9 Haziran 2015 Salı

domus

Julia Pott'un bir illüstrasyonu, This is a What'tan
Sanki içimde iki farklı insan yaşıyor. Düpedüz, kanlı canlı iki insan gibi. Biri düşüncede, biri pratikte olan. Bir tanesi hadi tüm insanlarla konuşalım, her yeri dolaşalım, her şeyi yapabiliriz, her şeyi söyleyebiliriz, itiraf edebiliriz, neden olmasın, yap olsun, amaaan..diyen. Öbürü ise dur dur dur hayııır oraya gidemezsin, nasıl gideceksin, daha neler canım söylenir mi o, ay ay ay buluşmasak olmaz mı, görmesek olmaz mı, ama dayanamayız ki, ama söyleyemeyiz ki, ama öyle imkanlarımız yok ki nasıl yapabileceğiz, olmaz olmaz, kıpırdama yerinden yoksa panik atak geçireceğiz, normal ol normal ol diyen. Misal bu yüzden testlerde - hani bu hangi şehir size göre siz hangi tipsiniz hangi disney prensesisiniz gibi testlerde - kafayı yerim ben. Sordukları sorulara gerçekte davrandığım şekilde mi yoksa içimden aslında gelen şekilde mi cevap vereceğim? Çünkü ikisi çoook çok ayrı kişiler ve yaptığım seçime göre sonuç çok değişik çıkacak. Deliririm. Oturur bir salak saçma testin karşısında deliririm. Sorar soru mesela, siz bu partideki hangi kişisiniz diye. İçimdeki kocaman bir ses bağırır "tabiki o masanın üstüne fırlamış deli gibi dans eden" diye. Çünkü eğer olmak istediğim gibi biri olabilseydim, cesaretim imkanım her şeyim olabilseydi, o insan olurdum. Ama gerçekte o köşede sessiz sakin duran tipim, mecburen ordayım. Şimdi hangisi benim gerçek kişiliğim o zaman?
Buna nereden geldim. Son birkaç haftadır daha sık düşünür oldum, ben nereye aidim diye. Ezelden beri içimi kemirip duran bir konudur bu ama bu ara anlamaya çalıştım. Son senelerde o kadar fazla insanla tanıştım, konuştum, seyahat ettim, iletişim kurdum, bir şeyler paylaştım, arkadaşlar edindim ve bıraktım ki, her birinde farklı farklı dünyalar keşfettim. Herkesin hikayesi birbirinden farklı ve herkesin ait olduğu yer başka. Çok değişik değer yargıları var, her gün maruz kaldıkları yaşam benim belki tüm hayatım boyunca tecrübe ettiklerimden çok farklı. Benim ilk defa karşılaştığım bir durum onlar için günlük bir şey olabiliyor. Çoğu kez muhabbet ettiğim insanların karşısında kafamda "vay arkadaş ben ne kadar masum bir dünyada yaşıyorum" ya da "dünya böyle bir yer mi" falan gibi düşüncelerle otururken buluyorum. Onlar anlatıyor, ben gözlerine bakarken kafamın içinde siyaset meydanı dönüyor. Sosyal açıdan, kültür açısından, maddi açıdan çok farklı insanlarla konuştum, görüştüm bunca zamandır. Ve dedim ya içimdeki o iki ayrı insanı. İşte onlara bağlı olarak aklımda hep aynı düşünce belirdi, ben nereye aidim? Hangisine aidim? Yapabildiklerimin olduğu yere mi yapmak isteyip de yapamadıklarımın olduğu yere mi? Böyle bir saçmalık ki, kendimi bir türlü bir tarafa koyamadım. Koyamıyorum. Öyle milyonlar venn şeması varmış, böyle çember çember uçuşuyormuş da hepsinin uzayda birbirlerine teğet geçtiği bir nokta varmış ve ben de zavallı bir halde o noktaymışım gibi. O noktada öyle salak salak süzülüyormuşum gibi. Hiçbir kümeye bir türlü dahil olamıyormuşum gibi. Her bir çembere dokunduğum o kısacık sürelerde hep farklı bir maskeye bürünüyormuşum gibi. Her biriyle temasımda onlara uygun, bir başkası oluveriyormuşum gibi. Çünkü gerçekte kim olduğumu, nereye hangisine ait olduğumu bilmiyorum. Ait olduğum bir toplum, küme, sosyal topluluk, taraf..bir şey olmadığı için de oranın değer yargılarını, alışkanlıklarını her gittiğim yere taşıyamıyorum demek oluyor bu. Her bir kümede "ulan acaba buraya mı aidim" diye kafamda döndürüp duruyorum. Ya da daha kötüsü, "ah nasıl da isterdim bu kümede doğup büyümeyi" dediğim yerler oluyor ki en acısı, beni en yeyip tüketeni o.
Tüm bunların sonunda dönüp dolaşıp hep "gitmek istiyorum" derken buluyorum kendimi. Hep aynı noktada kitleniyorum. Hepsini, herkesi arkada bırakıp yepyeni bir hayata başlamak istiyorum diye bağırıyor kafamın içi. Tüm her şeyi silebileyim, tertemiz bir şekilde gerçekten olduğum gibi olabileceğim bir yere gidebileyim istiyorum.
En karanlık olduğum zamanda, o yıllarda, onca karanlığım içindeyken odamda gecenin bir vakti pencereye kafamı dayar, soğuk cama alnımı vurur dururdum. Kendi kendime bir yandan da "eve gitmek istiyorum eve gitmek istiyorum" diye tekrar ettiğimi fark ettiğimde korkmuştum. Çünkü evdeydim, yani en azından ev diye adlandırdığımız, ailemle yaşadığım, her gün o cehennem gibi okuldan gelip kapandığım odamdaydım. Ama yine de kafamın içindeki o ses, kendini ortaya çıkarıveriyordu ben tüm kaslarıma artık bilinçli bir şekilde müdahale etmeyi bırakırken. Dudaklarımdan "eve gitmek istiyorum" dökülüyordu. Saçmaladığımı söylüyordum kendi kendime, saçmalama, topla kendini de yap şu ödevi. Sanırım o zaman da bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum evim neresi. Hiç evim oldu mu onu da bilmiyorum. Belki bir yer vardır öyle, gerçekten ait olduğum bir yer. Ama nerede bilmiyorum. Bulabilir miyim, bulmak için şimdiki her şeyi geride mi bırakmam gerekiyor yoksa hakikaten saçmalıyor muyum, onu da bilmiyorum.
Ben artık yalan söylemek istemiyorum. Sadece eve gitmek istiyorum.

3 yorum:

  1. Esra yazını okuyunca aklıma direk bu sahne geldi. İzlesene :)
    https://www.youtube.com/watch?v=cmc9i8FORaM

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ahaha,Nasıl ona bağladın? Hayatının erkeğini bulunca o seni evine götürecek esra,.. :))) Evim sensin diyebileceğin bir beyaz atlı prense ihtiyacın var Esra, işte bütün mesele bu :))))) (Niye güldümse bu kadar?)

      Sil
    2. vay arkadaş ben burada çok önemli bir sorunuma parmak basmaya çabalıyorum, siz gene olayı döndürüp dolaştırıp beyaz atlı prenslere evlilik tekliflerine falan getiriyorsunuz :p tövbe yarabbim.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...