10 Kasım 2016 Perşembe

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 2

Piazza dei Cavalieri
 Floransa'daki ilk günümüzden (Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1) sonra oldukça gürültülü geçen gecemizin ardından cumartesi sabahı erkenden kalkıp, Santa Maria Novella tren istasyonuna gittik. Bu arada resepsiyona gidip, akşamki durumu açıklayıp 8 numaralı odanın anahtarını önceki günkü teyzeye bıraktık. Bir yandan da pişman oldum tabi keşke bırakmasa mıydık diye düşündüm. Çünkü teyzenin durumdan haberi yoktu, o gündüzcü diğer adam gececi herhalde. Neyse Pisa'ya trenimiz 08:28'deydi. Trenitalia ile gittik, bir saat sürdü Floransa-Pisa arası ve 8,40 gidiş+8,40 geliş olarak 16,80 euroya mal oldu. Pisa'da da Pisa Centrale'de iniyorsunuz. Trenin 2.sınıfı temiz, rahat, elektrik prizi var, tuvalet var, daha ne olsun. Bir de biletinize bakan kimse yok, ne dışarıda ne içeride görevli var. Gidip tren istasyonunda elinizi kolunuzu sallayın. Pisa'ya kadar 3-4 durak hiç bilet kontrolü olmadı, sonrasında tren Livorno'ya devam ediyordu, o arada falan baktılarsa bilemem.
Pisa'ya indiğimizde saatin 9 buçuğa bile gelmemiş olması tabi ayrı bir dertti. Ki üstüne çılgın gibi gökgürültüsü yağmur fırtına, ortalık kapkara. Şimdi mantıklı ve zeki olanlarımız kaşınmaya başladı fark ettim ordan. Evet bence de Roma'dan direkt Pisa'ya bilet alıp, cuma öğleden sonra Pisa'yı dolaşıp, akşamında Floransa'ya geçip, cumartesi tüm gün Floransa'nın sokaklarını, pazar da müzelerini bedava olarak gezebilirdik. Evet tüm bir günü sabahın köründen akşamın bir yarısına kadar Pisa'da geçirmek en salakça şey ama, hatırlatmama gerek var mı, ben dünyanın en büyük salağıyım. İllaki her durumda ve zamanda en salakça olanı yapmalıyım. Bu yüzden sabah 9 buçuktan akşam 8 buçuğa kadar Pisa'da yağmurda ıslanıp ıslanıp, üşüyüp durduk. Neyse, istasyondan çıktık, çılgınlar gibi yağan yağmurun altında şemsiye satmaya çalışan gayet ısrarcı arkadaşlardan zar zor sıyrıldık.
Piazza del Duomo
Buraya, İtalya'ya geldiğimden beri içimi yakan bir başka konu da bu. Roma'da da böyle mesela, her köşe başında her adımda güney asyadan olduğu gayet net görünen insanlar, fakir ve çaresiz insanlar turistlere herkese ellerinde artık ne tutuyorlarsa satmaya çabalıyorlar. Hiç "beyaz" biri yok aralarında. Çoğunluğu Bangladeşli. Sanki tüm Bangladeş nüfusu buraya göç etmiş gibi. Pisa'da da siyahiler çoğunluktaydı bu konuda. Dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğu burada her adımımda daha da çok suratıma çarpıyor bu yüzden. Türkiye'de nasıl her sokakta, her kaldırımda Suriyeli bir insandan adım atamıyor durumdaysanız, burada da bunun Bangladeşli ve siyahi versiyonu var işte. Sapsarı besili turistler ellerindeki devasa dondurmaları yalayarak bu insanların arasından yürüyor her gün. Onlar da umutsuzca o turistlere ellerindeki şallardan, saçmasapan hediyelik eşyalardan satmaya çalışıyor. Zaten şehrin en işlek yerlerinde, en turistik binalarının dibinde, merkez tren istasyonunun dibinde evsizler kartonları içinde kaşınıyor, sidik kokusu ve diğer kokular içinde oturuyor. Sonra da insanlar ay aman Roma çok güzel bir şehir ama diyorlar ya da İtalya çok güzel diye ayılıp bayılıyorlar. Hayır, dünyada böyle bir durum devam ettiği sürece hiçbir şehir güzel görünmüyor gözüme. Kimseye görünmemeli. Ama işte kendi balonlarımız içinde bunların hepsini unutup, o makarnadan değil de öbüründen yemek zorunda kaldık diye moralimiz bozuluyor mesela.
Pisa'daki Vaftizhane'nin
merdivenleri
Ne diyordum, Pisa. İstasyondan çıkıp, Viale Antonio Gramsci üzerinden yürümeye başladık ama hem erken hem de yağmur olunca hemen orada denk geldiğimiz ilk yere girdik kahve ve kornet (kruvasan) için. Bar Gambrinus'a girmişiz, hiç sormadan da kahvelerimizi ve kornetlerimizi istedik, oturduk yedik. Evet kahvesi de iyi, kornetleri de. Ama tüm bunlarada 17,40 euro verince bir tokadı yemiş olduk. Haa bu arada Floransa'da otelde de oda parasının üstüne 5'er euro şehir vergisi verdik, onu da unutmayalım. İtalya'da her şehirde bu vergi böyle kafanıza kafanıza gömülüyor. Gambrinus'tan çıkınca Pisa'daki ilk görülecek yerimiz Piazza Vittorio Emanuele II'ye ulaşmış olduk. Burası gene bu amcanın heykelinin olduğu meydan işte. Bu amca İtalya için pek mühim. Roma'daki favori manzaramın da sahibi, Altare della Patria'da kocaman at üstünde heykeli var. 1849-1861 arası Sardinya kralıymış, sonra da birleşik İtalya'nın ilk kralı olmuş, o sebepten atamız babamız havasında. Pantheon'da gömülü, ki ne heveslerle girmiştim Pantheon'a, onu da demeden geçemeyeceğim. Dışı daha manyak kesinlikle, içeri girince bir "ulan burayı da mı bazilikaya çevirdiniz ne ettiniz lan" oluyorsunuz.
Oradan Corso Italia'ya girdik ve o sokak boyunca yürüdük. Burası böyle dükkanların, tanıdık markaların dükkanlarının, kafelerin falan olduğu canlı bir sokak. Gençler falan gırla. Sokak biterken, nehre çıkmadan hemen önce Logge dei Banchi var. Buraya "tourist attraction" diyor ama hiçbir esprisi yok, kermes gibi birşeyler vardı biz geçerken. Bu noktada Ponte di Mezzo'dan karşıya geçmek yerine sağa doğru nehir kenarında devam ettik, çünkü altıgen mimarisiyle ilginç görünen bir kilise olan San Sepolcro'yu görmek istiyorduk. Ama kapalıydı, bazen salaklığımın şanssızlığım ile kol kola zıplayarak gülüşerek yürüdüğünü düşünüyorum. Devam edip Ponte della Fortezza'dan Arno nehrini geçtik. Karşıya geçince sola dönüp, Lungarno Mediceo üzerinde yürümeye devam ettik.
Camposanto, Pisa
Şimdiki hedefimiz Medici saraylarından biriydi ama artık yağmur kendini aşmış, üstümüze nehri savuruyordu adeta. O yüzden hiç hesapta yokken tesadüfen görünce orada, Museo Nazionale di San Matteo'ya atıverdik kendimizi. İşte bazen de kader devreye giriyormuş demek ki. Bomboştu müze, kimse yoktu. Girişteki görevli amca tonton mu tonton, iyiliği her yerinden akan bir amcaydı. Hem bize çok iyi davrandı, hem de bir güzellik yapmakta hiç sakınca görmedi. Biletleri vermek için yaşlarımızı sordu, arkadaşımın yaşı 20, ben de 29 dedim. Arkadaşım için 25 yaş altı olan yarı fiyattaki bileti kesti, bana da bir daha bakıp sen de 24 yaşındasın dedi. Peki dedim, bana da o biletten kesti, verdi (18-25 yaş arası 2,50 euro, gerisi 5 euro). Şimdi bir şey hissettim yalnız ya, böyle hep parayı az alan insanlara iyi çok iyi mükemmel falan diyorum burda sanki, resmen bir maddiyat canavarı böyle bir para almamalarına göre insanların iyiliklerine karar veren pis bir insanmışım gibi göründüm kendime ama saçmalıyorum değil mi ya. Neyse tamam.
San Matteo Müzesi erken ortaçağdan 16.yy.a kadar eserleri barındırıyor. Ama şöyle diyeyim sadece tahtadan haçlar ve incilden sahnelerin boyalı olduğu yine ahşap şeyler var. Bir de çok çirkin heykeller var, hristiyan aziz ve azizelerine ait. Resimlerdeki insan görüntüleri de çok çirkin, aman yarabbi hiç bu kadar kötü eseri bir arada görmemiştim. 13.yy.sanatından tiksindim yeminle. Ortaçağ hikayeleri iyiymiş sadece, sanatına hiç dokunmayın, benden tavsiye.
Müzede biraz kendimize gelmiştik ki çıkınca daha beter fırtınaya yakalandık. Ara sokaklardan dolana dolana o havada Piazza dei Cavalieri'ye gittik. Burası ilk Medicimiz Cosimo'nun sarayını ve heykelini barındıran pek havalı bir rönesans meydanı ama o havada hiçbir şey anlamadım. Gözümü kapşondan çıkarıp da görebildiğim çok az şey var. Meydandan kendimizi hemen kıyısındaki bir kemerin altına attık. Oradan sonunda çıkabildiğimizde Via Dalmazia-->Via della Faggiola-->Via Capponi yolunu izleyerek Piazza del Duomo'ya çıktık.
amca pek çirkin, Uffizi'den
Bu noktada belirtmem gerek, bu kadar şaşırmayı ve etkilenmeyi beklemiyordum. Yani milyonlarca kez resmini görüyor, okuyor, dalga geçiyorsunuz falan ama ufak bir sokaktan o meydana çıkıp da birdenbire o kuleyi öyle pat diye önünüzde bulunca bir afallıyorsunuz. Harbiden yamuk ya la! Ciddi yamuk, öyle böyle değil. Bir tırsıyorsunuz nasıl yani diye. Kuleyle bir yarım saat apışıp kaldıktan sonra ancak diğerlerini katedrali, vaftizhaneyi, duomoyu, meydandaki kafeleri falan görebiliyorsunuz. Gene çılgınca yağmur yağdığı için biz ancak etrafta koşturup, oranın buranın altına sığındık diğer turistlerle birlikte. En sonunda dedik buralara girip, gezelim. Bunun da yöntemi bilet almak. Museo delle Sinopie'nin girişindeki yerden gezmek istediğiniz yerlere göre fiyatını seçerek bilet alabiliyorsunuz. Biz kişi başı 8 euroluk olan katedrali, vaftizhaneyi, camposanto'yu ve Sinopie müzesini kapsayanından aldık. Kuleye çıkış parası ayrı ve 10 euronun üstünde sanırım.
Sinopie müzesi iki katlı, ufak. İçinde duvarlarda Camposanto'nun duvarlarına yapılan fresklerin deneme çizimleri var. Yani önce bunları çizmişler, sonra gidip boyamışlar. Vaftizhane altıgen, pek bir şey yok içinde. Bir dar, dolambaşlı merdivenden üst katına çıkıp, aşağıya bakıyorsunuz o eğlenceli. O merdivenlerden çıkarken falan kendinizi bir ortaçağ filminde hissedebilirsiniz (niye böyleyim ben ya, çok üzülüyorum kendime). Katedraldeyse ölürsünüz, ne resimler ne resimler. Ama pek karanlık ya, benim gözlerim zor görüyor zaten, gözümdeki lensler eskidi, elimde de bir çift kaldı. Ama muhteşem resimler. Camposanto ise mezarlık. Heykeller ve yerde mezar taşları. Fibonacci'ninkisi de burda misal. Buranın duvarları da şahane.
Bir de tuvalete gitmek isterseniz, hemen camposanto'nun yan tarafında 80 cent'e. Evet o derece.
Buradaki kültürel gezimizi de bitirince sanırım Via Ulisse Dini üzerinde rastladığımız ve ucuz görünce, canımız da hamburger gibi birşeyler çekince Chicken Grill&Chips diye bir yere girdik. Tek müşterileri olarak yedik içtik ama o ne turuncu bir dekorasyondu öyle. Bir de bir tane Bangladeşli abinin işlettiği dükkandan Pisa hatıralarımızı aldıktan sonra artık yapacak hiçbir şeyimiz yoktu Pisa'da. Kaldık mı öyle fırtınada sokakta. Valla üşüye üşüye ara sokaklarda dolandık saatlerce. Saat daha 5 falandı herhalde. Öyle boş boş, hayır bir de hava berbat ya, bir şey yapacağın varsa da yapamıyorsun. Son birkaç saat istasyonda oturduk, neyseki buradaki istasyonda kapalı bir oturma yeri vardı. Floransa'da yok mesela, pazar gecesi en son donmak üzereyken otobüse bindik.
Uffizi'deki Niobe Odası ve muhteşem Rubens
8 buçuk trenimizle Floransa'ya dönüp, otelimize korkular içinde geldik. Bu gece sahiden de başka insanlarla kalacağım aman yarabbi diye diye çıktım merdivenlerden. Bu sefer de resepsiyonda tamamen başka bir adam olmasın mı?! Bu seferki bize ilk gece özel odayı veren bangladeşli adam gibi değildi, resmen 70ler türk filmlerindeki sapık katil kılığındaydı sırıtışıyla falan. 7 numaralı yatakhanemize ait anahtarı aldık ve indik odaya, ama korka korka. İçerde en kötü olasılık iki kişi daha olacak çünkü. Ama neyseki, kimse yoktu. Ama kahretsin ki kapı kitlenmiyordu. Tüm gece diken üstünde, biri gelecek mi, ya şimdi ipsiz sapsız biri kapıyı açıp dalıverirse diye hop oturup hop kalktık. Gram uyumadık. Bir de gene dışarıdan sesler, zaten gökgürültüsü şimşekler hiç durmadı. Valla bu durumun korkusu bile aklımı aldığı için eve döner dönmez diğer seyahat için olan planı yeniden gözden geçirdim. Paraya kıyıp, alabildiğimiz yerlerde iki kişilik odaları aldık şimdi. Gerçi Nuremberg'de ve Viyana'da yine mecburen yatakhanede kalacağız ama Nuremberg'deki en azından sadece kadın. Viyana'dan sağ çıkabilirsek artık, bir daha da başıma birşey gelmez herhalde.
Floransa'daki son günümüzdeyse beleşçiliğin dibine vuralım, her ayın ilk pazarı müzeler bedava olayından yararlanalım diye sabahın köründe, abartmıyorum köründe, çıkıp Uffizi Galerisi'ne geldik. Gene de sıra vardı ya arkadaş! Ha ama neyseki bir Vatikan değil, buna da şükür. Vatikan adeta bir açlık oyunları, adeta bir miğfer dibi savunması. O yüzden Uffizi sırası yeşil çimenlerdeki teletabiler gibiydi ama bu örnek de şu an çok ürkünç oldu tamam susuyorum.
Uffizi şahane, demiş miydim? Ama o turist kalabalığıyla, kapılar açıldığında istanbul surlarına ilk bayrağı kim dikecek ruhuyla birlikte saldırmak zorunda bırakılmasaydık daha güzel olabilirdi. Hayır neye saldırdılar böyle anlamadım ki. İlk kattaki çizimlere hemen hemen hiç kimse dönüp de bakmadı mesela. Merdivenlerden bir tırmanışları var ki eh aman allah! Üst katta 3 koridor var, u şeklinde bir yapı oluşturuyorlar. Bu her bir koridorun bir de yan galerileri var, birbirine geçişli. Ana koridorlarda duvarlar boyunca heykeller var, tavanla duvarın birleşim yerlerinde de portreler. O portreleri oraya koymak kimin fikriyse iyi küfür yedi benden 2,5 saat boyunca haberi olsun. Ulan hem bir şey seçemiyorsun hem de boynun tutuluyor. Hayır belki ben durup saatlerce Newton abimle bakışmak istiyorum, ne diye 5 metre yukarı asarsın. Yan galerilerde de tablolar var. Botticelli'ninkilerde ayrı bir kalabalık vardı, hele Primavera'ya yanaşamadım bile. Venüs'ün Doğuşu'nun önünde, tam ortada dikilebildim ama ne yalan söyleyeyim. Nihayet koridorları bitirebilip, terastaki kafeye falan da uğradıktan sonra çıkışa yöneliyorsunuz ama o da ne? Kandırmışlar! Çıkış yazıyor ama sonra binadan gerçekten çıkabilmek için yüz tane daha galeriden geçiyorsunuz ve hepsi tablo dolu. Ayrıca da muhteşem şeyler bunlar. Bu bölümde bir Leonardo odası da var mesela. Birkaç tablosu var. Ama asıl, ne Leo, ne Botticelli...Benim asıl aradıklarım Caravaggio ve Artemisia Gentileschi'ydi, ki onlar da bu çıkış kısmında. Caravaggio odası dedikleri yerde Artemisia ablanınkiler de yer alıyor. Bu arada yukarı katta bir de Niobe odası vardı, öldüm. Duvarlarında devasa Rubens tabloları - ki adamsın Rubens! - ve önlerinde insanın tüylerini diken diken eden, kafasını allak bullak bırakan Niobe ve çocuklarının heykelleri. Bakınız sanat güzel yapıldı mı şahane birşey işte - sözüm sana Picasso, seni hiç sevemedim Picasso.
Uffizi'den nihayet çıkabildiğimizde açlıktan ölecektik. Hemen oradaki sokaklarda baktık insanlar bir yerlerden sandviçler kapmışlar, yumuluyorlar. Ama biz öküz gibi yiyen iki hobbitiz, bir sandviçle tüm günü geçiremeyiz diye Via dei Neri üzerinde gayet italyan bir yere oturduk. Sanırım İtalya'ya geldiğimizden beri ilk defa yaptık bunu. Ve domates soslu spagetti, patates kızartmalı tavuk ve et tabağı, tiramisu ve elmalı kek derken iyice abarttık. Kısmet.
Nihayet yemeğin ardından Galleria dell'Academia'ya gittik. Ama burası beni hayalkırıklığına uğrattı biraz. Bir David var diye bu kadar saçmalanmaz. Evet bir David var. Müzenin gerisinde sadece Pisa'daki San Matteo Müzesi'ndeki gibi ortaçağ hristiyan eserleri dolu. Ha bir de Pacino di Bonaguida'nın Hayat Ağacı paneli var, o kadar. Bir de yan kısmındaki ufak bölümde müzik aletleri sergisi vardı biz gittiğimizde denk geldik, o iyiydi. David'in olduğu ana kısımdaki duvarlardaki tablolar muhteşem yalnız.
Galleria'dan çıktığımızda 4-5 civarıydı, aslında Galileo Müzesi'ne gidecektik ama yakınlarda bir antropoloji müzesi görmüştük ona mı uğrasak diye bir dolandık. Felaket yağmur bitmek bilmediğinden ve telefonlarımızın şarjı bittiğinden döndük durduk. Müzeyi bulamadık, sonunda vazgeçip Galileo'ya doğru gittiğimizde o da kapanmıştı. Sanırım Floransa'daki en büyük pişmanlığım Galileo Müzesi'ni görememek oldu.
Bir de akşamın sekizine kadar otobüs beklemek o soğukta, yağmurda. Zalımsın İtalya.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...