30 Nisan 2015 Perşembe

son günler nereler izmirlerler

Ben gene bir gittim, gezdim geldim. Son bir-iki haftadır falan zaten çok bir şeyler yazamamıştım, haftasonunda da artık gelenekselleşmiş olan 23 nisan haftası pikniğimize-buluşmamıza gittim İzmir'e. Geçen sene İzmir-Manisa karışık yapmıştık, bu sene tamamen İzmir'de geçirdik. Ankara, Gemlik, Bandırma'dan yollara düşen grubumuz İzmir'deki yeni evli arkadaşlarımızın evine doluştu. Her geçen sene ile birlikte nüfusumuz artıyor, önümüzdeki senelerde etrafımızda pıtır pıtır koşturan çocuklarla, yeni evlenenlerle iyiden iyiye çoğalacağız galiba.
Grup dediğim 12 yaşından beri dostum olan insanlar, festival çadırlarında nerdeyse bitlenecek kadar birlikte pislendiğim insanlar, azgın sulardaki rafting botlarında birlikte battığım insanlar ve nicelerinden oluşuyor. Her sene bir şekilde yolunu bulup, en azından bir kez bile olsa bir araya gelip çılgınlar gibi yoruluyoruz. Hepimiz bekar üniversite öğrencileriyken bu macera dolu yaz tatilleri oluyordu, şimdi hemen hemen herkes aile kurmuş iş sahibi insanlarken piknikler, sahil gezileri oluyor.
İzmir'de cuma akşamı buluştuk hepimiz. Cumartesi sabahı o güzelim gevrekler ve boyozlarla kahvaltımızı evde yaptıktan sonra atladık, Alaş Kımız At Çiftliği'ne gittik Kemalpaşa'daki. Tamamen doğanın ormanın içinde pek sevimli, nefes açıcı bir yer çiftlik. Burada otağ şeklindeki yerlerde yemek yiyebiliyor, ufak bir alanda küçük çocukları atlarla tanıştırabiliyorsunuz. Ayrıca 8 kişilik gruplar halinde dağa doğru çıkan yolda daha büyük atlara binebiliyorsunuz (web sitesi). Biz biraz bakındıktan sonra grup halinde atlarla gezintiye çıktık. Ben ilk defa atlara bu kadar yaklaşıp, bindiğim için inanılmaz heyecanlı ve tedirgindim ama gayet başarılı bir şekilde gezintiyi tamamladım. Hepimiz tamamladık gerçi, kötü bir şey olmadı. Ama çok üzgün haldeyim, o atları öyle görmek içimiz ezdi resmen. Günde 200-300 kere belki de sadece 5-10 dakikalık su içme aralarıyla üstlerinde insanları o yoldan taşıyıp duruyorlar. Artık kendilerinden geçmiş haldeler, gözleri bir boş bakıyor, kafaları eğik. Valla bizim için eğlendirici olması gereken bir şey o zavallı atları öyle gördüğüm için beni acayip üzdü. Yazık günah be. Daha insancıl koşullarda nasıl olur bu iş onu da bilmiyorum gerçi. O yüzden ben bindiğim atla, Roza ile, hep konuştum yol boyunca. Belki bir nebze olsun dediklerimi anlıyordur da mutlu olur diye. Neyse, gezintinin ayrıntılarını vermem gerekirse, şöyle diyebilirim oradaki görevlilerden yaklaşık 3-4 tanesi atların arasında yürüyerek bizimle geliyor ve atlar da zaten tüm yolu, yapacakları herşeyi ezberlemiş oldukları için size sadece ipleri gevşetmeden tutmak kalıyor.
 Bu gezintiden sonra oturup orada yöresel yemeklerden yiyelim dedik. Otağ şeklindeki yerler henüz açılmadığı için uzunca bir çardak altında arka arkaya sıralanmış masalar olan yerde oturduk. At Çiftliği'nin teması Kırgız-Kazak-Özbek gibi Türk devletleri kültüründen oluşuyor. Bu yüzden yemekler Özbek Pilavı, mantısı, Kavurga vb. şeyler. Bir de ufak porselen kaselerde servis edilen kımızı deneme şansınız oluyor. Yemekler konusunda büyük bir hayal kırıklığı yaşadık biz. Özbek pilavı olarak oldukça yağlı pirinç pilavının içinde biraz havuç olanını getirdiler, üstünde de bir miktar et. Mantılardan yemedim ama arkadaşlarım onu da çok beğenmedi. Kımız zaten sanırım bize göre bir içecek değilmiş, onu anladık. Böyle bozulmuş peynirin dibindeki suya maden suyu eklenmiş bir şey gibiydi. Ve tüm bunlara acayip yüksek miktarlar ödedik.
Yemeğin ardından ormana doğru doğa yürüyüşüne çıkalım dedik. O arada bir arkaşımla büyük Otağ'ı gördük, arkadaşım hadi bakalım neymiş diye fırlayınca ben de peşinden koştum. Otağ şekli verilmiş bir odası bulunan tek katlı bir yapı var çiftliğin ortasında, cami gibi herkes ayakkabısını çıkarıp giriyor içeri. Bir teyze var içeride, kazaktı sanırım, hemen girişe oturmuş önünde bayraklar birşeyler, içeri giren herkes de yuvarlak odanın duvar diplerine ilişmiş dinliyor. Teyze ortaya karışık bir Türkçe ile Orta Asya Türk kültürünü anlatıyor, herkes sus pus olmuş dinliyor. Ama teyze sadece anlatmıyor, anlattıklarını soruyor arada pat diye size bakıyor parmağını yöneltiyor ve kaç metre olur peki o zaman gibi sorular soruyor. Saniyeler içinde aklınızdan hesaplamalar yapmanızı, atın orta asyadaki ilk ismini falan bilmenizi bekliyor. Öylesine ürkütücü bir öğretmen edasında yapıyor ki bunu, kendinizi az sonra otağların arasında bekleyen atların arkasına bağlanıp yerde sürüklenme cezası alacakmışsınız gibi hissediyorsunuz. Güneşe Kün diyor mesela, uzun bir süre bu kadın ne diyor diye bakıyorsunuz. Öyle bir ortam.
Dönüşte bir de oranın ilerisindeki Nazarköy'e uğradık. Nazarköy adından da belli olacağı üzere tamamen nazar boncuğu yapımı işine gömülmüş bir sevimli ege köyü. Havanın ve belki de mevsimin de etkisiyle çok kalabalık değildi. Sokaklarında köylüler açmış tezgahlarını çeşit çeşit incik boncuk, süs eşyası satıyor. Birkaç tane de yemek yiyebileceğiniz, kahve içebileceğiniz yer yapmışlar. Biz sokakta gördüğümüz bir teyzeden pişi alıp, elimizde yedikten sonra bir de kadayıf dolması aldık, bir yere oturup odunda türk kahvelerimizi içerken yiyelim dedik. Kahveler soğuktu, dolmalar da kupkuruydu. Ama olsun, oturduğumuz yerin bir köşesinde camekanın ardında köylüleri canlı canlı nazar boncuğu yaparken izleyebiliyorsunuz, ortam güzel.
Kendimizi bu şekilde gün boyu aşırı derecede Türk kültürüne maruz bıraktıktan sonra biraz öğrencilik günlerimizi hatırlayalım, genç hissedelim diye Üniversite-2'ye gittik. Herhalde böyle deniyordur, saçma sapan şeyler yazıyorsam kusuruma bakmayın İzmir'de sadece doğdum ben doğru düzgün yaşayamadım. Orada şimdi adını hatırlamıyorum, bir yerde salçalı tost yedik akşam yemeği olarak (vay bizim zavallı midelerimize, at çiftliğindeki berbat yemeğin üstüne). Sonra da Beri Blues'da çıkan grupları dinledik. İlk çıkan amatör grup da iyiydi bence, sonrasında çıkan Yaygara (sanırım buydu adları) da. Hatta süperdi, ben acayip beğendim. Ya da uzun süredir bu şekilde eğlenmemişim, onun etkisiydi bilemedim şimdi.
Ertesi gün kahvaltı için Alsancak'a gittik ya da Kordon, bilmiyorum ki ben oraya ne deniyor tam. Yani anlayacağınız sahilde şöyle denize karşı kahvaltı yapalım dedik. Alins'ti galiba, oraya oturduk. Kahvaltı güzeldi ama çalışanlar ve davranışları kafanızın çok rahat olmasını gerektiriyor, yoksa kulaklarınızdan alev fışkırabilir hale gelebilirsiniz. Ama yapmayın, hiçbir şeyi kafaya takmayın, ekmek için çay için hatta servis tabakları için bile mücadelenizi adeta gandhi edasıyla verin, kahvaltınızı yapın. Biz öyle ettik.
Ardından sahilde güzel bir gezintinin ardından vapurla Pasaport'tan Bostanlı'ya geçtik. Oradaki sahilde de turladıktan sonra çimlerine yatıp, güzelim güneşin altında uçurtmalarla dolu masmavi gökyüzünü izledik. Közlenmiş mısırla simsiyah olmuş dişlerimizi göstere göstere gülümsedik. Cumartesi günü bulutlu ve serin olan hava bu pazar gününde cıvıl cıvıl güneşliydi. Akşamı sahil çimenlerinde getirdikten sonra bu sefer vapurla Konak'a geçtik ve oradan Alsancak'ın sonuna kadar yürüyüp, Can Yücel Sokağı'ndaki Alavara'dan (buradan ve buradan bakabilirsiniz) makarnalarımızı alıp, artık akşam karanlığı çökmüş ama hala tıklım tıklım olan sahildeki çimenlere bıraktık. Ama İzmir'de akşam serindi, hatta buz gibi esen rüzgarda makarnalarımızı nasıl hüplettik bilmiyorum (çok güzel yalnız).
Eh o kadar üşümenin üstüne ve artık her seyahat sonrası alışkanlık haline getirmiş olduğum üzere, dönüş yolunda otobüste ateşlendim. Bomboş midem bulanıyordu, ateşim çıkmıştı ve İzmir'den Ankara'ya bitmeyen yolu otobüste tüketmeye çalışıyordum. Valla pazartesi akşamı kendimi eve nasıl attım hala şaşırıyorum. Aşti'den üstümde artık taşıyamadığım çantamla sürünerek çıkmaya çalışırken, tıklım tıkış dolmuşta acaba şu amcanın ayaklarına bıraksam mı kendimi nasıl olsa yere değmem değecek yer yok diye düşünürken falan nasıl bayılmadım, bilmiyorum. Yalnız olmak çok kötü bir şey, o hasta halimle düşündüm bunu ilk defa o akşam. Yalnız başına o yükü taşımak, kendini taşımak, katlanmak, dayanmak, hepsi çok zor. Resmen ben böyle kendimi bırakayım biri beni hoop eve uçuruversin istedim. İnsanlar niye yangından kaçar gibi evlenmeye çalışıyor anlamaya başlıyorum galiba.
Demem o ki üç gündür hasta yatıyorum. Zor ayaklandım, güneş parlıyor da onun bir etkisi (evet benim de kütük Kripton). Ama hala iştahım yok, dostların 1 mayıs planına bile hayır demek zorunda kaldım (Adalar turu artık başka bahara). Şu Ales bir geçsin, kendimi Karadeniz'in en bir yeşiline atacağım.
Ha bu arada, mutlu olun. Gerçekten bakın, hayat güzel hava güzel dostlar güzel. Dünyada kötü şeyler, savaşlar, depremler olmaya devam ediyor ama işte tam da bu yüzden, mutlu olun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...