9 Şubat 2013 Cumartesi

“Hayır, dostum hayır; hepimiz aynı acıyı çekiyoruz.”

Çok saçma bir hafta oldu da bu geçtiğimiz hafta, anlatmak istedim. Bir de kendimi görüp, kendime dışarıdan bakabilmek istediğimden.
İşten, memurluktan, bilgisayar mühendisliğinden devamlı yakınıp duruyorum ya, hakikaten artık dayanma sınırımın ötesini geçtim, gidiyorum. Dönüp dolaşıp hep aynı şeylerden yakınmak istemiyorum, ben bile pöh yürü git başımdan diyorum kendime ama elimde değil. Pazar günü annemler ve abimle birlikte sinemaya gittik, hepsi öyle başladı sanırım. Doğumgünümün olduğu hafta, kutlama gibi yapmak için Özgür'le Burak sinemaya götürmüştü beni, "Silver Linings Playbook"u izlemiştik ben geleneksel yıllık Oscar adaylarını törenden önce izleyip bitirme maratonuma başladığım için. Öncesinde gösterdikleri fragmanların arasında "Hükümet Kadın" vardı, Sermiyan Midyat'ı ilk Emret Komutanım'dan biliyorum, o vakittir de yaptığı işleri genelde severim. Fragman da zaten çok eğlenceli görünüyordu. İşte pazar günü topladım annemleri gittik sinemaya. Film iyiydi - sonra gene bir ara onu da anlatırım - patlamış mısır idare ederdi, eğlendik, güldük. Zaten abimle film izlemek çok zevklidir, komedilerde özellikle çok içten güler, size de bulaşır, sahne o kadar cezbetmemişse bile gülersiniz mutlulukla. Ama benim neyim var bilmiyorum, filmin açılış sekansında gayet eğlenceli bir müzik eşliğinde Midyat'ın neşeli sokaklarını arşınladığımız anlarda ben ağlamaya başladım. Yanımdaki anneme belli etmemek için ne yapacağımı şaşırdım, bana ne oluyor böyle allah kahretsin manyak mıyım diye çırpınıp durdum.
Gene de daha kötüsü film dönüşü ev yolunda, arabada ortaya çıktı. Önce hangisi dedi bilmiyorum ama sana araba alalım ya muhabbetine girdiler. Önce sesimi çıkarmadım. Sonra dedim ömrümün sonuna kadar memur kalmamı mı sağlamaya çalışıyorsunuz, bir araba aldırıp sonra ölene kadar onun taksidini mi ödeyeyim, zaten işe servisle gidiyorum, haftasonları ölü gibi yatıyorum, ne zaman kullanacağım arabayı? Ağzımı açmasam daha iyiymiş. Abim yol boyu hep yaptığı konuşmalara girişti. Aklım varmış, istesem neler olurmuşum da ben hiçbir şey yapmıyormuşum. Bir tutturmuşum sevmiyorum diye, yoksa yapamadığımdan değilmiş. Bu bilgisayar işinde çok deli para varmış, ben niye yapmıyormuşum. Önüme gelen fırsatları değerlendirmiyormuşum. Memur memur diye tutturmuşum, ne varmış memurlukta herkes sabah gidip akşam geliyormuş o da sevmiyormuş yaptığı işi ne olmuş yani. Başka ne iş yapacakmışım, ne istiyorsam gidip yapsaymışım iş olarak. Ama tabi ben girişken değilmişim, ağzım laf yapmıyormuş, azıcık işimi bilir olsaymışım nerelere gelirmişim. (Ben sustukça) Ne yapmayı düşünüyormuşum, gidip bu yaştan sonra okul mu okuyacakmışım, öyle birşeyler varsa kafamda saçmalamayacakmışım. Herkes hayatını kurmuş, ben ne yapacakmışım.
Araba durduğu anda kapıyı açıp eve koşturdum. Arkamdan koştu, yakalamaya çalıştı. Eve çıktık, odama gittim. Yemek yiyip, onlar oturana kadar rahat bıraktı. Sonra odama gelip yeniden başladı. Çok fırsat varmış şu an bulunduğum yerde, niye şuraya başvur muyormuşum, her şeye hemen baştan bir kulp bulup denemiyormuşum. Yemin ederim çıldırmak üzereydim, ağlamak istemiyorum gene önünde ama tutabilecek gibi değildim artık kendimi. En son eh tabi kolaya kaçıyorsun, mühendisliktense arkeoloji istiyorsun, arkeoloji tabi oku oku geç kolay bir şey dedikten sonra kendimi saldım. Hem boğulurcasına ağladım hem de bağırmaya başladım sen benden olmadığım biri olmamı istiyorsun, sen beni zerre kadar tanımıyorsun, ben o düşündüğün süper akıllı süper başarılı kardeş değilim, senin yapamadıklarını ben yapmak zorunda değilim diye. Ben ağlayınca dayanamadı tabi, yelkenleri indirdi ve daha kötüsüne girişti - duygu sömürüsü. Benim aklım yoktu yapamadım sen değerlendirden tutun da, ben kardeşimi biliyorum ve ona güveniyorum keşke sen de benim kadar güvensen kendineye kadar. Çıldırmamak içten bile değil emin olun.
O geceyi atlatmış olabilirim belki ama salı gününe saklıyormuşum kendimi. Salı sabahı bir rüyadan uyandım sabaha. Uzunca bir aradan sonra yine Tom'u gördüm rüyamda. Oysa bitmişti, artık görmüyordum, hatta bakın en son da yazmışım buraya "Düşler, Kabuslar" diye 3 kasımda. O rüyadan bu yana yoktu Tom. İyiydim. Ama salı sabahı bir uyandım, aklımda henüz fırladığım rüyanın karman çorman detayları. Bir arkadaşımızın evindeydik bu sefer de. Normalde o arkadaşın evine gittim biliyorum nasıl olduğunu yani ama o ev değildi rüyamdaki. Böyle uyuşuk yaz günlerinde tüm pencereler açılmış, balkon kapısından cırcır böceklerinin ve toprağı taşı herşeyi kavuran güneşin ıssız sesi duyulur ya, herkes mayışmış bir köşede kendi kendine durur, akşam olsa da kendimize gelsek diye vakit öldürür. İşte tam öyle bir atmosferde ev, biz niye gitmişiz o eve bilmiyorum. Arkadaşın odasında iki tane yatak iki duvara karşılıklı konmuş ama biz üçümüz - Tom, ben ve evin sahibi arkadaşımız - o iki yatağın arasındaki boşluğa, yere birer bez atmışız yan yana, uyumaya çalışıyoruz. İçerde, salonda, ne hikmetse annemle babam iki kanepeye uzanmış, böyle sıcaktan kendilerinden geçmişler, uyukluyorlar. Ve salondaki yemek masasında tonlarca yemek var, çocukluğumdaki doğumgünleri gibi, masanın üstüne börekler kekler yemekler çeşit çeşit ağız sulandırıcı şey var ve masa hazır, tabaklar kaşıklar çatallar herşey tamam. Öylece bekliyor masa. Biz odada yerdeki ufacık alana sığışmaya çalışıyoruz. O kadar sıcak ki bir türlü yerleşip rahat edemiyoruz. Terliyorum, başım ağrıyor. Arkadaş sonunda kaldırıyor bezini içeri gidiyor, nereye bilmiyorum. Biz Tom'la yeniden yer kapmaya uğraşıyoruz, ben çekiyorum bezimi o hareket etmiyor, ettiremiyorum zaten ağır kendisi yeterince. İttiriyorum, bir çekil dur şöyle diyorum ama o uyku sersemi, gözünü bile açamıyor, bir baygın böyle. Zor dönüyor bir taraftan öbür tarafa. O kadar yoruluyorum ki nefes alamıyorum artık, çok bıkkınım derken uyandım. Kan ter içindeyim, kalkıp işe gitmem gerekiyordu zaten.
Gittim işe doğal olarak. Akşam çıkma saatime gelene kadar pek birşey yoktu ama tam çıkacakken aynı konuya baktıklarımdan biri tüm gün yaptığı bir çalışmanın bitmek üzere olduğunu iki dakikalık bir işi kaldığını söyledi, hemen göz kulak olabilir miymişim. Tabi demek üzereyken ben daha, o çıktı. Gittim, göz kulak olmam gereken çalışmanın başında durdum bir firmadan gelen amcayla birlikte. Ama o iş iki dakika sürmedi, bitmedi, servisi kaçırdım. Saatler sonraki ek servise de koşarak zor yetiştim. Attım kendimi servise, telefonumu açtım ve mesajlar gelmeye başladı. İşten çıkınca yanımıza gel diyen bir mesaj. Arkadaşlarım çağırıyordu, hem de uzak bir yerde oturup da iki haftalığına gelen bir arkadaşımı bir süreliğine son görüşüm olabilecekti. O anda servisten atlamam gerekiyordu belki ama yapamadım. Çok istedim ama yüzümde bembeyaz sivilceler, üstüm başım dağılmış, acilen duş almam gerekir halde insan içine çıkamazdım. Mutsuzdum zaten işten saatlerce geç çıktığım için, o mesajı o saatte almış olduğum için, hayat için herşey için. İnmedim servisten. Gelmeyeceğim ben dedim onlara. Haftanın geri kalanında da zaten deliler gibi çalıştım, her akşam zor yetiştim servise, tüm gün kafamı kaldıramadım işyerinde, hatta en son cuma günü de çıkamıyordum geçe kalacaktım zor yırttım.
Eve gittiğimde ölmüş haldeydim, serviste yol boyu ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Çaylarımızı içerken alt kattakilerin ve üst kattakilerin senkronize bir şekilde yaptıkları gürültü beynime beynime vuruyordu. İçimde öyle bir sinir büyüdü ki oturduğum yerde bağırmaya başladım. "Biz bunları çekmek zorunda mıyız? Ölsünler, gebersinler, yok olsunlar dünya üstünden! Ölsünler istiyorum, ölsünler, yansınlar, tüm kemikleri kırılsın, mahvolsunlar!" diye bağırıyordum. Annemler ne yapacaklarını şaşırdı, babam deme öyle kötü şeyler deme deyip durdu ama ben daha da çok bağırdım. Biz niye gitmiyoruz bu evden, gidemiyoruz paramız yok, taşınamıyoruz, ölelim biz diye devam ettim. Babam tamam taşınacağız bulacağım hemen bir çatı katında hiç gürültü olmayacak gideceğiz diye beni ikna etmeye çalıştı. Ben de ağlamaya başladım. Hayır taşınamayız, paramız yok, benim biriktirdiklerimle zor toparladınız zaten durumu nereye taşınıyoruz diye söylendim de söylendim. Delireceğimi düşündüm o an, elime silahı alıp önce üsttekiler sonra alttakileri kurşuna dizebilirdim. Babam anlamıştı aslında neyim olduğunu, merak etme neyi istiyorsan yapabilirsin seni destekliyoruz dedi ama ben ağlamaya devam ettim.
Odama attım kendimi, ağlamaktan nefesim tıkanmış halde. Bu sefer de babamları çok üzdüm diye ağlamaya devam ettim boğulurcasına. Onlara bunu yapmaya ne hakkım var, neyim var benim böyle diye. Hakikaten neyim var benim? Delireceğimi hissediyorum, hatta delirdiğimi. Önce deliriyorum sonra durup kendime dışarıdan bakıyormuşum gibi oluyor, ne yapıyorum ben diyorum. Uzunca bir süredir bu böyle, beni bir arada tutan iplerin arada çözüldüğünü görüyorum, engel olamıyorum. İki hafta üç hafta tutabilsem kendimi sonraki hafta çözülüyorum, ruh halimi dengede tutamıyorum. İki hafta çok iyiysem, telefonlara bakıyor, mesajlara cevap veriyor, mailler atıyorsam üçüncü hafta tamamen delirmiş oluyorum. Hiç kimseyi istemiyorum, kimseyle konuşmak istemiyorum. Kaçıp gitmek istiyorum uzaklara, kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bir yere. Oraya yerleşip yeni bir hayata başlamak istiyorum, tüm yakınlarımdan tanıdıklarımdan kurtulmak istiyorum. Sonra biraz düzeliyor tabi, düzeltiyorum kendimi, ruh halimi. Ama işte bir süreliğine, yine bir yerde kayışı koparmak üzere.
Ben de normal olmak istiyorum artık. Mutlu olmak istiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...