28 Mayıs 2023 Pazar

Bir Seul Macerası Bölüm III - Namsan Kulesi, Myeongdong, Sungnyemun, Ikseondong

Odamdan ilk sabah manzarası, azcık gri Seul

 Seul'deki ilk sabahımda erkenden uyandım. Bu yolculuğa çıkmadan önce kendimi zorlamayacağım, yormayacağım diye karar vermiştim ya, ilk günlerin heyecanıyla onu biraz unutmuş olabilirim. Ama güzel ve derli toplu görüneceğim, hazırlanmadan odadan çıkmayacağım kararımı unutmadım çok şükür. 7 buçuk gibi uyandığımda gökyüzü önce bir griydi. Seul'deki havanın hemen hemen hep böyle olduğunu böylece ilk sabahımdan görmüş oldum. Sanki buradaki o açık, berrak gökyüzü hiç oluşamıyor gibi hava ne kadar güneşli olursa olsun. Aç bile hissetmiyordum, zaten ilk 3-4 gün kendimi hiç aç hissedemedim. Yeni bir ülkeye, yeni bir şehre her ayak bastığımda oranın kendine özgü kokusunu alırım hep. O ilk anda aldığım koku ile kazınır o şehir beynime. Seul'de de aynı şey oldu. New York'ta aldığıma çok benzer bir koku karşıladı beni. Gene de tam olarak NY ile aynı değildi, daha dayanılabilirdi. Kötü değildi yani aslında, NY'daki ciddi ciddi kötü bir kokuydu benim için (Avrupa'dan hiç bahsetmiyorum bile, direkt sidik kokuyor bence hangi şehre gitseniz). Büyük ihtimalle bu koku ve yolculuğun heyecanı, stresi ilk günler midemi alt üst etmiş olabilir. Yolculuk boyunca çantama attığım şeyleri otelde atıştırarak yaşadım o günlerde. O ilk sabah da biraz uçak ekmeği kemirdim, önceki gece check-in yaparken otelin hediyesi olan yakwhadan yedim. Güzelce hazırlandım, saçlarımı yaptım, yüzüme bir şeyler sürdüm, takım giydim. Heyecanlı hissetmiyordum, korkmuş olacağımı düşünürdüm ama hiç bir şey hissetmiyordum. Sanki hep orada yaşıyormuşum, dışarı çıkacakmışım gibi bir hava vardı üzerimde.

T-money kartım

9 buçuğa doğru otelden çıktım. Otelin Hangang-daero'ya bakan kapısından çıktığım yerde solumda hemen bir CU gördüm, hani 24 saat açık olan market-bakkal tarzı "convenience store"lardan biri. Kapıda dokunmak için bir yer var, ona dokununca kendiliğinden açılıyor. İçeri girdim, Kore'de girdiğim ve gördüğüm convenience store minicikti. Kasada gençten bir kız vardı, T-money kart istediğimi söyledim. Hemen arkamı işaret etti, sıra sıra asılı kartlardan bir tanesini aldım. Kartın kendisi 4000 won=60 lira. İçine 50000 won yükleyeyim dedim, yaklaşık 754 lira. Kartın parasını kredi kartıyla ödeyebiliyorsunuz ancak içine yüklenecek parayı nakit vermeniz gerekiyor. Bu ilk günkü ilk alışverişimde nasıl olsa naktim var diyerek hepsini nakit ödedim. Kasiyer kız çok tatlıydı, girerken falan Korece merhaba demiştim, kartı falan aldıktan sonra dedim ki doğru telaffuz edebiliyor muyum? Süper söylüyorsun dedi.

Sokağa çıktığımda karşılaştığım Seul

Başladım Namsan'a doğru yürümeye. Hangang-daero üzerindeydim önce. Bir gökdelenden çıkmıştım zaten, yürüdüğüm cadde boyunca yine gökdelenler vardı. Solumda akan trafiğe baktım, sağımdaki tepesini göremediğim binalara baktım. Çok farklı hissedeceğimi düşünmüştüm, çok yabancı, çok değişik gelecek diye düşünmüştüm ama yürürken hiç de öyle hissetmedim. Hiç yabancı bir yerde gibi değildim. Alakası yoktu görüntüyle ama Türkiye'de yürüyormuşum gibi bir hisle yürüdüm. Hava hafif serin bir rüzgarla üşütüyordu, aslında gökyüzünde bulutların arasında gidip gelen güneş vardı. Huam-ro'ya dönmem gereken yerde önce bir şaşırdım, bir gökdelene girecek gibi oldum. Bu ilk günlerde harita ve yollar ile baya bir cebelleştim. Çok basit olmasına rağmen bir türlü anlayamadım. Saat daha 10 olmamıştı ama sanki ofislerinden çıkan, ellerinde kahvelerle sohbet ederek yürüyen ofis çalışanı kılıklı insanlar vardı yolda hep. Huam-ro'ya dönüp, yokuş yukarı çıkmaya başladım. Bu yol üzerinde minik restaurantlar ve kafelerin önünden geçiyordum. Daha çok erken olduğu için kimsecikler yoktu ama kokuları alabiliyordum, midem yine bulanmaya başladı. Kötü olduğu için değil, o yabancılık ve tuhaflık hissini beynimle değil midemle algılıyordum belli ki. Huam-ro'dan Suwol-ro'ya çıktım. O noktada Namsan parkının yeşillikleri ve sur duvarlarının bir kısmı görünür oldu. Parkın girişinden patikaya daldım. Çiçeklerin ağaçların düzenlenmesiyle uğraşan görevliler vardı, onların arasından geçtim. Çiçeklerin güzelliğine ağzım açık bakakaldım. Sonraki günlerde de gezerken gördükçe anladım ki estetik duygusu, temizlik, düzenlilik, derli toplu olmak hep özen göstermenin sonucu. Ankara'da çiçek yok mu, yol kenarlarına parklara dikmiyorlar mı? Dikiyorlar. Ama daha dikerken bile bir özen olmadığı için bu ülkede hiçbir şey güzel görünmüyor. Hiçbir şey insana zevk vermiyor. Böyle çirkinlik içinde, yok etmek için yaşıyormuşuz gibi.

Yi Si Yeong'un Namsan Parkı'ndaki heykeli

Patikadan çıkmaya başladıkça sanki hayatımda ilk defa yeşillik, ağaç, çiçek görüyormuşum gibi hayran hayran yürümeye devam ettim.Bu erken saatte köpeğiyle gezenler, spor kıyafetlerini geçirmiş nineler dedeler ile karşılaştım bol bol. Genişçe bir düzlüğe ulaştığımda iki heykel gördüm. Sağ taraftakinin önünde kalabalık bir genç grubu kahkahalarla oturuyordu. Önce sol taraftakine yöneldim. Bu heykel, Yi Si Yeong'a aitti (이시영). 1868-1953 arasında yaşamış, 1948'den 1951'e kadar Güney Kore'nin başkan yardımcılığını yapmış ki bu vesileyle ilk başkan yardımcısı olmuş oluyor.

Namsan Parkı'ndaki Kim Gu heykeli

Sonra biraz çekinerek sağdaki heykele doğru yürüdüm. Sosyal fobimi üstümden atma amacıyla tek başıma çıktığım bu gezide daha ilk günde o kadar da dışa dönük olamayabilirdim değil mi? Çok yanaşamadan uzaktan baktım bu heykele o yüzden. Bu heykel ve çevresi daha büyüktü. Kim Gu, diğer adıyla Baekbom'a aitti. 1876-1949 arasında yaşamış çok önemli bir isim Kim Gu. Japon işgali döneminde bağımsızlık hareketinin önderlerinden biriymiş ve 1926-1927 arasında geçici hükümetin başkanlığını yapmış, neredeyse tüm hayatı boyunca Kore'nin bağımsızlığı için savaşmış, hapse atılmış, işkence görmüş, 26 yılını Çin'de sürgünde geçirmiş. Ancak tabi görüşleri herkes tarafından sevilmemiş olacak ki 1949'da Koreli bir teğmen tarafından öldürülmüş. O teğmeni 90larda Kim Gu'nun hayranı olan bir otobüs şöförü öldürmüş gerçi. Tarih aslında acayip zevkli bir şey, çünkü mesela sonradan ortaya çıkan gizli belgelere göre de bu teğmen Amerikan gizli servisinin bir ajanıymış. Oysa ki ilk sorgulamalarda tek başıma hareket ettim demiş, yıllar sonra ise Kim Gu'dan hemen sonraki başkanın emriyle yaptığını bulmuşlarmış. Olaylara gelin olaylara.

üzerinde yazanların neden yazdığını ve
burada neden durduğunu çözemediğim kaya

Kim Gu'nun heykelinden uzaklaşınca önce büyük büyük taşların olduğu bir minik alana geldim. Taşların üzerinde uzun uzun Korece metinler vardı. En büyüğündekini Google Lens ile çevirmeye çalıştığımda "Human Mind Connection Theory" yazdı. Bunun ne ile ilgili olduğuna ve neden oraya kocaman bir kaya parçasının üzerinde yazılı olduğuna dair bir şey bulamadım. Taşların olduğu noktadan sağa bakınca ise başka bir heykel karşıladı beni, arkasında bir de müzesiyle. Heykeli görür görmez aa ama ben tanıyorum bu insanı diye yavaş yavaş yaklaştım, sonra altındaki ismi görünce ışıklar yandı kafamda. Meşhur Ahn Jung Geum'dan başkası değildi bu, bu seyahatten döndükten sonra II. Ankara Kore Film Festivali'nde açılış filmi olarak izleyecektim hayatını. 1879-1910 arasında yaşamış bir Kore bağımsızlık savaşçısı olarak 1909'da Japon başbakanına suikast düzenleyip öldürmüş, sonucunda yakalanıp, ertesi yıl idam edilmiş. Yukarıda bahsettiğim Kim Gu da bir dönem Ahn'ın babasının evinde kalmış.

Ahn Jung Geum heykeli

Ahn Jung Geum heykelinden itibaren asıl tırmanışım başladı. İlk günkü ilk hedefin Namsan Kulesi'ne ya da diğer adıyla N-Seul Kulesi'ne çıkıp, önce şehri bir kuşbakışı bütünüyle seyredip, ardından Myeongdong gibi turistik yerlerine gitmek, Cheonggyeoncheon boyunca yürümek ve ilk günde neredeyse tüm şehri yürüyerek gözden geçirmekti. Evet ilk gün için oldukça hevesli ve aç gözlü düşünmüşüm. Kulenin olduğu tepeye doğru tırmanmaya başladığımda bile daha yolun başında çoktan terlemiş, nefes nefese kalmıştım. E haliyle Ankara'daki yaşantımın geneli bilgisayar başında oturmaktan oluşuyor. Saçlarım nemden ve esintiden Hagrid'e dönmüştü. Terlediğim için üstümdeki ceketi çıkarıp, elime aldım, cekette ter lekesi oluşmasın diye. Bu sefer de terden ıpıslak olduğum için üşümeye başladım. Tepeye doğru bir dolu merdiven ve patika çıktım. Manzara şahaneydi, orman, park şahaneydi. Gökyüzü güzel görünüyordu, ceketli gömlekli ofis çalışanlarına da rastlıyordum, batonlarıyla ninelere de. Benim gibi turistler de vardı tek tük, çocuk grupları da. Söylene söylene çıkmaya devam ettim, mutluydum gerçi, tatlı bir söylenmeydi bu. Suyum bitmişti bu arada, hemen sol tarafta içecek otomatları gördüm. Kore'deki teknoloji ile ilk imtihanımda başarısızdım, su alamadım otomatlardan. Neyse kimse görmedi rezil olmadım diyerek hiçbir şey olmamış gibi uzaklaştım. Azcık yukarıda hemen bir kafe gördüm neyse ki. Oradan yine nakit 1000 won vererek suyumu aldım. Bu sırada o meşhur aşk kilitlerini görmeye başlamıştım. Merdivenlerin bir yanında minik minik gözetleme çıkıntıları (denize uzanan iskeleler gibi hani) yapılmış, o iskelelerde tüm demirler, her yer kilitlerle ve not kağıtlarıyla dolu. İnsan fotoğraflarda görünce o kadar da etkili gelmiyormuş, gerçeğini görünce manyaklığın derecesini anlıyorsunuz. Ki bu rastladıklarım asıl aşk kilitleri asma noktası bile değildi. Kuleye çıkan yolun her bir yerinde, kulenin etrafındaki en ufak en saçma yerlerde bile kilitler asılıydı.

Namsan İşaret Tepecikleri

İşaretçi askerlerle

Ben tepeye çıkar, kuleye falan da çıkarım da sonra inerken Beacon Mound Lightning Ceremony'sine bakarım diyordum kafamda. Beacon Moundlara ulaşmam bir saat sürdü tabi. Namsan Kulesi'nin hemen eteğinde işaret tümsekleri var, beacon moundlarla kast ettiğim bu. Joseon Hanedanlığı döneminde, başkent bugünkü Seul'e taşındıktan sonra 1394'te Kral Taejo zamanında Namsan'daki bu işaret tepecikleri kurulmuş. Şehri istilalar korumak için bir çeşit mesaj sistemi bu. Gündüzleri bu tepeciklerden duman, geceleri ateş görününce diğer noktalardakiler de haber alıyor ve şehrin orasından burasına at üstünde ulak yollamaktan daha hızlı haber verilmiş oluyor. Şehrin 4 ana dağına - Bugaksan, Ingwangsan, Naksan ve Namsan - yapılıyor bu tepecikler. Normal zamanlarda bir tane ateş, bir düşman ufukta göründüğünde iki ateş, düşman sınıra yaklaştığında 3, düşman sınırı geçtiğinde 4 ve sınırda düşmanla çarpışma başladığında 5 ateş yakılıyormuş. Namsan'daki bu beaconlar 1894'e kadar kullanılmış. Namsan'ın 5 ayrı yerinde yer alan bu tepecik grupları zaman içinde yok olmuş. Benim seremonisini izlediğim beaconlar 1993'te aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. 2007'den beri pazartesiler haricinde her gün 12'de bu eski zaman geleneği yeniden canlandırılıyor turistler için. Ben o noktaya ulaştığım saat 11'e 5 falan vardı. Önce bir amca geldi elinde çantalarla. Hopörlör yerleştirdi, ses sistemini ayarladı, ardından Joseon askerleri gibi giyinmiş askerler geldi, amca ses kaydını açtı. Törenden bahseden kayıtla birlikte askerler yerlerini aldı. Önce bunu izledik, sonra amca dedi ki kalabalığa resim çektirebilirsiniz askerlerle. Hemen önce atladım, amca askerle resmimi çekti. Asıl ateş yakıp, duman çıkarma töreni 12'de olacaktı, o yüzden kuleye doğru devam ettim.

Namsan'dan Seul'u dinliyorum gözlerim açık

Namsan (N-Seul) Kulesi

Namsan Kulesi'nin etrafındaki oturma yerleri

Kulenin etrafından önce bir pavilion karşıladı beni. Altında insanlar oturmuştu, onu geçip devam edince bir yanda ince uzun Namsan Kulesi göğe uzanırken onun önü sıra boyunca alabildiğine şehir manzarası vardı. Şehre karşı oturma yerlerinde insanlarla birlikte oturdum. Gökyüzü çok da berrak değildi, manzaram griydi ama mutluydum. Bir orada oturdum, bir burada, Etrafta yürüdüm, her şeyin fotoğrafını çektim. Kafelere baktım, kulenin girişine baktım her şey çok karmaşık geliyordu. Beacon törenine yetişmeliyim diye kuleye çıkmamaya karar verdim, gerçekte aç ve yorgun olduğum için üşenmiştim. Hem de planıma göre Namsan'da günün yarısını geçirmemiş olmalıydım, geri kalıyordum. Saat 12'ye gelmişti, hemen beconların yanına indim. Asıl töreni izledim, sonra geri inmeye başladım. Ama o çıktığım dağı inemeyeceğimi biliyordum. Neyseki inişe geçtiğim noktada cable car biniş yerine rastladım. Teleferik işte. İnsanlar sıraya girmiş, biniyordu. Bileti nereden alıyorum diye görevli çocuğa sordum, hemen yandaki makineyi gösterdi. Ahh hayır dedim yine mi makine. Bilet makinesiyle de cebelleştim bir süre. Ödeme için kartımı çıkarmak için cüzdanı açtığımda kredi kartımı otelde bıraktığımı fark ettim. Maaş kartımla denedim, makine korece yazılar çıkardı, hata verdi. Allah allah dedim, herhalde ben beceremedim. Neyse nakit alayım, nakitle biletimi aldım iniş için. 11000 won=166 lira. Teleferiğin içi baya geniş, herhalde 20 kişi bindik. Cama yapışıp, manzarayı izleyerek indim. 5 dakika bile sürmedi sanırım, içeride bir de güzel k-pop şarkıları çalıyor tabiki.


Teleferikten indiğim noktada bir miktar daha merdiven indim, asansör de vardı yanda ama sıra beklemek istemedim. Oradan yürüyerek mi metroyla Myeongdong'a gittiğimi hatırlayamıyorum. Myeongdong şehrin neredeyse en turistik yeri. Tüm bilindik mağazalar sıralanıyor bu sokaklarda, ortada da o meşhur sokak yemekleri standları. Tam öğle vaktiydi, acayip bir kalabalıkla birlikte girdim Myeongdong'a. Açlıktan ve yorgunluktan bayılacak gibi olduğumdan ilk hedefim en turistik yerdi, Isaac Toast'tan tost alıp yiyecektim. Bu tostçuya şehrin hemen hemen her noktasında rastlıyorsunuz, tabi ilk günden bunu bilmiyordum, çok değişikti benim için. Hevesle ara sokaktaki bu minicik yeri buldum. Önce kasada siparişi söyleyip, ödeyip, sıra numarası alıyorsunuz, sonra sıra numaranızı sesleniyorlar tostunuzu alıyorsunuz. Burada da önce maaş kartımı uzattım, kasadaki kız denedi denedi olmadı. Burası çok ufak, büfe gibi bir yer ya herhalde ondan dedim, nakit verdim gene. Chili Shrimp seçtim menüden(4600 won=69 lira), madem buradayım benim için en değişik olabilecek şey deniz ürünü diye düşündüm. Diğer insanlarla birlikte ara sokakta, duvara yaslanarak bekledim. Tostun görünüşü lezzetli bir kere onu söyleyeyim, ama sosu falan çok. Ekmek ıslanıyor, bir kağıt içinde, poşete koyuyorlar yemek çok zor. Zaten sokakta ayakta dikilerek yiyorsunuz, ekmek olmuş hamur, sos her yere bulaşıyor. Lezzeti de yedikçe anlıyorsunuz ki çok da aman aman bir şey değil. Az ileride birkaç basamak gördüm, oraya çöküp, yemeye çalıştım ben ama üstümü başımı batırmadan mümkün değildi. Bir de midem hala alt üst durumdaydı, büyük bir açlık ve hevesle ısırdım tostu ama iki üç ısırıktan sonra poşete geri koydum. Dedim ki terledim zaten, kredi kartımı da bırakmışım, bu maaş kartı herhalde ayarı olmadı yurtdışında geçmiyor. Metroyla kolayca otele dönebilirim, üstümü değiştiririm, tipimi düzeltirim, tostumu yerim döke saça, kartımı alırım geri çıkarım.

Hevesle otele döndüm. Saat 3'e falan gelmişti. Aklımda kredi kartımı odada alıp, öğlenden sonra yapacaklarımın heyecanıyla, sabahtan beri maaş kartımın hiçbir yerde geçmemiş olmasının rahatsız edici düşüncesi dolu halde asansöre bindim. Başka bir katta kapı açıldı, 40lı yaşlarında olabilecek 180 boylarında bir adam bindi. Adam selam verdi, nerelisin falan diye sordu. O Miami'denmiş, haa dedim ben de Orlando'ya gitmiştim dedim adama. Artık nasıl bakıyorsam kafamda tüm o düşüncelerle Merak etme benden sana zarar gelmez benimle güvendesin gibi bir şeyler dedi, ikimiz de asansörün birer köşesindeydik. Gülümsemeye çalıştım, allah allah diye adama bakıyorum. Kısa süre içinde katıma geldim zaten indim asansörden. Odamda güzelce tostu yemeye çalıştım, gene midem kabul etmedi. Üstümü başımı düzelttim, kredi kartımı aldım, aynı hevesle ve umutla fırladım. Metronun altından otelin girişine gökdelenin bodrum katından geçiyordum ya, hah işte oralardaki kafelerden birine daldım. Kartımı denemek için. Su istedim bir tane, önce kredi kartımı verdim. Olmadı, çekemedi kasiyer. Sonra bir umut maaş kartımı uzattım, tabiki gene olmadı. Sonunda nakit verip, suyu aldım ama titriyordum. Hem sinirden hem şaşkınlıktan hem de umutsuzluktan. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü resmen. Gerisingeri odama çıktım. Her şey bitti diye düşünüyordum. Bu kadarmış. Havalimanında bozdurduğum para burada 10 gün ancak su alıp, yürümeme yeter, 10 gün boyunca bu odadan çıkmayayım bari dedim. Uçak bileti bakayım dedim, dönüş biletimi hemen yarına çekebilir miyim diye planlamaya başladım. Tüm dünya üzerime yıkıldı tabiki. Ben böyle en ufak elime kıymık batsa kolum kopmuş gibi şalteri indiriyorum çünkü. Hayat bana bunu neden yapıyordu, lanetler okumaya başladım. Hem kendime, hem kaderime, hem Vakıfbank'a. Bu sene içinde Vakıfbank'ın başına bir şey gelmezse iyidir, o kadar beddua ettim. Türkiye'ye küfrettim, kendime küfrettim. Orada o öğleden sonra otel odasındaki masada oturup, lanetler ettim. Durup iki saniye düşünmedim. Çözüm bulmaya çalışmadım. Bankayı aramam gerekiyordu, ama Kore hattımda dışarı arama yoktu. Güya Vodafone'u kullanmayacak, o parayı vermeyecektim. Mecburen Vodafone hattımı geri taktım, Vakıfbank'ı aradım. Müşteri hizmetleri görevlisi sistemde bir hata mesajı görünmediğini, bu yüzden de bir şey yapılamayacağını söyledi. Şimdi düşününce o da haklıydı diyorum çünkü cidden karttan işlem yapmaya çalıştığımda hata oldu diye mesaj düşmüyordu, sadece Kore'deki o pos cihazlarından işlem olmuyordu yani. Görevliye tekrar tekrar dedim ki bakın ben şu an başka bir ülkedeyim, hadi elimde hiç para yok, ne yapacağım ben şimdi? Onun yapabileceği bir şey yoktu. Yakınmak için kızlara mesaj attım, önerdikleri her şeye umutsuzlukla baktım. O arada abim aramıştı, tam da tutturdu, o haldeyken konuşmam büyük hataydı çünkü. O da bir şeyler önerdi, onun da moralini bozdum. Peşi sıra annem de arayınca salıverdim. Anneme ağladım, bağırdım, onu da üzdüm bir dolu. Herkes beni oh nihayet mutlu olacağı bir şey yaptı, bir yere gitti diye yol edip, aynı umutla görmeyi bekleyerek aramıştı ama ben Türkiye'de neysem orada da o olmuştum. Annemin telefonunu kapatıp, oturdum ağladım. İçim dışıma çıktı ağlamaktan. Gözlerim yumruk yemiş gibi şişti, kan çanağına döndü. Sonunda kendimi toplayıp, dışarı çıktım. Kızlar para çekmeyi dene demişti, onu yapmaya karar verdim ama zerre umudum olmadan.

Önce farkında olmadan sabahki çıktığım kapıdan çıkmışım, solumda CU'yu görünce ayıldım. Kaybedecek neyim var diye daldım CU'ya, bu sefer kasada  sabahki kız yoktu, yaşlı bir amca vardı. Yanında da başka bir genç kız. Bir su aldım, kasaya geldim. Yüzüm ağlamaktan şiş ve kızarık, kafam allak bullak. Nereden kaçtı bu demişlerdir. Kartımı uzattım korka korka. Amca pos cihazına tuttu, cihaz bir şeyler dedi, ekranında bir şeyler yazdı. Aha dedim bu da olmuyor, niye denedim ki. Sonra amca ekrana kartın kenarıyla çizikler attı, bastı etti. Suyumla kartımı verdi. Olmadı mı dedim, şaşırdı, yoo oldu al bakalım dedi. O an amcanın boynuna atlamamak için çok büyük savaş verdim kendimle. Yüzümden anlamış olabilir, o da gülümsedi. Nefesim kesilmiş halde CU'dan çıktım. Amcanın sihirle bir şeyler yapıp, kartı çalıştırdığına emindim, başka açıklaması olamazdı. O zaman dışarıda dolaşır dolaşır gelir bu CU'dan bir şeyler alır yerim diye kafamda planlar hayaller oluşmaya başladı.

Yine de bir atm bulup, para çekmeyi denemeliydim. Dolaşırken gördüğüm en yakın atmler metronun altındakilerdi. Hiç ihtiyacım olacağını düşünmediğim için bakmamıştım bile. Metronun altına girdim, labirent gibi zaten. Yürümeye başladım rastgele, o gördüğüm atmlerden biri denk gelecekti mutlaka. Sonunda bir tane göründü, hemen denedim. İngilizce seçsem bile dili, yine de ne kast ettiğini anlamak mümkün değildi cihazın. Güç bela çözüp, çekmeye çalıştığımda hata verdi. Birkaç kere deneyip aynı hatayı alınca gene ağlamaklı oldum, yürümeye devam ettim. İkinci atmde de aynı şeyler oldu. Üçüncüde de. Metronun altında manyak gibi her atmden para çekmeye çalışıp, ağlamaklı suratıyla yürüyen bir manyak. Sonunda bir tanesinden çekmeyi başarabildim. Sanırım Nonghyup (NH) Bank'ın atmsiydi. 50000 won çektim, 4800 won da işlem ücreti aldı. Yürüdüm, başka bir tane NH atmsine daha denk geldim, ondan da denedim. Yine aynı miktarı çekebildim. Daha fazlasına izin vermiyordu. En azından bu şekilde idare edebilirdim, sevinmem gerekirdi. Ama kafamda belirli bir hayalle yola çıktım ve o hayalin ortasına hiç hesap etmediğim bir şeyler düşmüş oldu ya, hala onun mutsuzluğu içindeydim. Çok paraya ihtiyacım olmayacağını ya da hesabımda çekecek param olduğunu biliyordum. Bundan önceki tüm yurtdışı seyahatlerimde öyle bir şeyler almış, alışveriş yapmış bir insan da değildim. Gittiğim yerlerde hep daha çok bir şeyler yaşamak, görmek düşüncesiyle geziyordum. En fazla yediğime içtiğime para harcamışımdır yani diğer ülkelerde, eve döndüğümde bavulumu boşaltınca aklıma gelir o kadar yer gezdim hiçbir şey almamışım diye. Seul'e de bir şeyler almak için gitmemiştim sonuçta, yaşamayı hissetmek için gitmiştim. Tek bir şeye söz vermiştim yalnızca, en sevdiğim albümü alacaktım. Kendim için bir tek bunu yapacaktım. E böyle baktığımda, atmlerden nakit çekerek 10 gün geçirebilirdim gayet de normal bir şekilde. Ama işte o kredi kartının elimde olmasına o kadar alışmışım ki bunca yıl, her nakit para uzattığımda bir yerde sanki tüm hesabımı boşaltıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki nakit harcarsam para bitecek, kart kullanırsam bitmeyecekmiş gibi geliyor. Paranın bitmesi mevzusundan da çok aslında yine zincirlere vurulmuşum, iplerle bağlanmışım gibi hissediyor olmaktı sorun. Ben her nefes almaya, özgür olmaya çalıştığımda bir şeyler beni bağlıyor, suyun altına geri çekiyor gibi hissettiriyordu. Bu ülkede doğup büyümenin bana kazandırdığı sayısız şahane duygudan yalnızca biri işte. İliklerime kadar işleyip, ne yapsam, ne kadar uzağa gitsem de kurtulamadığım.

Sungnyemun (Namdaemun)

Neyse yine de somurtarak metronun altından çıktım. Amaçsızca yürümeye başladım. Seul'deymişim, tatile gelmişim, ne kadar şanslıymışım...hiçbiri yoktu aklımda. Somurtarak, kederimin içinde yuvarlanarak yürümeye başladım. Sejong-daero boyunca yürüdüm. Cadde büyüktü, boştu, arabalar akıyordu. Yürüdüm. Sonra ileride, tablo gibi bulutların altında Sungnyemun'u gördüm. O anda o olduğunu bilmiyordum tabi, muhteşem bir şey belirdi diye ağzım açık bakakaldım. Kore'nin 1 numaralı milli hazinesi olan bu kapı, 2008'deki yangına kadar ülkenin en eski ahşap yapısıymış. Şehir surlarında Joseon döneminde inşa edilen 8 geçit kapısından biri. Diğer bir adıyla Namdaemun. "Mun" kapı demek Korecede. Namdaemun, büyük güney kapısı anlamına geliyor, bence güneyde yer almıyor ama varmış bir bildikleri herhalde diyorum. Sungnyemun ise özel onurlandırma, sahibini onurlandırma kapısı gibi bir anlama geliyor, tam çeviremedim. 1398'de inşa edilmiş, hani yukarıda da bahsettim ya Kral Taejo zamanında. Alt kısmı taş örme, üstünde pagoda tarzında ahşap bir yapı var. O saate kadar yalnızca gökdelenleri, büyük caddeleri, turistik ara sokakları ve Namsan'ı görmüştüm. Beni bu ülke ile ilgili asıl cezbeden şeye - tarihe - dair bu derece direkt bir şey görmemiştim. O an orada bu kocaman kapı, o renkler, o taşlar bana neden burada olduğumu hatırlattı. Ne için geldiğimi, neden burayı seçtiğimi.



Etrafında dolaşıp, sonra olduğu yere geçtim. Girişinden geçip, içinde dolaşabiliyorsunuz. Ücretsiz olarak gezilebiliyor, bir tarafta görevli de var, audioguide da alabiliyorsunuz. Ben tabi gittiğimde 5'i geçmişti saat. Pazartesiler haricinde sabah 9 akşam 6 arasında açık. Dolaşıp, hayran hayran bakıp nihayet kendime gelince yürümeye devam ettim. Sejong-daero üzerinde dümdüz devam ettim, insanlar belirmeye başlamıştı, işten çıkanlar, gezmeye başlayan turistler...Yol üstünde sokak satıcıları da yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Bir bungeoppang (붕어빵) büfesi gördüm, hiç düşünmeden yanaştım. Bungeoppang dediğim şey şöyle: Pankek hamuru düşünün, ona balık şekli veriyorsunuz, içine bir harç malzemesi dolduruyorsunuz, sonra da waffle makinesinde pişiriyorsunuz. İç malzemesi geleneksel olarak kırmızı fasülye ezmesi oluyor ama başka başka da olabiliyor. Ben mesela bir tane kırmızı fasülyeli aldım, diğer iki tanesini beyaz muhallebi gibi bir dolgusu olandan aldım. Bir tane istediğimi söyledim, bungeoppangların büyüklüğünü görünce. Elimden büyüklerdi amcanın yaptıkları çünkü, hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. Amca yeni yaptım 3 tane al gibi bir şeyler dedi, yok dedim bir tane istiyorum. Sonunda 3 tane aldım, çünkü amca 3 tane almalısın mı dedi yoksa tek satılmıyor 3lü satılıyor mu demeye çalıştı ısrarla ve ben mi anlamadım bilmiyorum. Anlaşamadık çünkü, anlaşmış gibi yaptık. Elimde 3 tane kocaman bungeoppangın olduğu kağıt keseyle yürümeye devam ettim. Bir yandan yemeye başladım ama ne fayda. Midem o kadar güzel bir şeyi bile kabul etmiyordu, zorladım, bir tanesini bitirip, diğerini de ısırdım.


Bungeoppanglarımı yiyerek ve insanları inceleyerek yürümeye devam ettim. Bu sefer de haritamda işaretlediğim başka bir turistik yerde buldum kendimi: Cheonggyeocheon. Burası şehrin ortasında, böyle yaklaşık 11 km boyunca akan bir nehir aslında. İki yanı düzenlenip, oturulacak, gezilecek turistik bir hale sokulmuş. Üzerinde tam 22 köprü var, etrafında bir dolu gezilecek mekan yer alıyor. Pek pembe planıma göre bu ilk günümde Myeongdong'da yemek yedikten hemen sonra bu nehir boyunca yürüyecektim. Bunu hatırlayıp kendi kendime güldüm, sonra nehrin kenarına indim. Fotoğraflardaki kadar etkileyici görünmüyordu. Belki akşamları ışıklandırmayla güzel olurdu. Önce biraz yürüdüm, sonra baktım insanlar kenarındaki taşlara oturuyor, ben de bir yer bulup oturdum. Güneş batmak üzereydi, insanlar yürüyordu, oturmuş muhabbet ediyorlardı. Bungeoppanglarımdan ısırdım, nehre bakındım. Çok romantik olabilecek bir haldeydim ama minik sinekler her yerdeydi, rüyalarımdan sıyrılıp, kalktım. Nehir kenarında ancak birkaç köprü boyunca yürüyebildim, çünkü biraz aşağıda kalıyor nehir normal yola göre, böyle koyuğa girmişim gibi hissetmeyi sevmiyorum. Bir dolu yer işaretlemiştim bu nehrin kenarında, hiçbiri aklıma gelmedi. Yukarı çıkıp, yürümeye devam ettim. Hava kararmaya yakındı, nereye gittiğime bakmadan yürüyordum. Nasıl ve nereden yürüdüm bilmiyorum, bir anda resmen o dizilerde izlediğim gibi bir yerlere düştüm. İnsanlar işten çıkmış, yol kenarında muşamba ile örtülü minik yemek büfelerine oturuyorlar. O muşambaları, o höpürdeterek yenilen noodleları gördüm ya, gerçeklikle tüm bağım koptu. Gülümseyerek aralarında dolaşmaya başladım, 2016'dan beri hayata biraz olsun katlanmamı sağlayan o dizilerde, o hikayelerin içindeydim.


Sonra nasıl olduysa bir ara sokağa döndüm ve yine o dizilerdeki, internette bol bol fotoğrafları dolaşan kafelerle dolu minik labirent gibi sokaklarda buldum kendimi. Haritaya bakmıyordum, sadece yürüyor ve kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Ama o an düştüğüm yer o kadar güzeldi ki artık neredeyim diye bakmamın vakti gelmişti. Meğer bir başka turistik cennete, Ikseondong'a gelmişim yürüye yürüye. Böyle labirent gibi daracık sokaklar düşünün, her bir karışında tek katlı birbirine bitişik kafeler, mekanlar var. Renkler ışıklar sevimlilikler birbirine karışmış. İnsanlar tek sıra halinde çoğu zaman, her gördüğüm şeye bakmak, her kafeye girmek istedim. Ama çok tuhaf ve çalkantılı bir gün olmuştu, sabahtan beri yürüyor, tırmanıyordum. Odada bir minik ekmek parçası kemirmiş, chili shrimp tostun üçte birini yemiş, iki tane de bungeoppang yemiştim akşamın 7'sine kadar. Bir yere oturmaya karar verdim, haritamda işaretlediğim bir yerler vardı mutlaka buradan. Şu meşhur içinde tren yolu olan kafe var ya, Nakwon, madem ona gireyim dedim. 30 kere dolaştıktan sonra o minicik sokaklarda, sonunda bina numaralarını tek tek kontrol ederek bulabildim. İçeri girmek mümkün değildi, herkes durmuş kafenin ortasından geçen raylarda poz vermeye çalışıyordu. İnsanları yararak içeri daldım, oturacak yer yok gibi görünüyordu. Kendi kendine dolanan pasta dilimlerinden oluşan bandın arkasından çalışanlara sesimi duyurmaya çalıştım, nasıl sipariş veriliyordu diye. Oturuyormuşum önce, onlar geliyormuş herhalde öyle demeye çalıştı. Etrafıma bakındım, bu kalabalıkta kimse gelmezdi, oturamazdım da. Hayalkırıklığıyla çıktım. Hava kararmak üzereydi, dar sokaklarda gerisin geri yürümeye başladım, belki de otele dönsem daha iyi olurdu. CU'dan ramyeon alır, odamda yer, ne kadar salak bir gün geçirdiğime hayıflanırdım. Sonra bir camın ardından sehpaların etrafına bağdaş kurup oturmuş iki kız gördüm, karşılarındaki sehpa boştu. Direkt içeri daldım. Tam da hayal ettiğim gibi yerde bağdaş kurup, oturacaktım. Sikmul Cafe&Bar diye bir yere girmişim, bakmamıştım ismine falan. İçerisi aşırı güzeldi. Dekorasyon acayip hoşuma gitti. Cam kenarındaki o yere gözüm takılmamış olmasaydı, oturacak çok hoş noktaları da vardı ama o cam kenarında oturup, dışarıyı izlemek istedim. Çalışanların sıcak karşılamasına güvenerek anksiyetemi kenara itebildim ve nasıl sipariş verildiğini sordum. Önce çok anlamadım ama sonra kafam uyandı. Kasanın yanındaki menüden alıyorum, yerime geçiyorum. Menüden karar verince kalkıp, kasadan sipariş veriyorum. Saatlerce baktım menüye bir türlü karar veremedim, canım hem her şeyden istiyor hem de midem istemiyordu. Sonunda sıcak bir Wedding Imperior çayı istedim, bir de scone. Scone'u doğru düzgün yiyemedim gene gerçi de, çok lezizdi ya. Midem öyle olmasa vallahi de çok iyiydi. Ve bunları da kartımla ödeyebildim. Çay 7000 won=105 lira, scone 5500 wondu=83 lira.

Sikmul Cafe&Bar'da pek İngiliz scone'umla ve Wedding Imperial çayımla

Orada öyle bağdaş kurup, çayımla sconeumla oturdum. Hava karardı, gece ışıltılarıyla turistleri izledim camdan. Karşı sehpadaki iki kızı dinledim, ne dediklerini anlamıyordum. K-pop hevesiyle gelmiş iki Hintli kıza benziyorlardı. İçerisi çok loştu, tüm günün yorgunluğu, duygusal iniş çıkışları, açlık hepsi üstüme çökmüş halde uzunca bir süre oturdum. Neredeyse serilmiş uyuyacaktım. Üstüme acayip bir uyku çöktü. Biraz uyukladım ama sonra aklıma yabancı bir ülkenin yabancı bir şehrinde olduğum, tanıdığım hiç kimse olmadığı geldi. Hoş, tanıdığım bir şehirde tanıdıklarım olduğunda bile gelin beni alın eve götürün diyebilen bir insan değilim. Otele yine kendim dönmeliydim. Hiç istemeyerek çıktım Sikmul'dan, o kadar hoş bir mekandı ve o kadar rahat etmiştim ki. Ikseondong'dan çıkmaya yakın bir fal yeri gibi bir şey gördüm. Böyle sokakta duvar boyunca burçların simgelerini koymuşlar, altlarında para atılacak yerler var. Para atıp, duvardan top çıkarıyorsunuz. O topun içinden de falınız çıkıyor. Bir yanda zodyak burçları bir yanda çin burçları var. Aynısından Namsan'da da görmüştüm sabah ama ne kadar atacağımı nasıl atacağımı çözememiştim, soracak kimse de yoktu. Bu sefer azimle bakındım ve çözdüm. Parayı atıp, fal topumu aldım. Çin burcumunkini aldım tabiki, oralara kadar gitmişim kim ne yapsın zodyak burcunu. Google ile çevirmeye çalışınca evlere şenlik oluyor kağıtta yazanlar, Papago ile daha metin gibi oluyor ama gene de ne dediği belli değil.


Metroya doğru yürürken sokaklar insan kaynıyordu. Cuma akşamıydı, her yer ışıl ışıldı. Cidden herkes sokaklar boyunca sıralanmış o muşambalı yerlerde yiyor, içiyordu. Bir gün biraz daha cesur ve biraz daha gerçek içimdeki ben olabildiğimde bunu da deneyeceğim diye kendime söz vererek otele döndüm.

2 yorum:

  1. Abla ya, dikkat ettim birçok paylaşımında mide sorunundan bahsediyorsun. Bir dahiliye mütehassısına mı görünsen acaba ;=} tabiside bu durum yazılarının değerini zerre düşürmüyor, oldukça iyiler. Beğenerek takip ediyorum. Kalın sağlıcakla. Kolaylıklar dilerim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dahiliye'ye, Gastroentroloji'ye ve sonra bir tane daha Dahiliyeci'ye gittim. Bir şey bulamadılar.
      Güzel yorum için ve okuduğun için teşekkür ederim.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...