22 Ağustos 2017 Salı

Ağustosta Ankara Gezisi - 2

Önceki hafta sonu yaptığım - baya tehlikeli ve heyecanlı hale dönen - Ankara gezimden şurada bahsetmiştim. Sonunda da o kadar saçma ortamlara bir daha düşmemek adına bir daha da gezemem herhalde demiştim. Ama ev bu, insanı boğuyor, eh üstüne işsizlik güçsüzlük yalnızlık da eklenince bu hafta sonu da harita üzerinde işaretlediğim yerlerden birkaç tanesine daha uğrayabilir miyim acaba diyerek fırladım evden.
Pazar günü yine güneş, yine 30 derecenin üstünde ısıtırken öğleden sonra çıktım ve yine saat 2 buçuk civarında kendimi Sıhhiye'deki Adalet Sarayı'nın önünde buldum. Planım önce Etnografya Müzesi'ni, ardından Resim ve Heykel Müzesi'ni ziyaret ettikten sonra Vakıf Eserleri Müzesi'ne de uğrayıp, Gençlik Parkı'nın yanından otobüse binerek eve geri dönmekti. Üç müzenin de açılış kapanış saatlerini, günlerini falan kontrol etmeden gittim tabi, kafamda kabaca diyorum ki bir-bir buçuk saat ayırsam hepsine, saat 6-7 gibi kapansalar, herhalde yapabilirim. Adliyenin önündeki üst geçitten geçip, Kızılay Sokak'a daldım hemen. Burada karşınıza ilk Türk Tarih Kurumu çıkıyor ki kütüphanesinde önceki sene günleeer günleeer geçirdiğim için pek severim. Kurumun girişi Kızılay Sokak üzerinde ama ilk sola, Türkocağı Sokağı'na dalıp, az biraz ilerlediğinizde önce kütüphanenin girişi beliriyor sonra da kitap satış yerinin. Öyle güzel bir yer burası. Neyse o günkü hedefim müzeler olduğu için kendimi tutup, ilerlemeye devam ettim Türkocağı'nda. Bu sokakta ilerlerken manzara şu tabi bilmeyenler için anlatayım. Sağınızda hastanenin kafesi, girişi, acili, hastaneye gelenler, gidenler. Solunuzda TTK'yı geçtikten sonra ise önce Ankara Lisesi, sonra nihayet müzenin girişi. Biraz yürüyorsunuz tabi müze girişine ulaşabilmek için. Ben hemen karşıma çıkacak zannetmiştim.
Etnografya Müzesi
Ankara'da büyüyen her çocuk gibi buraya da okul gezisiyle geldiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Ama sadece Etnografya diye hatırlıyorum ki orası bile hiç kalmamış aklımda. Resim ve Heykel'e herhalde amaan ne olacak gezdireceğiz de nasıl olsa hiç birisi sanatçı olmayacak (olmasın hatta) kafasıyla gezdirmeye tenezzül bile etmemişler miydi yoksa benim üniversitenden önceki herşeyi silmeye meyilli beynim siliverdi de ilkokul-ortaokul öğretmenlerimin günahını mı alıyorum bu noktada, tabi artık kısmet. O yüzden gayet bodoslama gittim bu iki müzeye. Türkocağı Sokağı'ndaki giriş bir araba girişi ve bir araba çıkışından oluşuyor. Tabi yanıbaşında bulduğunuz aralıktan yaya olarak girebiliyor çıkabiliyorsunuz. Başka giriş yeri var mı ayrıca diye bakındım ama tam göremesem de sanırım bu sokağın Talat Paşa Bulvarı'na bağlandığı kısımda Resim ve Heykel'in diğer tarafına açılan bir kapı daha var ama gidip denemek lazım. Neyse bu sokaktaki kapıdan girerken ben hemen girişteki camlı kısımda olan görevlilerin oraya yanaşıp, dedim müzeye geldim. Gayet yardımsever bir biçimde açıklama yaptı görevli, solda Etnografya sağda da Resim ve Heykel Müzesi var, kartınızı girişte kontrol edecekler dedi. Tabi ben gene bodoslama gittiğimden önce Etnografya'ya yöneldim. Ama bu noktada belirtmem gereken bir detay: Resim Heykel 5'te kapanırken, Etno 7'de kapanıyor. Yani benim gibi sayılı zamanınız varsa önce Resim Heykel'e girmek daha mantıklı. Bir de Etno'da giriş ücreti (ya da müzekart) kontrolü varken Resim Heykel ücretsiz. İki müze de her gün açık. Tabi bu saatler yaz tarifesi. Kış için Etno'da 5 buçuk yazıyordu mesela.
ama ne heykel be!
Etnografya Müzesi'ne doğru yürüdüğünüzde önce karşınıza kocaman bir Ankara manzarası ve ona doğru yönelmiş, at üstünde heybetli bir Atatürk heykeli çıkıyor. Bu heykel hakikaten güzel. Ve bu ortam, bu manzara,...gözlerinizi nihayet heykelden alabildiğinizde şöyle bir arkanıza dönüyorsunuz ve bam! o nasıl bir binadır o ne muazzam güzellikte bir mimaridir...diye kalakalıyorsunuz. Çünkü burası Ankara, dünyada ne kadar yer gezmiş ne yapılar görmüş olursanız olun bu şehirdeki nalet görüntünün arasında bu kadarcık bir şey bile görünce neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz.
Merdivenlerle çıkılan girişinden geçtiğinizde önce bir avlu karşılıyor. Bu avlunun iki yanında sıralanmış sergi odaları var. Ama bu avlunun bir özelliği var ki binaya girdiğiniz anda karşınızda beliriyor: Burası Anıtkabir yapılana kadar Atatürk'ün naaşının durduğu yer. Şimdi de sembolik bir kabir olarak korunuyor.
Girişin sağında hemen görevlilerin yeri var. Oradan girişi biletinizi alabiliyor ya da müzekartınızı okutabiliyorsunuz. Ben broşür sordum o noktada ve görevliler arkadan çıkarıp verdi. Normalde yolunuzun üstünde bir yerde durmuyor, sormanız gerekiyor. Ardından hemen sağdaki ilk koridora dalıyorsunuz ve çılgınca saatler başlıyor :) Çünkü bu müzedeki eserler, konular çok güzel. Çok eğlenceli, çok bilgi ve kültür barındırıyor. Nihan'la NY'da kızılderili eserlerinin olduğu müzeye girdiğimiz zaman geldi aklıma Etnografya'da dolanırken. Oradaki gibi kültür bombardımanına uğramış gibi oldum çünkü. Broşürde Selçuklu döneminden günümüze Türk sanatının eserlerini barındırıyor diyor ama sergileri gezdikçe birçok değişik şey görebiliyorsunuz. Tabi bu belirtilen döneme hiç hakim değilim, o yüzden çok da laf etmesem yerinde olur. Yalnız her şeyin fotoğrafını çekmemek için kendimi zor tuttum. Çektiğim milyonlarca fotoğraftan az birazını size göstermeye çalışacağım aşağıda falan.
yalnız mankenler bir ilginç: en soldaki damat tıraşına bu ifadeyle bakan çocuk mesela ya da ortadaki mankenin saçının ürkünçlüğü ve hatta göz için delik açılmayan zırhıyla savaşçımız :p

düşünsenize havlu niyetine kullanılıyormuş bunlar

peki ya böyle bir sahneye biscolata erkeği mankeni oturtmak?!



sünnet odası. yalnız odanın tümden dekorasyonu, herşeyin ahşap olması...ah ahhh...




ama nolur sanki ben de bir gidebilsem şunların kursuna bir öğrensem ne olur

müzede dedim ya selçuklu'dan başlıyor diyor diye, böyle iki tane esere rastladım uygurlar'dan. yalnız o ne çirkin surat öyle yahu.



Gezmeye başladığınız ilk koridorda önce kültürel sergiler var. Türk kültürüne ait yöresel giysiler, sünnet odası, gelin odası, damadın berbere gidişi, kına yakılışı vb. gelenekler cansız mankenlerle falan oluşturulmuş, gayet başarılı. Bunların ardından materyal bazında sergiler gelmeye başlıyor. Madeni eserler, cam eserler, ahşap eserler gibi. Bu arada avlunun bir tarafındaki koridoru bitirip sembolik kabrin önünden geçip diğer koridora giriyorsunuz. Bir de ahşap eserler olağanüstü, demiş miydim? Silahlar kısmının ise tadı damağımda kaldı desem yeridir. Tüm müzeyi gezip bitirdiğinizde yalnız fark ediyorsunuz ki burası biraz ufak. Yani bir dolu malzeme görmüş, bir dolu çılgınca bilgi almış oluyorsunuz ama müze anlamında, ufak.
Etno'dan çıkıp, Resim ve Heykel'e bir iki dakikalık yürüme mesafesiyle ulaşılıyor. Aynı bahçe içindeler. Bu arada Etno'nun binasının kendi bahçesi içinde, etrafında yani binanın sanırım eski mezarlar var, mezar taşlarını şöyle bir gördüm ama en son çıkarken aklıma geldiği için incelemeyi unuttum ya da sorgulamayı. Orayı da görebiliyor muyuz, onlar nelerdir, bir dahakine gidersem umarım, soracağım görevlilere.
heyt bea! Resim ve Heykel Müzesi
Resim ve Heykel Müzesi deyince aklıma bu binanın da ağaçların arasına saklanmış alçakgönüllü güzelliği geliyor. "Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin içinde yer aldığı yapı, Namazgâh Tepesi’nde Yüksek Mimar-Mühendis Arif Hikmet Koyunoğlu (1888-1982) tarafından inşa edilmiştir. “I. Ulusal Mimarlık Dönemi”nin en güzel örneklerinden olan yapı Türk Ocakları merkez binası olarak projelendirilmiştir. Türk Ocakları, II. Meşrutiyet’ten sonra kurulmuş olup Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen, Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet yönetiminin erdemlerini kültürel yolla halka yayan, devletten yardım alan kuruluşlardı." diyor web sitesinde. Yine merdivenlerle çıktığınız girişinden geçtiğinizde yine bir görevli kısmı beliriyor bu sefer sol tarafınızda. Burada da broşür sordum ama kalmamıştı. Yukarıya çıkan merdivenleri gösterip, burada gezmeye başlıyorsunuz dediler. Yalnız içeriye girince o merdivenleri falan görünce insan bir kendini değişik hissetmeye başlıyor. Öyle bir bina ki sanki bir filmin içindeymişsiniz gibi. Bir de geçen yıl boyunca falan gezdiğim müzelerin hepsinde insan seliyle gezdiğim için buraları böyle tek başıma dolaşırken binayı tamamen kendime ayırıp, hayal kurabiliyordum. Yalnız Etno daha kalabalıktı, Resim Heykel sonradan biraz biraz kalabalıklaştı. Neyse ne diyordum, merdivenler. Merdivenlerden üst kata çıktım ve oradaki görevli de sol tarafı gösterip, buradan başlıyorsunuz dedi. Bu arada daha merdivenlerden çıkarken iki yanda vazolar ve duvarlarda tablolar belirmeye başlıyor.
Üst katta odaları dolaşmaya başladığınızda bol bol tablolar ve aralara serpiştirilmiş birkaç heykelle karşılaşıyorsunuz. Sağ kanatta geniş bir salonda Atatürk'ün misafirleri ağırladığı salondaki eşyalar ve diğer eşyaları görebiliyorsunuz ki hepsi çok güzeldi.



(Yukarıdakiler benim en beğendiklerim)

Tablolar ise benim hiç mi hiç bilmediğim, adeta fransızı olduğum Türk sanatçıların eserleri. Görebildiğim kadarıyla 1800lerden günümüze tarihlendirilen eserler. İtalya'da ve diğer birkaç ülkede daha gezdiğim bir dolu resim ve heykel barındıran müzeden sonra kendimce bir sanat zevkim olduğunu fark ettim. Etmiştim yani baya oluyor, burayı gezerken de iyice eserleri ayırt ettiğimi fark ettim ayrıca. Buradaki eserlerin de çoğunluğu bana çok zevk veren eserler değildi mesela. Resim konusunda teorik bilgim nerdeyse hiç yok denecek kadar az, bu yüzden nasıl ifade edeceğim bilemiyorum. Sadece arkadaşlarıma da anlatırken dediğim gibi söyleyeceğim sanırım. Bazı resimlerde, heykellerde bir şeyler beni rahatsız ediyor görür görmez. Bir yerime dokunuyorlar beynimde, bir şeyleri tetikliyorlar belki de. O yüzden bazılarını hiç beğenmiyorum, bazılarını görmeye bile dayanamıyorum. Ama bazen de bazılarına baktıkça bakasım geliyor ki tüm bu duygularım iyi de olsalar kötü de bu resimleri ortaya çıkaran sanatçıların aslında hedefledikleri şeyi yaptıklarını, bir şeyleri başardıklarını gösteriyor diye düşünüyorum. Sonuçta misal Floransa'da Galleria'yı ve Uffizi'yi gezerken Cey'in hayran kaldığı renkler beni aşırı rahatsız etmişti.
Üst katta bu şekilde yine orta koridorun iki yanında kalan odalardaki eserleri geziyorsunuz bu müzede. Birçok kapı mühürlüydü ben gezerken. Başka bir dolu eser ve sergi var sanırım ama zamanları mı var artık, çalışma mı var, ben bilemem. O yüzden bir dolu eser görmüş olsanız da burası da yine ufacık geliyor, müze olarak. Ha bir de merdivenlerden indikten sonra giriş katta sağda bir geniş salon var, orada da eserler var ve gezilebiliyordu ben gittiğimde. O kadar.
Müzelerin bahçesinde bir de birkaç merdiven aşağıda müze kafe var ama ben oradaki tuvaleti kullanırken yalnızca birkaç masa ve onlara dayanmış sandalyeler vardı. Kafe tam neresi, kafe nedir, bir doğru düzgün bakmak lazım.
Yine girdiğim yerden geri Türkocağı Sokağı'na çıktım saatim 5 buçuğa doğru ilerlerken. Devam edip Talat Paşa Bulvarı'na çıktım. Burayı kesen Atatürk Bulvarı üzerinde biraz daha ilerleyince Vakıf Eserleri Müzesi'ne çıktım. Ama önü arkası sağı solu her bir yanı inşaat toz duman taş. Müzeye kilometrelerce öteden zar zor bakabiliyorsunuz. Zaten şansıma cumartesi-pazar kapalıymış. O yüzden bu günlük Ankara gezimin bu ayağını bitirip, planladığım gibi Gençlik Parkı'nın yanından, devlet tiyatrolarının karşısından otobüse binip, eve geri döndüm.
En azından bu gezide güvenliğimden çok endişe edecek hale gelmedim. Buna da şükür. Hem o Etnografya Müzesi'nde gördüklerim, okuduğum bilgiler, neydi onlar öyle ya :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...