakterin - dizide watchman olarak çevrilebilecek bir kelime söylüyorlar - kim olduğu ve geçmişine dair hikayenin inşa edilişi ile sonunda kimliğinin biz izleyicilere gösterilmesi, sanırım on yıllar geçse de unutulmayacak sahnelerden biriydi. İnanılmaz güzellikte, izlemesi aşırı keyifli. Herhalde bütçenin hepsini stuntlara ve dövüş koreografına vermişler.</div><div style="text-align: justify;">Oyuncular, dediğim gibi, aslında kötü değil. Sadece öyle bir ortamda, öyle bir yönetmen ve senaryoyla bu kadar oynayabilmişler gibi görünüyor. Ihwawon Hanı'nın perişan sahibesi Yoon Dan Oh rolündeki Shin Ye Eun'ı daha önce başrol olarak (ve ilk defa) Meow, the Secret Boy'da izlemiştim. Orada da çok öne çıkan, parlayan bir oyunculuğu yoktu, gerçi o senaryoda çok çaba sarf etmesine de gerek yoktu. Burada da aynı düzlükte. Düz yani kız, sevimli normalde kendi haline bırakılsa ama rol yapmaya başlayınca düz. Hatta buradaki karakteri neredeyse sinir bozucuydu. Öyle yazmışlar ama Shin Ye Eun da bana bir sevimlilik geçiremedi yani. Yoon Dan Oh karakteri yalnızca yoksulluğu ve hayatta kalabilmek için devamlı çalışması, çaba sarf etmesi gerektiğini gösteren sahnelerde içime oturabilmeyi başardı. Yansıtabildiği en iyi duygular bunlardı. Rookie Cops'ta çok ufak bir rolde karşıma çıkmıştı, iyiydi mesela. Glory'de de çok övüldüğü için izlemek istemiştim ama o dizinin ruh sağlığıma çok iyi gelmeyebileceğini düşünüyorum, neyse bir ara denerim.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/d00Ovz_3f.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="800" height="640" src="https://i.mydramalist.com/d00Ovz_3f.jpg" width="640" /></a></div><br />Ihwawon'un misafirlerini canlandıran ve Yoon Dan Oh kızımızın üç yakışıklı koruyucusu gibi duran Ryeoun, Kang Hoon ve Jung Gun Joo üçlüsünden bir tek Kang Hoon'u daha önce izlemiştim. Yine Meow, the Secret Boy'da. Rookie Historian Goo Hae Ryung'da da yan roldeymiş ama hatırlamıyorum, ahh o diziyi de anlatmayı çok istiyorum ama bir türlü yapamıyorum, çok uzun sürecek yazmaya başlarsam gibi bir his var içimde :) Pek çoğunuz da A Time Called You'da izledi bu sene kendisini, Jung In Kyu olarak. Bu dizimizde açık ara en iyi oynayan ve en ilginç, en duygu ve olay barındıran karaktere ve hikayeye o sahipti. Spoiler olur diye bir şey demiyorum ama rahatlıkla diyebilirim ki keşke diziyi onun üstüne kursalarmış. Düşününce mesela, A Time Called You'daki haliyle buradaki hali(halleri:p) arasında bin kat fark var. Bu da ne derece iyi oyunculuklar sergileyebildiğinin kanıtı gibi duruyor.</div><div style="text-align: justify;">Üçlünün en düzgünü ve olgunu rolündeki Jung Gun Joo'yu hiçbir yerde izlememişim, bu onu ilk görüşüm ve aşırı düzgün olması dışında diyebileceğim bir şey yok hakkında. Duygusal sahnelerinde iyi, ciddi sahnelerinde iyi, komedi olması gereken yerlerde dozunda. Yani oyunculuğu her açıdan düzgün. Ne eksik ne fazla. Eline verilen metin tam olarak öyleyken yapabileceğinin en doğrusunu düzgününü yapmış.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/d00JP0_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="800" height="640" src="https://i.mydramalist.com/d00JP0_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Kang San rolünde Ryeoun</td></tr></tbody></table><br />Üçlünün son üyesini canlandıran Ryeoun da ilk defa izlediğim bir genç oyuncu. Bu dizideki rolü aslında temelde soğuk, dışarıdan ciddi ve serinkanlı görünüp, sonradan içinden sıcak birinin çıkması gereken bir karakter. Ama işte tam da bu sebeple dozunu ayarlayamamış da odun gibi kalmış hissi veriyor. Şu an tamamen başka bir rolde Twinkling Watermelon'da izlemiyor olsaydım eğer kendisiyle ilgili görüşüm öyle de kalacaktı ama Twinkling Watermelon'daki halini görünce anladım ki elindeki senaryo ve karşısındaki yönetmenle yapabildiği o kadarmış The Secret Romantic Guesthouse'da. Diziyi izlerken o kadar sinirimi bozuyordu ki odunluğu, tepkisizliği, durgunluğu neredeyse sahnelerini atlamak istiyordum. Oyunculuk namına bir şeyler görmedikçe de başka şeylere takıyordum. Sesi mesela burnu çok doluymuş da zar zor nefes alıyormuş gibi çıkıyor, diziyi izlerken off diyerek sonunda ekrana elimi daldırıp çocuğu sarsmak istiyordum açın şunun burnunu diye. Sonra burnunun şekline taktım mesela, bir sinir bozucuydu. Yani o kadar kötüydü hali düşünün böyle şeylere takılıp durdum. Şu an izlediğim dizide hiçbir yerine bakmıyorum halbuki, aklıma gelmiyor çünkü Ryeoun da etrafındakiler de çok iyi oynuyor.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://cdn.idntimes.com/content-images/community/2023/05/img-20230517-032426-7d76b5ce877f69fb1582fbf93685700c.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="534" data-original-width="800" height="427" src="https://cdn.idntimes.com/content-images/community/2023/05/img-20230517-032426-7d76b5ce877f69fb1582fbf93685700c.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">İşte zalim kral</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://photos.hancinema.net/photos/largephoto1657123.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://photos.hancinema.net/photos/largephoto1657123.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Habire her taşın altından çıkan Başhadım</td></tr></tbody></table><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><br />Asıl evlere şenlik (kötü anlamda şenlik yani) olan iki karakter var: Manyak kralla kraliçesi. Kralı canlandıran Hyun Woo'yu da, kraliçesi canlandıran Gil Eun Hye'yi de ilk defa izliyor olabilirim ve normalde oyunculukları nasıl bilemem ama burada o kadar kötü, o kadar saçmalar ki izlemekten gözlerim kanadı. Kral o kadar çizgifilm kötüsü gibiydi ki, o kadar karikatürize o kadar eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibiydi ki...Durdurup, karşıma alıp, neden böyle yapıyorsun sayın oyuncu, yapımcıyla yönetmenle kanalla falan kan davan mı var sorunun ne diye bağırasım geldi. Hele o kraliçeyi canlandıran oyuncu...Aman yarabbi. Evlerden uzak. Yani Gangnam'da alışverişini yaparken canı sıkılmış da gelip zengin kocasına ısrar etmiş, o da getirip dizi ekibine benim karım kraliçeyi oynayacak karşı çıkanı kovarım demiş gibi. Öyle olduğuna yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Hayır ikisi de o kadar kötü ki, etraflarındaki diğer yardımcı rollerdeki yılların yetenekli oyuncuları falan ne yapacaklarını bilemiyor birlikte sahneleri olduğunda. Mesela Ahn Nae Sang, tüm dizi boyunca sabit durdu. Arada gülümsedi, bazen yorgun yorgun pöff gene sahne mi çekiyoruz diye baktı, çoğunlukla bu da bu sene aldığım pek çok yan işten biriydi ama sırf hatır uğruna oynuyorum çok yormayın beni der gibiydi. Bir an bile oyunculuk yapmadı mesela. Sarayın eski hadımını canlandıran Lee Joon Hyuk, ohh nasıl olsa ortada rol yapabilen yok ben de eğlencesine takılayım şuralarda diye dolaştı. Bir muhafızların kaptanı gibi bir rolde olan Oh Man Suk kendinden geçti rol yaparken ara ara, onun motivasyonunu anlayamadım. Böyle devasa devasa, teatral bir şekilde oynamaya çalıştı aralarda ama.</div><div style="text-align: justify;">Tüm bu anlamsızların arasında en anlamlısı Ihwawon'un sadık hizmetçisi NaeJu'yu canlandıran Lee Mi Do'nun oyunculuğuydu valla. Çoğunlukla komedi, bol bol absürd komedi ve aralarda dramı da komedik unsurlarını kaybetmeden gösterdi. O kadar kanım ısındı ki ona burada, diziden beri Insta'dan da takip ediyorum, aşırı eğlenceli bir komedyen aslında.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://external-preview.redd.it/photos-new-photos-added-for-the-korean-drama-the-secret-v0-r364ed5n8geuKQt5t1w4ut0SUxlbyEi6TnvfriOoQXQ.jpg?auto=webp&s=fb65ca4dcde49c753d816c06eadfcf7f4a034905" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="426" data-original-width="640" height="426" src="https://external-preview.redd.it/photos-new-photos-added-for-the-korean-drama-the-secret-v0-r364ed5n8geuKQt5t1w4ut0SUxlbyEi6TnvfriOoQXQ.jpg?auto=webp&s=fb65ca4dcde49c753d816c06eadfcf7f4a034905" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Naju rolünde Lee Mi Do</td></tr></tbody></table><br />Hikayemizin tarihi gerçekliğine bakarsak bu arada, yok. Yani tam olarak yaşamış bir kral ya da veliaht prens ya da taht mücadelesinden, yaşanmış bir olaydan bahsetmiyor dizi ama kurgusal karakterlerle tarihin içinden bir hikaye anlatıyor denilebilir. Lee Chang adında bir kral yok bildiğimiz kadarıyla Joseon'da. Ki zaten kral olduklarında "temple name" denilen bir isim alıyorlar, bu Chang şeklindeki isim ancak veliaht prenslik ismi olabilir ve kralken hala öyle durması biraz tuhaf. Neyse. O yüzden tam olarak hangi zaman aralığına konumlandırdıklarını hikayeyi bilmiyorum. Gerçi bir yerde okuduğuma göre 1400lerde geçebilir diyor. Bu kurgusal hikayemizde kullanılan teknoloji, elementler, gelenekler falan sanırım bu anlamda Joseon'da 15.yy.da geçiyor diyebiliriz. Dizimizin zalim kralı Lee Chang'ın tahta geçebilmek için tüm ailesini katlettiği abisi, asıl veliaht prensin ismi Lee Pyeong olarak geçiyor dizide, bu isimde de bir veliaht prens yok Joseon tarihinde. Yani isminin ikinci hecesi Pyeong olan bir dolu prens var ama tek başına Pyeong yok. Aynı şekilde Lee Seol (bu Lee Pyeong'un oğlu olan, kaçan ve peşine düşülen, zalim kralın öldürmek için aradığı veliaht prens) isminde de yok. Dizide zalim kralı tahttan indirip, saklanan veliaht prens Lee Seol'u/Kar Tanesi'ni bulup tahta çıkarmak ve ülkede yeniden dirliği, huzuru saklamak için genç alimler tarafından oluşturulan gizli Mokinhoe birliği/isyanı da tarihte bulamadığım şeylerden biri. Yani tabiki bu tür isyanlar, gizli örgütler var Joseon tarihinde de ancak özellikle bu isme rastlayamıyoruz.</div><div style="text-align: justify;">Neyse o kadar yerden yere vurdum oyuncularını ama hikaye aslında ilerledikçe çok sardı ve karakterlere de farkında olmadan alışmış buldum kendimi. Ayrılırken üzüldüm yani, fark ettim ki izlerken arkadaşlarım gibi olmuşlar yine de, hikaye de her hafta ikişer saat ikişer saat hayatımın bir parçası olmuş. Sonuçta ortada yine de sevimli bir hikaye ve ellerinden geleni yapan genç oyuncular var.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div>
<div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/U71hMKFD_CU?si=xET7ADsTlqTTnpzc" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-8352842106479286262023-10-16T14:46:00.007+03:002023-12-04T09:23:35.749+03:00Our Blooming Youth [청춘월담] (2023)<p style="text-align: justify;"></p><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://asianwiki.com/images/8/87/Our_Blooming_Youth-p3.jpg" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="562" height="640" src="https://asianwiki.com/images/8/87/Our_Blooming_Youth-p3.jpg" width="450" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu posterin de saçmalığı</td></tr></tbody></table><br />Joseon Dönemi'nde olduğunu farz ettiğimiz bir zamanda, Gaeseong valisinin kızı olan Min Jae Yi, Jwauijeong'un yani Left State Councillor'ın oğlu Han Sung On ile nişanlı. İkisi de birbirlerini ancak ressamların yaptığı portrelerinden görmüşler ama görmeden de olsa birbirlerini beğenmişler, mutlular evlenecekleri için. (Burada bir parantez açıp, bu left state falan ne demek söylemem gerek. Kral var şimdi tamam, tahtta oturuyor. Onun önünde iki yanda, ayakta sıralanmış duran devlet görevlileri var. Gözümüzde canlandırdık, tamam. Kralın 6 bakandan oluşan bir bakanlar kurulu var, asıl halka yani, tüm hinliklerin döndüğü ortam. Hah işte bunların en yükseği başbakan gibi bir kademede olan Yeonguijeong-Chief State Councilor, sonra da Right ve Left State'ler geliyor. Adalet bakanı, genel/kamusal işler bakanı, ayinler bakanı, vergilendirme bakanı, askeri işler bakanı var işte.) Oğlumuz başkentte yaşıyor, kralın sarayında asker aynı zamanda. Kızımız ise ülkenin bir diğer ucunda, düğününe kadar kalan zamanda ev işleriyle ilgili şeyleri öğrenmeye çalışıyor azimle. Çünkü o zamana kadar biraz geleneksel olmayan bir genç kız olarak büyümüş. Sadık hizmetkarı Jang Ga ram ile birlikte yaşadıkları bölgede el altından amatöre dedektifler olarak çalışmışlar, gün boyu etrafta koşturup, suçları cinayetleri çözmekle geçirmişler vakitlerini. Yani haliyle dikiş dikmek ya da yemek yapmak yerine kılıçla dövüşmeyi, hangi zehri hangi ot köküyle kaynatırsan zehir olduğunu anlamayı falan öğrenmiş Min Jae Yi kızımız. Ama olsun, kısa zamanda o diğer şeyleri de öğrenir nasıl olsa. Derken, bir gün her şey, dünyası başına yıkılıyor. Tüm ailesi, annesi babası ve erkek kardeşi kendi evlerinde öldürülüyor ve tüm suç da Min Jae Yi'nin üstüne kalıyor. Hizmetkarı ve ölümüne dostu Jang Ga Ram diyor ki kaç, kendini temize çıkaracak kanıtları ve gerçek suçluyu bulana kadar kaç. Jang Ga Ram da başka yöne kaçıyor, başkentte buluşmak üzere sözleşiyorlar.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/07nyK_4f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="560" height="640" src="https://i.mydramalist.com/07nyK_4f.jpg" width="448" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu poster çok daha güzel</td></tr></tbody></table><br />Tüm ülke azılı cani Min Jae Yi ile ona yardım ettiğini düşündükleri Jang Ga Ram'ı aramaya başlamışken ülkenin sarayında lanetli prens Yi Hwan, kendini devletin asıl sahibi olan soylu ve güçlü ailelere kanıtlamaya çalışıyor. Yi Hwan'ın üstünde lanet olduğuna inanıyor herkes çünkü önceki sene bir hayaletin onu okla vurup yaraladığını ve artık bir kolunu kullanamadığını, ara ara da hayaller gördüğünü düşünüyorlar. Bir yıldır insan içine çıkıp da kolunu kullanabildiğine dair ufak bir iz bile göstermemiş olan Yi Hwan ise veliaht prens olarak kalabilmek için kendini kanıtlamaya uğraşıyor. İşte bu lanetli prensimiz ile ailesini katledip kayıplara karışan azılı suçlu kızımızın yolları kesişiyor ve ikisi de kanıtlamaları gereken şeyler için birlikte uğraşmaya başlıyor.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/rNWq1y_3f.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="533" data-original-width="800" height="426" src="https://i.mydramalist.com/rNWq1y_3f.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Hah işte ortam bu</td></tr></tbody></table><br />"Our Blooming Youth", 6 Şubat - 11 Nisan arasında 1 buçuk saatlik 20 bölüm olarak Güney Kore'nin tvN kanalında yayınlandı. Orijinal adı "청춘월담", çongun woldam gibi okunuyor. İlk kelime gençlik anlamına geliyor, ikinci kelimeden çok emin değilim ama ay (zaman terimi olarak ay) anlamında sanırım (isminin gençlikle ilgili bir şey olmasını diziyi izlerken hiç anlayamadım, hikaye ile de bağdaştıramadım, sorun bende mi bilemiyorum). Çinli Qinghan CeCe'nin "<span color="rgba(0, 0, 0, 0.87)" face="lato, Helvetica, Arial, sans-serif" style="background-color: white; font-size: 14px; text-align: left; white-space: pre-line;">簪中录</span>" (The Golden Hairpin diye çevrilerek yayınlanmış) isimli kitabından uyarlanmış. Yani aslında uyarlanmış denemez, daha çok esinlenmiş. Çünkü kitabın anlattığı hikaye ile dizininki oldukça farklı elementlere sahip. Koreliler hikayeyi haliyle kendi tarihlerinden olaylarla katıştırarak değiştirmişler. Çin'de de tee 2020'de bir uyarlaması çekilmiş ama ne olaylar ne olaylar. Başroldeki erkek oyuncunun skandalı çıkınca yayınlanamamış, sonra onun yüzünü mü değiştirsek yapay zekayla yeni biriyle sahneleri yeniden mi çeksek falan filan derken bu sene olmuş, dizi hala yayınlanacak. Neyse. Bu sene hafta hafta, yayınlanma zamanıyla senkronize olarak izlediğim ikinci diziydi ama niyeyse bitirdiğimde yazmamışım. Bu sene izlediğim ilk dizi "<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/03/16-bolumluk-crash-course-in-romance-hic.html" target="_blank">Crash Course in Romance</a>"i yazmışım, üçüncü izlediğim dizi "<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/03/the-heavenly-idol-2023.html" target="_blank">The Heavenly Idol</a>"ı yazmışım ama arada bunu yazmamışım. Sanırım Nisan'ın ortasında bittiğinden, o ara Seul seyahatim için elim ayağıma dolaşmıştı. Bir de işte yine kaderin evrenin bana mesajları :) Bu dizide geçen hikayenin aslında çıktığı ve esinlendiği hikayeyi burada oturduğum yerden, bilgisayarımın başında araştırıp da bulmam çok olası değildi. Seul'de yürürken tesadüfen gördüğüm bir heykel (<a href="https://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2023/09/bir-seul-maceras-bolum-x-gwanghwamun.html" target="_blank">Seul Macerası'nın 10.bölümünde</a> anlattığım heykel) ve onun ait olduğu gerçek tarihi olayı okuyunca kafamda her şey yerli yerine oturdu.<p></p><p style="text-align: justify;">Bahsettiğim olay, Kore'de 1894-1895 arasında gerçekleşen ve Donghak Köylü Hareketi ya da Devrimi denen tarihi olay. Jeon Bongjun heykelinden bahsederken şöyle anlatmıştım : </p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: courier;"></span></p><blockquote><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: courier;">Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekette, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetini kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor hareket. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.</span></p><span style="font-family: courier;"><div style="text-align: justify;">Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.</div></span></blockquote><p style="text-align: justify;"> İşte dizimizin de hikayesinin temelinde bu tarihi olaydan açıkça esinlenildiği belli olan bir olay var. Yok ben illa izleyeceğim ve izlerken de işin aslını astarını kendim çözeceğim diyorsanız bu paragrafı ve ikincisini okumayın (gerçi yukarıda Donghak Köylü Hareketi'ni anlatırken de spoiler yemiş oldunuz ama olsun). Dizimizde de yıllar yıllar evvel Byeokcheon'da bir köylü ayaklanması oluyor. Devletin güçlü ailelerinden Jo ailesinin hiçbir işe yaramayan pislik üyelerinden bir tanesi oranın valisi. Köylülere zulüm ediyor, tüm mahsülü kendine alıyor ve devamlı da vergi alıyor. İnsanlar artık sürünüyor Byeokcheon'da açlıktan ama bunu başkente, krala da bir türlü bildiremiyorlar. En sonunda bir mektup yazıp, imza toplayıp, krala gönderiyorlar. Bu sırada da pislik valinin konağını basıp, onu kaçırıyorlar. Köylüler saf, temiz. Valiye ya da başka kimseye zarar vermiyorlar. Yalnızca kendilerinden çalınan pirinci alıyorlar valilikten. Ama o pislik yok mu o haşere, kendini bıçakla şununla bununla yaralayıp, başkente koşturuyor. Diyor ki köylüler ayaklandı, krala karşı geliyorlar beni öldüreceklerdi. İsyanı bastırmaya tabiki akrabası olan bir diğer Jo geliyor, çünkü askeri işler bakanı o zaman. İşte hikayemizin asıl kötüsü bu Jo, yıllar sonra daha da yükselip Right State Councilor oluyor ve kralı parmağında oynatıyor. İşte bu zebani, zavallı köylülerin hepsini çoluk çocuk kılıçtan geçiriyor. Öyle ki yıllar geçiyor, hikayemizin ana zamanına gelindiğinde Byeokcheonlu olmak çok kötü görülen bir şey haline geliyor. O pislik vali de yükseliyor tabi, şimdi adalet bakanı.</p><p style="text-align: justify;">Bu Byeokcheonlu köylülerden geriye kalanlar kaçıyor, Gaeseong'un bir dağında saklanarak yaşıyorlar. Ama bir yandan da bir intikam planı kuruyorlar. Kralın hiçbir şeyden haberi yok aslında, onları öldüren tamamen Jo ailesi ama köylülerin intikam planı kralı ve ailesini lanetleyerek, tahttan indirmek temelde. İşte yukarıda da dediğim lanetli prens Yi Hwan'ın laneti buradan geliyor. Hikayemiz görebileceğiniz gibi iç içe geçmiş bir dolu motivasyonlu hikayeciklerden oluşuyor. Aslında çok iyi düşünülmüş, iyi tasarlanmış. Bir yanda Byeokcheon var, bir yanda yıllar sonra Gaeseong'da gerçekleşen o aile cinayeti var, bir yanda veliaht prensin ve kraliyet ailesinin üstündeki lanet var, bir yandan kötücül ve güç peşindeki Jo ailesinin oyunları var, bir yandan da olmazsa olmazımız esas kızla esas oğlan ve ikinci oğlan arasındaki aşk üçgenimiz var. Esas kızımız ve hizmetçisi, erkek kılığına giriyor (esas kızımız sonra da saray hadımı kılığına giriyor gerçi), başkentte de bir yandan cinayetler işleniyor. Veliaht prensimiz de kılık değiştirip, sokaklarda dedektifçilik yapıyor. Yani anlayacağınız çok katmanlı, bol detaylı, şenlikli, iyi düşünülmüş bir hikaye var karşımızda. Ama...</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/vXj5Rq_3m.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" src="https://i.mydramalist.com/vXj5Rq_3m.jpg" /></a></div><br />İşte kocaman bir "ama" var. Olmuyor. Nereden veya kimden kaynaklandığını anlayamadığım, bir türlü parmağımı üstüne koyamadığım bir olmamışlık var. En başından başlayayım. Önce bir tarihi gibi görünen bir hikaye olduğu için dizi ilgimi çekti. Sonra Park Hyung Shik'i gördüm başrolde, Strong Woman Do Bong Soon'da hepimizin gönlüne yerleşmişti zaten, yeni bir dizi yapmışsa bakacaktım mutlaka. Hevesle açtığım ilk bölümde süründüm. Zor izledim. Min min'in hatrına, izlemeye devam ettim bölümü. Park Hyung Shik'te bir terslik var gibiydi. Tamam paranoyak, kimseye güvenmeyen, çıkarcı devlet ahalisi arasında hayatta kalmaya çalışan ve ölümcül bir suikastten yeni yeni toparlanmış, ciddi bir prensi oynaması gerekiyordu ama fazla tutuktu, donuktu, ciddi olayım derken ne yapacağını bilememiş ve öylece durmuştu. Diğer karakterler de renksizdi bu ilk bölümde. Hiç kimseyi kimseden ayırt edemedim, hikaye yoktu ortada bir de. İkinci bölümden itibaren biraz hikaye oturmaya ve içine almaya başladı. Sonraki bölümlerde gizemler, dedektiflik, olaylar gelişmeye başlayınca dizi de iyice izlenir oldu. Dördüncü beşinci bölümden 13. bölüme kadar falan keyifli gitti hikaye.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://i.mydramalist.com/kAAYv8_3m.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="450" height="450" src="https://i.mydramalist.com/kAAYv8_3m.jpg" width="450" /></a></div><br />Ama o keyifli hikayenin içinde bile bir şeylerin saçmalığı eksikliği hissediliyordu. Bu kadar iyi kurgulanmış bir hikaye içinde hikayeler bütününde haliyle tek bir kötü ya da her şeyin tek bir sebebi olmayacaktı, hemen hemen herkesin birbirine bir şekilde ettiği kötülükler vardı. Ama mesela esas kötümüz olarak hikayenin en başından itibaren gözümüze sokulan Right State Councilor olan Jo, hikaye ilerledikçe karikatürize bir hale girmeye başladı. Halbuki en başında gayet akıllıca hamleler yapan, kendine güvenli, hep iyilerimizden birkaç adım önde olan bir karakterdi. Motivasyonu da bu tür tarihi dramalardaki en geçerli motivasyondu, adam güçlü ve güç sahibi olarak kalmak istiyor. Ama hikaye ilerledikçe böyle saçma sapan hareketlere girdi. Bir an hah şimdi çözecek olayı dediğim noktada hiçbir şey anlamadı, hiç alakası yokken her şeyi anladı falan, böyle karakteri sanki her bölüm kağıt kimin önüne geldiyse o yazmış gibiydi.<p></p><p style="text-align: justify;">Bir benzeri durum esas kızımız için de geçerliydi. En başında uçan kaçan, zeka küpü, zamanının çok ötesinde adeta bir Gen Z gibi ortaya konan kızımız, birkaç bölüm sonra ağlak, eblek, saçma sapan bir karaktere dönüştü. Gene de iddiasından vazgeçmediklerine dair zorlamaları daha kötüydü, hani senaryo bize habire amaaa bakııın bu kız aslında çok zekiii her şeyi çözer tamam mııı demeye devam etti. Ama senaryo bunları derken, kızımız hiçbir şeyden habersiz ortalarda dolanmaya devam etti. Bir de oyuncuya laf edeceğim cidden, kusura bakmasın ama, belki çok iyi bir insandır çok da yeteneklidir belki ama ışığı yok. Çok renksiz. Çok olmamış. Yani inanın hizmetkarı rolündeki kızın neden başrol olmadığına sövüp durdum izlerken. O kız parıl parıl parlıyordu sahnelerde. Esas kızı oynayan oyuncunun ismi <a href="https://mydramalist.com/people/20724-jeon-so-nee" target="_blank">Jeon So Nee</a> imiş, işin okulunu da okumuş ama insan ışık olmayınca olmuyor demek ki. Ya da yazılan karakter mi kötüydü, kızın yapabileceği bir şey mi yoktu bilemedim. İzlemesi tam bir eziyetti kendisini, her sahnesinde ekranımda kız dışında her şeye odaklandığımı ama bir ona odaklanamadığımı çünkü zerre dikkatimi çekemediğini fark ettim dizi boyunca.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9ffikAft5f1qfDnol0uJJHJZCrWyeiMQp9vJPgTg-tOcehBwzyAuSmJRX0V_iCupUuy7fXThINNaLbjDu5Fz0LfuoT-Ii-s_BH8n5nb2Te8uGS6S_W6kQlalXwDzKMzhiJ0uModlpVXNZf56LUqkNZ8BCM9KuAkeS_sBUw_0eCrm0e0vV8IVAtVYoJQQ8/s900/MV5BNzI5M2U4OGItMzkyOS00MGM3LWFiNTUtNWY3NzJiZTAzNmQ4XkEyXkFqcGdeQXVyNDg3OTE3MzU@._V1_.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="724" data-original-width="900" height="514" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9ffikAft5f1qfDnol0uJJHJZCrWyeiMQp9vJPgTg-tOcehBwzyAuSmJRX0V_iCupUuy7fXThINNaLbjDu5Fz0LfuoT-Ii-s_BH8n5nb2Te8uGS6S_W6kQlalXwDzKMzhiJ0uModlpVXNZf56LUqkNZ8BCM9KuAkeS_sBUw_0eCrm0e0vV8IVAtVYoJQQ8/w640-h514/MV5BNzI5M2U4OGItMzkyOS00MGM3LWFiNTUtNWY3NzJiZTAzNmQ4XkEyXkFqcGdeQXVyNDg3OTE3MzU@._V1_.jpg" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIr08plt6hP7xYWvI_Ssfy12HQZ07lb24B53qy97ZQH976PKrbshZOG-w2GgYwwVo1ey16X8DbHXObbVzCwPIpvOPj0y7AEN0RiTRkr0p8MMDVX6F6ZglAw1M7J5yLrl7EtUIRUjCClXr-HvqEl-6s4aXKe6c67zUJsqM_vaLC_iLgDkQlx2c5tN1vSZtj/s1457/letter2.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="819" data-original-width="1457" height="360" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIr08plt6hP7xYWvI_Ssfy12HQZ07lb24B53qy97ZQH976PKrbshZOG-w2GgYwwVo1ey16X8DbHXObbVzCwPIpvOPj0y7AEN0RiTRkr0p8MMDVX6F6ZglAw1M7J5yLrl7EtUIRUjCClXr-HvqEl-6s4aXKe6c67zUJsqM_vaLC_iLgDkQlx2c5tN1vSZtj/w640-h360/letter2.jpg" width="640" /></a></div><br />Dizinin tek iyi hatta diğer pek çok diziye göre en iyi yanı Byeokcheon'la ilgili flashbackler ve tüm o Byeokcheon hikayesiydi. Her bir oyuncu, tek tek, madalya takılasıydı. Esas kızımızın tüm ailesi zehirlenmiş, gözlerinin önünde ölmüş, kız kaçak durumuna düşmüş, kılıçlarla oklarla yaralanıp nehre atlamış, aç bilaç yolları kat etmiş gene de iki saniye üzülmemizi sağlayamazken tüm o Byeokcheon köylüleri, tüm o hikaye ciğerimi söktü. Nasıl güzel yazılıp, nasıl güzel oynanmış...Baksak başrollerdekilerin yarısı kadar ancak para ödeniyordu o yan rollerdeki oyunculara. İsimleri de yan rol güya. Ama her biri inanılmazdı. Aslında sırf o hikayeden bir dizi yapsalarmış mükemmel olurmuş. Esas kızla veliaht prensin aşk üçgenine falan girmeden, yine aynı olaylar ama kamera Byeokcheonluları ve onların intikam planını takip ediyor mesela. Mükemmel bir şey olurmuş.<p></p><p style="text-align: justify;">İşin tarihi kısmına, en sevdiğim kısmına gelirsek, Byeokcheon diye bir yer var Güney Kore'de gerçekten de. Orta batıda bir köy, Güney Chungcheon ilinde. Gaeseong diye bir yer de var, şu an Kuzey Kore'nin sınırları içinde bir şehir. Seul'den azcık kuzeyde, sınırın hemen üstünde. Özellikle mandusuyla meşhur. Goryeo Krallığı'nın da başkentiymiş zamanında.</p><p style="text-align: justify;">Veliaht prensimiz Yi Hwan'a baktığımızda ise Joseon Kralları arasında prenslik dönemi ismi Yi Hwan olan iki kral var: Biri 1545–1567arasında hüküm sürmüş Myeongjong, diğeri ise 1834–1849 arasında hüküm sürmüş Heonjong. Köylü ayaklanması olayına daha yakın bir zamanda olduğundan ikincisinden esinlenmiş olmaları daha muhtemel gibi dursa da direkt Heonjong'dan alınmamış hikayemiz. Annesi Pungyang Jo klanından mesela tarihte ama bizim hikayemizde Yi Hwan'ın annesi öldükten sonra kralın eşi olan kraliçe o klandan. Ya da tarihteki kral Heonjong'un babası hiç tahta çıkamamış, genç yaşta öldüğünden taht direkt dedesinden Heonjong'a geçmiş. Ve çocukken tahta çıkmak zorunda kalmış. Yi Hwan ismini taşıyan diğer kral Myeongjong'un hayatının ise bazı kısımları benzerlik taşıyor hikayemizdeki veliaht prensle. Myeongjong da ikinci erkek çocuk mesela. Kendisinden önce, anneleri farklı olan abisi Injong tahta çıkıyor, onun ölümü üzerine Myeongjong kral oluyor. Ama ikisinin annesi de farklı farklı Yun klanlarından. Bu ve diğer pek çok ayrıntı hikayemize uymuyor. Hikayemizin ana kötüsü Right State Councilor gibi Jo klanından bir çok Right State Councilor var. Özellikle yukarıda bahsettiğim kral Heonjong'un krallığı döneminde Jo klanından bu görevde biri var ama ismi tutmuyor. Yani işin aslı şu ki, dizimiz hikayesi için tarihin zaman çizgisinde kendi alternatif gerçekliğini oluşturup, pek çok şeyi kurgulamış.</p><p style="text-align: justify;">Tüm bunlara dönüp bakınca dizi böyle başından ilk 12-13 bölüm izleyip, sonra da finali izlemelik, tarihi-fantastik denebilecek bir hikaye. Fantastikliği, alternatif tarih yazmaktan geliyor yoksa gumiholar goblinler olduğundan değil. Güney Kore dizi sektörünün kalburüstü pek çok oyuncusunu ehh işte denebilecek karakterler içinde izlemek ve belki de biraz Park Hyung Shik özleminizi gidermek için bakılabilir.</p><span style="font-family: courier;"><div style="text-align: center;"><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/OoGvD5YAMrI?si=D93dQ2j3tVVwZ4gQ" title="YouTube video player" width="560"></iframe></div></span>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-13151709334986708762023-10-07T22:44:00.006+03:002023-10-09T16:35:24.121+03:00Bir Seul Macerası Bölüm XII - Seul festivali, Gyeonghuigung, Seul'e veda<div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVoDdGSeu0iiN_2OA_JCQZObtBN9fkc3S3RDksTtJseIT9C9gaHvtJjMj6QY1OihJf9ONRFQAJnAVXPjsNMq6QFy76WZW6p6lk1GKgh2S9BiFOo0XtKttFzf1KlAGH5BZBKpFCIYmOPmMDP7K5yleacrpJrYcvCQzbolWO8OKEO7PcfQLRUKy7YFY341kX/s4032/IMG_3878.JPG" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVoDdGSeu0iiN_2OA_JCQZObtBN9fkc3S3RDksTtJseIT9C9gaHvtJjMj6QY1OihJf9ONRFQAJnAVXPjsNMq6QFy76WZW6p6lk1GKgh2S9BiFOo0XtKttFzf1KlAGH5BZBKpFCIYmOPmMDP7K5yleacrpJrYcvCQzbolWO8OKEO7PcfQLRUKy7YFY341kX/w480-h640/IMG_3878.JPG" width="480" /></a></div><br />Seul'deki son sabahıma uyanmadan önceki gece, yağmurla yattığımda yatağıma, yan odadan horultu sesleri gelmeye başlamıştı. Kulak tıkaçlarımı takıp yatmıştım. Yan odada önceki sabah tanıştığım kızların olduğunu sanıyordum hala. Ama horultu sesi o kızlardan gelmiş olamazdı. Kafamda sorularla uyuyakalmıştım. Sabah kahvaltı için mutfağa geçtiğimde Lee teyze iyi uyudun mu diye sorunca dedim yandan çok ses geldi, taklit ettim horuldamayı. Lee teyze yarıldı gülmekten, kızlar gitmek zorunda kaldı dün, odaya bir çift geldi dedi. Kızlardan biri polisti ya, dün aramışlar iş yerinden, acil bir şey çıktığı için geri çağırmışlar. Onlardan sonra da odaya 50li yaşlarında bir çift gelmiş. Mutfak tezgahına oturdum, Lee teyze ile muhabbet etmeye başladım, o da kahvaltıyı hazırlıyordu, bu sabah yağmurlu da olunca herhalde onlar da biraz geç kalmıştı. Biz konuşurken benim yan odadan o çift çıktı, kısa saçlı bir teyze ile eşi olan amca. Günaydınlaşırken haa dedim, bunlardan çıkar o horultu tabi, vay benim başım. Shin amca geldi mutfağa, o da dedi bana nasılsın iyi uyudun mu, akşam başım çok ağrıyordu ya. Lee teyze horlama duyduğumu gülerek anlatmaya çalıştı, Shin amca benim yan odadakilerin mutfağa çıktığını görmemişti, bağırarak haa şeyler horladı mı tabi horlar falan diye konuşmaya başladı. Lee teyze onu susturmaya çalıştı, kaş göz edip yandalar sus sus demeye başladı. (Bu arada o sabahın kahvaltısı da yine koyu renkli bir sebzeler kavurmasının altında tabiki pirinç ve üstünde göz yumurtaydı.)</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhes0I7ZODU2l0u_sWd9DymBcAoUG07vq9yL9GvXeAVQqapU3eQzXSaWgpBXtR97tTR_0Hy0IfrhQFCov-DypSjkUij_bGVMeQFEZS3UtuHffrQxbHFRZMSbSJJblyKSk9MaIi08ylVwkVFmUVoAjudtFeqmDCoGalxBxWS7bcLRKdiNJjkLEjKd3HZW1ZA/s4032/IMG_3869.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhes0I7ZODU2l0u_sWd9DymBcAoUG07vq9yL9GvXeAVQqapU3eQzXSaWgpBXtR97tTR_0Hy0IfrhQFCov-DypSjkUij_bGVMeQFEZS3UtuHffrQxbHFRZMSbSJJblyKSk9MaIi08ylVwkVFmUVoAjudtFeqmDCoGalxBxWS7bcLRKdiNJjkLEjKd3HZW1ZA/w480-h640/IMG_3869.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">son gün kahvaltısı</td></tr></tbody></table><br />Kahvaltı yaparken o gün için kafamda şekillenen plan, kabul edelim, saçmaydı. Bavulumu evde bırakabileceğim aklıma niye gelmemişti anlayamıyorum kendimi. Halbuki bundan önceki seyahatlerimin hepsinde bunu defalarca yaptım. Sabah check-in yapıp, kaldığım yerlere bavulu bırakabilir miyim diyerek, günün kalanında, gidiş saatine kadar dolaştım. O gün kafam leylaydı büyük ihtimalle. Bunun yerine, şöyle düşünüyordum kendimce: Kahvaltıyı yapıp, yavaş yavaş toplanırım. Sonra oyalana oyalana - ki bavulla zaten hızlı hareket edemem - Incheon'a giderim. Havalimanında bir sürü yer var, oralarda otururum, yazı yazarım, fotoğrafları düzenlerim. Salaklığım üzerimdeydi yani. Gece 12'de uçak, nasıl bir kafaysa benimki de. Neyse ki kahvaltıda yine herkesle muhabbet ettim ve kahvaltı sonrasında her günkü o genel konuşmalar geçti evde, Shin amca ile Lee teyze herkese bugünkü planlarını sordu, ben oraya gideceğim ben şunu yapacağım diye muhabbetler döndü. Benim temelde bir planım olmadığı için ilk başta herkesi dinlediğim için jetonum düştü.Fransız abla ile kızının da uçağı vardı o gece, hatta sonradan fark ettik ki aynı uçakla İstanbul'a gidecektik, onlar oradan Fransa'ya ben Ankara'ya. Neyse işte, onlar bavullarını evde bırakıp, akşam 7-8 civarı alacaklardı. Haa dedim, tamam ben de bırakayım o zaman. Ama kafamda bir gezi planı yok ya, hala mal gibi diyorum ki Shin amcaya, amca ben öğlende gelir alırım bavulu çok oyalanmam. Te allahım! Bavulu topladım, giyindim, evden çıktım.</div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhm9yxgjPmRePUbjJyk0Lye64XYFnVR4o_1zyYWn43Od4fb81nIMBcdnPF-L1_Vgk42o3Xu5K6VAByrJXc5vN0nLxUq3j8IUq0mazbZz9s-o_qggrajnLTwb4PJh8deU_MVXY4Q2HNE4gbY7Ex-CJgBY5Br0OMtyDOjHNRIiGlslUiaql0U0ZViv2qZmV4c/s4032/IMG_3879.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhm9yxgjPmRePUbjJyk0Lye64XYFnVR4o_1zyYWn43Od4fb81nIMBcdnPF-L1_Vgk42o3Xu5K6VAByrJXc5vN0nLxUq3j8IUq0mazbZz9s-o_qggrajnLTwb4PJh8deU_MVXY4Q2HNE4gbY7Ex-CJgBY5Br0OMtyDOjHNRIiGlslUiaql0U0ZViv2qZmV4c/w480-h640/IMG_3879.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">müze bahçesindeki tramvay<br />(<a href="https://museum.seoul.go.kr/eng/board/NR_boardView.do?bbsCd=1037&seq=20180201154412375&regPwd=&searchVal=&searchKey=&sortName=&sortOrder=&currentPage=&rowPerPage=&listShowType=&startDt=&endDt=" target="_blank">Seoul Museum of History</a>)</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Dümdüz yürüdüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hava güneşliydi, sanki ilk geldiğim günlerdeki gibi sıcacıktı. Gyeongbokgung İstasyonu'na kadar yürüyüp, aşağı geçtim gene, Saemunan-ro 3-gil'den daldım aşağı, yine dümdüz yürüyorum. Baktım böyle ağaçlıklı, parklı, böyle yüksek yüksek binaların arasında güzel bir yerler görünüyor. Seul Tarih Müzesi'ne denk gelmişim (<a href="https://museum.seoul.go.kr/eng/index.do" target="_blank">Seoul Museum of History</a>). Tam böyle aaa ne güzel tarih müzesi gireyim diye yeltendim, sonra dedim ki ama hava çok güzel içeri girmeyeyim, son birkaç saatim zaten sokaklarda yürüyeyim. O arada kaldırımda, hemen yolumun üstünde böyle eski zamanlardan DeLorean'ın tren vagonu temsili gibi fırlamış da gelmiş bir vagona rastladım. Benim denk geldiğim tarafında önce kimse yoktu, etrafına dolaşmaya başlayınca insanların içine girdiklerini, içinde ve önünde fotoğraflar çekindiklerini fark ettim. Bu, gözlerimin önünde beliren zaman makinesi, aslında 467 numaralı kültürel mirasmış. Bir "streetcar", 1930lardan. 1968'e kadar 38 yıl boyunca Seul'ün aşağı tarafında çalışmış. Streetcar'lar - yani tramvaylar işte - Seul'de ilk 1899'da kullanılmaya başlanmış. 1960larda tabi şehir arabalarla ve otobüslerle dolmaya başlayınca kullanımdan kaldırmaya karar vermişler. Bu sevimli tramvay ise şehirde kalan son iki tramvaydan biriymiş. Şimdi müzenin bahçesinde bu şekilde sergileniyormuş. Sarılasım geldi araca. Öylece orada, sevimli sevimli duruyordu. Sanki biraz sonra yürümeye başlayıp, 1930ların sokaklarına dalacak gibi hissettiriyordu. İçine atladım hemen. Ahşap döşemelerine hasretle baktım. İnsanlar içeride durup, pencerelerinden bakarken poz veriyordu. Yapamadım tabi ama olsun.</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisbfZpiYQJqk79RbZ5MmRpbY5bz73iGrHZIp4bG_5lHjHFWwvWKADhQHQcUpeC-uRqk9hi3UoEm21zZUgWqi2F-wZCKTjdy7rUjIZOD2WbWHOVbljrkibHjRzRAJHZPp7iJ1nwx4rGgo_ZZ-aPoygOqJVa7jEhAoVhEYE_6Sq_0ABWqMw27gpgBIqCoxZk/s4032/IMG_3892.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisbfZpiYQJqk79RbZ5MmRpbY5bz73iGrHZIp4bG_5lHjHFWwvWKADhQHQcUpeC-uRqk9hi3UoEm21zZUgWqi2F-wZCKTjdy7rUjIZOD2WbWHOVbljrkibHjRzRAJHZPp7iJ1nwx4rGgo_ZZ-aPoygOqJVa7jEhAoVhEYE_6Sq_0ABWqMw27gpgBIqCoxZk/w640-h480/IMG_3892.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Gyeonghuigung'un bahçesi</td></tr></tbody></table><br />Tramvaydan zor koparıp kendimi, bahçelerin parkların içine attım. Burası aslında sarayın bahçesi oluyordu ama o zaman nerede olduğumu pek anlayamadan yürümüştüm. Ama o da ne, bir diğer sarayın da yanındaymışım: Gyeonghuigung. Tabi bunu giriş yapısını falan görene anlayamamıştım çünkü ağaçtan yeşillikten bir şey göremiyordum. Böyle kimsecikler yoktu, arada bir araba geçiyordu. Nasıl hissettirdi biliyor musunuz, hani taa 10 yıl önce Nihan'ın Amerika'daki okuluna gitmiştim ya gezinin son günlerinde. Okulun kampüsünde yürüyormuşum gibi bir histi. Tam kayboldum derken müzik sesleri duymaya başladım. Merdivenler çıktım, araba yollarından geçtim ve müziği takip ettim. Yaklaştıkça, yemyeşil bir parkta insanların örtülerini sermiş, oturduğunu, önlerinde bir sahne kurulmuş olduğunu ve oradan müzik sesi geldiğini gördüm. Etraftaki çocuk sayısının ve sahnedeki sunucunun çocuklarla konuşuyor olmasının sonucu olarak da yarı yoldan geri döndüm. Çünkü ilerideki yazılardan okuduğum kadarıyla bir çocuk festivali gibi bir şeydi. Mis gibi havada, şehrin göbeğinde, bir parkta örtünüzü serip oturabiliyorsunuz. Sinirim bozuldu gene. Neyse.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEht0RFKaGSfXfR1EBP1NuUZG3r2VYcC4I1O0ZsT9JK5WX5FvtqFsHFAbWU51XVKVD50ymTiID0N-x-zixi_2OEoFtUGnwk5Ob4eJ1Th0QCU_NkVHiqnIe8sVFek0xydrQtLBb3oyINM5Ae__AFgkTFRvhzKYjMEyNnq2G4yQ3V0SMT0OgJ1-l950OT1CupY/s4032/IMG_3900.JPG" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEht0RFKaGSfXfR1EBP1NuUZG3r2VYcC4I1O0ZsT9JK5WX5FvtqFsHFAbWU51XVKVD50ymTiID0N-x-zixi_2OEoFtUGnwk5Ob4eJ1Th0QCU_NkVHiqnIe8sVFek0xydrQtLBb3oyINM5Ae__AFgkTFRvhzKYjMEyNnq2G4yQ3V0SMT0OgJ1-l950OT1CupY/w640-h480/IMG_3900.JPG" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivdDHOVPY51KaOt-_vP0Y4nOQQmGKH_wpAXBTqBpM7EiVbLC4PVYprp07IH-ayv7eP1kdG6yiCWJDzoQ18vEdIMk-m55FI_kv1fNQeDv2ZrlIcPr0tazyVcLdx_x-LJUP2kOTuWU_89ROrum9XJILT6vQfUpn3FP0sXthEpY2Tu3R8WkYVLA21evJssKbZ/s4032/IMG_3907.JPG" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivdDHOVPY51KaOt-_vP0Y4nOQQmGKH_wpAXBTqBpM7EiVbLC4PVYprp07IH-ayv7eP1kdG6yiCWJDzoQ18vEdIMk-m55FI_kv1fNQeDv2ZrlIcPr0tazyVcLdx_x-LJUP2kOTuWU_89ROrum9XJILT6vQfUpn3FP0sXthEpY2Tu3R8WkYVLA21evJssKbZ/w640-h480/IMG_3907.JPG" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHzHLnvwvW52ZjEQm32-QdWmyJ-Yhq40QqjG3CmUJ_yHeuIErF6zgY0o1NIRNm_igZe6jmYYcaFzj8V0vys1l7myk4lfLBYQE0MIT3o6NTyDM4b28dxGILo2T39MDWM01Xo54N4AtsORiuE6gNWUG67frKqozKd-yiJJ1rVGJW2nQtiDmN9jLzDMDC_8XU/s4032/IMG_3908.JPG" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHzHLnvwvW52ZjEQm32-QdWmyJ-Yhq40QqjG3CmUJ_yHeuIErF6zgY0o1NIRNm_igZe6jmYYcaFzj8V0vys1l7myk4lfLBYQE0MIT3o6NTyDM4b28dxGILo2T39MDWM01Xo54N4AtsORiuE6gNWUG67frKqozKd-yiJJ1rVGJW2nQtiDmN9jLzDMDC_8XU/w640-h480/IMG_3908.JPG" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTZmHP4MRL8P_IjQNCGmRW5dbgMIEmZTAeJ2Clqyd-F0OmTmCID5KB3RYruqGuB5WvSKBaGjfLGft_LKm3jbghmeXcOgQoN6KoKGvLzDLYxzH4OEDiGkV0WhUVcNIj-ss6G7EfEOKrWACAUBeVF46gDuOL8Mh3ONrXPuQNWWMhMjd0zZ9eEpPGGnf1yjVz/s4032/IMG_3911.JPG" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTZmHP4MRL8P_IjQNCGmRW5dbgMIEmZTAeJ2Clqyd-F0OmTmCID5KB3RYruqGuB5WvSKBaGjfLGft_LKm3jbghmeXcOgQoN6KoKGvLzDLYxzH4OEDiGkV0WhUVcNIj-ss6G7EfEOKrWACAUBeVF46gDuOL8Mh3ONrXPuQNWWMhMjd0zZ9eEpPGGnf1yjVz/w640-h480/IMG_3911.JPG" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2WVtsWZr1QrBA5BURjMXE4DiBcbmyFB7rU8ACXcYoySlbp6uy9uIRBx2ocmLK8bMeBbyNUF0FteH2SbtKvaIZ8iYXkJpSD2wMFmrPWrOekXo4Z7BP5sbwyTeytHVPyZ2epQgZIuFZBgi71UpOgVgS_R4rt_g_zBG8yfXlsMv1D0d1WWAY3s57UOWQ0G0f/s4032/IMG_3913.JPG" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2WVtsWZr1QrBA5BURjMXE4DiBcbmyFB7rU8ACXcYoySlbp6uy9uIRBx2ocmLK8bMeBbyNUF0FteH2SbtKvaIZ8iYXkJpSD2wMFmrPWrOekXo4Z7BP5sbwyTeytHVPyZ2epQgZIuFZBgi71UpOgVgS_R4rt_g_zBG8yfXlsMv1D0d1WWAY3s57UOWQ0G0f/w640-h480/IMG_3913.JPG" width="640" /></a></div><br />Festivalden tam ters tarafta Gyeonghuigung'un binaları göz kırpıyordu. Gyeonghuigung, Seul'deki 5 büyük saraydan biri. Joseon'un 15.kralı Gwanghaegun'ın zamanında yapılmış (1575-1641 arasında yaşamış, tam Japonların ilk işgal yıllarına denk geliyor). Sarayın inşası 1617'de başlamış, 1623'te tamamlanmış. Sarayın yer aldığı arazide öncesinde Kral Injo'nun babasının evi yer alıyormuş, bu yüzden arazide önemli bir enerji var yani. Kore sinema ve tv dünyasında çokça işlenen ve anlatmayı pek sevdikleri bir dönem onunkisi. Birçok tarihi dizide bu kralı canlandıran oyuncu var, ben The Tale of Nokdu'dan ve The Crowned Clown'dan biliyorum demiştim bir önceki yazıda da (Deoksugung'a da bu Gwanghaegun'dan bir önceki kral Seonjo gelip yerleşmişti. Hani şu Japon işgalinden kaçan). İşte o zaman yapılan bu sarayın görevi krala acil durumlarda sığınak olması. Şehrin batısında kaldığından batı sarayı da deniyor. 100'ün üzerinde binası bulunan saray 1829'da bir yangınla yerle bir olmuş. Ardından Japon işgali sırasında Japonlar burada ne var ne yok yıkmış. Bir okul açılmış sarayın olduğu yere, kapı yapısını şurasını burasını söküp başka yerlere taşımışlar. 90lara gelinip de Seul belediyesi haydi şu sarayları elden geçirelim dediğinde Gyeonghuigung'tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış yani. Eskiden saray olan yerin ancak yüzde 33'ünü gezilecek bir yer haline getirebilmişler. Boşuna kampüs gibi hissettirmemiş bana parkında yürürken, cidden de 80lere kadar burada bir lise varmış. Şimdi alanın çoğunu yürüyüş yolları, park ve müze kaplıyor. Bu arada buranın böyle bir girişi, kapısı falan yok gibi. Biletsiz de. Öyle park gibi yani. Dalıveriyorsunuz. (Seoul Museum of History'nin <a href="https://museum.seoul.go.kr/eng/about/annex/gyeonghuigungPalace.jsp" target="_blank">Gyeonghuigung sayfası</a>)</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjF9h1jtvEpOmOc81TF3QGPmpEM9z_XWIhXf3pZ2qENTXFTpwOqYKShUK3oiwKP0YG_5G9vHSiFtslKsEU5gr2v-C7c5hq4uTvHZ7n0P_QESSiGGJ5HVH6kFF45pD_tzS6r0LA8a4VDk05Z_xH-eAUJOPfwL6-5tYQN0eKMZDOmakAy-bXnjx7WzzVDddN2/s4032/IMG_3920.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjF9h1jtvEpOmOc81TF3QGPmpEM9z_XWIhXf3pZ2qENTXFTpwOqYKShUK3oiwKP0YG_5G9vHSiFtslKsEU5gr2v-C7c5hq4uTvHZ7n0P_QESSiGGJ5HVH6kFF45pD_tzS6r0LA8a4VDk05Z_xH-eAUJOPfwL6-5tYQN0eKMZDOmakAy-bXnjx7WzzVDddN2/w300-h400/IMG_3920.JPG" width="300" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">bu hiç güzel değildi, yedim işte</td></tr></tbody></table><br />Sarayın içinde gezmeye çalıştım baya, ufak da görünüyordu harbiden ama güneş o sırada yavaş yavaş bulutların arasına girmeye başlamıştı. Bir de öğlen olmadan bir yerde oturup çay içeyim dedim. Çayımı içer, eve döner bavulumu alırım çünkü Shin amcaya söz verdim. Çünkü onlar da dışarı çıkacaklardı, sırf ben bavulu alacağım diye eve döneceklerdi. Yeniden caddeye döndüm saraydan çıkıp. Saemunan-ro üzerinde etrafa bakındım, gözümün görebildiği mesafede en az 3 tane Starbucks vardı. Gülmeye başladım, yapacak bir şey yoktu. Bir tanesine girip, yine Earl Grey'imi ve pastamı aldım. Aşık olduğum pastayı son bir kez daha yiyecektim ama yoktu. Onun yerine iyi peki diyerek çikolatalı olan bir tanesinden aldım (çay 4500 won, pasta 5900 won).</div><div style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; margin-right: 1em; text-align: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDhKM0jp2iJMpuMxE0dL__6kotmruk2jXKB10akXZKEFNhccjDlwzgV4UIwbUFuxuA_iL1GarpHFfpq9PmINVUNqxKxrSXD9qr901Bu0I2d6Ax3huMek4hjQIM_ZKqgv3WWvdJIjI4MaAmCslU1ke6W4AcjrJVuJ38nMCwbHA8I2BoDV9sw7vGY5T60CGG/s4032/IMG_3932.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDhKM0jp2iJMpuMxE0dL__6kotmruk2jXKB10akXZKEFNhccjDlwzgV4UIwbUFuxuA_iL1GarpHFfpq9PmINVUNqxKxrSXD9qr901Bu0I2d6Ax3huMek4hjQIM_ZKqgv3WWvdJIjI4MaAmCslU1ke6W4AcjrJVuJ38nMCwbHA8I2BoDV9sw7vGY5T60CGG/w480-h640/IMG_3932.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">pembe ayıcıkla</td></tr></tbody></table><br />Çayımı bitirip, eve dönmeye hazır olduğuma kanaat getirince aynı cadde üstünde yürüyüp, Gwanghwamun meydanına çıktım. Meydandan dümdüz yukarı çıkıp, evin oraya varacaktım. Ama meydana çıkınca festival ile karşılaştım. Hani demiştim ya tam benim gideceğim gün başlayan kent festivali. Hah işte o başlamıştı. Meydana bir dolu şey getirmişlerdi, insanlar dolaşıyor, eğleniyordu. Gene de bakmayacaktım, bir kere kafama koydum ya eve gitmem gerekiyordu. Ama o kocaman pembe ayıcığı gördüm. Pembe bir ayıcık. Öylece oturuyor meydanda. Tamamen refleks gibi ayıcığa yürüdüm. Önüne geldiğimde fark ettim ki kıvrım kıvrım bir sıra var yanında. İnsanlar sırayla önüne geçiyor, görevli gençler de fotoğraflarını çekiyor. Devasa bir ayıcıkla fotoğraf çektirmek için sıraya girdim ben de. Bir süre sonra başka görevliler gelip, fotoğraf çeken görevli gence yeter sen çekme artık insanlar kendisi yapsın falan dedi, o da bıraktı. Tam tüh dedim, ben ne yapacağım. O sırada hemen önümdeki kadın da yalnızmış meğer, sıra ona gelince bana çeker misin dedi, tabi olur sen de beni çeker misin dedim.</div><div style="text-align: justify;">Tamam dedim fotoğrafımı çektirdim gidebilirim. Ama bir baktım önümde bir dolu festival standı duruyor. Anlaşılmıştı, kendimi Seul'den bu kadar çabuk koparamayacaktım. Shin amcaya utana sıkıla çekine mesaj yazdım. Biliyorum öğlende geleceğim dedim ama festivale denk geldim çok eğlenceli burası biraz daha kalabilir miyim ben diye. Şansıma kızmadı, tabiki bak keyfine dedi. Ben de daldım standların arasına. Bir sürü değişik, ilginç aktivite vardı. Hepsine bakmak istiyordum ama önlerinde çok sıra vardı. Bu yüzden en çok istediğim hangisiyse karar verip, sırasına geçtim. Sırada beklerken de etrafı izledim. Sırasına geçtiğim aktivite kendine Koreli ismi bulma gibi bir şeydi. Böyle geleneksel bir fonda, erkekler için olan hanboklardan giyinmiş bir görevli genç bir yer sehpasında oturuyordu. Sehpada bir defter vardı, ayakkabılarınızı çıkarıp çocuğun karşısına oturuyorsunuz, bir süre muhabbet ettikten sonra isminize karar verip size bir Koreli ismi veriyordu. Baya bir bekledim sıramı. Sıra bana gelince oturdum, asıl isim veren çocuğun yanında bir başka görevli çocuk daha oturuyor ve diğer yanında da görevli kızlar buyrun böyle oturun gibi yardımcı oluyordu. Önce ismimi sordular, önümdeki deftere yazdırdılar falan. Bu arada hepsi yüzüme bakıyordu dikkatlice. Çok güzel bir yüzün var dediler, hadi ya oldum içimden, nasıl yani. Ciddilerdi, inanılmazdı. Bu şehirde 10 gün içinde aldığım iltifatların ve beğeninin son 20 yılda yerle bir olan özgüvenime katkısı inanılmazdı. Bir de birkaç ay yaşasam psikolojime neler olurdu hayal edemedim. Neyse bu halimden de yola çıkarak bana 박 별 이 ismini verdiler - Park Byeol-i yani. Byeol yıldız demek bu arada. İsminizi öğrenince bir de yan tarafta duran kiosktan Seul şehri kimliği bastırılıyordu. Kioskun başında da görevli kızlardan biri yardımcı oldu. Sanırım bu festival boyunca böyle üniversite öğrencisi gibi gençleri görevlendirmişler, her yerde onlar koşturuyordu. Çok tatlılardı ama her biri.</div><div style="text-align: justify;">Bu aktivite yerlerinin dışındaki standlarsa bilindik, hani böyle butik bir şeyler satan şeylerdi. Sabundur, el işidir, tatlıdır, kalemdir falan. Onlara şöyle bir bakınıp, kendimi meydanın dışına attım. Nasıl olsa akşama kadar vaktim vardı artık. Bir yer görürsem oturur, yemek yerim dedim. Canım ne isterse onu yapacaktım. Yürürken nasıl olduysa bir gökdelene konumlanmış bir avmye denk geldim. Sanırım o meçhur Lotte'lerden biriydi. Sonuçta avm, tuvalete falan giderim, avm de görmedim demeyeyim dedim. Ama hiç hayal edebileceğim gibi değildi içerisi. Neye uğradığımı şaşırdım. Böyle her bir mağazanın kapısında jilet gibi giyinmiş satış görevlileri bekliyordu, içerisi parıl parıl parıldıyordu. Lüksten zehirlenme geçirecektim. Şoka girmiş gibi nereye yürüyeceğimi şaşırdım, tuvalet işaretini bulup, kendimi içine attım. En kısa mesafeden nasıl binanın dışına çıkarım onu düşündüm. Anlatamam size o havayı ya, böyle kendimi nasıl paspal, nasıl fasfakir, 10 yaşıma geri dönmüş hissettim.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dyji91CTszInk69Hl6vvKdGcS3UZsUDV4CYWQTbrbH-c9D1ZWnNZooQr4Li1m0sGe0vF78dM_7tTuFmYEbz3Q' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></div><br />Oradan çıkıp, sokaklarda, büyük caddelerde yürüdüm öyle. Arada restaurantlar gördüm, aa burada mı yesem şurada mı diye bakına bakına, karar veremeye veremeye sonunda yine sokak satıcılarının arasına kadar geldim. Off iyi aman atıştıracak bir şeyler alayım elime deyip, bir şeyler yiyerek dolaşmaya başladım. Ama o da ne, Myeongdong'da da festival tüm hızıyla başlamış durumdaydı. Boyunlarında davullarıyla bir müzik grubu yürümeye başladı, biz de kalabalık olarak peşlerinden oynaya oynaya yürüdük. Myeongdong sokaklarında onlar çaldı zıpladı, biz oynadık. Sonra gördüğüm her mağazaya girip baktım. Tüm küpecilere, tokacılara girdim, ne var ne yoksa inceledim. Bir tokacıda gerçi binbir hevesle seçtiğim tokaları kasada bırakmak zorunda kaldım, yine kredi kartım geçmedi, son gün diye de nakitleri harcamıştım.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUIjSEm_6dhg1gNLinCdr_TOLlM3RvZYNZza4pU6yXQkPdem_XUUN9ME-hlEm6tTdax_cPfr_03ZuzbsFlmKI1tn7AJ3FGvaZH8F6Dkcf3B5rEH2n6YmBxzXVmwkwhxAvSiYlxbLRR-DOc5JXsdGi_xmv_qCZzPVgkdsGazu3vGG1tJ__XIKUlEKfmM9f6/s4032/IMG_3961.JPG" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUIjSEm_6dhg1gNLinCdr_TOLlM3RvZYNZza4pU6yXQkPdem_XUUN9ME-hlEm6tTdax_cPfr_03ZuzbsFlmKI1tn7AJ3FGvaZH8F6Dkcf3B5rEH2n6YmBxzXVmwkwhxAvSiYlxbLRR-DOc5JXsdGi_xmv_qCZzPVgkdsGazu3vGG1tJ__XIKUlEKfmM9f6/w400-h300/IMG_3961.JPG" width="400" /></a></div><br />Myeongdong'da da festivalle eğlenip, tek bir gün bile olsa keyfini çıkardıktan sonra daha fazla üstelemedim. Eve gidip, bavulumu alayım, ancak yola koyulurum dedim. Saat 5 civarı eve dönmüştüm. Shin amca ile Lee teyze beni sokağın başına kadar geçirip, sarılarak veda ettiler. Bir de hediye verdiler, minik bir kimchi kavanozu gibi bir hediyelik. Düşündükçe hala gözlerim doluyor, bu iki tatlı insan bana orada o kısacık zamanda çok güzel duygular geçirdi.</div><div style="text-align: justify;">Kocaman bavulumla taş döşeli Seochon sokaklarında ilerlemeye çalıştım. Otobüs durağına gittim ısrarla. Halbuki gideceğim yer tren istasyonuydu, bir taksiye binebilirdim gayet. Bazen gerçekten kafam basmıyor. Ya da o kadar içime işlemiş ki fakirlik, çok derinde. Boyumdan büyük bavulla otobüse sığışmaya çalıştım. Bir pazar akşamıydı, her yer tıka basa doluydu. Otobüse çıkarırken panik oldum, hani herkesi bekletiyorum falan diye. Türkiye'de olsa küfrederler ya, orada sürücü benim panik olmama üzüldü, sakin ol yavaş yavaş çıkar acele etme dedi. Otobüsle Seul İstasyonu'na gittim, saat altıyı geçerken havalimanı AREX'i için biletimi almıştım (yine 9500 won). 18:50'deki trene. İstasyonda oturup, son kez etrafıma bakındım, insanları izledim, annemle konuştum. Hızlı tren Seul'den çıkıp, Incheon'a doğru yol alırken camdan yolu, denizi, binaları izledim. Seul'e veda ediyordum. Tuhaftı. Hiç düşündüğüm gibi olmamıştı ama düşünebileceğimden de güzeldi bir anlamda. Hüzünlüydüm. Mutluydum. Gitmek istemiyordum. Ayrılmak istemiyordum.</div><div style="text-align: justify;">7 buçuğu geçerken havalimanındaydım. Çok erken gelmeyi abarttım diyordum ama iyi ki de öyle yapmışım. O akşam Incheon'daki kalabalık inanılmazdı. Kaç kere güvenlikten geçtim bilmiyorum. Bir dolu güvenlik noktasında sıra bekledim. Artık sıra beklemek hayatımın bir amacı gibi oldu. Hele bavul teslim etme sırasında - abartmıyorum - 2 saat bekledim. O geceki İstanbul uçağı tüm milletleri Seul'den götürmekle yükümlüydü sanırım. Herkes vardı sırada. Hele bir de turist kafilesi vardı, 20-30 kişi Türkiye'den. Tüm Kore'yi Japonya'yı almışlardı sanırım, bavul çanta kutu torba...Onu oraya sıkıştıralım bunu buraya sokuşturalım diye saatlerce oyalandılar. 2 saatin sonunda bavulum verebilmiştim ki bu sefer de kontrol için bekledim. Bavulu teslim edip, koltuklara oturup bekliyorsunuz. İçeride kontrol edip, bavulunuzda Kore'den çıkarmamanız gereken bir şeyler bulurlarsa isminizi söylüyorlar, geri gidiyorsunuz. Öyle de bir 15 dakika oturdum bekledim. Sonunda neyimi çağıracaklar, BTS albümüne mi kızacaklar diyerek kalktım, bu sefer de kapı sırasına girmeye gittim. Kapıların olduğu bölümde de yarım saat sıra bekledikten ve güvenlikten geçebildikten sonra nihayet uçağın kapısını bulacağım alana geldim diye sevinmiştim.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgQbksw3rm9HLj3wFX7KqEpBAuK6HmQD8GkMFNdoRwwYIpgs5H_2Y7W1m-Dze821UaUAXczDBpJgKuUAf0ACAFlVhOAR09D5nZl7-8BESEXExFT39jAt9l7Gp43BsKUKnmQNRY6O4xbblOlrqbibkrhzJIMFuEiGvZNwrGvBcrOPmhRhiYZclXhF1MvVsmm/s4032/IMG_3972.JPG" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgQbksw3rm9HLj3wFX7KqEpBAuK6HmQD8GkMFNdoRwwYIpgs5H_2Y7W1m-Dze821UaUAXczDBpJgKuUAf0ACAFlVhOAR09D5nZl7-8BESEXExFT39jAt9l7Gp43BsKUKnmQNRY6O4xbblOlrqbibkrhzJIMFuEiGvZNwrGvBcrOPmhRhiYZclXhF1MvVsmm/w300-h400/IMG_3972.JPG" width="300" /></a></div><br />Ama orası da devasa bir alandı. Ucu bucağı yoktu. Susamıştım, acıkmıştım ama saat on buçuğa gelmişti, koskoca alanda bir tane açık yer yoktu. Boydan boya yürüdüm, koşturdum, etrafa bakındım. Sonunda görevlilere denk gelip açık yer var mı dedim, ileride Starbucks var o açık bir dediler :) Şaka değildi. O saatte Incheon'da tek bir açık yer vardı, o da Starbucks'tı ve onun da önünde kilometrelerce sıra vardı. Uçak iyi ki gece yarısındaymış dedim. Su alacaktım sadece, ama önümdekilerden bir tanesinin dolaptan bir şeyler aldığını görünce bakındım. Greek yogurt görünce ooo gecenin bu vaktinde sevgili dostum da buradaymış diye bir tane ondan alayım dedim. Alırken kafayı dolaba geçirdim, kasada çocuk korktu, arkamdaki kızla arkadaşı şaşkınlıkla durdu önce, ben de onlara baktım, karşılıklı güldük sonra napalım. Çok yorgun, çok üzgün ve susuzdum. Halime güldüm. İki su ile bir minik yoğurt aldım (950x2 won ve 4200 won). Uçağın kapısının olduğu yerde oturup, beklerken yoğurdumu yedim.</div><div style="text-align: justify;">Şu an düşündüğümde dönüş uçağı ile ilgili gözümün önüne hiçbir şey gelmiyor. İstanbul'dan Seul'e gittiğim yolculuğu tüm hatlarıyla hatırlıyorum ama Seul'den İstanbul'a nasıl geldim hiç hatırlayamıyorum. Çok tuhaf. Görüntüler direkt İstanbul'da havalimanında daha güneş doğmamışken Ankara uçağını beklediğim andan başlıyor. Kucağımda Ben's Cookies'den aldığım kurabiyeler. Elimdeki Seul kimliğine bakıyorum. İstanbul'da olduğuma inanamıyorum. Rahatsız sandalyelere uzanmışım, kocaman camlardan gökyüzü görünüyor. Önce koyu maviyken yavaş yavaş aralanıyor. Güneşin doğuşunu izliyorum İstanbul Havalimanı'nda. Döndüm diyorum. Neden döndüm ki? Başka gittiğim hiçbir yerden dönüşte böyle hissetmedim. Hepsinden dönüşte ilk anda hep bir rahatlık hissetmiştim. Roma'dan mesela dönüşte mutluydum. Yani genel anlamda Roma'da artık yaşamıyor olacağıma üzülüyordum ama o anda dönmüş olmaktan memnundum. Sanki birkaç günlüğüne kampa gitmişim de, eve geri dönüyormuşum, sıcak banyomu yapıp, pijjamalarımı giyip, kanepeye uzanıp tv izleyecekmişim gibi bir histi o zaman. Gezdiğim yerlerde mutlu hissetmiş olsam da, her seferinde ulan bu ülkeden nefret ediyorum niye dönüyorum da desem, döndüğüme mutlu oluyordum çünkü o pijama hissi vardı.</div><div style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhl6lIqnkSfNazgH_AiUNugV24lSuP8Z0DPGLlqx71bXlEsxHrLX5rqkRd4kxIQULUS6Y0Q80BnQR-pf7aKnnYKOtWRT8YhQ0G4j5L4xPp4Inhd6Ud_d8q-NZADQE9Ls-TYFKpPD_taft5KeLIaM8WmtYou1TxCbzPBCQMywnklljZ0iRZtWWHWKZYx6YWH/s4032/IMG_3992.JPG" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhl6lIqnkSfNazgH_AiUNugV24lSuP8Z0DPGLlqx71bXlEsxHrLX5rqkRd4kxIQULUS6Y0Q80BnQR-pf7aKnnYKOtWRT8YhQ0G4j5L4xPp4Inhd6Ud_d8q-NZADQE9Ls-TYFKpPD_taft5KeLIaM8WmtYou1TxCbzPBCQMywnklljZ0iRZtWWHWKZYx6YWH/w300-h400/IMG_3992.JPG" width="300" /></a></div><br />Oysa bu sefer...Farklıydı. Bilmiyorum tek başıma olduğum ilk seyahat olmasından mıydı, hayatımın belki değişik bir evresi mi olmasındandı ya da ben mi değişmiştim...Ya da...Seul olmasından mıydı? Belki gerçekten de bu sefer ev diyebileceğim bir his oluşturmasından mıydı? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Üniversitedeyken tüm her şeyden o kadar bunaldığımda, gecenin bir vakti odamın camına alnımı dayayıp, kapkaranlık geceye bakardım. Kafamı cama vurduğumu fark etmeden eve gitmek istiyorum diye mırıldanırdım. Mırıldandığımı da kafamı cama vurduğumu da sonradan fark edip, dururdum. Evdeydim, içeride annemle babam odalarındaydı, odamdaydım, arkamda benim eşyalarım vardı. Ama eve gitmek istiyordum. Bilmiyordum.</div><div style="text-align: justify;">İstanbul'dan Ankara'ya gelecek uçak bomboştu. En arkadan almıştım bileti gene de. Mayıs sabahının serinliğinde koltuğuma geçtiğimde tükenmiştim. 3lü koltuğa uzanıp, kalmışım. Kalkışa geçerken hostes uyandırdı. Yatak dışında bir yerde uyuyabilmem için gerçekten bayılmış olmam gerekiyor, düşünün halimi. Öğlene doğru eve girebilmiştim. Pazartesi sabahıydı. 1 Mayıs. Salı sabahı işe gittim. Hiçbir şey olmamış gibi. Sanki daha dün dünyanın bir ucunda değilmişim gibi.</div><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgp_hTUnM1lswfq6xWjwnIEiQrnVK4HEpDigT89w26T2NiXo4SUoUfHHraTPx0j08vq6VFEur1x2EDD6y_vDPPAdbUc-CLyDUQP5AvUf8g93SzhyphenhyphenGN6l_coczwulSkPXQIL05-_zZexo2gblh45xXwllU4Tu1xKy-KPnhXDYIlx9AoaNeJMrmPIRKfo-pQr/s4032/IMG_4001.JPG" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgp_hTUnM1lswfq6xWjwnIEiQrnVK4HEpDigT89w26T2NiXo4SUoUfHHraTPx0j08vq6VFEur1x2EDD6y_vDPPAdbUc-CLyDUQP5AvUf8g93SzhyphenhyphenGN6l_coczwulSkPXQIL05-_zZexo2gblh45xXwllU4Tu1xKy-KPnhXDYIlx9AoaNeJMrmPIRKfo-pQr/w480-h640/IMG_4001.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Lee teyze ile Shin amcanın hediyesi</td></tr></tbody></table><br /><div style="text-align: justify;"><br /></div>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-38172969759008964182023-10-01T21:51:00.002+03:002023-10-01T21:51:20.529+03:00Bir Seul Macerası Bölüm XI - Inwangsan'a yağmurlu tırmanış, keyifli sohbetler, YG Entertainment, Urban Plant<p style="text-align: justify;"> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj71pC7TezAvl0GlKZCxdIv_rm0LNvNbXO6BCX7SutrTVWhVSMmE6nL58Z8Uyyj0j0VTjCRpK3S8FBk7diSeq459TAqgVVK_HxjjkJ1Hfg-ATIAt2WddxmkeqYeTx8_71a_U-U4z4jocmDfy_z-0fOTW8ZaI0dlTn1VPioRMLlSgsMmLZ1ygCbcQGhSjHMG/s4032/IMG_3811.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj71pC7TezAvl0GlKZCxdIv_rm0LNvNbXO6BCX7SutrTVWhVSMmE6nL58Z8Uyyj0j0VTjCRpK3S8FBk7diSeq459TAqgVVK_HxjjkJ1Hfg-ATIAt2WddxmkeqYeTx8_71a_U-U4z4jocmDfy_z-0fOTW8ZaI0dlTn1VPioRMLlSgsMmLZ1ygCbcQGhSjHMG/w640-h480/IMG_3811.JPG" width="640" /></a></div><br />Artık sondan bir önceki günümdeydim. Cumartesi yine erkenden ama yağmurlu bir sabaha uyandım. Gece başlayan yağmur, gökyüzünü tamamen ele geçirmişti. Hanok'un minik bahçesi şırıldayan yağmur altında üzgün gibi görünüyordu. Ben de üzgündüm. Ertesi gün geri dönüş uçağıma binecektim ve o cumartesi günü son tüm günümdü Seul'de.<p></p><p style="text-align: justify;">Sabah mutfakta kahvaltı ederken mutfağın üst katından bir kadınla kızı indi. Onlar da dün yeni gelmiş. Fransa'dan, hatta bizim o Fransız doktor teyze ile yakın bir mesafede oturuyorlarmış (bunu tanışıp muhabbet ettikten sonra fark etmişler). Kadın 40lı yaşlarındaydı, kızı da üniversite çağındaydı. Shin amca onlar da bir posta beni anlattı. Kahvaltı boyu hep beraber karman çorman bir İngilizce, Fransızca, Korece karışımı dille hepimiz sohbet etmeye çalıştık.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg1K8cL4LOZDGUQtZbCFthjyZwXPA7cCKSGJ8uFCqlemwHn0183mpJTsm5hK4eQ_IIAg6k-YhPyKpZ_8W2gY7FBoO23ZCPMuwFHSCK3a19yc7V1IxysOdD1OAYtTCxtdt2hIm7pNYSZK6nE31F_WvBPuhcTMa56F75DE645xnyo2XpFojohfIAOlxMKlsSu/s4032/IMG_3808.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg1K8cL4LOZDGUQtZbCFthjyZwXPA7cCKSGJ8uFCqlemwHn0183mpJTsm5hK4eQ_IIAg6k-YhPyKpZ_8W2gY7FBoO23ZCPMuwFHSCK3a19yc7V1IxysOdD1OAYtTCxtdt2hIm7pNYSZK6nE31F_WvBPuhcTMa56F75DE645xnyo2XpFojohfIAOlxMKlsSu/w640-h480/IMG_3808.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Annyeong Jajangbap :D</td></tr></tbody></table><br />O sabahın kahvaltısı jajangbap'tı. Siyah fasülyeli pirinç yani. Çok severim zaten, şimdi de tam evde yapılmışını yiyordum, çok güzeldi. Kahvaltının sonunda o günkü meyve olarak mandalina verdi Lee teyze. Ama böyle kabuklu haliyle tabakta verince ben bir baktım, hayatım boyunca mandalinayı eliyle soyabilen bir insan olmadım. Annemler dalga geçer ama hemen her şeyde bıçak kullanma ısrarımın bilinçli bir sebebi yok, öyle rahat ediyorum (evet anne önceki hayatımda Buckingham'da yaşıyordum, üzgünüm bu hayatta beni çekmen için sana düşmüşüm). Bıçak ister gibi oldum Lee teyzeden, mutfağa bakınmaya başladım. Shin amca mandalinayı nasıl yiyeceğimi bilmediğimi düşündü ya da sanırım hiç görmediğimi. Bak böyle yeniyor diye göstermeye başladı, Lee teyze ise dolaptan başka bir mandalina çıkarıp bir güzel soyup öyle verdi bana yiyeyim diye. Ay allahım aslında her işimi kendim yapmaya, kimseyi uğraştırmamaya çalışıyorum, tüm hayatım bunun üzerine kurulu ama nedense hep, böyle eninde sonunda insanlar beni koruyup, kollayıp, gözetmeye, beni kundaklara sarıp beslemeye başlıyor. Teyzem teyzem ah teyzem, zamanında yapaydım liseye giden çocuğum olacak yaştayım diyemedim tabi. Elinden alıp, yedim mandalinayı. Jeju mandalinasıymış, iyisiymiş yani.</p><p style="text-align: justify;">Kahvaltıdan sonra Shin amca allah aşkına gelin size etrafı gezdireyim diye tutturdu. Fransız ablayla kızını ve beni haydi haydi diyerek sürükledi. Aşırı yağmur yağıyor bu arada, ellerimize evden birer şemsiye aldık, Seochon'un ara sokaklarına daldık. Evin olduğu muhit, daha önce de yazdığım gibi, eski ve güzel bir yerleşim. Hanokların, eskinin hatırı sayılır evlerinin olduğu, en büyük iki sarayın hemen yanı başında. Aslında gezilecek yerlerden biri, turist rotasında. Ama o havada değil. Ben o sabah kafamı odamın kafasından uzatıp, bahçeye baktığımda demiştim ki öğlene kadar odamın önünde romantik romantik takılırım, belki bir iki satır bir şey yazarım. Bahçeyi izlerim, yağmuru izlerim. Çay yudumlarım, kurabiyelerimi kemiririm. Öğleden sonra çıkar şu yeğenlerimin hediyesi işini hallederim, bir kafede oturur gene yağmuru izlerim. Öyle bir hüzünlü, sakin bir gün ile Seul'e veda ederim. Ama Shin amcanın çok başka planları olduğunu hesaba katamamışım. Üçümüzü taktı peşine, sokaklarda koşturuyoruz. Kendisi atom karınca gibi, pıldır pıldır yürüyor. Burada bu var diyor, orası şöyle diyor, anlatıyor da anlatıyor ama aramızda kilometreler olduğu için duyamıyoruz da. Ona yetişmek için bir şeylere de bakamıyoruz. Çok güzel dükkanlar görüyorum mesela, iki saniye aaa deyip önünde dursam Shin amca öbür köşede gözden kayboluyor. Dedim tamam madem, sadece peşinden gidip, bir şeylere bakmayayım, zaten Seochon avuç içi kadar yer, bir yarım saat içinde eve döneceğiz.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dz7gI88wUxKBTyYsc6WC__r6MDjc7O5s15uoZtu8BxOD5aLRaGjnzpDFOOII9X7kgpspLkpvAEYRqZFb4XGcQ' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></div><br />Önce bir geleneksel pazar/markete girdik. Tongin Traditional Market ismi. Sabahın köründe daha tezgahlar bile açılmamıştı. Örtüler var ama tepeden yine de şıpır şıpır sular damlıyordu, Shin amca mutluydu gene de, burası da pazar ne güzel değil mi falan diye anlatıyor. İkide bir durdurup, fotoğraflarımızı çekiyor, sen şöyle dur sen böyle poz ver diyerek. Pazarda dolandıktan sonra yine sokaklarda koşturmaya başladık. Sonunda bir evin önüne geldik, yamacın tepesinde duruyor ev. Shin amca burası da şunun evi, çok güzel işte falan diyerek bu sefer de oraya daldı. Park No Soo müze-eviymiş. Park No Soo, 1927'de doğmuş, 2013 yılında vefat etmiş bir Koreli ressam. Kore çağdaş ve modern sanatına katkıları olan, öncü bir sanatçı. Japonya'nın işgalinden sonra gelen bağımsızlık döneminden itibaren Kore'nin ilk mürekkeple resim sanatçılarından biri. Önemi şuradan geliyor, o dönemde yıllar süren yoğun bir Japon sömürüsü ve işgalinden sonra Koreli sanatçılar kim oldukları, ne oldukları ve ne ürettikleri ile ilgili bir buhran içindeyken Park No Soo yeni bir soluk getiriyor. Shin amca ısrarla Lee Byung Hun'un ismini söyleyip durdu, bizi evin bahçesine sokarken. Sonunda anladım ki şey demeye çalışıyormuş, Mr.Sunshine ve Our Blues gibi dizilerden tanıyabileceğiniz Lee Byung Hun'un kendisi gibi oyuncu olan eşi Lee Min Jung, bu Park No Soo'nun torunu. Shin amca için önemli bir detaydı.<p></p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://media.timeout.com/images/103338357/1920/1080/image.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="800" height="360" src="https://media.timeout.com/images/103338357/1920/1080/image.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Park No Soo evi-müzesi böyle bir şeydi, ben o havada ve yorgunlukta çekememiştim<br />o yüzden fotoğraf <a href="https://www.timeout.com/seoul/museums/the-art-museum-of-park-no-su">Timeout.com</a>'dan</td></tr></tbody></table><br />Ev o bölgede diğer evler gibi oldukça güzel görünüyordu, iki katlı, kırmızı taşlardan yapılmış, arkasını minik ama dik bir tepeye vermiş, ömür güzelleştirecek bir bahçeye sahip, şahane bir ev. Biz evi gösteriyor zannederken Shin amca girişe yöneldi, girişte görevli bir teyze vardı. Müzeye mi geldiniz buyrun falan oldu, biz müzeye mi geldik diye birbirimize bakınırken Fransızlarla, Shin amca kafasını sallıyordu kadına. Bilet almanız gerekiyor dedi kadın, biz cidden müzeyi gezmek istiyor muyuz bir müzeye mi geldik bu adam kimdir bile düşünemez haldeydik. Yorulmuştuk, ıslanmıştık, nefes nefese kalmıştık, terlemiştik, nemli havadan yapış yapıştık. Teyze bilet için 3000 won istedi, düşünmeden biner won çıkardık. Teyze kişi başı dedi, Fransız ablayla birbirimize baktık o an. Ulan biz napıyoruz burası neresi diye. Verdik parayı, biletlerimizi aldık. İçeri daldık ama ayakkabıları çıkarmak gerekiyordu. Ayakkabılarımızı çıkarıp, misafir terliklerinden geçirdik ayaklarımıza.</p><p style="text-align: justify;"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgXHpEQ5cAxv2g2NIrZW9hY-G8qBR_QSwXEOA5jP0n9YcwXpLbffM8ZlCFJMi-WpIGdHPkCQupvh-6hRdUfR4WoLLJ__8L3g9-ksNa5OijUWCX7_oD1YvAlXHXxojuUpmgE8naT6oGUVi_rpoIlUVC8-sTGfMEjlVH9slFOQfhxbajJwC_CJ-2fhegq9YeG/s2000/523a992f-1d74-4c1c-9fae-294fbcb4fa5b.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="2000" data-original-width="1500" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgXHpEQ5cAxv2g2NIrZW9hY-G8qBR_QSwXEOA5jP0n9YcwXpLbffM8ZlCFJMi-WpIGdHPkCQupvh-6hRdUfR4WoLLJ__8L3g9-ksNa5OijUWCX7_oD1YvAlXHXxojuUpmgE8naT6oGUVi_rpoIlUVC8-sTGfMEjlVH9slFOQfhxbajJwC_CJ-2fhegq9YeG/w300-h400/523a992f-1d74-4c1c-9fae-294fbcb4fa5b.jpg" width="300" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Park No Soo evinin bahçesinde</td></tr></tbody></table><br />Bu ev, ressamın 1973'ten 2011'e kadar yaşadığı evmiş. Evin kendisi 1937'de o zamanın ünlü mimarı Park Gil Ryong tarafından yapılmış, Batı ve Japon mimarisinin karışımı. Tüm ev boyunca koridorlarda odalarda eserleri sergileniyor. Eserlerinin 1000 kadarını buraya ve bu semte bağışlamış. Ama nedense evin içinde ben o kadar çok eser görmedik gibi hissettim. Bir de fotoğraf çekmek yasaktı. Peşimizde görevli amca dolandı ama o da bizim ve Shin amcanın sevimliliğine dayanamayıp, hatıra olsun diye fotoğraflarımızı bile çekti. Ev gerçekten güzel, yani Fransız ablayla ikide bir birbirimize bakıp off ama çok güzel off ne hoş olur burada yaşamak deyip durduk. Yaşanırmış be vallahi.</p><p style="text-align: justify;">Evin içini gördükten sonra Shin amca bizi bir de evin bahçesinin bir parçası olan tepeye de çıkardı tabiki. Adam karınca. Böyle sarp merdivenlerle bahçeden ağaçların arasındaki tepeye çıkılıyor, minik de bir oturma kamelyası gibi yer yapılmış. Oraya çıktık, indik. Evden çıkarken tamam dedim, benden bu kadar. Gezimiz de bu kadardı herhalde, eve dönüyoruzdur dedim. Ama daha yeni başlıyormuşuz, bu ısınmaymış.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgY7tXPDkCGfUE9Hba_lv3Gw1QRVA5r194nEMDJvQOifGXJ1C4RuVx97i6NkwDEVF3Ai3lN8kEEqntq6tNERCobBDP3iXByNG7g3p52ZtIiV0Xis6XSd2hdpSb79n58JPRXCheojOzi_ZUtXx07npRWdNequnMif4JWpatDdr_OwqUE8na8xNWnabgv8e0R/s4032/IMG_3818.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgY7tXPDkCGfUE9Hba_lv3Gw1QRVA5r194nEMDJvQOifGXJ1C4RuVx97i6NkwDEVF3Ai3lN8kEEqntq6tNERCobBDP3iXByNG7g3p52ZtIiV0Xis6XSd2hdpSb79n58JPRXCheojOzi_ZUtXx07npRWdNequnMif4JWpatDdr_OwqUE8na8xNWnabgv8e0R/w640-h480/IMG_3818.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Dağa tırmanmaya başladığımız nokta, başıma gelecekleri görememişim</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglVZyQsOZyfzgm-8C3rbt3fJ4R0hI2xJ0GWXYEkHBQwB_ygSR2HtzEGWB_TM_qUOekfDkkeDEUo9y_4wUmiRnP0O7E-Z7LmpZ4tvZp3WMSRZqN78z0kSb0La0cqiK4JZA4GL3QZFU8XsG8ow7_jTyrkz0y35YmGDkvH489Mhm4OgCXLNKbBIHgCH9eAqbN/s4032/IMG_3828.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglVZyQsOZyfzgm-8C3rbt3fJ4R0hI2xJ0GWXYEkHBQwB_ygSR2HtzEGWB_TM_qUOekfDkkeDEUo9y_4wUmiRnP0O7E-Z7LmpZ4tvZp3WMSRZqN78z0kSb0La0cqiK4JZA4GL3QZFU8XsG8ow7_jTyrkz0y35YmGDkvH489Mhm4OgCXLNKbBIHgCH9eAqbN/w640-h480/IMG_3828.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Inwangsan'ın tepesinden manzara o havada işte böyle</td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg76vqnw7ZFtJ1QlzgSy6ZwQQfBosLgj7e4oJwfD1yjfL0zC4QaJ3lm1Rjhhe4Rhky2st89n9ibnmDO889N9jpgxbc5R49nUj0jiQL1p4ijqRP3tHB38DyCD6mXJ-3RtIkuQz9IAUIWZird7Pn8bISk8T7xs07BUWq67yJ-TGXX1FeUXhbaTjU_FFa0e_xE/s4032/IMG_3829.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg76vqnw7ZFtJ1QlzgSy6ZwQQfBosLgj7e4oJwfD1yjfL0zC4QaJ3lm1Rjhhe4Rhky2st89n9ibnmDO889N9jpgxbc5R49nUj0jiQL1p4ijqRP3tHB38DyCD6mXJ-3RtIkuQz9IAUIWZird7Pn8bISk8T7xs07BUWq67yJ-TGXX1FeUXhbaTjU_FFa0e_xE/w640-h480/IMG_3829.JPG" width="640" /></a></div><br />Seochon'un yanı başında yükselen Inwangsan'a (Inwang Dağı'na yani) doğru yol almaya başladık. Tabi ben bilmiyorum ya, eve dönüyoruz zannediyorum. Bir de baktım sokaklar bitti, önümde sisli kocaman bir kütle yükselmeye başladı. Ağaçlar, yamaçlar, yağmurdan dolayı kayaların arasında şelale olmuş sular. Gene de dağa tırmanacağımızı aklımın ucuna getirmedim, park gibi olan yeri dolanıp geleceğizdir diye son gücümle peşine düştüm Shin amcanın. Ama tırmandık. Bitmedi. Tırmandık da tırmandık. Islanmayan yerim kalmadı. Sucuğa döndüm. Yine de tırmandık. Shin amca bir saniye teklemedi, ben ikide bir durup yok ben gelemiyorum dedim, sürüklediler. Yol boyu söylendim. Dağın tepesine kadar çıktık. Allahım ben nerelere geldim allahım bu kabus mudur sabah uyanamadım mı günahım neydi yarabbim diye diye süründüm. Bir de güzel manzaralar olduğunu düşündüğü yerlerde haydi durun haydi fotoğraf diye çekiyor, gülümse diye şirinlik yapıyor. Hay allahım bu bir şaka değil mi diye baktım, kesin bir tv programıydı bu, öyle olmalıydı, kamera şakasıydı. Olmalıydı. Ama değildi. Koskoca dağa tırmandık o sabah deli yağmurun altında. Kot pantolon ve spor ayakkabı ile.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqje-Ebdor9DMbFGGZZAGjE5tQkATH1H5DX7-LoF4FoSvQqMYOtSkmhWrPMZH0b2NxjpFYKGZ-e4eZOz9c0ZMZSjltRnwbjapvQn2-S0UK4x83B0FBoHmlylrDFnmSfu7IcbU9qnXzlydXz2asox0z6MZvIRtbP-gVxbp9RxrDiBUj9us_GBm77aq0XVys/s4032/IMG_3831.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqje-Ebdor9DMbFGGZZAGjE5tQkATH1H5DX7-LoF4FoSvQqMYOtSkmhWrPMZH0b2NxjpFYKGZ-e4eZOz9c0ZMZSjltRnwbjapvQn2-S0UK4x83B0FBoHmlylrDFnmSfu7IcbU9qnXzlydXz2asox0z6MZvIRtbP-gVxbp9RxrDiBUj9us_GBm77aq0XVys/w300-h400/IMG_3831.JPG" width="300" /></a></div><br />Dağın tepesinde bir tesis göründü sonra ufukta. Hayal görüyorum zannettim. Bir kafe gibi bir yerdi. Arabalar çekilmişti önüne, biz niye yürüdük o zaman dedim Shin amcaya, madem arabayla gelinebilen bir yerdi. Otobüs de geçiyor mu dedim, öyle ineceğiz değil mi dedim, güldü. Kafede mola verdik, şaşkınlığımın içinde. Güzel fırın ürünleri vardı, kahveler çaylar vardı ama o kadar umutsuz o kadar pes etmiş haldeydim ki ne seçeceğimi ne yapacağımı bilemeden bir şeyler geveledim kasada. O havada buzlu americano almış olduğumu fark ettiğimde iş işten geçmişti. Yanına da bir pastel de nata (portekiz turtası diyelim) almışım. Elimle gösterdim sadece, ne olursa olsun aman be ya diyerek. Yerin adı google'a göre The Forest Choso Chaekbang diye geçiyor. Orijinali 더숲 초소책방, orman - kontrol noktası - kitabevi kelimeleri. İçeride kitap rafları da vardı, doğru ya. Kahveye 4900 won, minik turtaya da 2100 won verdim. Dişimin kovuğuna gitmedi tabi pastel de nata, ben ondan bir oturuşta 10 tane falan yiyebilirim. Kahveyi de su niyetine içtim işte. (Kafenin web sitesi : <a href="https://chosobooks.com/">https://chosobooks.com/</a>)<p></p><p style="text-align: justify;">Orada kahvelerimizle oturup, ormanı seyrederken baya sohbet ettik. Sanırım o günün o eziyetinin benim için tek artısı, belki de en büyük artısı buydu. Shin amca ve Fransız teyze ile ülkelerden, şehirlerden, gezmekten, geleneklerden, insan davranışlarından, anlayıştan, alışkanlıklardan...pek çok şeyden bahsettik. Hatırlayabildiğim kadarıyla başka bir dilde, başka milletlerden insanlarla ilk defa böyle bir şeyler konuşuyordum. Yani genelde herkes için yabancı bir dilde konuştuğumuzdan üstün körü konuşuruz ya. Havadan sudan bahsederiz, basit cümlelerle basit şeyler konuşuruz. İki Fransız, bir Koreli ve bir Türk İngilizce anlaşarak, o gün o kafenin dışındaki oturaklarımızda sislerin arasındaki ormana, dağa bakarak derin şeyler konuştuk. Ben ertesi gün gidecektim, onlar da aynı zamanda ayrılacaklardı, bir daha hiçbirimiz birbirimizi göremeyecektik. İsimlerimiz dışında bir şey bilmiyorduk, yalnızca o sabah tanışmıştık (Shin amca ile de işte 3 gün önce tanışmıştım) ama birbirimize içimizden geldiği gibi, hissettiklerimizi, düşüncelerimizi söyledik. Fransız ablanın, zar zor hatırlıyorum hepsini ama dediklerinin, sanki dedesi mi ne siyahiydi, öyleymiş sanırım, öyle anlattı. Üniversite çağında atlamış İngiltere'ye gitmiş, İngilizce öğretmeni kendisi. Orada bir süre yaşadıktan sonra kapalı havadan fenalıklar basmış, geri Fransa'ya. Bu arada ilk eşi Cezayirli mi Faslı mı öyle bir şeymiş. Kore'ye birlikte geldiği kızı ondan. Sonra biriyle ve başka biriyle daha evlenmiş. Toplamda 3 kızı varmış, şu an boşanmıştı, evli değildi. Çok karmaşık ailesini anlattı orada baya bana.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihD6wtwa-Gq-Ni1i0hhKvVWBOs5MsrHwbiR0X9UCRRik7KFIiSWLOXYv2_pTZFkaGgXVF_TN_qJ-Q8xM9Uh9n7BSi6_ROyIEOhiJKrc-fddlVBNUdEVHKNbFbjCPy_5nIHbY5r7vq3MfWRNQsMRjMnkVUY3yokVmqE5SttHw1F99TnbxKYwRwa9oRKXmhq/s2000/0ed67c86-4595-4ab1-a807-d3bfa80b41be.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="924" data-original-width="2000" height="296" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihD6wtwa-Gq-Ni1i0hhKvVWBOs5MsrHwbiR0X9UCRRik7KFIiSWLOXYv2_pTZFkaGgXVF_TN_qJ-Q8xM9Uh9n7BSi6_ROyIEOhiJKrc-fddlVBNUdEVHKNbFbjCPy_5nIHbY5r7vq3MfWRNQsMRjMnkVUY3yokVmqE5SttHw1F99TnbxKYwRwa9oRKXmhq/w640-h296/0ed67c86-4595-4ab1-a807-d3bfa80b41be.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Yun Dongju'nun şiiriyle ben - Shin amcanın azimli çekimlerinden</td></tr></tbody></table><br />Kafede öyle bir soluklandıktan sonra yine başladık yürümeye. Shin amca bu sefer benim yanımda gidip, beni yüreklendirmeye çalışıyordu. Çünkü her adımda söyleniyordum artık, bitmiş görünüyordum. Tırmanıyor gibi değildik bu bölümde, inişe geçmiştik ama yine de dağın tepesinde patikalarda dolanıyorduk. Seyir terası gibi bir yerlerde yağmurdan sisten manzaraya bakmaya çalıştık. Sonra üzerinde yazılar olan kocaman bir kayanın önüne geldik. Shin amca orada o kayayla hepimizi fotoğraf çekimine soktu. Yun Dongju'nın Tepesi deniyormuş buraya, şair Yun Dongju'nun ünlü bir şiiri kazılıymış o kayaya. Tepenin eteğinde de onun adına bir edebiyat müzesi bulunuyor. Yun Dongju'nun tüm hayatı Japon sömürü yönetimi altında geçmiş. Kore'nin bağımsızlığı için fikirleri olan ve çaba gösteren bir şairmiş ancak Japon yönetimi tarafından yakalanıp, hapse atılmış. Hapiste ölmüş henüz 27 yaşında.</p><p style="text-align: justify;">Şairin tepesinden sonra neyse ki tam olarak inişe geçtik. Kale surları gibi surların yanından, merdivenlerden inmeye başladık. Hava güzel olsa mükemmel bir manzaraydı ancak o havada sadece iki metre ötesi görünüyordu. Nihayet merdivenler bitti, dağ bitti, sokağa çıktık. Otobüs durağına geldik. Fransız abla ile kızı bir yeri gezmeye gideceklerdi, Shin amca da bir yere mi gidecekti, hep birlikte otobüse bindik. Ben eve uğradım tabi önce, otobüste onları bırakıp, evin orada indim. Evde kuru şeyler giyip, önemli işim (yeğenlere Blackpinkli hediyeler) için çıktım.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgcH5Ce3ThZXgdBxPCWEXX7wzIwuk1U4K5i8yhGONz7dFzEE0IhHED1sd_zikMnuQ9OGIKIisEqs1Gm0eU5NXQRONmQoGMTBv-8LZsYwCl-q93OqqRfLbS7Q-XlY8xbiCJIVuxHwNPuiIkiemk5gwfF-1vGyJT5Da0nMh5W_qz2ReGUxycOawJZAVK1BfTK/s4032/IMG_3836.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgcH5Ce3ThZXgdBxPCWEXX7wzIwuk1U4K5i8yhGONz7dFzEE0IhHED1sd_zikMnuQ9OGIKIisEqs1Gm0eU5NXQRONmQoGMTBv-8LZsYwCl-q93OqqRfLbS7Q-XlY8xbiCJIVuxHwNPuiIkiemk5gwfF-1vGyJT5Da0nMh5W_qz2ReGUxycOawJZAVK1BfTK/w480-h640/IMG_3836.JPG" width="480" /></a></div><br />Hediyeler için YG Entertainment'ın resmi dükkanına, binasının hemen karşısındaki The Samee Cafe'ye gidecektim. Metro durağına yürürken evin yakınlarındaki Baskin-Robbins dükkanının önünden geçtiğimi fark ettim. 10 gündür bir dolu Baskin-Robbins görmüştüm ama bir türlü içeri girmeye fırsatım olmamıştı. Bir yere acele ettiğimden falan değil, sadece ne bileyim bir türlü girememiştim işte. Halbuki Kore'ye gelirken mutlaka denenmesi gereken şeylerden biri de buydu benim için. Baskin-Robbins dondurmasıııı! Evin yakınındaki o dükkana girer girmez de bunca gündür girmemiş olduğum için kendimi tokatlamak istedim. İçerisi 45 dereceydi! Bir dondurma dükkanı, sahra çölü gibiydi. Öyle bir sıcaklık ki böyle otururken bile değil, ayaktayken mayışıyorsunuz, böyle yumuş yumuş bir uyku haline giriveriyorsunuz. Ama dondurmacı. Her yerde dondurma var. Nasıl olabilirdi? Hala hayal etmedim ben o sıcaklığı değil mi diyorum kendi kendime. O kadar gün dışarıda donmuştum Seul'de, halbuki bir BR'nin kapısından içeri dalsam tüm dertlerim bitecekmiş. Bu arada en minik kapta şeftalili dondurma almıştım sanırım. Hatırlayamıyorum. Ne kadar vermiştim onu da bulamadım. Neyse.<p></p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dwo7VGgzqKQvEdQy5_3dykn2H-FhhFVYFQcbvZD_KZdTw4KjxYvOluZM2P0cZcsdDAD1ug3N6Okim0n5S-hRQ' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></div><br />Metro, otobüs, yürüme derken tee Seochon'dan Haepjong tarafına gelmiş oldum. YG Entertainment binasının karşısında The Same Thing ya da The Samee Cafe diye geçen bu yerin giriş katı kafe, alt katlarında YG'nin sanatçılarının ürünleri satılıyor. O yağmurlu günde sokaklar bomboştu. YG'nin binası koskocaman yükseliyordu. Bir an önce bir şeyler alıp, gitmek istiyordum. Tamam k-pop dinliyorum ama bu yaşımda da Blackpinkli şeyler alırken görülmek istemem. Kafenin girişinde şemsiyelik vardı, oraya bıraktım şemsiyeyi. Alt kata indiğim anda BP üyelerinin yüzleri her tarafta uçuşmaya başladı. Şöyle bir kere bir dükkanı dolandıktan sonra aslında o kadar da fazla şey olmadığını gördüm. Önceki gün metronun altındaki mağazalarda daha çok ve çeşitli BP'li ürün vardı. Ama onları kesin uyduruk bulur benim abim yengem yeğenlerim diye, buradan lisanslı ürün almaya ant içmiştim. Bir saat ne alacağımı bulmaya çalıştım, çünkü dedim ya o kadar da çeşit yoktu. İşe yarar bir şeyler yoktu. Sonunda iki tişört aldım (ki çocuklar için uygun ebatını bulamadım büyük oldular), bir de Blackpinkli monopoly oyunu (o da ingilizce olduğu için çocuklar bensiz oynayabiliyor mu bilmiyorum). Abim bir miktar para göndermişti çocuklara alacağım hediyeler için (bu da küfür gibi, sanki para göndermezse almayacakmışım gibi). 139200 won tuttu bu iki şey valla. Acıyorum Blackpink'e YG'e kazandırdığım paraya. (Kafenin instası : <a href="https://www.instagram.com/thesamee_official/">https://www.instagram.com/thesamee_official/</a>)<p></p><p style="text-align: justify;">Kafeden çıkarken şemsiyemi almak için şemsiyeliğin önüne bir geldim, anksiyete krizi. Ben bırakırken iki üç şemsiye vardı, şu an dopdoluydu şemsiyelik. Benimkisi de öyle renkli, farklı bir şey değildi. Böyle şeffaf bir plastik gibi birşey. Şemsiyelikte öyle bir dolu şemsiye vardı. Şemsiye benim değil, evin ya, yanlış şemsiyeyi götürürsem anlarlar mıydı ki? Benden günah gitti diyerek bir tanesini çektim, herhalde doğrusunu çekmişim ki akşam eve götürünce ses etmediler.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-H22ESiCCBu-J6DVkGPgBtnuITSfHgt08pC4sx4pPhxiUP3Lyw16LIAihURblJlcrQ5jpBplWwI1LJYjH_ecHqoe6k-j2tkDJtnX4axiiSA1wJKJz_NHTFfD5UjzHyhwtRl2No3U0qe40CW14IDeUx9A7QSdUNow2RbigVeppatG-_wXNk807MLoiKWWQ/s4032/IMG_3840.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-H22ESiCCBu-J6DVkGPgBtnuITSfHgt08pC4sx4pPhxiUP3Lyw16LIAihURblJlcrQ5jpBplWwI1LJYjH_ecHqoe6k-j2tkDJtnX4axiiSA1wJKJz_NHTFfD5UjzHyhwtRl2No3U0qe40CW14IDeUx9A7QSdUNow2RbigVeppatG-_wXNk807MLoiKWWQ/w640-h480/IMG_3840.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Urban Plant'teki çay tepsim :)</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi743qXZy-P7gup8s-RvHT9WvTuwHxoONRJMpbzuVue1c_nodiFcY1g5n3_APtlZbCqLAlX-s-bvjyQfbl6i2aHDyvmVvSPKMKgwelvc8OTsWfnkYEE0sfBikAOTohY8c2KmrhPkpx-ACNnjflbnw7vZ7R-u5HfA71hxaEeIcprnOVNKXfjPQuOacpuDt7j/s4032/IMG_3842.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi743qXZy-P7gup8s-RvHT9WvTuwHxoONRJMpbzuVue1c_nodiFcY1g5n3_APtlZbCqLAlX-s-bvjyQfbl6i2aHDyvmVvSPKMKgwelvc8OTsWfnkYEE0sfBikAOTohY8c2KmrhPkpx-ACNnjflbnw7vZ7R-u5HfA71hxaEeIcprnOVNKXfjPQuOacpuDt7j/w480-h640/IMG_3842.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Spagettim</td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiD8OqkqdMERPMDk0GdzDEw-uRHuKQfbqxjtebODssmrBRDFxuBJrZeYmdcUyHDDDktF7HHk5nC7nWmTyKb-ZL-JBfl-Il7MsHzOziqDzKL-P1l88KZl0f67vLBv-aQwynqzNkzuO8u58iU6GVfdng2K3UKja-WAtvqytwq0MVTE83szHBmLZOoQFW-bsV4/s4032/IMG_3847.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiD8OqkqdMERPMDk0GdzDEw-uRHuKQfbqxjtebODssmrBRDFxuBJrZeYmdcUyHDDDktF7HHk5nC7nWmTyKb-ZL-JBfl-Il7MsHzOziqDzKL-P1l88KZl0f67vLBv-aQwynqzNkzuO8u58iU6GVfdng2K3UKja-WAtvqytwq0MVTE83szHBmLZOoQFW-bsV4/w640-h480/IMG_3847.JPG" width="640" /></a></div><br />Oradan çıkıp, yürümeye başladım etrafta. Bir şeyler yiyeyim diye düşünüyordum ama etrafta işaretlediğim bir yer yoktu. İşaretlediğim yerlere gitmek için bir daha metro, otobüs falan binmem gerekiyordu, içimden gelmedi. Yürüdüm, bakındım, sonra Urban Plant diye bir yer gördüm. İçeri bir daldım, cennet gibi. Her yer yeşillik, çiçekler, bitkiler, sarmaşıklar...Çok tatlı bir yer bulmuştum, şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Bir de sadece kafe de olmadığını, normal yemek türü şeyler de olduğunu görünce mutluluktan bayılacaktım. Kasada menüye bakıyorsunuz, siparişini orada veriyorsunuz. Elinize siparişiniz hazır olduğunda ses çıkaran o minik aletlerden veriyorlar. Siparişimi verdikten sonra nereye oturacağımı şaşırdım, her yer çok güzel görünüyordu. Hepsinde oturmak istiyordum ama doluydu her yer. Üst kata çıktım, tek bir masa buldum boş, minik. Herkes arkadaşlarıyla buluşmuş, muhabbet ediyordu. Bir ben yalnızdım bu kafede. Pesto soslu spagetti ile earl grey çay almıştım. Mutlulukla makarnamı yedim, insanları izledim, bitkilere baktım. (Urban Plant'in instası : <a href="https://www.instagram.com/urbanplant_official/">https://www.instagram.com/urbanplant_official/</a>, bu da web sitesi : <a href="https://urbanplant.business.site/">https://urbanplant.business.site/</a>)<p></p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjaNbVVcX8V3xssqX2Z7BCGJF-s2KuyLcHhHqlGEZPcGKlkjAv23k8PAgEC1981kZ9uRXLjR2BmLGGtbeXricygWc9joBg78nBMKhTc9f3B8aNEJgBU37CQyYHgJmAdLom9AxdsjEUCnCaqz8sMBdBFtjpjWqCcc3am348e2eouXYhbihaLtzhHNkRZxLQL/s4032/IMG_3860.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjaNbVVcX8V3xssqX2Z7BCGJF-s2KuyLcHhHqlGEZPcGKlkjAv23k8PAgEC1981kZ9uRXLjR2BmLGGtbeXricygWc9joBg78nBMKhTc9f3B8aNEJgBU37CQyYHgJmAdLom9AxdsjEUCnCaqz8sMBdBFtjpjWqCcc3am348e2eouXYhbihaLtzhHNkRZxLQL/w480-h640/IMG_3860.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Resmen Seul'de Starbucks Starbucks dolaşıp, bu pastayı yedim<br />Aşırı mükemmel ötesi bir şey<br />Aşk</td></tr></tbody></table><br />Keyifli yemeğimden sonra metroya binip, Myeondong'a gittim. Dün gördüğüm bir şeyler aklımdaydı, alabilirim diye düşünmüştüm. İşimi bitirdikten sonra oradaki bir Starbucks'a oturdum yine. Gitmeden önce son kez o güzelim pastadan yemek istiyordum. Choux Baumkuchen yazmışlar bu sefer fişe, 6900 won. Bir de yine earl grey'imi aldım, 4500 won. İki üst kata çıkıp (baya katı vardı bu Starbucks'ın), cam kenarında bir yer bulup, bıraktım kendimi. Karşımda, tam ileride Namsan Kulesi ve Namsan vardı. Son kez vedalaşıyordu şehir benimle sanki. Görünüşte pazar günü gece 12'de uçağa bineceğim için, bir günüm daha var gibiydi ama bavul toplamakla, havalimanına gitmekle falan geçer diye düşünüyordum. Pazar gününü yok gibi düşünmüştüm kendimce yani (çok aşırı yanlış düşünmüşüm, hayal ettiğimden çok farklı geçti pazar günü). O yüzden o cumartesi günü şehirle vedalaşıyordum bir anlamda. Yağmur da yağıyordu zaten. Yorulmuş ve hüzünlü, hanok'a döndüm o akşam.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhU9XT2hJRhjCbjC0mXkCmxaOC33a9MWmPvSHD-9IFZ1QJejDFjIpnf3H1yYTqHufTKcMuZMndX3-WmqY5lSZ83OjjRjCZ3pHkDzqq9DhowI3wCWergJAlJYawRbYWyRagpVOoJN6DvyjanC-OlNaGiB6ikzYvAVvb_jEofI6BUEbbdmqvb-NmTbiyQsTs/s4032/IMG_3859.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjhU9XT2hJRhjCbjC0mXkCmxaOC33a9MWmPvSHD-9IFZ1QJejDFjIpnf3H1yYTqHufTKcMuZMndX3-WmqY5lSZ83OjjRjCZ3pHkDzqq9DhowI3wCWergJAlJYawRbYWyRagpVOoJN6DvyjanC-OlNaGiB6ikzYvAVvb_jEofI6BUEbbdmqvb-NmTbiyQsTs/w480-h640/IMG_3859.JPG" width="480" /></a></div><br /><p style="text-align: justify;"><br /></p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-83409954760360673852023-09-27T15:03:00.002+03:002023-09-27T15:03:14.511+03:00Bir Seul Macerası Bölüm X - Gwanghwamun, Deoksugung, K-pop albümleri peşinde<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnqVa30WFymtKwaCtg9YBYYI51grtwP-YT1nRZAwd23_uPuUjp-lITOs5cVWrTBr9n51hIveUhZ1rzCr86SllxXNjxX2u16mW_zYlIHYIGFIPRcZ8T43mFQIE9K3DQGg9DVWXYBB2nXc6TAi-AhAm4TgnaTxrsNRmNbV30moWzG3qTChc6zbYuFmHzM45f/s4032/IMG_3717.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnqVa30WFymtKwaCtg9YBYYI51grtwP-YT1nRZAwd23_uPuUjp-lITOs5cVWrTBr9n51hIveUhZ1rzCr86SllxXNjxX2u16mW_zYlIHYIGFIPRcZ8T43mFQIE9K3DQGg9DVWXYBB2nXc6TAi-AhAm4TgnaTxrsNRmNbV30moWzG3qTChc6zbYuFmHzM45f/w480-h640/IMG_3717.JPG" width="480" /></a></div><br /> Cuma sabahı, tıpkı hayallerimdeki gibi bir hanok'un yer yatağında uyandım. Tamam, tam olarak hayallerimdeki gibi zaman yolculuğu yapmış, Joseon Dönemi'ne gitmiş, geleneksel kıyafetlerin içinde uyanmış değildim ama bu kadarı da bana yeterdi. Hanoktaki ilk sabahımdı. Hava serin ama güneşliydi. Önceki gün Lee teyze sabah 8 buçukta kahvaltı hazırlıyorum dediği için tabi saat 8'i gösterdiği anda gözlerim açıldı. Babamla büyümenin yan etkileri işte. Bir saatte bir şey yapılacaksa, kalkılacaksa, bir şey varsa, saatinden önce kalkar, hazırlanır, emredersiniz komutanım şeklinde kapıya dizilirsin.<p></p><p style="text-align: justify;">Gece iyi uyumuşum demek ki bu arada ki zinde uyandım. İlk yattığımda yan odadan bir miktar ses geldi bir süre. İki kişi olduğu belliydi, gün içinde dışarıda olduğumdan karşılaşmamıştım haliyle, kim olduklarını bilmiyordum. Bir iki küt pat oldu, çok sürmedi ama. Sesler kesilince de uyumuşum işte. Bu arada sanırım odamdan biraz bahsetmenin zamanı geldi. Odam, geleneksel hanok mimarisinde, evin evlenmemiş genç kızına ayrılan odaymış, duvarımdaki bilgilendirme yazısından okudum bunu. İki kat kayan kapıdan oluşuyor kapısı. En dışta camlı bir kapı, bu camların arasında bir daha ısı için sanırım şu pat patlı plastik kaplama malzemesi var ya ondan vardı. Bu kapıdan sonra odaya bakan tarafta da bir cam kapı daha. O cam ise kağıtla kaplanmıştı, kağıtla cam arasına kuru çiçeklerden desen yapılmıştı. Lee teyze biz yaptık, çiçekleri nasıl olmuş dedi gösterip, çok hoş olduklarını söylemeye çalıştığımda. Geceleri yattığımda bu çiçekler yattığım yerden tam olarak önümde çok güzel bir manzara oluşturuyordu. Her gece orada, onlara bakarak uykuya daldım.</p><p style="text-align: justify;">Odanın ön tarafını bu şekilde tamamen kapılar kaplıyordu, oda dediğim şey yani 3 duvar bir kapı duvarı. Kapılardan girince sol tarafta minik bir oturma taburesi benzeri bir şey ve onun altında da minik bir çöp sepeti konuşmuştu. Taburenin üst kısmında, kapıların üst tarafında, tavana birleştiği noktada klima takılmıştı. Taburenin ucundan hemen yer yatağı başlıyordu, bir ince gibi görünen ama gece hiçbir şekilde üşütmeyen bir döşek. Baş kısmında desenli yorganım katlanmış duruyordu, üstünde de sert süngerden gibi görünen yastığım. Yatağın sol duvarında giysi falan asılabilecek duvar askısı. Yatağın baş kısmında dizilerde hep arkaplanda gördüğüm o minik ama çok gözlü dolap-komodin benzeri mobilya. Onun içinde şehri tanıtıcı rehberler, harita kitapçıkları, poşet çaylar, ses yaptığı için pillerini çıkardığım bir çalar saat, su ısıtıcı gibi şeyler vardı. Üstünde havluların olduğu sepet ile saç kurutma makinesi. Komodinin yan tarafında bir masa ve sandalye vardı. Minik ve sevimli odam işte bunlardan oluşuyordu.</p><p style="text-align: justify;">Odayı tutarken kendime ait banyo tuvalet seçeneğine dikkat ederek seçmiştim tabiki. 20li yaşlarımdaki onca geziden ve başka bir ülkede yaşama deneyiminden sonra dikkat ettiğim en birinci özellik bu çünkü bir yere giderken. Hanok odamın tuvaleti ve banyosu da odamın içinde olmasa da sonuçta bana özeldi. Odamın tam karşısında ayrı bir kapının ardında, minik bir kulübe gibi. Ve youtube'daki onca Seul'deki evimi gezelim videolarında rastladığım gibi ayrıca bir duşakabin veya küveti olmayan bir banyo. Yani kapıdan girince tam karşımda son teknoloji bir klozet, oturağını falan ısıtabiliyorum, su fışkırtıp kendimi yıkayabiliyorum ama banyo yapmak istediğimde hemen sağ tarafımdaki lavabodan uzanan duş başlığını alıp, klozet ile kapı arasındaki boşlukta dikilip yapmam gerekiyor. Sanırım uzakdoğuda geleneksellikle teknolojiyi harmanlıyorlar dedikleri kültür tam da bu. Hem kapının önünde hem de klozetin önünde yukarıda duş perdeleri vardı, onları çekiyorsunuz böylece etraf ıslanmıyor. Klozetin hemen bitişiğinde bir de son model çamaşır makinesi vardı ama onu kullanamıyoruz, odamızın hizmetlerine o dahil değil, evin o. Ama şampuan, duş jeli gibi şeyler yer alıyordu lavabonun üstündeki raflarda. Böyle odanın dışında yer alan banyo olunca tabi eskilere döndüm ben. Önce köyde büyükbabamın evinin ilk hallerini hatırladım. Tam olarak böyle ayrı değildi tuvalet banyo ama yattığımız odadan mutfağa geçip, oradan merdivenin başına açık havaya çıkar, iki adım ötedeki tuvalete giderdik. Sonradan hepsi birbirine bağlandı, üstü etrafı örtüldü falan ama işte. Yıllar sonra bu sefer de Kültepe'deki kazıda tuvaletler banyolar odalardan tamamen ayrı bir noktadaydı, gece karanlığında bile kalkıp gitmek zorunda kalmıştım. Neler yaşamışım be.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhi46x_9mYrUle8LIUC1d3O1Oy6ibcRHrdSM2RGFWwhDkFHt5aFLgq9ze38-HWg6nUYlG0a0Sg24xGcMvr0L1qohVdRLgmWXNFo4peP3e7jmoL2ltYK0ELVmgIqoAv6puQyr7qyoXkXUJQQ_EiMo4zaxAMEnZ9IrHibiFP5ql_ZS116l68vEOVMP44RyTfb/s4032/IMG_3685.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhi46x_9mYrUle8LIUC1d3O1Oy6ibcRHrdSM2RGFWwhDkFHt5aFLgq9ze38-HWg6nUYlG0a0Sg24xGcMvr0L1qohVdRLgmWXNFo4peP3e7jmoL2ltYK0ELVmgIqoAv6puQyr7qyoXkXUJQQ_EiMo4zaxAMEnZ9IrHibiFP5ql_ZS116l68vEOVMP44RyTfb/w640-h480/IMG_3685.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Cuma sabahı kahvaltısı - bibimbap</td></tr></tbody></table><br />Hah ne diyordum? Cuma sabahı 8'de ayaklanıp, mutfağın kapısından içeri daldım. Lee teyze ile Shin amca kalkmışlardı tabi ama kimsenin kalkmasını beklemedikleri ortadaydı. Lee teyze beni görünce hem şaşırdı hem sevindi. Çalışkan karınca Koreliler'e tanıdık gelmiş olmalıyım. Kahvaltıyı daha yeni hazırlamaya başlamıştı, masada tabaklar vardı. Oturdum, hem muhabbet edip, hem onu izledim. O sabahki kahvaltı bibimbap'tı. Türkiye'de bile yediğimde sevdiğim bu yemeği resmen geleneksel bir Kore evinde, has be has Koreli bir teyzenin ellerinden yiyecektim. Ağlamak üzereydim. Çok güzel seramik çanakta malzemeler dizilmişti, yanında soya fasülyesi filizi çorbası minik bir çanaktaydı. Bir yanda kimchilerin yer aldığı minik çerezlik ve gochujangdan bir kaşık bir kasede. Su termosu ve bardak her zamanki gibi masada yanıbaşımda. Su tabiki buz gibi. Kore'de su hep buz gibi. Ben yemeye başlamışken benim yan odam olan yerden oturma odasına açılan kapıdan iki Koreli kız çıktı. Dün akşam gelmişler, başka bir şehirden. Bir tanesi polismiş, diğeri de onun kız kardeşiymiş. Bu ikisini görünce, 40lı yaşlarındaki pek çok Koreli oyuncuya dizilerindeki flashback sahnelerinde liseli rollerini oynatmalarının sebebini anladım. Bu kız kardeşler 40lı yaşlarındaydı demiyorum ama böyle davranış, hal, tavır falan tam olarak o dizilerde izlediğim yan rollerdeki sessiz liseli kızlar gibilerdi ilk bakışta. Ben yemeğimi yerken Shin amca onlarla muhabbet etmeye başladı, kızlar oturma odası gibi olan yerdeki masada oturdular, orada yiyeceklerdi. Shin amca beni de tanıştırdı, biraz da benle muhabbet ettiler. Öylesine birkaç günlüğüne gezmeye gelmişler Seul'e. Hep batıdan turist gelecek değil ya, Koreliler'in kendileri de başka şehirlerde yaşayanları, bu çılgın büyüklükteki şehre gezmeye gelebiliyormuş demek ki dedim. Yemeğimin bitmesine yakın Fransız teyze de çıktı odasından. Yanımdaki sandalyeye oturdu, onunla da konuşarak kahvaltımı bitirdim. Kahvaltının sonuna Lee teyze her sabah bir meyve koyuyordu tabağa, bunu ilk o sabah görmüş oldum. Elma mıydı tabaktaki sanırım, tam hatırlayamıyorum. Fransız teyzeyle onu bölüştük. Shin amcayla o günkü planım hakkında konuştuktan sonra hazırlanmaya odama geçtim.</p><p style="text-align: justify;"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjzxHR-LVm9o249FrGNfi3zUn8so6vGJQUVFreVOiBvdoltc4Qncxfk9CdmFqwZzdKESv3KPlUIHGLWuFnO8iP8ERG5ebLaeZoWSgt_-a2ru_SgH_-o38a3ayTqBScWrBXDdznnG0WIzkXIKiBtEGzTfZ6SbevOYfQhzSPCin_jmSY5S435lgTzvJnfuNf4/s4032/IMG_3689.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjzxHR-LVm9o249FrGNfi3zUn8so6vGJQUVFreVOiBvdoltc4Qncxfk9CdmFqwZzdKESv3KPlUIHGLWuFnO8iP8ERG5ebLaeZoWSgt_-a2ru_SgH_-o38a3ayTqBScWrBXDdznnG0WIzkXIKiBtEGzTfZ6SbevOYfQhzSPCin_jmSY5S435lgTzvJnfuNf4/w480-h640/IMG_3689.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Gwanghwamun Meydanı'ndaki festival hazırlıkları</td></tr></tbody></table><br />Tam bir planım yoktu aslında o gün için. Pazar günü dönüş günüm olacağı için önümdeki bu iki gün, daha önce gittiğim ama aklımda kalan yerlere bakarım ve gelirken almayı düşündüğüm birkaç şey ile hediyeleri alırım diye düşünmüştüm. 10 gibi evden çıkıp Jahamun-ro'ya çıktım, büyük caddede yürüyüp, Gyeongbokgung İstasyonu'nun oraya gelince karşıya geçip, Saemunan-ro 5 ga-gil'e daldım. Bu bölge böyle yüksek yüksek büyük binalarla dolu. Gördüğüm kadarıyla, yanlış anlamadıysam daha çok devlet binaları ve yönetimle ilgili yerlerin yer aldığı bir alandı. Caddeler sokaklar neredeyse bomboştu. Bu yollar beni Gwanghwamun Meydanı'na çıkardı. O meydandaki heykelleri görmek istiyordum açıkçası, bu yüzden bu yolu izlemiştim. Amiral Yi Sun Shin'in ve ünlü kral Sejong'un anıtlarının etrafında okuya okuya, fotoğraf çekine çekine dolaştım. Aslında anıtların altında müzeleri de vardı ve meydanın tam altında kocaman bir metro istasyonunda gezilecek yerler de vardı ama sanki artık sayılı zamanım kaldığını hissediyordum bu şehirde, müze gezerek harcamamam gerekiyormuş gibi geldi o zaman. Hava durumuna çok aşırı güvenmesem de o gün güneşli günlerin sonuncusu gibi görünüyordu, ertesi gün tamamen bol yağmurluydu.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIUGSh9CU1oXZC5ywy8S6SAcwFEuU-A3DSdJU-wvZw2wENrlMBIcLAdWndON7Tt2eei56l0AhPvuBTdtLj24U-83kSvgb9rpWrEcD_dzQjN4nPHKG99TzUYhKUkWzbnGX8wBG9PcmjksKVVZA9hICMqjiVuIms96_aTCvT4_N-bTe5PECDwo3I_qCLW8zJ/s4032/IMG_3695.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhIUGSh9CU1oXZC5ywy8S6SAcwFEuU-A3DSdJU-wvZw2wENrlMBIcLAdWndON7Tt2eei56l0AhPvuBTdtLj24U-83kSvgb9rpWrEcD_dzQjN4nPHKG99TzUYhKUkWzbnGX8wBG9PcmjksKVVZA9hICMqjiVuIms96_aTCvT4_N-bTe5PECDwo3I_qCLW8zJ/w480-h640/IMG_3695.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Kral Sejong'e annyeong deyin</td></tr></tbody></table><br />İlk karşılaştığım anıt büyük kral Sejong'unkiydi. Sejong, Joseon'un 4.kralı, ayrıca Kore alfabesinin ve birçok bilimsel ve teknolojik icadın da mucidi. Yönetimi oldukça müreffeh, halkı tarafından da oldukça sevilmiş bir kral. En azından tarih böyle yazıyor. Teoride 1418'den 1450'ye kadar hüküm sürmüş görünüyor ama pratikte hükümranlığı 1420'den 1439'a kadar sürüyor. İlginç olan bir diğer yanı, pek çok krallıkta olduğu gibi Joseon'da da en büyük erkek çocuğun tahta geçmesi kuralı varken ailenin 3. ve en küçüğü olan Sejong'un tahta geçmiş olması. En büyük abisi bana ne ben acun firarda olacağım deyip, tahttan vazgeçmiş, öbür abisi de bu dünyayla işim yok öte dünyaya çalışacağım ben deyip keşiş olmuş. Taht da bizim Sejong'a kalmış. Bazen evren her şeyi yerli yerine oturtuveriyor işte böyle. Tabiki değil, bu iki kardeşin tahttan bir şekilde çekilmeleri ile Sejong'un önünün açıldığı, çünkü babasının onu diğerlerinden daha üstün tuttuğu açık ama o da boşuna değil gibi görünüyor yaşlı kralımız Taejong'un günahını almayalım. Belli ki en küçük oğlunun aklı diğerlerinden daha yerinde görününce adam ne yapsın. Sejong'un heykeli tamamen altın renginde. Önünde de mucidi olduğu icatlardan bazılarının replikalarını koymuşlar. Gençler ve çocuklar etraflarına toplanmış, nasıl çalıştıklarını test ediyorlardı. O yüzden çok inceleyemedim.</p><p style="text-align: justify;">Sejong'un heykelinden ilerleyince meydandaki su fıskiyelerini, çevre düzenlemelerini izledim bir süre böyle keyifle. Sularla oynayan insanları, etrafta oturanları seyrettim. Bu meydan kısa bir süre önce açıldı, sanıyorum pandemi süresince yeniden düzenleme içerisindeydi. Tüm meydanı toptan yıkıp, kazıp falan her şeyi yeniden düzenleyip yaptılar. Gyeongbokgung yapıldığından beri tarih içinde pek çok önemli olaya şahit olmuş meydanın bu halini Koreliler ne düşünür bilmem ama ben beğendim.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjg3JPdIKvsyFLjViPKb7W0G7Y75Di0Vf_cJbBy3vTUNFZ6OYviHnEkIbyKy_PvY5LwVLgDFu-nFOJoO1TPvNsIgFzBhe1xJPI4IRcuZXmiwAb3Xy31Pb6t0QX6ZGfPXAbahW6BGdnS81_orKRS-wIFFBNQPvodZl-wBDqW77X0V_hHpLWSb72Ec2El6i8c/s4032/IMG_3705.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjg3JPdIKvsyFLjViPKb7W0G7Y75Di0Vf_cJbBy3vTUNFZ6OYviHnEkIbyKy_PvY5LwVLgDFu-nFOJoO1TPvNsIgFzBhe1xJPI4IRcuZXmiwAb3Xy31Pb6t0QX6ZGfPXAbahW6BGdnS81_orKRS-wIFFBNQPvodZl-wBDqW77X0V_hHpLWSb72Ec2El6i8c/w480-h640/IMG_3705.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Amiral Yi Sun Shin aşırı karizma duruyor</td></tr></tbody></table><br />İkinci heykelimiz Amiral Yi Sun Shin'inkiydi. Japonların 1592-1598 arasında Kore'yi istila-işgal etmeleri sırasında Japon donanmasına karşı birçok zafer kazanmış efsanevi bir komutan kendisi. Hatta savaştığı düşmanları bile onun davranışları ve zekasına saygı duymuş o derece bir amiral. Bu kaplumbağa kabuğu gibi olan ünlü gemilerin de mucidi. Amiralin heykeli pek heybetli. Oldukça yüksekte ayakta duruyor, etrafında yerden fışkıran su çizgilerinin de etrafında tek tek taşların üzerine amiralin kazandığı zaferler ve söylediği ünlü sözler yer alıyor. Kore tarihinde o kadar ünlü ki birçok film ve dizide hikayesi anlatılmış durumda. Hatta bu seneki Kore Kültür Merkezi'nin film festivalinde de gösterilen (gidemediğim) Hansan : Rising Dragon filmi de amiralin Hansan Savaşı'nı anlatıyordu.</p><p style="text-align: justify;">Evdeki kahvaltı aslında doyurucuydu ama bir sabah kahvesi çayı içme isteğim de içimde yükseliyordu. Gwanghwamun Meydanı'nda daha fazla şey görebilirdim ama bu sebeple bir kafe bir şey bulayım dedim. Hemen meydanda da bir dolu kafe vardı aslında, Starbucks zaten her yerde.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh87YrFr2wIvc3tKOqYn86FGZgbgAqQtyMcDFYPPIlu5maKm20LCWMBBV-VYsy0T1dNdLakB4ExaPkP0Lhh7bx9O3lBCS-CYpjCopPy0EcU-b5-u1jJlBwIF26jCvXb1FSGs94eWAqkJWM-Hj-vp0QOC4Qek4KOfSi6-VXyr6ZJXgjdJBzxYwE7wK2QM71x/s4032/IMG_3712.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh87YrFr2wIvc3tKOqYn86FGZgbgAqQtyMcDFYPPIlu5maKm20LCWMBBV-VYsy0T1dNdLakB4ExaPkP0Lhh7bx9O3lBCS-CYpjCopPy0EcU-b5-u1jJlBwIF26jCvXb1FSGs94eWAqkJWM-Hj-vp0QOC4Qek4KOfSi6-VXyr6ZJXgjdJBzxYwE7wK2QM71x/w480-h640/IMG_3712.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Kral Gojong'un 40.yıl dönümü anıtı olan o pavilion işte</td></tr></tbody></table><br />Meydanın son noktasında karşıya geçip, Jong-ro'ya daldım. Hemen o noktada Gojong'un Tahta Çıkışının 40. Yıldönümü Anıtı'na denk geldim. Temelde bir stel var, onu koruma amaçlı etrafına 3 odalı bir kare yapı yapılmış. Pavilion tarzında (Türkçe'ye köşk gibi çevriliyor ama saçma oluyor yani pavilion deyince aklınızda köşk mü canlanıyor neyse), klasik Kore mimari öğelerini yansıtıyor. Gojong, Joseon Krallığı'nın son kralı ama Kore İmparatorluğu'nun ilk kralı. Çünkü ülke o kadar Japonların bir yandan işgali altına girerken bir yandan da ortalık göçmüş giderken kendini imparator, Joseon'u da Kore İmparatorluğu olarak ilan etmiş. Neyse. Bu anıt da Kore'deki pek çok tarihi yer ve anıt gibi bitmek bilmez Japon işgallerinde yıkılıp, yakılıp, orası burası kemirildiği için yıllar içinde üç beş onarıldıktan sonra 1979'da tam olarak restore edilip, bugünkü halini almış gibi görünüyor. Çok fazla vakit ayıramadım burayı incelemeye ama o kısacık duraklamamda bile düşünmeden edemedim. Şimdi gezerken bu şehirde o kadar çok ve güzel tarihi yer, anıt, heykel vb. görüyorum ki bu şehrin on yıllar süren Japon işgali süresince neredeyse her bir taşıyla oynandığına, yıkılıp yakıldığına inanamıyorum. Günlerdir gezdiğim, hayranlıkla bakıp bana büyük mutluluklar veren tüm bu büyülü yerler aslında göründükleri dönemlerden kalma değil. İçinde zaman yolculuğu yaptığım sarayların çoğu binası en fazla 30 yıl önce yeniden ayağa dikilmiş. Ama düşünsenize tüm bu yakıma yıkıma rağmen her şeyi yeniden yapıp, üstüne bir de acayip bir turist cazibesi haline getirmişler.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEheQDqzzOL0Mpdq9N9HMv_yNSp7QwPPvMpUMmQy-GksI0rNpPlcBqKx7LTamXTuxNbzDIoXu1EWPaK1r_czepy7dcpsCj2PuXCHj8ZVygT2gPR8KKCEk-Je_r7K0MgTPAIVO_XVXola6sAgFhEyAzjDk5YqxEUMIij0viIInDBuYbHXVelYvmYrFw88w346/s4032/IMG_3714.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEheQDqzzOL0Mpdq9N9HMv_yNSp7QwPPvMpUMmQy-GksI0rNpPlcBqKx7LTamXTuxNbzDIoXu1EWPaK1r_czepy7dcpsCj2PuXCHj8ZVygT2gPR8KKCEk-Je_r7K0MgTPAIVO_XVXola6sAgFhEyAzjDk5YqxEUMIij0viIInDBuYbHXVelYvmYrFw88w346/w480-h640/IMG_3714.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Jeon Bongjun heykeli</td></tr></tbody></table><br />Jong-ro üzerinde yürüyüp, Cheonggyeongcho'ya döneyim dediğim noktada bir başka heykelle karşılaştım. Orta yükseklikte bir kaide üzerinde bağdaş kurmuş, oturan bir adam. Önündeki bilgilendirme yazısı gibi olan yazı tamamen Korece'ydi (ben mi görmedim acaba İngilizce vardır bir köşesinde muhakkak ama neyse), papago ile çevirince Jeon Bongjun ismi ile karşılaştım. Biraz okuyunca aklımda direkt Our Blooming Youth'un sahneleri gelmeye başladı. Seul'e gitmeden hemen önceye denk gelen dönemde izlemiştim diziyi, 6 Şubat'tan 11 Nisan'a kadar yayınlanan diziyi izlerken konusu çok ilginç gelmişti. Hatta çok kurgusal aslında demiştim, tarihi bir ortamda geçen bir hikayede böyle noktalar olması çok çağdaş gelmişti bana ama hikayenin en azından bir kısmının oldukça gerçeklerden esinlenmiş olabileceğini, bu bağdaş kurmuş heykelin önünde anladım.</p><p style="text-align: justify;">Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekete, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetinde kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız (bir şey bakanı mıydı başvezir miydi bir şeydi) tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.</p><p style="text-align: justify;">Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.</p><p style="text-align: justify;">Jeon Bongjun heykelinin hemen karşısında Bosingak varmış mesela ama o kadar bir çay kahve bir şey içeyim, sabah sabah pilav yedim kafasına gelmiştim ki görmemişim bile. Oradan Cheonggyecheon'a doğru yürümeye devam ettim. Myeondong tarafına doğru yürüdüm, sonunda çok yorgunum diyerek kendimi Toegye-ro üzerindeki bir Starbucks'a attım. Hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri olan o pastanın peşine düşmüştüm. Şu choux creamli pastanın. Mükemmel bir şey. Bir kocaman fincan kaynar kaynar americano ile pastamın keyfini çıkardım (Biri 4000 biri de 6900 wondu.)</p><p style="text-align: justify;">12 buçuk civarında Myeongdong'da buldum kendimi. Festival vardı, sahne falan kurulmuştu, iki sanatçı şarkı söylüyordu. Onları izledim, dinledim bir süre. Yine şansıma dedim, çünkü tam benim uçağa binip geri döneceğim gün Seul'de kocaman bir festival başlıyordu. 7 ay önceden bilet alıp, seyahat planla, sonra hiçbir şeyin olmadığı 10 günü seç. Mükemmel bir şansa sahibim.</p><p style="text-align: justify;"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj8uHA1tN2e9kBD-kTn7Ja7FXyb8Bl9IvdeFm1o-j5ec3uwoNiUvrcnTrWpAur7eqHoywKNtm_b8dOOas8y5cy_OF3_JT8dkcmtZ2_YBFXY2wmsRnclZ6p-jXJMyzTuCIPlf4b64SrOz8-e6zDjpGvZJEb0o1yHZg58-ca_MA5-bcNjegD3LItVl9zGQceU/s4032/IMG_3721.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj8uHA1tN2e9kBD-kTn7Ja7FXyb8Bl9IvdeFm1o-j5ec3uwoNiUvrcnTrWpAur7eqHoywKNtm_b8dOOas8y5cy_OF3_JT8dkcmtZ2_YBFXY2wmsRnclZ6p-jXJMyzTuCIPlf4b64SrOz8-e6zDjpGvZJEb0o1yHZg58-ca_MA5-bcNjegD3LItVl9zGQceU/w480-h640/IMG_3721.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Music Korea'da albümlere bakıyorum</td></tr></tbody></table><br />Myeongdong'un hemen girişinde sanırım Nature Republic dükkanın üst katında Music Korea dükkanı var. Adından da anlaşılabileceği gibi albümler, posterler, kpop ürünleri falan bulunabiliyor. Burası, bu konudaki yerlerin en turistiklerinden biri. Buraya da bakmadım demeyeyim dedim. Bir de Seul'e gelirken kendim için almayı düşündüğüm tek şeyi, bir You Never Walk Alone albümünü daha önce girdiğim o öbür müzik dükkanında bulamamıştım. Burada kesin vardı diye düşündüm (vardı, aldım, 22300 won). Şehrin çok başka köşelerinde, birçok müzik dükkanı daha var tabiki, vakit ve enerji olduğunda oralara bakmak çok daha mantıklı.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhR7APumMQ0OVFN5p68NVP9q9XOLQk9b4yraOxSDHzxb34EV-EZOdFNySHJ42qPq1LLXLChF3tkRuN4VyMKD29m5Sf73Ky--ZEl2xTTmaVrRmQCMq4H8C63_CRoBVOTXp1o5XW1gNiOCTfhSdUMVxgfAxV1jBsw3odwKpxjHexDK2RiHzitfKefN04aRzel/s4032/IMG_3734.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhR7APumMQ0OVFN5p68NVP9q9XOLQk9b4yraOxSDHzxb34EV-EZOdFNySHJ42qPq1LLXLChF3tkRuN4VyMKD29m5Sf73Ky--ZEl2xTTmaVrRmQCMq4H8C63_CRoBVOTXp1o5XW1gNiOCTfhSdUMVxgfAxV1jBsw3odwKpxjHexDK2RiHzitfKefN04aRzel/w400-h300/IMG_3734.JPG" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">McDonalds'a da girdiğim belgesi</td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZxCv69rFdg5Dj-Uen211N8vWhy5OHSjHwhSubyHSdoB5zeBMwsGFuaSOZklP5APloAel_PYDH9vH_02TPN3pnBTBIZqrdXfQPfsgFr8GvRPklcoJQVbS0zdUQElhcqpFVBbkgNFDBg5yh-lW_2MCQhWRxC5arq02k8fV4XblEFQjpJmAb-mLdEyGmeTyA/s4032/IMG_3735.JPEG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiZxCv69rFdg5Dj-Uen211N8vWhy5OHSjHwhSubyHSdoB5zeBMwsGFuaSOZklP5APloAel_PYDH9vH_02TPN3pnBTBIZqrdXfQPfsgFr8GvRPklcoJQVbS0zdUQElhcqpFVBbkgNFDBg5yh-lW_2MCQhWRxC5arq02k8fV4XblEFQjpJmAb-mLdEyGmeTyA/w400-h300/IMG_3735.JPEG" width="400" /></a></div><br />Music Korea'dan sonra dolaşmama Myeongdong'daki kozmetik dükkanlarına, şu en bilindik markalarınkine, bir girip bir çıkarak, arada festival sahnesine bakarak devam ettim. Aslında tüm seyahatim boyunca beynimde bir kocaman kum torbası gibi sallanıp duran konuyu halletmem gerekiyordu ama tabiki zordu. Yeğenlerime hediye almak. Hem de Blackpink hediyeleri almak. Blackpink ile ilgili bir şeylere para vermek hiç içimden gelmediği için ve ne alsam beğenmeyecekler nasıl olsa diye düşündüğüm için en zor görevdi bu. Myeongdong'da dolandım, metronun altındaki dükkanları talan ettim. Bir dolu Blackpinkli şey vardı ortada ama işte hiçbir şey yeterli gelmiyordu gözüme. Yorgunluktan - hem fiziksel hem zihinsel - pestilim çıktığı için kendimi bir McDonalds'a attım. Evet o kadar ilginç ve özenli kafenin, restaurantın olduğu bir şehirde McDonalds'a girdim, kendime tükürerek. McDonalds her yerde aynı galiba, içeri girince insana bastıran basıp hava, keskin ve pis koku, yapış yapış yerler, üstleri çöplerle dolu masalar...Burada bile böyleydi. Neden girdim hala bilmiyorum ya da girdim neden bir şeyler yemek istedim. Bir tavuk dürüm gibi bir şey istedim (Shanghai Chicken Wrap gibi bir ismi vardı, 2700 won). Keyif almadım tabi ama yedim. Bir de sanki şeftalili bir içecek aldım ama o güzeldi (onun da ismi Plum Blossom Peachli bir şeydi, 3000 won). Çığlık çığlığa çocukların koşuşturmasını izledim, sonra burada ne yapıyorum dedim.<p></p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFrL4YxbEtLqojiUhqMlx9TSoN7J7XenCR3JQz8r53V3qsBbIUQKHy0vz4L-dORaLYHFa9-NWl7PXpv84Od4kQADOdga6LeD0mBddok7kSkFngIDik1QRwSQtCpZM1KRS0_a7mGi2luSkprXrLqAunZcHUbUexExDMasvngRVGPlkICpiF9g3WhSxYvjHe/s4032/IMG_3745.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiFrL4YxbEtLqojiUhqMlx9TSoN7J7XenCR3JQz8r53V3qsBbIUQKHy0vz4L-dORaLYHFa9-NWl7PXpv84Od4kQADOdga6LeD0mBddok7kSkFngIDik1QRwSQtCpZM1KRS0_a7mGi2luSkprXrLqAunZcHUbUexExDMasvngRVGPlkICpiF9g3WhSxYvjHe/w480-h640/IMG_3745.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Deoksugung'a geldik bakalım</td></tr></tbody></table><br />Biraz daha hediyeliklere bakındıktan sonra vazgeçip, yürümeye başladım. Nereye gittiğime pek bakmadan, düşünmeden hareket ediyordum o gün. Seul'deki son güneşli günü tamamen dışarıda takılarak geçirmekti amacım. O anda da Deoksugung'a doğru gitmiştim. Saat 3 buçuğu geçiyordu, 5-6 gibi kapanırsa diye acele ediyordum. Bilet gişesini bulmaya çalıştım bir süre. Bilet gişesi Sejong-daero'ya bakan tarafta bir kuytuda kalıyor. Oradan bilet alıp, koşturmaya başladım. Giriş olduğunu işaret eden bir şeyler aradım ama geçen gün yemek yediğim ve yanında sırası upuzun olan wafflecının olduğu tarafı gösteriyor gibiydi. Orada bir saray girişi olabilecek bir yapı yoktu. Zaten sorun aslında şuydu: Sarayın toptan etrafında tadilat gibi bir şeyler olduğu için bir çok şey kapalı ve örtülmüş durumdaydı. Sejong-daero üzerinde koşturdum durdum. O işaret edilen tarafa gittim ama tadilat vardı, burası giriş değildir girmeyin gibi bir şeyler yazıyordu. Ters tarafa koşmaya başladım. Kale duvarının köşesine gelip, ara sokağa daldım. Böyle bir yanda askeri birliğe girilen nizamiye, nöbetçiler falan belirdi. Ben koşuyorum, onlar bana bakıyor. Bir yandan da acaba giriş onların yanında falan mı diye gözlerimle askerleri tarıyorum. Sonra sol tarafta bir tahta rampa belirdi. Kale duvarlarının içine giriyor gibiydi. Ağaçlıklı bir yol. Daldım. Ama içinde ilerledikçe bir bahçeye girmeye başladığımı fark ettim. Burası da sarayın bir parçasıydı ama giriş buradan değildi ve saray yapılarına erişemiyorum gibiydi. Sonunda paniğim sosyal fobimi yendi ve önümden gelen bir aileye sarayın girişini sordum. Lise çağlarındaki kızları ile gezintiye çıkmış bir anne baba. Panik halinde ve koşturan, kan ter içinde kalmış bir kızı böyle üstlerine gelip yol sorarken görünce kızla annesi şaşkınlıkla kaldı, baba konuşmaya başladı. Giriş öbür tarafta gel bak dediler, az önce döndüğüm köşeye kadar birlikte ilerledik. Beni gülümseyerek uğurladılar, onları bırakıp koşmaya devam ettim. Hala saray kapanacak da giremeyeceğim diye koşturuyordum. Hay allahım manyaklık işte. Giriş olarak, az önce gittiğim ve tadilat olan yeri söylemişti aile. Gene burası giriş değildir girmeyiniz yazıcı ile yüz yüze geldim. Ama yılmadım, ilerlemeye devam ettim. Sonunda girişi bulup, girebildim. Her yer inşaattı ama. (Deoksugung bileti 1000 won)</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLgyewR698bj_v-xx-Jx2PmIxJw4GNGC-Jr9kbaJVOL63d-9HOWzjGuPtB3xl5Y5WsJAttLo2207IS-a1fnWsJ2u2quRJGjgSx6SlDd3Z8DUIPlzvvUwBO4XSPDQBPCtbE5WJsK4q-dJ0-Y3ATUUoHmjGv6koS94-KewmPzlxmH5oLr3vLhR-AkdmDbLW3/s4032/IMG_3758.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLgyewR698bj_v-xx-Jx2PmIxJw4GNGC-Jr9kbaJVOL63d-9HOWzjGuPtB3xl5Y5WsJAttLo2207IS-a1fnWsJ2u2quRJGjgSx6SlDd3Z8DUIPlzvvUwBO4XSPDQBPCtbE5WJsK4q-dJ0-Y3ATUUoHmjGv6koS94-KewmPzlxmH5oLr3vLhR-AkdmDbLW3/w640-h480/IMG_3758.JPG" width="640" /></a></div><br />Deoksugung diğer saraylara nazaran biraz daha geç dönem yapıları içeriyor. Günümüz belediye binasının da dibinde. İsmi erdem ve uzun ömür sarayı olarak çevrilebilir. Kendini imparator ilan eden Kral Gojong (yukarıda da bahsettim) 'un onuruna böyle denmiş. İki saray yapısının bir araya gelmiş hali gibi düşünülebilir. Bir tarafta geç dönem Joseon mimarisi öğelerini taşıyan geleneksel Kore sarayı ile diğer tarafta iki heybetli neoklasik yapı ve Kore'nin ilk Batı tarzı bahçesiyle tamamlanan Batı tarzı bir saray kompleksinden oluşuyor.<p></p><p style="text-align: justify;">Bu saray her iki Japon işgalinde de önemli bir yere sahip. 1592'deki işgalde Uiji'ye kaçan kral Seonjo, Seul'e geri döndüğünde bakmış ortada ne saray var ne köşk. Japonlar her yeri yakmış yıkmış. Bir akrabasının, Prens Wolsan'ın evi-sarayı olan Deoksugung'a gelip, kalmış. O zamanlar adı bu değil tabi. Kral Seonjo'nun zamanı dolup, yerine Prens Gwanghaegun geçiyor. Sarayın ismini Gyeongungung diyor. Kral Injo hoop yerine geçiveriyor sonra. Oralar pek bir karışık ve kanlı. Bu dönemleri aslında The Crowned Clown(2019)'dan, The Tale of Nokdu(2019)'dan biraz biraz öğrenmiştim. Ben sadece bu ikisini izledim ama bu Seonjo ile başlayıp, Injo'yu da içine alan dönemle ilgili ve bu krallar ve prenslerle ilgili o kadar çok dizi ve film var ki. Her birinde ayrı bir şekilde, ayrı bir tarzda ve değişik kurgularla anlatılıyor hikaye.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQ8rnhBAMe-lpdrvSp2ICQnjzQZRrDUxNDSdu3FdzoMoCTFk4TzFe_-v9XBBmAhImvEIFhzXS4GgWSSVhGtSecQpZ4oCeH0yRDIlAX0UeQl764zqoENXL9kiZvs1E2ahC3J-kp4oqrqEL6Jh_xTD9FksWcYDCjzDwSnbfyjXbom2Ciy3Ja-R_oaG-YG6Mu/s4032/IMG_3768.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQ8rnhBAMe-lpdrvSp2ICQnjzQZRrDUxNDSdu3FdzoMoCTFk4TzFe_-v9XBBmAhImvEIFhzXS4GgWSSVhGtSecQpZ4oCeH0yRDIlAX0UeQl764zqoENXL9kiZvs1E2ahC3J-kp4oqrqEL6Jh_xTD9FksWcYDCjzDwSnbfyjXbom2Ciy3Ja-R_oaG-YG6Mu/w640-h480/IMG_3768.JPG" width="640" /></a></div><br />Neyse Kral Injo tahta geçince bu saray bırakılıyor ve sonraki 270 yıl boyunca kullanılmıyor. Kral Gojong (yine sen) da sığındığı yerden dönünce bu sarayda kalıyor. Hatta tahtı zorla oğluna bıraktırdıklarından sonra da bu sarayda kalmaya devam ediyor. Tam da bu dönemde sarayın ismi şimdiki halini alıyor. Japon yönetimi döneminde yerine park yapılıyor. Dediğim gibi şu anda saray geleneksel yapılarla daha batılı tarzdaki yapıları içeriyor. Önce diğer saraylarda gördüğüm yapıları gezdikten sonra bir de baktım ki mesela karşıma Seokjojeon çıktı. Taş ev anlamına geliyor adı, Harding isimli bir Britanyalı mimar tarafından yapılmış. Kore'nin bağımsızlığının konuşulduğu dönemde Amerikalılarla Ruslar bu binada görüşmüş. Savaştan sonraysa önce Ulusal Müze ardından da Kraliyet Müzesi olmuş. Sonra da Jungmyeongjeon'u gördüm, o da ayrı bir tarz. Sarayın kütüphanesi olarak düşünülmüş ama bir yangından sonra Kral Gojong özel odası falan olarak kullanmış.<p></p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6-n55LM00-qnGJ2ti_GJnn2CXpI9FikIDw1zNW8usWgmzapcz1i6KlqjsZGqd1xtXIN9nXlwOxJqO50sKHPCCCInME1Cmb94FceQ6K99b-KfBxu9ziYjtcSlZTpXpwuzzJvzAxUFqYjInGeEEgr5BdS3GmBthNKgZjsCOzX7tzsUAgBg_CAYW07-KSSt2/s4032/IMG_3778.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6-n55LM00-qnGJ2ti_GJnn2CXpI9FikIDw1zNW8usWgmzapcz1i6KlqjsZGqd1xtXIN9nXlwOxJqO50sKHPCCCInME1Cmb94FceQ6K99b-KfBxu9ziYjtcSlZTpXpwuzzJvzAxUFqYjInGeEEgr5BdS3GmBthNKgZjsCOzX7tzsUAgBg_CAYW07-KSSt2/w640-h480/IMG_3778.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">İşte böyle, bulutlarla kaplandı gökyüzü</td></tr></tbody></table><br />Sarayı gezerken hava bozmaya başladı gene. Birden bulutlarla kaplandı gökyüzü ve buz gibi esmeye başladı. Tüm o görkemli yapıları gezemedim, soğuk gene moralimi bozmuştu. Sıcak bir yere gideyim nereye gideyim diye saraydan attım kendimi ki hemen orada, sarayın karşısındaki kocaman çimenli alanda bir etkinlik gördüm. O havada, kitap okuma etkinliği. Gerçi yalnız ben üşüyor gibiydim. Ben niye bu tüm seyahat boyunca üşüdüm ya? Neyse, ileride bir sahnede sakin bir canlı müzik, etrafta puf koltuklarda insanlar yayılmış, ortada bir kitap standı. Allahım ya, ne güzel ortam. Doğduğum büyüdüğüm ülkede mümkünü yok. Donuyordum ama gidip boş bir puf bulup serildim ben de. Müziği dinledim, insanları izledim, çantamdaki broşürleri okudum. O kadar üşümüyor olsam standdan ben de kitap ödünç alabilirdim, muhakkak İngilizce kitapları da vardı. Çok acıktım herhalde ondan üşüyorum deyip, kapalı ve sıcak bir yemek yerine gideyim diyerek kalktım o çimenlikten gönülsüzce.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjYkTzrbhQC7ORJl29VaFx6Mgsl1jqBGZFgHM-gLOg5YNaRnCikaKPJgWP8Lx1VX136GnzgpoT8qo6LLgCn-4K76rIbVnTipnQ5XG8lylnbHlc6a4ZXTQMfAPsD0hNQn39asSM7AFGfr1jamlHcD2AWgJRzRXjmoedIYNNyQxJrCWXwvr0KVOkNbll6_AX/s4032/IMG_3788.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjYkTzrbhQC7ORJl29VaFx6Mgsl1jqBGZFgHM-gLOg5YNaRnCikaKPJgWP8Lx1VX136GnzgpoT8qo6LLgCn-4K76rIbVnTipnQ5XG8lylnbHlc6a4ZXTQMfAPsD0hNQn39asSM7AFGfr1jamlHcD2AWgJRzRXjmoedIYNNyQxJrCWXwvr0KVOkNbll6_AX/w480-h640/IMG_3788.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">İşte o koridor gibi yerdeki Egg Drop</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgC_B3k5dhs5WfQOPe0-La5Xnr8dHetOqfp9np0t7JsALSq7imvwtQRwIgEFFAQdOZhBeOiSpvv0CKEGbs6ALSMhcEZis6G7Np5aSFhW-gqn-TiaCD1WCrKB6Rftne9HJFlb4z2R97rIdz6yhB0XK9QLJPt6r1SCThrtEWzSSuEvmJxNAG1YRFx6mR2xCDR/s4032/IMG_3789.JPEG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgC_B3k5dhs5WfQOPe0-La5Xnr8dHetOqfp9np0t7JsALSq7imvwtQRwIgEFFAQdOZhBeOiSpvv0CKEGbs6ALSMhcEZis6G7Np5aSFhW-gqn-TiaCD1WCrKB6Rftne9HJFlb4z2R97rIdz6yhB0XK9QLJPt6r1SCThrtEWzSSuEvmJxNAG1YRFx6mR2xCDR/w640-h480/IMG_3789.JPEG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Acayip lezzetli görünüp, beklentimi yükselten tost</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpNWCuVxOWgeirp-WZ8WObDH4x_wcrnZNBqgqRWRQ6Zs8DzuphRglGCYgjboSCEJPO5oURJskBhVTdGvNhGOiud8KRK8UmHq308uXSSZDmUjVAkah4u-as69CDGAOhvl6s3oWi5L3cz9xmdX-OXLrjQsECI8gI3tp7LZj3UzFY6xxS9FVSy-jk7-Yos74J/s4032/IMG_3790.JPEG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpNWCuVxOWgeirp-WZ8WObDH4x_wcrnZNBqgqRWRQ6Zs8DzuphRglGCYgjboSCEJPO5oURJskBhVTdGvNhGOiud8KRK8UmHq308uXSSZDmUjVAkah4u-as69CDGAOhvl6s3oWi5L3cz9xmdX-OXLrjQsECI8gI3tp7LZj3UzFY6xxS9FVSy-jk7-Yos74J/w640-h480/IMG_3790.JPEG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu da o patates mücveri gibi olan şey - sıfır tuz içeren hani</td></tr></tbody></table><br />Kafamda sıcak ve rahat bir yer varken nereye gittim dersiniz? Haritamda işaretlediğim en yakın yiyecek yerine baktım, Egg Drop diye bir sandviç/tostçu görünüyordu. Çimenlik meydandan yukarı doğru yürüyüp, sağa sapacaktım sadece. Kolaydı. Yine Jong-ro üzerindeydim, işaretlediğim yerin tam önündeydim ama öyle kafe tarzı bir yer göremiyordum. Kocaman bir gökdelenin önünde dikiliyordum. D Tower Gwanghwamun'un altında koridor gibi bir yer vardı, iki ucu açık. O koridorun içinde yan yana bir kaç fast foodcu. Biri de benim işaretlediğim Egg Drop. Yani Seul'deki onca Egg Drop şubesi içinden bula bula bunu bulmuştum. Tam da en üşüdüğüm, en sefil gibi hissettiğim anlardan birinde. Oturacak doğru dürüst yer yoktu, iki masa ve birkaç sandalye öylesine koyulmuştu. Koridor gibi yerde zaten resmen tipi rüzgarı esiyordu, caddeden en az 10 derece daha soğuktu. Baktım, menüye bakmaya çalıştım, diğer birkaç insana baktım. Vazgeçip gitmeliydim, az ileride Shack Shack görmüştüm, kocaman ışıltılı, sıcak. Oraya gitmeliydim. En azından. Yine mallığım tuttuğu için aceleyle menüden bir şeyler seçip, beklemeye başladım o soğukta. Minicik bir alanda hazırlıyorlar, kiosk gibi bir cihazdaki menüden kendiniz seçip, ödeme yapıyorsunuz. Hazır olunca yine minicik bir pencereden veriyorlar. Çöp atmaya bile yer bulmak zor. Yarım saat seçtiğim sandviçi bekledim. Bir masada birkaç kız oturuyordu, üstlerinde sanki polisler tarzında üniformalar vardı. Diğer masada da bir adamla minik kızı vardı, onlar kalktı sonra. O masaya geçtim, neyse ki oturuyordum ama orası daha da çok esiyordu. Bekledim de bekledim. Altı üstü bir sandviç ne kadar uzun sürebilirdi ki. Sürdü. Sonunda alabildiğimde yemem iki saniye sürdü. Neredeyse ağlayarak. Avokadolu omletli bir tost sandviç, yanında patates mücveri gibi bir şey, bir de limonata. 10100 won tuttu. Hepsi tuzsuzdu tabi, hatta tostun üstüne bir daha beyaz bir sos var onu gezdirmişlerdi, o da tatlıydı. Yani görüntüsü acayip lezzetli bir şeymiş hissi uyandırıyor, tadı da fena değil ama sanki bir şey eksik (tuz).</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDZscLULUv2-t8WjcFzBOOBM2sgY4Pc8w9iS30ou-nyF7aAXsOlo8bzOOmLPDOZC2Iuz7NQinBc2WKVD2b0NZFSyPQWHTTbbYn7-Z_NOvMVQWwJD8us_PvomsHIUILYE6WAfAoKAKlBByUX0kdEF2iBa9FiLo1TcTmsuOJf4-e4QOMCq1rCyNVIzSHivwN/s4032/IMG_3791.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDZscLULUv2-t8WjcFzBOOBM2sgY4Pc8w9iS30ou-nyF7aAXsOlo8bzOOmLPDOZC2Iuz7NQinBc2WKVD2b0NZFSyPQWHTTbbYn7-Z_NOvMVQWwJD8us_PvomsHIUILYE6WAfAoKAKlBByUX0kdEF2iBa9FiLo1TcTmsuOJf4-e4QOMCq1rCyNVIzSHivwN/w480-h640/IMG_3791.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Sevimli</td></tr></tbody></table><br />Beklerken gözümü diktiğim yandaki dükkana daldım tostum bitince. Akşam evde kendime bir güzellik ederim diye. Çok lezzetli görünen kurabiyeleri satan bir dükkandı. Ben's Cookies'di ismi. Bir çikolatalı bir de yer fıstıklı kurabiye aldım galiba, 6600 won tuttu. Dosdoğru eve gider, mutfaktan çay alır, odamda bağdaş kurar yerim diye hayal ettim. Ama o kurabiyeleri o akşam hanokta değil, taa Ankara'ya dönecek uçağı İstanbul'da beklerken havalimanında güneşin doğuşuna karşı yemek nasip oldu mesela.</p><p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnea2kHi_QZ2Zu2ih2w3kU7H5YMC_tJSU_mfp-1BnjYpG4Oe10hBDUHR1i1oqi40HnD_KUkDLhmCtPz_riKp-O9hXJkyZfdGokvHjtmh6Zl9U7m8lZZrU9oA6DwFH5TUebkt-4QUSRQiP-xZBtOJnHLNO9UIT9eVIMqR925r5ZIbNC38Ie5FPzVb-N4DS9/s4032/IMG_3792.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnea2kHi_QZ2Zu2ih2w3kU7H5YMC_tJSU_mfp-1BnjYpG4Oe10hBDUHR1i1oqi40HnD_KUkDLhmCtPz_riKp-O9hXJkyZfdGokvHjtmh6Zl9U7m8lZZrU9oA6DwFH5TUebkt-4QUSRQiP-xZBtOJnHLNO9UIT9eVIMqR925r5ZIbNC38Ie5FPzVb-N4DS9/w480-h640/IMG_3792.JPG" width="480" /></a></div><br />Elimde kurabiyelerim hanok evim burnumda tüterken yine içgüdüsel hareket ettim. Bir Coffee Bean gördüm, Jonggak Station şubesinin önüne gelmişim. Böyle hava yarım kararmış, sokaklar boşalıyor, insanlar işten çıkıp eve gidiyor, otobüs durakları dolu. Bir kahvecinin loş ışıkları, üst katının o güvenli, ılık ve mayhoş havası. Girdim içeri, yine o kocaman bardaklardan birinde verdiler siyah çayımı (Earl Grey - 6000 won). Aldım üst kata çıktım. Pencere kenarına oturdum, başım feci ağrıyordu. Seul'e, Kore'ye geleli tam bir hafta olmuştu. Yorgundum, mutluydum, hüzünlüydüm. Camdan dışarıyı izledim. İnsanları. Otobüsleri. Arabaları. Hayatı. Başka bir yaşam gibi gelmeliydi ama sanki benimdi. Hayatımda ilk defa bir haftadır aitmişim gibi hissettiğimi fark ettim. Yalnız ara ara. Ama ait. Bir yere ait. Konuşulanları anlamıyordum bir haftadır ama aittim. Tuhaftı.<p></p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiumy67iIP3INBe2JMfn-iH2lcMugXF6K_0P4htPgVlHcLPFgDRjfN43z3B3PqYehysgDonewXxf6w_zPhDqIlTrVmH_LjOFNtoNQuY1NJvonc2tN7d01i6fPJa5s0owWC4y-YsJfvxwU6zP3oMGouculdkjKmt2FmnkQWFUEYf2rmBmqvScGoWvQQ4BN5g/s4032/IMG_3802.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiumy67iIP3INBe2JMfn-iH2lcMugXF6K_0P4htPgVlHcLPFgDRjfN43z3B3PqYehysgDonewXxf6w_zPhDqIlTrVmH_LjOFNtoNQuY1NJvonc2tN7d01i6fPJa5s0owWC4y-YsJfvxwU6zP3oMGouculdkjKmt2FmnkQWFUEYf2rmBmqvScGoWvQQ4BN5g/w480-h640/IMG_3802.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Yattığım yerden uykuya dalarkenki manzaram</td></tr></tbody></table><br />Eve döndükten sonra odamın önünde oturdum bir süre. Baş ağrım aşırı artmıştı. Fransız teyze, aynı zamanda doktor da olan, yanıma geldi oturdu, onunla muhabbet ettim baya. Arada Shin amca geçti, o da oturdu, muhabbetime daldı. Teyze başımın ağrısı için elime eline aldı, belirli noktalara minik masajlar yaptı. Aynı zamanda alternatif tıp ile de ilgileniyormuş, akupunktur falan yapıyormuş. Shin amca bir şeyler yedin mi bak akşam oldu tüm gün dolaştın başın da ağrıyor açsındır dedi. Yemek yiyebileceğin yerler söyleyeyim, göstereyim dedi. Kendi başına gitmeye, yemeye çekiniyorsan eşlik edelim dedi. Ağlayacaktım ya. Mutlu hissetmekten. Başım çatlıyordu ama böyle sanki evimdeydim, ailem vardı gibi hissettim ilk defa. Başım çok ağrıyor ben odamda yatayım dedim en son.</p><p style="text-align: justify;">Zaten kısa bir süre sonra yağmur başladı. Odamın kapısından bahçeyi izledim, usul usul yağan yağmuru. Bir cuma akşamıydı, herkes bir yerlere gitti. Aldığım albüme baktım, yatağıma uzandım, yerden ısıtmanın keyfine bıraktım kendimi. Buradan ayrılmak istemiyordum, bitmesini istemiyordum.</p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-9632441207300041802023-09-05T20:15:00.000+03:002023-09-05T20:15:01.081+03:00Bir Seul Macerası Bölüm IX - Hanok'la tanışma, Changdeokgung, Secret Garden, Uhnyeonggung<p style="text-align: justify;"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2DpQCKoshxNCVGFxSrunuNEvTCcYbJ58552k_GWAhoYr5N49fYPsKlZXfI-Bse_VWyamrcuS23TRXioH3FLd2k3AokNO-OHYCD5jp8IyEd7GrRm2gjW_b7JQEsN8-Pf2TkM0eMaDd9SlC7WGedQRI3qqUqEwBbCEruHxm0LN2L-nYbfmdqyAGImSiDMF1/s4032/IMG_3458.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2DpQCKoshxNCVGFxSrunuNEvTCcYbJ58552k_GWAhoYr5N49fYPsKlZXfI-Bse_VWyamrcuS23TRXioH3FLd2k3AokNO-OHYCD5jp8IyEd7GrRm2gjW_b7JQEsN8-Pf2TkM0eMaDd9SlC7WGedQRI3qqUqEwBbCEruHxm0LN2L-nYbfmdqyAGImSiDMF1/w300-h400/IMG_3458.JPG" width="300" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Tam bir haftalığına Seul'deki ilk evim, <br />otele son bakışım</td></tr></tbody></table><br /> Perşembe günü otelden çıkış günümdü. Hem yeni geçeceğim yer için aşırı heyecanlandığımdan hem de odadaki saatlerim sayılı olduğundan erken kalktım. Akşam hemen hemen her şeyimi topladığımdan yapacak bir şey yoktu. Odada son kez dolaştım. Manzarama baktım. Tuvaletin düğmeleriyle oynadım. Altı üstü beş günlüğüne bir otel odasında kaldın, ne bu duygusallık derseniz, en başta bir ara da söylemiş olmam lazım, bu benim böyle gerçek anlamda bir otelde ilk defa kalışım sayılır derim. Yani dediğim gibi daha önce birkaç geceliğine başka başka arkadaşlarımla böyle otellerde kaldığım olmuştu ama böyle değildi. Oralarda kaldığımı bile algılayabilecek kadar bir vakit geçirmemiştim. Bu sefer gerçek anlamda bir otel odasında, düzgün bir şekilde, keyfini çıkarabilecek kadar kalmış oldum.</p><p style="text-align: justify;">Diğer kalacağım yer, Seochon Guesthouse'un check-in saati 3 gibiydi sanırım. Otelin check-out saatinin de 11 falan olması lazım. Ama o saate kadar bavulum ya otelde bırakmam ya da bu yeni yere bırakmam gerekiyordu. Otelde bırakırsam gezip, gelip otele geri dönmem gerekirdi. O gün için aslında Changdeokgung'a gidebilirim diye düşünmüştüm, bu yüzden bavulu yeni yere bırakmak daha mantıklı olacaktı. Saat 9'u azcık geçerken odadan çıkıyordum. Erken olduğunu çok düşünmemiştim ama erkenmiş. Otelden Seochon'daki hanok'a tek bir otobüsle gidebiliyorum gibi görünüyordu. Kocaman bavulla saat 10 olmadan otobüse atlamıştım. Küçük bavullarım köyde kaldığından evde bir tek bu en büyük boy bavul vardı ama zaten işte her şey deneyim oluyor. Gideceğiniz ülkeye ve kalacağınız yere göre ne götürmek veya ne götürmemek gerektiğini düşünmeniz gerekiyor. Ben bundan önce hep bir şekilde ya öğrenci ya da çulsuz olduğumdan hep ucuz veya olabilecek en donanımsız yerlerde kaldığımdan, en sırt çantalı halimde gezdiğimden, ona göre aklıma gidiyordu. Mesela yanıma ütü, şampuan, tarak, diş macunu vb. gibi şeyleri almama, bavulda ağırlık etmeme hiç gerek yokmuş. Otelde (otellerde yani haliyle, ben ilk defa kaldım sayılacağı için düşünememiştim) çamaşır da yıkayabiliniyordu, kurutabiliniyordu, ütü yapılabiliniyordu. Odaya tüm kişisel temizlik malzemeleri koyuluyordu. Bu gezinin sonunda anladım ki mesela iki parça giysimi alıp, evden çıkıp gönül rahatlığıyla Seul'e gelebilirmişim. Hem otelde ihtiyacım olan her şeyi bulabilirmişim, hem de mesela çıkıp dışarıdan giysi alıp giyebilirmişim. İşte hep ergenlik, hep 20li yaşların çulsuzluğunun hatıraları.</p><p style="text-align: justify;"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxDobIxa5qahTp8nUHNxyU2LEu4fTF4xZn7RE61tAPE-i3bhKFzNDRn3ICqu1IyORLKikuWqs8mtVt8fHZsixTBTW84TE3TeXKDTZmKVoKgtorpECpK7beIAoe2GNVVp8L6kSY8qP9otv_7GPduk10D0TfcoXFKtVg43bSpE9HO-zRZ0Y4Eqc1cttx3UEJ/s4032/IMG_3463.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxDobIxa5qahTp8nUHNxyU2LEu4fTF4xZn7RE61tAPE-i3bhKFzNDRn3ICqu1IyORLKikuWqs8mtVt8fHZsixTBTW84TE3TeXKDTZmKVoKgtorpECpK7beIAoe2GNVVp8L6kSY8qP9otv_7GPduk10D0TfcoXFKtVg43bSpE9HO-zRZ0Y4Eqc1cttx3UEJ/w300-h400/IMG_3463.JPG" width="300" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Lee teyzenin ikram ettiği çay<br />ile pirinçten atıştırmalık</td></tr></tbody></table><br />Saat 10'u geçerken Seochon'un taş döşeli minik sokaklarında kendimden büyük bavulu sürüklüyordum. Bulmam biraz zor oldu hanok'u, oysa kolaydaymış. Burası şehrin tam eski/tarihi yerleşimlerinin olduğu bir bölgesi. Sarayların etrafında. O yüzden pek sevimliydi, sokaklarda yürürken böyle tek katlı minik dükkanların, ilginç kafelerin restaurantların arasından geçiyorsunuz. Çoğunluğu eskinin hanoklarından oluşuyor ya da onlardan bozma. Benim kaldığım yer de tam bir eski hanok eviydi. Evli bir çiftin kendilerinin de kaldığı bir ev. Lee Byungun teyze ile Shin Jang Hyun amcanın evi. Bahçe kapısından beni Shin amca içeri aldı, daha ilk gördüğüm anda o kadar sevimli o kadar canayakındı ki. Minik ama pek sevimli bir orta bahçenin etrafında odalar var, hanoklar hakkında az biraz bilginiz varsa hemen gözünüzde canlanmıştır. Ben tabi sabahın erken bir vaktinde damdan düşer gibi geldiğim için onlar da şaşırdı. Bir odanın önünde oturan birkaç teyze ile sohbet ediyorlardı ben girdiğimde. Tam böyle dizilerde yürüyüşe falan çıkan, mahallenin tonton teyzeleri toplaşmış olur ya, hah öyle bir sahneydi. Herkes beni görünce ooo hoşgeldin merhaba merhaba diye gülümsemeye başladı. Shin amca bakın Esra gelmiş Esra gelmiş falan diye beni sürükledi teyzelerin önüne. Türkiye'den gelen ilk misafirmişim, herhalde onun da etkisiyle ben gelmeden önce konuşmuşlar, bahçedeki tüm teyzeler beni tanıyordu. Shin amca ile Lee teyze de beni bekliyordu ama işte öğleden sonra. Biz seni bu kadar erken beklemiyorduk diye bir ne yapacaklarını bilemediler. Odam temiz ve hazır sayılırdı aslında ama birkaç işi daha vardı sanırım. Tam böyle Türkiye'de, bir arkadaşınızın evine ya da komşunun evine gidersiniz de uzun yoldan gelmişsinizdir, sizi böyle kolunuzdan sürükleyerek hemen sofraya oturturlar, böyle herkes misafir etmeye çalışır tam öyle ortam. Shin amca koca bavulumu kenara koydu, beni hemen evin ana yapısındaki mutfağa soktu. Ben şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyordum, Lee teyze masaya oturtturdu hemen, önüme bir bitki çayıyla pirinçten atıştırmalıklar koydu. Ye ye iç iç diye bana şey yapmaya başladılar, etrafım bildiğim bir evdi, mutfaktı. Lee teyze bulaşıkları düzenlerken benimle muhabbet ediyordu, Lee amca bir oraya bir buraya koşturup o da bana laf yetiştiriyordu. Az biraz İngilizceleri ile benim dizilerden duymaca Korecemi karıştırıp, anlaşmaya çalıştık. Bu mutfağın yanında bir oturma odası benzeri minik oda var, orada bilgisayar masası ve hani bizim salonlarımızda olan gümüşlük, büfe gibi camlı bir dolap olur ya ondan var. Onun içinde tüm gittikleri yerlerden aldıkları hatıra eşyaları, fotoğraflar vardı. Daha sonraki günlerde muhabbet ederken öğrendiğime göre Shin amca gazetecilik gibi bir şey okumuş, bir medya şirketinde çalışmış. Lee teyze edebiyat öğretmeniymiş. İkisi de emekli olup, bu hanoklarında konuk ağırlamaya başlamışlar. Valla çocuğunuz falan var mı diye de soramadım, çok meraklı melahat gibi durmayayım diye utandım.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTXDCKkMo4flPi79xSsJKDKpqizfjze9BwQiSxrm1jFFZEBYP0mX1Xm95Z1J1-apSMisT-STtbolc7QIRjqisTVkQ1HUBhymsY3Bzpt_ijP0kr5n2-tz0MIO5o0T15653rqHbmgnmxsbCOmiQCc9yZVIZiWzfp0P2gz1mFWmM_EhEJGwseX5srrhShv83T/s2000/77f38507-a702-4287-96c6-6f6ddfe90b1c.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="924" data-original-width="2000" height="296" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTXDCKkMo4flPi79xSsJKDKpqizfjze9BwQiSxrm1jFFZEBYP0mX1Xm95Z1J1-apSMisT-STtbolc7QIRjqisTVkQ1HUBhymsY3Bzpt_ijP0kr5n2-tz0MIO5o0T15653rqHbmgnmxsbCOmiQCc9yZVIZiWzfp0P2gz1mFWmM_EhEJGwseX5srrhShv83T/w640-h296/77f38507-a702-4287-96c6-6f6ddfe90b1c.jpg" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">ayağımda Shin amcanın kocaman terlikleri, odamın önünde</td></tr></tbody></table><br />Odam bahçeye açılan bir başka odaydı. Bu mutfakla oturma odasının bitişiğinde bir büyük oda var, benimkisi de onun bitişiğindeydi. Mutfağın içinde bir başka kapıda normal bir oda var, orada bir Fransız teyze kalıyordu. Ahh adını unuttum, o kadar da sohbet ettim. Ben geldiğimde bir uyanıp, tuvalete gitti, o ara merhabalaştık (bonjour'ladı tabiki, Fransız :D ). Ona da bak Esra geldi dediler :D Mutfaktan üst kata merdivenler çıkıyor, üst katta da sanırım teyzeyle amcanın odası ile bir misafir odası daha var. Sonra bir ara o merdivenlerden birazcık çıktım, teyzeyle amca bana duvarlarda asılı eski fotoğraflarını falan gösterdiler. Shin amca odamın kapısını şusunu busunu gösterdi, kilit olayını bir türlü beceremedim. Dedim bu evde niye kilitleyeyim odayı zaten, öyle bir güven duygusu. Odamın önündeki minik çıkıntıya oturdum, bahçe aşırı sevimliydi. Ücretle ve kalışımla ilgili kağıdın çıktısını verdiler, nakit ödemeydi, dedim ben çekeyim geleyim vereyim, sokağa girerken banka görmüştüm. Yok acelesi yok, sonra da verirsin dediler ama içim rahat etmedi, kartla kafayı bozmuşum zaten bu gezide, bir de belli mi olur birşey olur para çekemez hale gelirsem kalmasın öyle. Bir koşu gittim para çekip, geldim. Ücreti verdim, ikisi de çok şaşkındı. Lee teyze dedi sen de benim gibisin, hemen her işi halledeyim yapıyorsun dedi. Bu arada Shin amca alışmış, misafirler herhalde herkes fotoğraf çektiriyor ona ki bana da dedi. Odanın önünde çekeyim seni diye. Öyle ilk gün ilk saatlerimde odamın önünde şiş suratım ve göbeğimle saçma fotoğraflarım var. Bir de whatsapptan ekletti kendini bana, dolaşırken falan bir şey olursa arayabilirsin, bir şey lazım olursa haber edebilirsin falan diye. Yalnız o sabah tüm o curcunadan anladım ki Seul'e ilk geldiğim gün buraya gelseymişim iyi gelmezmiş bana. Çünkü o ilk günlerde otelin o sessizliğine, sakinliğine, tertipliliğine ihtiyacım varmış. Önce kendi hızımla şehri fark etmeli, kendi aklımla ruhumla baş başa kalmalıymışım. Ki öyle de yaptım ve çok iyi geldi. Sonra sonra şehre ve kendime alışınca böyle sosyal bir ortama ve canlılığa girince daha rahat ettim.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeOB2kJysc4-usgRAnTBXeMrrHCrTgmGCtN6z0Jo0lYda2y-ZFirFWLK9dx-rr3nACcdhTbwbHv74K24OJ6nnrJGdZB-lJfeIyo0ejdkh4zP3L4IkpGCYwG0_40_M1rtgLkNWHycMC2UPBT4drL812FZLNLPWE77Ng_HMFOQarsFuoVRM1Z-a5a7ANPtlh/s4032/IMG_3492.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeOB2kJysc4-usgRAnTBXeMrrHCrTgmGCtN6z0Jo0lYda2y-ZFirFWLK9dx-rr3nACcdhTbwbHv74K24OJ6nnrJGdZB-lJfeIyo0ejdkh4zP3L4IkpGCYwG0_40_M1rtgLkNWHycMC2UPBT4drL812FZLNLPWE77Ng_HMFOQarsFuoVRM1Z-a5a7ANPtlh/w640-h480/IMG_3492.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Changdeokgung'a girdim, sanırım Injeongjeon'un girişi</td></tr></tbody></table><br />Saat 12'ye doğru evden çıkıp, Changdeokgung'a doğru yürümeye başladım. Marketten de yine minik sütümden alıp, inanılmaz bir mutlulukla, bir gönül ferahlığıyla caddede yürüdüm. Hava güneşliydi, ilk günlerdeki gibi sıcak değildi elbette, bulutlar ara ara geçiyordu. Ama mutluydum. Umutluydum. Gyeongbokgung'un önünden yürürken bir hafta önceki o hanboklu halimi hatırladım, hanbokları içinde bir dolu insan karşıdan karşıya geçiyordu. Aslında Changdeokgung'a da hanbok kiralayıp girebilirdim ama ne bileyim o gün öyle bir aklım havada, ayaklarım uçuşuyordu. Changdeokgung aslında sarayların en güzeli diye geçiyor. İkinci en büyüğü ama biraz daha böyle kraliyet ailesinin keyif yaptığı saray gibi. İçinde de bir Secret Garden var ki, asıl olay o. Oraya ayrı bilet almanız gerekiyor. Kendi başınıza dolaşmanıza izin vermiyorlar, rehber eşliğinde grup olarak dolaşıyorsunuz. Çünkü öyle bir bahçe ki kendi ekolojik sistemi falan var. İnternette fazlaca bilet bulamıyorsunuz, yer kalmıyor, aylarca bekliyorsunuz falan gibi şeyler okuduğum için gitmeden önce baya korkmuştum. Maksimum 6 gün öncesinden alabiliyorsunuz internetten bilet gizli bahçeye. Ya gezimin ilk günleri için Ankara'dayken bilet alacaktım ya da gittikten sonra alacaktım. Hangi gün gideceğime karar veremediğimden gitmeden önce almadım bilet. Oteldeyken de bir gece denedim almayı ama tabi telefonumda Kore hattı takılı olduğundan ve güvenli alışveriş mesajı da Türkiye hattıma geldiğinden bir türlü almayı beceremeyince vazgeçmiştim. O gün amaan deyip, girdim Changeokgung'a. Saray girişi için bileti sarayın hemen sol tarafındaki gişelerden alıyorsunuz. Kimsecikler yoktu, hemen bilet alıp girdim. (Changdeokgung bileti 3000 won.)</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitPF-ejbWoW2aY-oTQFjROOkedOu4zRjQDQvalML1DC_EupwWXiidg8A3ZIg_JQRfl7er_3w361TnPz5pc-6f61UUOZCi68RMc6YPxxmWFKP_qZXbPs108uW2yVf8VlQjdj5fIdnyGBOrtjIFMndGCwSt9ML_ACFukkz-gkK_FHhuEWmpZwxM9vuusa_sl/s4032/IMG_3511.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitPF-ejbWoW2aY-oTQFjROOkedOu4zRjQDQvalML1DC_EupwWXiidg8A3ZIg_JQRfl7er_3w361TnPz5pc-6f61UUOZCi68RMc6YPxxmWFKP_qZXbPs108uW2yVf8VlQjdj5fIdnyGBOrtjIFMndGCwSt9ML_ACFukkz-gkK_FHhuEWmpZwxM9vuusa_sl/w640-h480/IMG_3511.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="font-family: "Noto Sans KR", "Malgun gothic", Dotum, arial, sans-serif; font-size: 14px; text-align: start;">Injeongjeon'un içindeki taht yeri</span></td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAK4oB6q8VzybvZG4k4yFogIBp-nnBe5SQGWUcm45Ka3B8tQBLe6Gv7pNG6rAuMMJ9eBdso8OyrNkhbmaR_9dDKlmZA23ju41xtA9EHG92UEs43UvXGsRpxjqQkXFQq5FV320avjDbe7K4D8eCy_nmnE3CeI9jwUvfX-TeC9fCIYAc8P69lrZpEUXuC_KC/s4032/IMG_3516.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAK4oB6q8VzybvZG4k4yFogIBp-nnBe5SQGWUcm45Ka3B8tQBLe6Gv7pNG6rAuMMJ9eBdso8OyrNkhbmaR_9dDKlmZA23ju41xtA9EHG92UEs43UvXGsRpxjqQkXFQq5FV320avjDbe7K4D8eCy_nmnE3CeI9jwUvfX-TeC9fCIYAc8P69lrZpEUXuC_KC/w640-h480/IMG_3516.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Ahh burada her şey ayrı bir güzel</td></tr></tbody></table><br />Changdeokgung, 1405'te Joseon Krallığı'nın 3.kralı Taejong'un talimatıyla inşa edilmiş. İlk amacı Gyeongbokgung'un yanında bir tür ikincil saray olarak kullanılmasıymış. Ancak 1592'deki Japon istilası sırasında tüm saraylar yakılıp, yıkıldıktan sonra ilk burayı yeniden inşa etmişler ve sonraki 270 yıl ve 13 kral boyunca Joseon'un ana sarayı burası olmuş. Gyeongbokgung dümdüz bir araziye kuzey-güney doğrultusunda yer alacak şekilde inşa edilmişken Changdeokgung bir dağ yamacına oturtulmuş. Arazinin yapısına uydurularak inşa edilmiş. Arka kısmında o kocaman Gizli Bahçe ile de tüm sarayın atmosfer olarak böyle doğayla uyumlu, insana huzur ve rahatlık veren bir bir hava taşıması amaçlanmış yani.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdSz186OIQxUMOAeTTsmomcYt2mip96i0416MMWh4JfBYTbXq4QgYfvfdLLa9SOD3GsN2du5-8BSrhRQV_5WwHEyAisWRWXygy6Hr9EPrGdKZRN5o1gh7VGeCLDRqRAwzXdTH8Ri4hzrwziPdgxsMWkG-cwnF-kMESOdPhMIn5Vyb0Mbe34_qubKk2A1ic/s4032/IMG_3521.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdSz186OIQxUMOAeTTsmomcYt2mip96i0416MMWh4JfBYTbXq4QgYfvfdLLa9SOD3GsN2du5-8BSrhRQV_5WwHEyAisWRWXygy6Hr9EPrGdKZRN5o1gh7VGeCLDRqRAwzXdTH8Ri4hzrwziPdgxsMWkG-cwnF-kMESOdPhMIn5Vyb0Mbe34_qubKk2A1ic/w640-h480/IMG_3521.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Öyle yayıla yayıla gezdim Changdeokgung'u, böyle her yerde fotoğraf çektim</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgj4MN7-EfMMtRtMONThZM9C3SHPOD0m6zH5yqtWIjEvTSw_tyvbMI7QUG5SnZ5eUKronwjNglPiulqXSZ1dee0wpmnpUM1rdhf39CqUBd6PkrW8EX5wl0wgcB-9vSOteTMwNABSENkeBaRWO2hgdGrP3Qgb6LF0vkuvPEovUUfR59Ni7AMdkTaMiXvhQbv/s4032/IMG_3528.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgj4MN7-EfMMtRtMONThZM9C3SHPOD0m6zH5yqtWIjEvTSw_tyvbMI7QUG5SnZ5eUKronwjNglPiulqXSZ1dee0wpmnpUM1rdhf39CqUBd6PkrW8EX5wl0wgcB-9vSOteTMwNABSENkeBaRWO2hgdGrP3Qgb6LF0vkuvPEovUUfR59Ni7AMdkTaMiXvhQbv/w640-h480/IMG_3528.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bulduğum her yere oturdum, sarayın havasını içime çektim, hayal kurdum</td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj8H_X4OpctWJXKCvgsGueBTmxD8AIgNQHGDm6-G-B14uEUNy8og59Io6Mce_1T2LQ0woqDbFuBn5hi_v3QaAmMgo98FPG29n0YYNUahcWzsxYyK0Y6jU1QuSYG0cVDgSynM0awOwzOZDV_5ou9get8sKIoguKvdarw1gFQ1AzTw3CnEUNTnzSEsDcqU8Oh/s4032/IMG_3546.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj8H_X4OpctWJXKCvgsGueBTmxD8AIgNQHGDm6-G-B14uEUNy8og59Io6Mce_1T2LQ0woqDbFuBn5hi_v3QaAmMgo98FPG29n0YYNUahcWzsxYyK0Y6jU1QuSYG0cVDgSynM0awOwzOZDV_5ou9get8sKIoguKvdarw1gFQ1AzTw3CnEUNTnzSEsDcqU8Oh/w640-h480/IMG_3546.JPG" width="640" /></a></div><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6Zt_A3NecY3L9-ngRbdZcbz75Qa5Ei6hZn00ojf2XXus5D7MBTII3VCQDhGdIGbNkb0Q5qX1Mu1Pc25VPlBrIZLy7aKU-C3-QZ6xLGS6yHaQUFaRp97PhO55R4fayJr3ZDKwYVsapOYBVVje76lRWL0indkyXw1xIYgV3V_sZS38RbcNpM64HJmEBN6On/s4032/IMG_3558.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6Zt_A3NecY3L9-ngRbdZcbz75Qa5Ei6hZn00ojf2XXus5D7MBTII3VCQDhGdIGbNkb0Q5qX1Mu1Pc25VPlBrIZLy7aKU-C3-QZ6xLGS6yHaQUFaRp97PhO55R4fayJr3ZDKwYVsapOYBVVje76lRWL0indkyXw1xIYgV3V_sZS38RbcNpM64HJmEBN6On/w640-h480/IMG_3558.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Hayal ettim de ettim</td></tr></tbody></table><br />Changdeokgung'u gezerken bu yüzden belki de daha rahattım. Gyeongbokgung'daki gibi heyecan ve mutlulukla dolu bir halde değil de böyle bir bahçede gezintiye çıkmışım gibi. Bu arada sabah otelden çıkarken pek bir şey yiyecek vaktim olmamıştı, evde de yalnızca Lee teyzenin ikram ettiği bitki çayı ile pirinç patlağını yediğim için karnım kazınıyordu. Saraya yürürken marketten şu Japon dorayakilerine benzeyen bir atıştırmalık almıştım. Sarayın içinde oturacak bir yer bulunca açıp onu yiyeyim dedim. Tam ağzıma sokmuş, ısıracaktım ki iki güvenlik görevlisi yoktan var olmuş gibi üstüme geliyor göründü. Bir şeyler dediler, önce anlamadım, sonra yemememi söylediklerini anlayabildim. Yasakmış saray içinde bir şeyler yemek, hem de tam yasak levhasının yanıbaşında oturmuş yiyormuşum :)<p></p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh33SK80kQwJxJ68_SJHcxa8qFYjUWzS9jLSuenZN2H54IWyIboBYFBTWSP1P8qNeTd-z-YKWo9STpE7qQqvhz0bR8h5FcMoV4eiqpA-1R2DzfuSV_gK2P8uALMDKPj1SexoeBH7CNOPR3lNiQajwiKwAbCd04FWKt7qRo1KCjGNfqUDNEVUG0LBGWwP0gl/s4032/IMG_3568.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh33SK80kQwJxJ68_SJHcxa8qFYjUWzS9jLSuenZN2H54IWyIboBYFBTWSP1P8qNeTd-z-YKWo9STpE7qQqvhz0bR8h5FcMoV4eiqpA-1R2DzfuSV_gK2P8uALMDKPj1SexoeBH7CNOPR3lNiQajwiKwAbCd04FWKt7qRo1KCjGNfqUDNEVUG0LBGWwP0gl/w640-h480/IMG_3568.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Tam işte burada böyle şahane çiçekler görmüşüm, oturdum. Bir şey yenilmez yazısı da buradaymış. Oturduğum bankın üstünde :)</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhorFWhyGVhXVYWRYSK25j0AdRMKaAZjgOxm3I5XUhoV_024tlcJjEJNMesBRMDHVYFBK2qPiN2zM6FA2hHfNZ_Wwyjy-FK7DDySe1pSo-yj2RAalRLPNM2AeoZxWDeIi83Pdv32OEt-wofT2kjeWqcb6UV9pf15Pe9gBRsg_8RhwW0Cy-0ShvIR_94ItI4/s4032/IMG_3569.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhorFWhyGVhXVYWRYSK25j0AdRMKaAZjgOxm3I5XUhoV_024tlcJjEJNMesBRMDHVYFBK2qPiN2zM6FA2hHfNZ_Wwyjy-FK7DDySe1pSo-yj2RAalRLPNM2AeoZxWDeIi83Pdv32OEt-wofT2kjeWqcb6UV9pf15Pe9gBRsg_8RhwW0Cy-0ShvIR_94ItI4/w480-h640/IMG_3569.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">İşte bunu açtım böyle, yiyecektim</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiA48vKMx0lelheE1b6jrACXfLcFbrETLbK-RhpQQa0luGGwlStagp_wPqpQdlSXmDQK-1IVA5gpuY_CrzNlTr1BGaRQ6Y-3Hs-T4haoKVQwURPdO9fJoO-rF36K5QDYYjdZ4mb04k-aW7tKZpLL9yIccN0o1VqNTAlRUvE85vYdumyK_hZ9kuJYpKR_COH/s4032/IMG_3570.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiA48vKMx0lelheE1b6jrACXfLcFbrETLbK-RhpQQa0luGGwlStagp_wPqpQdlSXmDQK-1IVA5gpuY_CrzNlTr1BGaRQ6Y-3Hs-T4haoKVQwURPdO9fJoO-rF36K5QDYYjdZ4mb04k-aW7tKZpLL9yIccN0o1VqNTAlRUvE85vYdumyK_hZ9kuJYpKR_COH/w480-h640/IMG_3570.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Resmen elimdeydi, ağzıma götürdüm, tam çenemi kapatıp ısırığı alacaktım :)</td></tr></tbody></table><br />Sonrasında yürürken yine sarayın içinde Gizli Bahçe'nin girişini ve bilet gişelerini gördüm. Etrafta ne sıra ne başka bir şey vardı. Hızlıca gişeye gidip yazılara bakmaya başladım. Görevli kadın bilet ister misin dedi, var mı oldum şaşkınca. 2 buçuk turuna katılabilirsin dedi, hemen bilet aldım. Bomboştu anlayacağınız. Sonra turda baya insan vardı da, demeye çalıştığım sarayın içinde yayarak gezerken bile bahçeye bilet bulabiliyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Ama tabi bu tamamen benim gittiğim tarihlerdeki şansım olabilir. Mesela kiraz çiçekleri zamanı ya da sonbahar foliage'ının olduğu zamanlarda aylar öncesinden dolduruyor olabilirler. Çünkü her tur için 100 bilet satılıyor sanırım, 50 tanesi internetten 50 tanesi gişeden. (Secret Garden bileti 5000 won.)</p><p style="text-align: justify;">Saat 2 buçuğa gelmediği için daha, bahçenin girişinin karşısındaki banklara oturup insanları izlemeye başladım. Bir minik öğrenci kalabalığı vardı. Anasınıfı çocuklarıydı muhtemelen, sınıfta öğretmenleriyle gelmişlerdi, aşırı sevimlilerdi, bir süre onları izledim. Sonra az ileride bir hediyelik dükkanı vardı sarayın, onu dolaştım. Saat iki buçuğa geldiğinde girişin hemen içinde bir kalabalığın toplaştığını görünce hemen aralarına daldım. Bu arada bu girişin diğer yanında bir başka giriş var ki orası da Changgyeonggung'un girişi. Bu da bir başka saray, Changdeokgung'u yaptıran Kral Taejong'un oğlu Kral Sejong tarafından babası için yaptırılmış. Planım bahçeden sonra orayı da görmekti ama zamanım ve enerjim yetmedi.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiV7iJf__E9OzxmDjacdYRJ8SpTExP5bT2Z-1TJ1GGQFOG0JusHRO_G0rr8VK9cGrAmspJpmyahERHTQOVf8nMYQVeIodhBRBiiaKpLZhr64GuquU7oE3f7jI7m2zY35lJT1gX-hGx7XlvNBE8pGWSINMuwtZZBYhTwqDUQb_-LHoz6p-rlTcQW5-HFHr-7/s4032/IMG_3574.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiV7iJf__E9OzxmDjacdYRJ8SpTExP5bT2Z-1TJ1GGQFOG0JusHRO_G0rr8VK9cGrAmspJpmyahERHTQOVf8nMYQVeIodhBRBiiaKpLZhr64GuquU7oE3f7jI7m2zY35lJT1gX-hGx7XlvNBE8pGWSINMuwtZZBYhTwqDUQb_-LHoz6p-rlTcQW5-HFHr-7/w480-h640/IMG_3574.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Gizli Bahçe'ye giriyoruz</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj9Dq71FlyiKja9bYkdL01xxPT6HNF6FI1q0tW0BkMBIp5bjZr9sOrsLCfrv37hqCGbmjOzXE34sj4wbJc0iS1LzlpFl3s-YhV6ebHRzlqSsn5KRvGm1aW_oVQoaVrxJsUxaQSakBsaHGJPkuH2LrgCbb6Mysv8yMU3-jDzBzDiJ8DaJf7--5v_YlAOYQJU/s4032/IMG_3580.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj9Dq71FlyiKja9bYkdL01xxPT6HNF6FI1q0tW0BkMBIp5bjZr9sOrsLCfrv37hqCGbmjOzXE34sj4wbJc0iS1LzlpFl3s-YhV6ebHRzlqSsn5KRvGm1aW_oVQoaVrxJsUxaQSakBsaHGJPkuH2LrgCbb6Mysv8yMU3-jDzBzDiJ8DaJf7--5v_YlAOYQJU/w640-h480/IMG_3580.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bahçedeki ilk durağımız</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBlpykzJ6XTv_R84fwKTviHu3IDNbteO4JA3uzKY5j9Tn2gOCTKcwEQkTz1tRBmMAMnLLmK7JP7iRNxLx2PUbkwwClQd-AfYTdsgPivDSUxHP1f-opMDkDpkwni80fZ5WfqF2s-gGCeuvaHbftzFPpOwYJ5qsJphHxrUKiLGEuhfW1AXwljmRCmZu1lkm0/s4032/IMG_3582.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBlpykzJ6XTv_R84fwKTviHu3IDNbteO4JA3uzKY5j9Tn2gOCTKcwEQkTz1tRBmMAMnLLmK7JP7iRNxLx2PUbkwwClQd-AfYTdsgPivDSUxHP1f-opMDkDpkwni80fZ5WfqF2s-gGCeuvaHbftzFPpOwYJ5qsJphHxrUKiLGEuhfW1AXwljmRCmZu1lkm0/w640-h480/IMG_3582.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">İlk durağımızın hemen üstündeki yapı, kralın kitap falan okuyup takıldığı yer</td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUAZCQfU7UN1SUB6W6iIEDbnj65KHjnkx6L5hDC_x38qKIA5rE9r9N3JymBNADmEj6SSQIL31BwwYGqrfjDsDnXy394PxpuD_9jMZE_uE2bOWCdBFpvvxRyeP-BQVCyf5_wwsedgYBizeN2iVrfbW5odVvpscr5gIwFQOlw7BpKvji8dutePsrF_tMRC8-/s4032/IMG_3583.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUAZCQfU7UN1SUB6W6iIEDbnj65KHjnkx6L5hDC_x38qKIA5rE9r9N3JymBNADmEj6SSQIL31BwwYGqrfjDsDnXy394PxpuD_9jMZE_uE2bOWCdBFpvvxRyeP-BQVCyf5_wwsedgYBizeN2iVrfbW5odVvpscr5gIwFQOlw7BpKvji8dutePsrF_tMRC8-/w640-h480/IMG_3583.JPG" width="640" /></a></div><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxH9_SNE3-Xx20OIEaMmrI4GnGfctZ1qIlKdaPQ7CDldr6_Sd5IZezw7g3iwGYev-hIzob9UI9tdHJlISVLAB87NwtNjCZf9FeWSBDq4C2N6M4xs1slqST-KQd3RCHVwG_SyMQsUHljeGvkykzx4TRhM0HjgF6V7g-4LntbD0StuLflZvbgDayoK9BspsP/s4032/IMG_3588.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjxH9_SNE3-Xx20OIEaMmrI4GnGfctZ1qIlKdaPQ7CDldr6_Sd5IZezw7g3iwGYev-hIzob9UI9tdHJlISVLAB87NwtNjCZf9FeWSBDq4C2N6M4xs1slqST-KQd3RCHVwG_SyMQsUHljeGvkykzx4TRhM0HjgF6V7g-4LntbD0StuLflZvbgDayoK9BspsP/w640-h480/IMG_3588.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bahçedeki ikinci durağımız</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihJGkvqOo9FzHfXxUaNIX9r5EjbFFpRMVx1aTKcuqODatJNN5m6qIQao6Fe9vDSHiCN5Niamh4yOMaDA8aHguQ76dClfh2aSv6YB5HGilrG9cW9yIoxqhTApqjrUJljFaCjQ35zDjwwTK9UgtyRMvRhHaxNbNplwgQB4HCEaGAhwRkUufPGliHVtSmTJZJ/s4032/IMG_3592.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEihJGkvqOo9FzHfXxUaNIX9r5EjbFFpRMVx1aTKcuqODatJNN5m6qIQao6Fe9vDSHiCN5Niamh4yOMaDA8aHguQ76dClfh2aSv6YB5HGilrG9cW9yIoxqhTApqjrUJljFaCjQ35zDjwwTK9UgtyRMvRhHaxNbNplwgQB4HCEaGAhwRkUufPGliHVtSmTJZJ/w640-h480/IMG_3592.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bahçenin her bir yeri mi çok güzel olur be</td></tr></tbody></table><br />Gizli Bahçe'ye oldukça kalabalık bir grup olarak giriş yaptık. Aramıza bir tane rehber kadın geldi. Elinde ince bir mikrofon ve kafasında şapkası ile tamamen hazırlıklıydı. Onun peşine takılıp, bambaşka bir dünyaya adım attık. Etraf tamamen bir ormanla çevrilmiş gibi oldu, her yerden kuş ve böcek sesleri ile dalların arasından sızan güneş ışıklarıyla, burayı böyle 50-60 kişiyle topluca yürüyerek değil de kendi başıma görsem nasıl olur diye düşünmeden edemedim. O kalabalıkta bile o sihirli havayı hissedebiliyorsunuz. Bahçede birkaç durak var, rehberimiz her birinde önce bizi etrafına toplayıp anlatım yapıyor, sonra bir beş on dakika verip, kendimiz etrafa bakmamıza izin veriyordu. İlk gördüğümüz yer dikdörtgen bir havuzun olduğu Buyongji ve Juhamnu'yu dinledik. Sonrasında başka bir havuzun yer aldığı Aeryeonji ve Uiduhap'ta mola verdik. Sonra da Jondeokjeong'u gördük. Bir de toplantı alanı gibi bir yapının yer aldığı bir yerde bilgilendik. Rehber gayet anlaşılır bir ingilizceyle anlatıyor, arada esprilerle keyiflendiriyor. Biz ilerlerken etrafta kendi başına dolaşan insanlara rastlayınca, bir şüphelenmedim değil ama bizim turumuz bitince anladım. Tur bitince, son noktada rehber dedi ki şimdi iki tane dönüş yolu var, istediğiniz birinden dönebilirsiniz. Bu dönüş yolculuğunda kendi halinize bırakılmış oluyorsunuz yani, rehber ayrılıyor, istediğiniz gibi etrafa göz atabiliyor oluyorsunuz. O yüzden ben de dönüş yolunda oyalana oyalana oraya buraya baka baka, etrafı dinleye dinleye yürüdüm. Ama biyoloji beni çağırıyordu, istediğim kadar da keyfini çıkaramadım bahçenin, bir an önce saraydan çıkıp bir şeyler yemem gerekiyordu.<p></p><p style="text-align: justify;"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTWZtHrPjF6cTq8QRFdv6bBcv-ijV2OZkdYlxT4K9ND6G25au9EZUntdMdsbso7WibmkrhSi22K7vJEyE-xCwodJ9k3QdhosTFz819N7OrDgPdx-Wkx59Li1nlkibQ_pTjVp7_jYvOJdvY92MY4DljI4j6oVX1_zLWK8toDInWwm9G5IMlA4p9goClxZWQ/s4032/IMG_3624.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTWZtHrPjF6cTq8QRFdv6bBcv-ijV2OZkdYlxT4K9ND6G25au9EZUntdMdsbso7WibmkrhSi22K7vJEyE-xCwodJ9k3QdhosTFz819N7OrDgPdx-Wkx59Li1nlkibQ_pTjVp7_jYvOJdvY92MY4DljI4j6oVX1_zLWK8toDInWwm9G5IMlA4p9goClxZWQ/w300-h400/IMG_3624.JPG" width="300" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Daom'daki curry'im ve manzaram<br />Çok güzel bir saatti</td></tr></tbody></table><br />Saat 4'ü geçerken saraydan koşturarak ama istemeyerek çıktım. Nereye gittiğime çok da bakmadan karşıya geçtim, sarayın hemen karşısındaki Donhwamun-ro'ya dalıp, yürümeye başladım. Birkaç restauranta denk geldim, Daom diye tertemiz görünümlü bir yer görünce attım kendimi içeri. O saatte benden başka kimse yoktu. Çalışan orta yaşlı, çok sempatik bir abla vardı. Beni görünce İngilizce menüyü verdi hemen. Camın önündeki, dışarı bakan masaya oturdum. Koca bir tabak curry söyledim. Burası tam olarak o daha önce yediğim geleneksel restaurantlardan değildi, biraz daha batı tarzında, kafemsi bir yerdi ama yine tabiki sürahide su ve bardak masadaydı. Valla doya doya yedim, benden sonra bir iki kişi daha geldi. Çok huzurlu, pek güzel bir ortamı vardı kafenin. Yani içimde uyandırdığı his, temizlik. Böyle curry'de hintli kokusu yoktu. Yemeğin yanında gelen - tabiki olmazsa olmaz - kimchilerde o kore'nin balık kokusu yoktu. Her şey temiz, netti. Sadece aşırı tuzsuzdu. Tuptuzsuz diye bir kelime olsaydı eğer öyleydi işte.</p><p style="text-align: justify;">Bir saat falan yemekten sonra kalktım, aklımda yine bir plan olmadan, yürümeye başladım. Önceki günlerde pek hoşuma gitmişti, Ikseondong'a doğru gideyim gene dedim. Kalabalıktan giremediğim kafelere bakarım bir belki boş bulurum dedim. Yine o minik sokaklarda, rengarenk yerlerin arasında dolaşırken bu kez bir çay evi gördüm, hani bu geleneksel çay evlerinden. Ayakkabılarımızı çıkarıp, bağdaş kurup oturduğumuz, ilginç ilginç bitki çayları içtiğimiz çay evlerinden. Gördüğüm yerin ismi Tteuran Tea House idi, içeri dalınca pek mutlu oldum. Yaşlıca bir teyze karşıladı, hemen yandaki uzun masada kalabalık bir grup harala gürele muhabbet ediyordu. Duvarlarda raflar, raflarda porselenler, çiçekler, her yer ahşap...O uzun masa normal masa, sandalyeli falan, ayakkabılar ayakta. Masayı geçince ayakkabıları çıkarıyoruz, bir basamak çıkıp, oradaki minik masaların etrafına bağdaş kuruyoruz. Sağ köşede iki genç kız oturuyordu, sol köşedeki boş yere geçtim. Ortamı çok sevdim, menüdeki her şeyi denemek istedim. Bana da o raflardaki gibi minik demliklerde sunulanlardan gelir diye düşünerek bir çiçek çayı seçtim. Yanına da geleneksel tatlıların her birinden yer alan karışık tatlı tabağı gibi bir şey istedim. Tatlı tabağı deyince bizdeki baklavalı dondurmalı tepeleme tabak gelmesin aklınıza. 3 çeşit minik minik şey vardı, hepsi de pirinç ve susamdan. (İstediğim çay Chrysanthemums çayıydı - kasımpatı yani, çay ile tatlı tabağı 7000 + 7000 won = 14000 won tuttu.) Teyze elinde tepsiyle masama geldi. Hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Swiss army yazan bir termos, yanında cam bir bardak, onun içinde bir cam aparat daha ve dibinde de çiçekler. Teyze başladı tarif etmeye. Bunu böyle yap, bunu şurdan koy, şu kadar bekle, ekle, şöyle yap. Hiçbir şey anlamadım. Gözlerim kocaman açılmış bakmaya devam ettim. Bir daha anlattı. Baktım yüzünde sinirlenme belirtileri var, haa evet evet tamam anladım süper diyerek gülümsedim. Teyze yanımdan şüphe içinde ayrıldı. Solumdaki kızlar kalktı bir süre sonra, diğer masaya başka bir turist kız geldi benim gibi, batıdan. O daha çok sırt çantalı gezgin gibiydi, o hangisiyden istediyse ona tam benim hayal ettiğim demlikli çaydan geldi. Hem de tarifsiz, kolay olan. Bir süre teyzenin ne demiş olabileceğini düşündüm önümdeki bardağa termosa bakıp. Sonra etrafı kolaçan edip, teyzenin görmediği bir anda termostan bardağıma sıcak su koyup içmeye başladım. Bir saat falan da orada oturdum. Ayaklarım üşümeye başlayınca kalktım.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLuTcnlcXlgoVhfSOEV07Ba786gzxlqNHrbd9d20x_51vrTnnV7GoYKiaVve_1cJqndHRZ_5DM8ZcQqJQhhU5oo5A8sghhhmrfTvf2ORZ5mBQs5lBQq3BfnHJqTHv_bKFRLykpoc4DV1PRz5qprZxVzAeNYUfGzb5d9KIWlvghCizC_CaPfJL_WKp_RaIw/s4032/IMG_3629.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLuTcnlcXlgoVhfSOEV07Ba786gzxlqNHrbd9d20x_51vrTnnV7GoYKiaVve_1cJqndHRZ_5DM8ZcQqJQhhU5oo5A8sghhhmrfTvf2ORZ5mBQs5lBQq3BfnHJqTHv_bKFRLykpoc4DV1PRz5qprZxVzAeNYUfGzb5d9KIWlvghCizC_CaPfJL_WKp_RaIw/w480-h640/IMG_3629.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Tteuran çay evindeki çayım ve tatlılarım - termosu da unutmayalım :D</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikv8NGb-X13edwp0YobIMgVkkMm-97n8pQ_GuNY24ePOw-CfEhu6zsLl8AVGIAPaZtlz6Ve46mFZfYeiylLb1nDuTpULvAvU856Wcewd1pap-okCcMeu6LigYaLALFS2jQ8Ft2cs6CkzvBSod6xMKcv4tU_wiVPBGo0fKW68hF-OMO4htCt8nlqsYq71iK/s4032/IMG_3635.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikv8NGb-X13edwp0YobIMgVkkMm-97n8pQ_GuNY24ePOw-CfEhu6zsLl8AVGIAPaZtlz6Ve46mFZfYeiylLb1nDuTpULvAvU856Wcewd1pap-okCcMeu6LigYaLALFS2jQ8Ft2cs6CkzvBSod6xMKcv4tU_wiVPBGo0fKW68hF-OMO4htCt8nlqsYq71iK/w480-h640/IMG_3635.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bağdaş kurduğum yerden</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVC5F20TRESpQSwHA6Fbzo4nWkv8p3LTw3Nrv_e_uL1QEKLMR7w2zUA9fYqYgQ-flpcWE47Y_m4iXLCJdFIln0GXkInjeWQyimL3Q_AUuZj0xJ0W12Qt2u_dq36_tmakWSEY-UzbDbsKfexIk2xxCJvnni_4pQ1JStCdY6N5n-Q6QdweSAC7el9ru8s78S/s4032/IMG_3638.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVC5F20TRESpQSwHA6Fbzo4nWkv8p3LTw3Nrv_e_uL1QEKLMR7w2zUA9fYqYgQ-flpcWE47Y_m4iXLCJdFIln0GXkInjeWQyimL3Q_AUuZj0xJ0W12Qt2u_dq36_tmakWSEY-UzbDbsKfexIk2xxCJvnni_4pQ1JStCdY6N5n-Q6QdweSAC7el9ru8s78S/w640-h480/IMG_3638.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bunları eve götüremiyoruz ne demek</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjR3XA-0pof8BTyzUIYZXwp3EtBakH-0y3-dtndhUnovdUaelam-7KnnarRg0CNcNfb9Ij9XqbD7YkF5ZFDpxDTmRN4bDwlSBiNiop3pivhxJU3P_hyBqEHMddh3n-J59bW9JkNwFJ4uIRcomRCu-uIivsahVHNvkmPKbzkAqIwz-979HVhzBRac_kQFlEx/s4032/IMG_3639.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjR3XA-0pof8BTyzUIYZXwp3EtBakH-0y3-dtndhUnovdUaelam-7KnnarRg0CNcNfb9Ij9XqbD7YkF5ZFDpxDTmRN4bDwlSBiNiop3pivhxJU3P_hyBqEHMddh3n-J59bW9JkNwFJ4uIRcomRCu-uIivsahVHNvkmPKbzkAqIwz-979HVhzBRac_kQFlEx/w640-h480/IMG_3639.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Ben de çay evi işletsem olmaz mı</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWy0pNG4nIx-aH-hkZJZvOcj3O60ayQTpsUoRuQ7NtOl6yBNbn_r3-kRyrmM7Ly6nPEAHwsKWlFaJxq1-cfwWmLEP7AqJzf0Bz7Lxqfq34DWSgTLJjORKXusa2YQErlgnmDwUuKjtFUYmwP5FPKvrZeFw7yyVjeiCCaG9zTnLf3LEv5TA7zeqi5oj_7-f8/s4032/IMG_3641.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWy0pNG4nIx-aH-hkZJZvOcj3O60ayQTpsUoRuQ7NtOl6yBNbn_r3-kRyrmM7Ly6nPEAHwsKWlFaJxq1-cfwWmLEP7AqJzf0Bz7Lxqfq34DWSgTLJjORKXusa2YQErlgnmDwUuKjtFUYmwP5FPKvrZeFw7yyVjeiCCaG9zTnLf3LEv5TA7zeqi5oj_7-f8/w640-h480/IMG_3641.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Tteuran çay evinin öbür girişi, allahım her yer sevimli her yer güzel</td></tr></tbody></table><br />Ikseondong'tan çıkıp Samil-daero üzerinde yürümeye başladım. Hava iyice bulutlanıp, kararıyordu. Bir baktım Unhyeongung'un önündeyim. Burası da bir tür saray. Tam öyle Gyeongbokgung ve Changdeokgung kafasında olmasa da saray. Joseon'un 26.kralı Gojong'un, tahta çıkmadan önce beklerken yaşadığı saray. Bu türe Jamjeo deniyor. Açıktı ve öylesine bir park gibiydi. Öyle bilet almaca gibi bir durumu yoktu. İçeride birkaç insan, belki birkaç çalışan falan vardı. Böyle bir sonbahar öğleden sonrası, hava kararmış, üşümüşüm, şehrin her yeri kalabalık ama burası bomboş. Aynen böyle bir havası vardı. Daldım içeri. Diğer saraylara göre oldukça küçük sayılabilir burası. 4-5 tane binası ve bir ana bahçesi var gibi görünüyor. Bir bölümünde minik bir müzesi var, Kral Gojong ile Kraliçe Myeongseong'un evlilik töreni de burada yapıldığından bir de kraliyet düğününe dair canlandırmaların olduğu sergi bölümü de var.</p><p style="text-align: justify;"><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgs5Ve2nM4iJAHwxJrf6KThAc4utdYuGhUXyPelx1TufXyjavSTLhKR6qzJngB1LvtkMzOQffXaiY0XCkKysneheQ058lS3ach7TCxZLxDppBvmirzwj3qGNfIe8GnwnKMK_rPdZL6Fu7wzj8L2_7UtTE7NadIlButdM3kehfghZsOGEY42zJFc3ig5AeOV/s4032/IMG_3642.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgs5Ve2nM4iJAHwxJrf6KThAc4utdYuGhUXyPelx1TufXyjavSTLhKR6qzJngB1LvtkMzOQffXaiY0XCkKysneheQ058lS3ach7TCxZLxDppBvmirzwj3qGNfIe8GnwnKMK_rPdZL6Fu7wzj8L2_7UtTE7NadIlButdM3kehfghZsOGEY42zJFc3ig5AeOV/w640-h480/IMG_3642.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><span style="text-align: justify;">Unhyeongung'un girişindeyim</span></td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgK9K7S7UDBPjilsl_SRF7_80815_TbKbdxePgwzOm5VvRNV_SEI43nNTCJpSAbNkvrQdBFTb8V-T6lt7VlNwLrpUbDQ0Ewlva6DDbngD8-u9arknCy4bj4hQ7Hfgftc11604z23y-S79CfQTt0OVJC5IJUS5mfaEheRDA3FEuDzDp5bLQihSKHfa-q7oZu/s3088/IMG_3667.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3088" data-original-width="2316" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgK9K7S7UDBPjilsl_SRF7_80815_TbKbdxePgwzOm5VvRNV_SEI43nNTCJpSAbNkvrQdBFTb8V-T6lt7VlNwLrpUbDQ0Ewlva6DDbngD8-u9arknCy4bj4hQ7Hfgftc11604z23y-S79CfQTt0OVJC5IJUS5mfaEheRDA3FEuDzDp5bLQihSKHfa-q7oZu/w480-h640/IMG_3667.JPG" width="480" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Burası böyle bomboş olunca saray benim diyerek dolaştım</td></tr></tbody></table><br /><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwgeOVYP_n8OTHbfbBDPR6Wbe2ooRKi1AEB78abZjjaAKFVNKvx7-j6j5c6h4Wd4WYdSye5fdV6yZbyAiCysDxWewLs3p3oi0Ce1JH0dsT9vHA9yI4xJss50bkcVR1h_TTHTjxg3u5SNWN5jbEsMvDnRPMP47ujQ2UWCMum2R6ByjStlXQagTOLn29uf6y/s4032/IMG_3675.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjwgeOVYP_n8OTHbfbBDPR6Wbe2ooRKi1AEB78abZjjaAKFVNKvx7-j6j5c6h4Wd4WYdSye5fdV6yZbyAiCysDxWewLs3p3oi0Ce1JH0dsT9vHA9yI4xJss50bkcVR1h_TTHTjxg3u5SNWN5jbEsMvDnRPMP47ujQ2UWCMum2R6ByjStlXQagTOLn29uf6y/w640-h480/IMG_3675.JPG" width="640" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Bu kadarcık işte, diğerleri gibi düşünmeyin</td></tr></tbody></table><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgewSCCu2o3L4iMZmE-s3dKmM8JxNNAmCPbbgSrjWBKGd4LpskkYRFIKea1RcEPsY89DH136pZdV5YmJ9Sj0mxY-zmOdCXeNkFP5uy0iUPsFcfz74zMRvm3shdYHkQkeOAJq9p8_1cboIfEfeTexgRBhw8TMfloxZM6spyB_m8X3o_fr1rXYV3zgQkhmXAN/s4032/IMG_3677.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgewSCCu2o3L4iMZmE-s3dKmM8JxNNAmCPbbgSrjWBKGd4LpskkYRFIKea1RcEPsY89DH136pZdV5YmJ9Sj0mxY-zmOdCXeNkFP5uy0iUPsFcfz74zMRvm3shdYHkQkeOAJq9p8_1cboIfEfeTexgRBhw8TMfloxZM6spyB_m8X3o_fr1rXYV3zgQkhmXAN/w640-h480/IMG_3677.JPG" width="640" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTVnnhFvrx2Zn_KOMvVI7w9KFL7wl7eu8K1tCkYNi58oYJP0291wJtJ7bsp3OKRxOmT85kxkWwPYqjqx4kkRbPY1yf33noiv2qB65-MtVdZsx1c2Gg9pLSNU6gQeaVjF-qWhcyPLi43WGiwa0NOgN9nw2WaNeZ83H2rkVH6JnBjGGwJG2JY0Hr5buTNsYA/s4032/IMG_3678.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3024" data-original-width="4032" height="480" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjTVnnhFvrx2Zn_KOMvVI7w9KFL7wl7eu8K1tCkYNi58oYJP0291wJtJ7bsp3OKRxOmT85kxkWwPYqjqx4kkRbPY1yf33noiv2qB65-MtVdZsx1c2Gg9pLSNU6gQeaVjF-qWhcyPLi43WGiwa0NOgN9nw2WaNeZ83H2rkVH6JnBjGGwJG2JY0Hr5buTNsYA/w640-h480/IMG_3678.JPG" width="640" /></a></div><br /><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAqO-VuiYO92NSgDS1Ey7NT7Yy_alj-Q0lkVTiBAvpIgWFY44d2EGmPMvv_29snZCLdLm-4VAC0uT59kgnGe-8szZHc-wDik56uA7gDaTInGo-FzweN-y9UKikxV5gpZBYSQg0ef7laF7oCNBN5vRYnxJ0J_qCHH4DdzV04eiEq6DqChXplSwJFmndbxh0/s4032/IMG_3682.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAqO-VuiYO92NSgDS1Ey7NT7Yy_alj-Q0lkVTiBAvpIgWFY44d2EGmPMvv_29snZCLdLm-4VAC0uT59kgnGe-8szZHc-wDik56uA7gDaTInGo-FzweN-y9UKikxV5gpZBYSQg0ef7laF7oCNBN5vRYnxJ0J_qCHH4DdzV04eiEq6DqChXplSwJFmndbxh0/s320/IMG_3682.JPG" width="240" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Eve dönüş yolunca çilekler :)</td></tr></tbody></table><br />Saat 6 buçuğa doğru artık eve doğru yürüyordum. Hava kararmış gibiydi. Eve varınca bahçede Shin amca ile karşılaşıp, bir süre muhabbet ettim. Odama girip ısınırım diye umutlanmıştım. Ama yer ısıtmasını bu mevsimde tabiki anca yatarken açıyorlardı. Tepede bir klima vardı, onu çalıştırmaya çalıştım ısıtır mı diye, beceremedim. Shin amca ile Lee teyze dışarı çıkmıştı, mesaj atıp, ısıtmayı açabilir miyiz ki dedim. Eve gelince açtılar benim için erkenden. Bu arada tuvalet ve banyo, sadece benim kullanmam içindi ama odamdan çıkıp, bahçeyi geçip öyle girmem gerekiyordu. Tuvalete gelip giderken, arada odamın önünde oturdum, bahçeyi seyrettim. Shin amca ile sohbet ettim. Fransız teyze dışarı çıkacaktı onunla sohbet ettim. Bir aydır burada kalıyormuş. Normalde doktormuş, Nice'te yaşıyormuş. 65 yaşındayım mı dedi, öyle bir şey. Seul'de bir adamla tanışmış, telefonundan resmini gösterdi bana. Onunla buluşacaktı ertesi akşam. Adam dediğim 70-80 yaşında, böyle bembeyaz uzun saçlı bir dede. Modellik yapıyor, defilelere falan çıkıyor. Teyze pek heyecanlıydı. O akşamı öyle muhabbetlerle ve odamın içini dışını keşfetmekle geçirdim. Mutluydum. Değişikti.<p></p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-37079429927118342582023-08-28T22:33:00.003+03:002023-08-28T22:33:24.121+03:00특이한 점...탈진...stranezze...bruciato...<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjiDXtsiwfvyuSSwfm49rzrPbJwww6jRUhypQ049tx_Bh-H8NGQBMIPsWS5WIRloKQ2kB6Gcv8Yt_MzLPKtjVX6TRl6SM5P32oPRLh07-24sgJeWZ6QQOOzxn9w2bXW21ys7WJGkYqW6ERjoMSyDglnhuyBBycXS8wAsugEA3jUjWCMKTAbnek6gNyRC-oF/s4032/IMG_6024.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="4032" data-original-width="3024" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjiDXtsiwfvyuSSwfm49rzrPbJwww6jRUhypQ049tx_Bh-H8NGQBMIPsWS5WIRloKQ2kB6Gcv8Yt_MzLPKtjVX6TRl6SM5P32oPRLh07-24sgJeWZ6QQOOzxn9w2bXW21ys7WJGkYqW6ERjoMSyDglnhuyBBycXS8wAsugEA3jUjWCMKTAbnek6gNyRC-oF/w300-h400/IMG_6024.JPG" width="300" /></a></div><br /> Ama ben biliyordum. Bir süredir bir şeyin olacağı vardı. Çünkü böyle bir dağdan yuvarlanan çığ kütlesine kapılmışım dönerek oraya buraya çarparak yuvarlanıyormuşum gibi yaşıyordum. Sabahları uyanamıyordum, geceleri uyuyamıyordum. Sabahları güç bela evden koşturarak çıkıp servise yetişiyor, iş yerinde tüm gün ne yaptığımı anlamadan koşturuyor (mecazen - yoksa bilgisayar başında oturuyorum), akşamları tükenmiş halde eve gelip, saatin ne ara 10 olduğunu anlamadan yatağa düşüyordum. Çok yorgun, çok uykum var halde uyuyamayıp, yine döngüye devam ediyordum. Azcık şu odayı düzelteyim diyordum mesela eve gelince, bir bakıyordum zaman kalmamış yataktayım. Şu iş var halledeyim diyordum mesela haftasonu olunca, cuma akşamı eve gidip bir bakıyordum pazar gecesi olmuş. Halının üstüne aylar önce bıraktığım bir şey hala yerinde duruyor oluyordu. Masanın üstüne yığdığım şeyler öylece kalmış oluyordu. Arada banyo yapabildiğime şükrediyordum.<p></p><p style="text-align: justify;">Son birkaç haftadır da peş peşe mutfakta bir şeyler kırıldı. Koluma ütü bastım yanlışlıkla. Hiç durmadan kilo almaya başladım. Öyle ki sabahtan akşama hiçbir şey yemediğim günün ertesinde kilo almış oluyordum. Evi leş götürüyordu. Mutfak tezgahının üstünü kaç haftadır toplayamamıştım bilmiyordum. Banyonun lambası, 4 yıldır bir kere bile patlamamışken son bir ayda iki kere patladı. Balkondaki şemsiye ufacık rüzgarda uçup, aşağıdaki ağaca asılı kaldı, zar zor aldım. Kumaşı parça pinçik oldu. Buraya bile iki çift laf etmek için gelmeye çalışıp çalışıp uzağından geçemedim. Saçmasapan rüyalar görüp duruyordum. Yeter artık yeter be diye çığlıklar atarak sokağa fırlamama ramak kalmıştı.</p><p style="text-align: justify;">Sonunda geçen hafta pazartesi sabahı alarmla uyandığımda olan oldu. Önceki günlerde hiçbir şeyim yoktu. Saçma bir şey yemediğimi düşünüyordum (ama yine bir kabak incident'ı olabilir), hasta gibi hissetmiyordum, sadece regl gecikmişti yine ki zaten ilaç kullandığımı düşünürsek ona da iyi peki demiştim. Pazartesi sabahı işe gitmek için ayıldım, yatakta off midem ne biçim bulanıyor dedim, geri gözlerimi kapadım. Bir yarım saat sonra tuvalete koşturdum, ishal olmuştum. Midem çok feci bulanıyordu ama kusamıyordum. Yine kocaman taş var gibiydi midemde, tüm kanım çekildi gibi hissediyordum. Yatakta kıvranmaya başladım, bir yandan da yanıma maşrapayı aldım, midem ağrıdıkça kusmaya yelteniyordum. Sonunda çıkarabildiğimde bir on beş dakikalığına rahatladım gibi oldu, sonra döngü geri devam etti. Kıvranma, uyusam geçer mi, tuvalet, öğürme, kusma, yatağa düşme, ağrının geri gelmesi, kıvran...Son bir senede böyle mide ağrılı bulanmalı bir dolu şey geçirdim ya hani, bu seferkinde daha da saçmaydı. Tüm enerjim çekildi. Ama ölü gibi yatamıyordum da çünkü bacaklarımda içten bir rahat olmama, bir karıncalanma olup durdu. Ne yatabiliyordum, ne kalkabiliyordum. Kabus. Bitmeyen kabus. Telefonu elimde bile tutabilecek kadar enerjim yoktu. Son zamanların o kadar iştahına, yemesine karşılık ağzıma hiçbir şey süremedim. Su bile içesim yoktu. Damağımı bile ıslatamadım. Ambulans çağırsam dedim, onu bile yapacak gücüm yoktu. Pazartesi hiç bitmedi. Evdeki mide ilaçlarından, bulantı hapından, ağrı kesicilerden içtim durdum. Hiçbir şey yemeden içmeden, az biraz suyla ilaçları yutup, beş dakika içinde kusarak geri çıkarttığım bir düzen oluştu tüm gün. Tam içimde daha fazla bir şey kalmış olamaz dediğim noktada yeniden bir dolu şey çıkardım. Nasıl uyuyakaldım bilmiyorum. Evin her yerine atmıştım kendimi, hiçbir zeminde ya da hiçbir yerde rahatlayamayarak.</p><p style="text-align: justify;">Salı sabahı nasıl olduysa böyle iyiymişim gibi uyandım. Ohh dedim bitti kabus. İyi olduğumu düşündüm bir yarım saat, iş yerine gene de gitmeyeyim dedim çünkü halsiz düşmüştüm. Ama o yarım saatten sonra yine başladı. Salı günü daha da kötüydüm bir de. Çünkü bedenimde ne su, ne mineral, hiçbir şey kalmamıştı. Üstüne midem yine de ağrıyor ve bulanıyordu. Bacaklarım yine karıncalanıyordu, durduğum yerde duramıyordum, yatamıyordum. Kafam üç yüz milyondu. Dışarıdan habire inşaat sesleri geliyordu, yaz olunca herkesin evde tadilat yaptırası geliyor. Apartmandan küldür paldır sesleri de cabası. Sinirden ve acıdan ağlamaya başladım, tüm pencereleri her yeri kapayıp, halının üstüne atıp kendimi çığlık ata ata, küfrede küfrede ağladım. Geçmedi. Gene de geçmedi. Ambulans çağırıp lütfen beni bayıltın diye yalvarmayı düşündüm. Ciddi ciddi. Anestesi verin, bir iğne yapın, bir şey yapın ve bayılayım lütfen, sadece ayık olmak istemiyorum diye mırıldanarak yerlerde yuvarlandım. Saat 4'ü geçerken kapı çaldı. Annemi buldum karşımda. Köyden atlamış gelmişti. Onu görünce hepten saldım, salya sümük ağlamaya başladım. Zorla hastaneye götürdü. Meğerse bir şeyler bulaşmış. Ateşim çıkmış. O bana çarpıntı yapmış. Nefes almakta da zorlanıyordum, çarpıntım varmış işte. Doktor ateşin var deyince şaşırdım, ben hava sıcak diye bunaldım ondan hayal görüyorum zannediyordum dedim. Hele çarpıntın var deyince boynuna sarılıp, ağlayacaktım. Çünkü ben söyleyince kimse inanmıyordu, hayal ettiğimi, psikolojik olduğunu söylüyorlardı. Oysa bu sefer gerçekmiş, ağlamaklı oldum. Tansiyonum da çıkmış. Ömrümde çıktığını görmedim, düşük zaten hep düşerdi bayılır gibi olurdum. Çıkmış bu sefer. 4 çeşit serum taktılar, bir saati aşkın onları yedim. İki çeşit antibiyotik ve ateş düşürücü verdi ayrıca evde içmem için. Bir de bir şey daha ama o neydi. Unuttum, içiyorum günlerdir.</p><p style="text-align: justify;">Çarşamba günü annemin de gelmiş olmasının ve evi düzeltip, ağzıma birkaç lokma bir şey sokabilmesinin üzerine işe gittim. İnatla. Neyin inadıysa. Hayır doktorda aklımın ucuna bile gelmedi, rapor istesene. Ya da gitme işe, yıllık izinden al. Neden ya neden? Çok kızıyorum kendime. Zor durdum çarşamba günü. Bacaklarım tutmuyordu. Çünkü hala ateşim çıkıyordu. İlacı içiyorum sabah, düşüyor, Öğlene doğru geri çıkıyor, yine ilaç içmem gerekiyordu. Perşembe günü gene gittim. Gerçekten manyağım ben. Bir dolu iznim var ya. Bu sefer biraz daha uzun kalabildim ama gene baygınlık geçirecektim, gram enerjim yok. Cuma günü gittiğimde artık kafam biraz çalışmıştı da dedim izin alacağım. Beden olarak da mental olarak da tükendim çünkü. Yuvarlanıyorum. Pazartesi salıyı izin aldım. Hiçbir şey yapmak, hiçbir yere gitmek için değil. Sadece durmak için. Öylece durmak için. Bir durup nefeslenmek için. Çünkü. Tükendim.</p><p style="text-align: justify;">Bu arada banyodaki musluğun ortasından su fışkırmaya başladı. 4 yıldır hiçbir şeyi yoktu. Üstünde tek bir çizik bile yok. Bu saçmasapan haftanın ortasında, birden bire, durup dururken. Sanki incecik iğnelerle gövdesini delmişim gibi. Koli bandıyla sarmaladım, öyle duruyor. Bakın cidden etrafımda bir şeyler oluyor. Bugün gene tabak kırdım zaten. Geçen hafta, o salak pazartesiden gününden hemen önceki cumartesi, arabayı artık yıkatmalıyım dememin üzerinden bir yıl geçtikten sonra ancak yıkatmaya götürdüm. İki yaşlı amca yıkıyordu, konuya çok girmeyeceğim neyse, kenarda dikiliyordum. Sadece dikiliyordum. Bakışlarımı bile yalnızca yerdeki suya dikmiştim. Ama kafamdan düşünceler...engel olamıyordum. Bu adamlar niye bu yaşta bu işle uğraşıyor, neden bu dünya böyle, lanet olsun,...diye diye kendimi içeriden yerken daha yaşlıca olan amca döndü, baktı, böyle bu sıcakta uğraşıyoruz gibi bir şey dedi bana. Kafamın içindeki monologa cevap verir gibi tam. Tam da ağzımı açıp söylesem o cümleleri, onlara cevap olarak söyleyeceği bir şeyleri söyledi. Allahım noluyor beni nasıl duyabilir dedim. Geçen gün de kahvecide otururken menüdeki fıstıklı dondurmadan istedim. İsterken tam olarak aklımdaki, bir tabakta sade dondurma, üstüne serpilmiş fıstıklardı. Hatta tam olarak içimden böyle dedim kendi kendime. Garson gitti, geri geldi, dedi ki fıstıklı dondurma kalmamış, sade dondurmanın üstüne fıstık attırsam olur mu? Tuhaf bir şeyler oluyor. Kötü bir şeyleri de bileceğim diye ödüm kopuyor. Düşünmemeye çalışıyorum. Kafamın içinde hiç ses olmamasını sağlamaya çalışıyorum.</p><p style="text-align: justify;">Sabah annem köye geri döndü. Bugün sadece dizi izledim. Yemek yedim. Birkaç bir şey topladım. Sadece durdum. Hiçbir şeye yetişmeye çalışmadım. Hiçbir şeyi düşünmek istemedim. Durdum. Bacaklarım arada bir taşımıyor yine, oturuyorum. Su şişesini yanımda gezdiriyorum, geçen bir hafta boyunca toplasam 2 litre su içmemişimdir, onu düzeltmeye çalışıyorum. Bir şeyler var, tuhaf.</p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2509851366566279330.post-3914815288204281592023-08-13T14:00:00.003+03:002023-08-13T15:00:24.347+03:00“Believe in yourself. You are braver than you think, more talented than you know, and capable of more than you imagine.”<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWZi2ajbVlCjDzBmig5QFtNaJCfDNmCfkgb4u7sgYwj1ZPbrXYFs7o7gaq2E__yqDbUOMJLU-fPe1SVhKyktLaF3VP1SDtI3DQMxafX44bun4YUZugbVnERxApWzsdSNlQvCybCsS0TkDHYFDVncwxfbdT7wzrxYLshHIh546a6TElXq5lSye3SRiKq7Fd/s640/julia%20pott.jpeg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="450" data-original-width="640" height="450" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWZi2ajbVlCjDzBmig5QFtNaJCfDNmCfkgb4u7sgYwj1ZPbrXYFs7o7gaq2E__yqDbUOMJLU-fPe1SVhKyktLaF3VP1SDtI3DQMxafX44bun4YUZugbVnERxApWzsdSNlQvCybCsS0TkDHYFDVncwxfbdT7wzrxYLshHIh546a6TElXq5lSye3SRiKq7Fd/w640-h450/julia%20pott.jpeg" width="640" /></a></div><br /> Son bir aydır böyle tuhaf bir ruh hali içindeyim. Aslında Seul'den döndüğümden beri içimdeydi ama sanırım araya kaynayıp gidiyordu. Sonunda kendini bam diye ortaya attı ve ben de tam olarak içine atladım. Temmuz'un 20'siydi sanırım, bir müzikal-tiyatroya gittim iş çıkışı. O akşam içimden fırladı bu duygu. O akşam anladım ki ben hiçbir şey yapmak istemiyorum.<p></p><p style="text-align: justify;">Hiçbir şey yapmak istemiyorum çok geniş bir ifade oldu. Daha doğrusu şöyle olacak: Ben bu ülkede hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bu ülke ile ilgili hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Merak etmiyorum. Heveslendirmiyor beni. Yani çıkıp da bir tiyatro oyunu izlemek istemiyorum burada, bir kafeye bile gidip oturmak istemiyorum. Anlamsız çünkü. Bayat. Sönük. Keyifsiz. Bu ülkedeki hiçbir şey artık güzel veya ilgi çekici gelmiyor bana. Böyle söyleyince de pek bir şımarık geliyor kulağa ama içimde hissettirdiği o değil. Yani şöyle düşünün, birine çok aşık olabilirsiniz değil mi? Birinden çok da nefret edebilirsiniz. Bu iki duygu da sonuçta birer duygu, bir yoğunlukları var, bir şey ifade ediyorlar. Nefret etmek bile o kişiye bir şey hissetmek sonuçta. Ben bu ülkeye hiçbir şey hissetmiyorum artık. Yani hayatıma daha doğrusu. Buradaki hayatım bana hiçbir şey ifade etmiyor. Evden çıkmak istemiyorum. Çıkıp nereye gideceğim ki? Gezilecek görülecek neresi var? Eğlenceli, huzurlu, ilginç ne var bu ülkede? Eskiden mesela her haftasonu bir şehri gezmeye mi gitsem derdim. İnternette sosyal medyada orası var burası var diye bir şeyler gördükçe kaydederdim. Çok anlamsız geliyor şu an. O kaydettiğim yerlere gittiğimde, o videolardaki gibi güzel olmadıklarını görmek için mi gideceğim? Etrafı doldurmuş görgüsüz "araplarla" karşılaşmak için mi gideceğim? İnsanı zorla ırkçı yaptılar ya. Araplar kelimesi altında aslında ırk olarak arapları kastetmediğimi anlamışsınızdır. Ülkenin her yerini dolduran o ortadoğulu ve doğunun tamamından gelen insanların oluşturduğu güruhu kastediyorum. Bir şehri gezmeye gitsem ne olacak? Fahiş fiyatlarla oturup bir yerde ağız tadıyla bir şeyler mi yiyebileceğim? Her adımımda başka bir esnaf beni soymaya çalışacak. Doğal güzellikler mi? Nerede mesela bir şelale var, bir göl kenarı var, bir orman, bir doğa harikası var, her yanının içine etmiş durumdalar. Daha birkaç sene önce aynısına denk gelmedim mi? Bizim köyün yakınlarında bir şelaleye gitmiştik gezmeye, suyun hemen kenarında örtüleri sermiş, oturmuş çoluk çocuk mangal yakanlar, pislik çöpler içinde suya atlayıp atlayıp kenara donlarıyla çıkanlar...Kenarına fırsat bilip kondurulmuş bir kafe benzeri yapının pisliği, tuvalet gibi yerlerin akıllara zararlığı...Bu ülkedeki her yer böyle. Her-bir-yer-böyle.</p><p style="text-align: justify;">Bir anda gelmiş gibi duruyor bu ama sanırım uzun uzun yılların birikimi. 2008'den beri onca ülke, şehir, yaşam gördükten sonra kafama dank etmiş durumda. İnsanlar keyifle yaşamak için bir şeyler yapıyorlar ya nereye gittiysem. Seul'de mesela dağların her yanına güzel güzel yürüyüş rotaları yapmışlar, herkes canı sıkıldı mı en basiti yürüyor. Güvenli, düzenli, temiz, keyifli. Ben şimdi Ankara'da minik bir dağ yürüyüşü yapayım desem nereye gideceğim? Şehrin kalesine bile gidemiyorum tinercisinden hırlı hırsızından. Öğlenleri iş yerinin etrafında yürüyeyim azcık diyorum, her gün 35 kere ölümden dönüyorum. Dışarıda araba teröründen yürüyemiyorum. Kurallara, ışıklara uyan bir tane canlı yok. Işıklara uyan tek kişi olduğum için her gün tüm arabalar beni ezmeye çalışıyor. Göçmenleri doluştuğu, hırsızlığın tavan yaptığı Roma'nın sidik ve çöp kokulu sokaklarında bile yola adımımı atacağımı düşündükleri anda arabalar duruyordu. Işıkları, kuralları geçtim, sırf bir yaya karşıdan karşıya geçecek diye en işlek caddede trafik duruyordu. Bu ülkenin kültüründe hayattan keyif alma diye bir şey yok. Hatta artıyorum, Orta Asya'dan beri "keyif" diye bir şey hayatlarına girmemiş. Estetik algısı, düzenlilik, güzellik diye bir şey yok. Her yer ucube gibi görünüyor. Hayatımız her an hayatta kalma modunda geçiyor. Her an nereden üstüme bir şey gelecek, nereden biri bir şey bana saldıracak, her an hangi şey daha kötüye gidecek diye kendimizi kollamakla geçiyor. Temmuz'un 20'sinden beri dışarı çıkmadım. Sadece işe gittim geldim. Mecburen. Ki o da çok yoğun geçiyor. Geçen haftasonu da ofisteydim. Ne için? Anlamı ne? Serviste, iş yerinde, dışarıda orada burada insanlar konuşurken dinliyorum. Dertleri o kadar salakça geliyor ki. Ne yatırım mı yapacaksınız, hah. Sanki tüm o arap şeyhlerinden ruslardan ingilizlerden alınacak ev arsa bir şey kaldı da. Ne tatile mi gideceksiniz, güneye mi, ahahah. Aynı paraya gidip İskoçya'da şato alabilirdiniz ama olsun, siz bilirsiniz, vıcık vıcık bir dolu görgüsüz ve cahil insanla aynı havuza girmeyi istiyor olabilirsiniz. Hıı çocuk yapın evet, bu ülkede çok mantıklı. </p><p style="text-align: justify;">Arkadaşım T. 'nin bu arada her dışarı çağırmasına, her şuraya gidelim mi buraya gidelim mi bunu yapalım mı bak şöyle bir şey varmış bilet alayım mı demelerine hayır dedim. Nasıl açıklayacağımı bilemiyordum çünkü, sadece canım istemiyor deyip kestirip attım. Arada baya bozuldu bana, fark ettim ama sorunun onunla ilgisi olmadığını anlatamazdım ki. Anlamazdı. Benimle aynı şeyleri hissetmiyor çünkü. Aynı şeyleri görmedi, aynı hayatları görmedi. Ahh artık gerçekten romanlardaki dizilerdeki bir vampir gibi hissediyorum. Bir dolu hayat yaşamışım, her birindeki herkes zamanı gelince ölmüş gitmiş (benim durumumda hayatımdan çıkarmış olduğum için ölmüş gibiler gibi) ve başka bir kimlikle başka bir hayata geçiş yapmışım. Farklı yerlerde, farklı insanlarla bambaşka kişiliklerde yaşamışım. Ama hepsi içimde, hepsi benimle, hepsini hatırlıyorum. Oysa onun yaşadığı, bildiği bir hayat var. Onu hala heveslendiren, merak ettiği, yaşamak istediği. Bu yüzden şuraya gidelim mi sorusuna hayır dediğimde direkt benimle gelmek istemiyor, bana bir garezi var diye düşünüyor. Aslında arada ona da sinirleniyorum sebepsizce. Bir yere gidelim mi dediğinde öyle anlamsız bir şekilde sinirleniyorum, ne bu heves ne bu gezme aşkı nedir bu yani diye içimde bir öfke patlaması oluyor. Oysa bana ne değil mi onun gezmek istemesinden? Yaşamak istemesinden? Gerçi bir parçam şeyden dolayı kızıyor, hayır demek benim için aşırı zor bir şey olduğundan kendimi zorlanmış gibi hissettirmesi beni deli ediyor. Bana bir şey sorarak, bir şey önererek beni zorluyormuş, kolumdan sürüklüyormuş gibi hissediyorum. Hayır dediğim her seferinde onu çok üzdüm diye içim içimi yiyor ve kendime sinir oluyorum niye için içini yiyor diye. İstemiyorsun işte, istemediğin bir şeye hayır dedin ne var bunda diye kavga kopuyor içeride. Yani bana her gezelim mi dediğinde boğazına yapışmak istiyorum, çok kötü bir dürtü bu ama geliveriyor işte. Aynı şey bir şey isteyenlere de oluyor. Benden en ufak bir şey istediklerinde aynı şekilde yüzlerine asit kusmak istiyorum. İstemeyin benden hiçbir şey! diye. Çünkü hayır demem gerekiyor ve hayır demek beni içten tüketiyor. Hayır diyemeyeceğim diye çok korkuyorum. Bu beni öldürüyor. Bunu bilen hiç kimse benimle arkadaş olmayı geçtim, bana selam bile vermek istemez ya neyse. </p><p style="text-align: justify;">Bir dün çıktım işte. Düne kadar arada bir kere - o da önceden biletlerini almış olduğum için - CSO'da bir konsere gittim. Dünse Kore Kültür Merkezi'nin K-pop yarışması vardı. Bir orada, performansları izlerken biraz keyiflenebildim. Dosdoğru eve geldim sonra. Bir kafeye bir yere mi gideyim? Ne anlamı var? Hepsi birbirinin aynı dekorlar. Bir tane iyi kahve yapan yer yok. Kahve uzmanı bile değilim, gene de kötü kahveler düşünün. Hem o kadar paranın aynısını Seul'de verdiğimde dünyada görebileceğim en ilginç en keyifli yerlerde oturup, en lezzetli şeyleri içmiştim. Magandası, yerlere tüküreni olmayan park bahçe mi var da gidip oturayım?</p><p style="text-align: justify;">Ahh gene gaza geldim. Ekranı açtığımda bu kadar sinirli değildim. Sadece içimdeki duyguyu açıklayacaktım. Yazdıkça gaza geldim. Kendi kendimi sinirlendirdim. Gerçekten gitmek istiyorum. Daha huzurlu bir hayat mümkün. Daha keyifli. Daha insani. Tek bir hayat yaşıyorum, tek bir şansım var, öyleyse neden bunları çekiyorum? Benden daha iyi yaşayanlardan kafam daha mı az çalışıyor, yeteneklerim kültürüm daha mı az? Sadece çok fena yanlış seçimler yaptım, biraz da ortalamanın üstünde saf ve ebleğim ve aşırı tembelim ama tüm o gördüğüm insanlardan çok daha iyisini hak ediyorum. Evet ediyorum. Artık buna inanıyorum.</p>Hikayecihttp://www.blogger.com/profile/01927673394473891596noreply@blogger.com7