9 Şubat 2013 Cumartesi

Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm III

İstanbul'a indiğimde uykusuz, yorgun, yorulmuş haldeydim. Gecenin bir köründe kalkıp uçağa binip, o kadar duygu yoğunluğu yaşamanın üzerine artık sabahın 7'si civarı uyku vaktimdi. Ama dinlenemezdim, duramazdım. Uçaktan inmeden kendimi tembihlemiştim, sırasıyla bavulumu bulacağım annemleri arayacağım dış hatlara geçip harç pulu denen saçmalığı alacağım ve bavulumu yine vereceğim, check-in yapacağım NY uçağı için. Ankara'dan İstanbul'a uçtuğum süre boyunca içimden bunları tekrar ettim Arya'nın ölüm duası gibi. Biliyorum çünkü kendimi, kesin bir şeyleri unutacağım kesin bir şapşallık yapacağım diye işimi sağlam tutmak istedim.
Uçaktan indim, direkt zaten bavulların alınacağı kayan bantların olduğu yere yönlendiriyordu yol, devam edip bantların oraya çıktım. Henüz Nihan'ın "beyaz tavşanı takip et" teorisiyle tanışmamış olduğumdan uçaktan birlikte indiğim kalabalığı izlemiyordum da önüme çıkan her yazıyı, her tabelayı okumaya çalışıyor habire çıldırmış gözlerle etrafı tarıyordum. İçimden de bir yandan "wide awake, vividly awake" diye tutturmuş gidiyorum. Bantların oraya geldiğimde hemen görevli bir amcayı gördüm, yanaşıp sordum ben bundan indim şimdi bavulum nereye gelecek diye. O kadar telaşlı, o kadar acınası haldeyim ki sorduğum şeyin saçmalığını düşünemedim. Zaten bantların yanında dikiliyorum ve ekranlar var, kocaman yazıyor bu uçuşun bavulları şurada olacak diye. Amca da şaşırdı tabi, şuraya gelecek dedi. Öyle mi buraya mı buraya mı ha doğru mu dedim ama amca korktu kanımca, bavulumu alıp gidene kadar uzaktan bana şaşkın şaşkın baktı.
Bavulu alıp annemleri de arayınca arkamda sürüklediğim bavulla birlikte dış hatlara geçtim yine tabelaları okuyarak. İçimden hastalıklı gibi devam ediyorum "harç pulu, bavul, check-in" diye. Dış hatlara geçince biraz ilerledim, nereye soracağım ki ben bunu diye bakındım. Allahım koskoca havaalanında yapayalnızım, bir tane bile görevli olmaz mı? O arada tabela okumam sonuç verdi, Information yazısını takibe başladım. Yanaşıp camekana harç pulunu nereden alabilirim dedim. Onlar da şaşırdı bana, anlamamıştım o zaman tabi ama sonradan halimi düşününce insanlara hak veriyorum. Bildiğiniz panik atak geçiriyor gibiydim dışarıdan bakılınca. Bir üst kata çıkıp, biraz gidip solda bulabileceğimi söylediler. İlerledim, nereden çıkacağım ki ben üst kata, önümde kocaman kayan merdivenler yokmuş gibi. Üst kata çıkmayı başardım, harç pulunun alınacağı yer de yine yazılarla gösterilmişti. Oradaki görevli amca çok iyiydi, bana merak etme evladım herşey düzelecek der gibi davrandı. Yine histerik bir şekilde ona da şeyi sordum, thy'nin bankoları nerede uçuşuma nasıl check-in yaptırabilirim falan. Ha yanlış anlamayın bu arada elimde yola çıkmadan önce aldığım 6-8 sayfa kadar Atatürk Havaalanı planları var. Bildiğiniz havaalanının her bir köşesinin planı çıktı halinde yanımda. O derece hazırlıklıyım.
Yalnız hesap etmediğim birşey vardı: Saat en fazla 8 olmuştu. Benim NY uçuşumsa öğleden sonra birdeydi. Check-in bankosuna yanaşıp sorduğumda uçuştan iki saat öncesinde açacaklarını söylediler. Nereden baksam 3-4 saatim vardı. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Yani o an öyle hissediyordum, halbuki yapabileceğim pek çok şey vardı. Bunu 8-9 uçuş yaptıktan ve toplamda 50 saate yakın bir süreyi havaalanlarında geçirdikten sonra rahatça söyleyebiliyorum. Ama o zaman bilmiyordum ve yeteri kadar paranoyaklaşmıştım. Dış hatlarda şöyle bir dolanıp oturacak yer aradım. Herkes tek başına uzanarak tüm oturma yerlerini kapladığından bulmak zor oldu tabi. Baya köşede bir tarafta yer buldum, arkamda koro halinde horlayanlarla birlikte. Bir süre nette takıldım telefondan, sonra kulaklığımı taktım müzik dinlemeye başladım. E akıllı bir git bir yerde bir şeyler atıştır, kahvaltı yapmamışım uykusuzum bitkinim. Yok, ben orada oturduğum yerde gözlerimi açık tutmaya çalışarak artık bitmiş tükenmiş bedenimi uyanık tutmaya çalışıyorum. Ara ara dalar gibi oldum, etrafımda değişik milletlerden insanlar, telefonla konuşanlar, horlayanlar. O 3 saati nasıl geçirdim bilmiyorum. Sonunda kalkıp, bavulumu verdim, check-in yaptırdım. Ha tabi bu işlemleri doğru düzgün bilmiyorum ya, şaşkın şaşkın herkese soruyorum nereye gideceğim napacağım diye. Önce kuyruğa girmek üzere yılan gibi kıvrılan bir bölmeye giriyorsunuz. Tabi bana o aşamada kenarda bekleyen görevlilerden biri yardımcı oldu. Benden en azından 5 yaş küçük olduğunu tahmin ettiğim bir kız - ki kendisi görevli - benimle birlikte o bölmede yürüdü, bavuluma küçük küçük etiketler yapıştırdı ve annemlerin evde ettikleri tembihleri tekrarladı. Sonra bir bankoda güvenlik birşeyleri yapıştırıyorlar pasaporta, sonrasında bileti check-in yaptırıp bavulu verebiliyorsunuz. O işlemlerden sonra güvenlik sırasına girdim, ilk defa ayakkabı çıkarma ritüeline girdim orada - yanlış hatırlamıyorum değil mi istanbul'du orası. O noktadan sonrası daha bir şenlikli. İçeride 72 milletten insan var, metrekareye 100 kişi falan düşüyor. Renkler, ışıltılar, herkes orada. Korkum o görüntünün içine düşünce yerini merağa ve şaşkınlığa bıraktı. Ağzım beş karış açık vaziyette dolandım bir süre. Sonra bir anda kara göründü--D&R oradaydı işte, allahım cennet. Hemen girip, dolanmaya başladım. Yanımda iki tane kitap vardı normalde kütüphaneden aldığım, havaalanlarında çok vakit geçireceğim okurum diye. Ama oradaki her kitabı almak istedim o an, tek tek baktım. Nihayetinde uçağa geç kalmayayım diye "Hobbit ve Felsefe"yi alıp çıktım.
Biletimde yazan kapıya doğru gittim ama öncesinde Aysun'un deneyimlerinden faydalandım, ekranlardan kontrol ettim kapı numarasını. Kapının olduğu yere gelince önce yine birileri biletinize ve pasaportunuza bakıyor. Sonra ilerleyip içeri giriyorsunuz, bir güvenlik görevlisinden değil, üç tanesinden geçiyorsunuz. Hepsi pasaporta birşeyler yapıştırıyor, kontrol ediyor, soru soruyor. Nihayet hepsini geçtikten sonra büyükçe bir salona çıkmış oluyorsunuz, bir tarafı sırf cam. Sıra sıra oturaklara güneş vuruyordu ben gittiğimde, sonlara doğru geçip oturdum. Tam karşımda saati gelince uçağa geçeceğim kapı duruyordu. Kitap alırken bir de Penguen almıştım, açtım onu okumaya başladım (geri döndüğümde bavulu boşaltırken bulamadım ben onu nerede kaybettim ki acaba). Etrafımda ne dediklerini anlamadığım bir ton dil duyuyordum, deliler gibi güldüm. Okudum okudum güldüm. Kapıyı açtıklarında ve etrafımdakiler uçağa geçmeye başladıklarında, Penguen'imi koluma sıkıştırıp derin bir nefes alıp kapıya yürüdüm.


Çeyrek yüzyılıma veda ederken : Bir Amerika Yolculuğu Bölüm I
Bölüm II

Bölüm IV
Bölüm V
Bölüm VI
Bölüm VII

2 yorum:

  1. aha dedim, bu sefer amerikaya vardı,ama bu da değilmiş ya önümüzdeki yazıları bekleyelim o zaman

    YanıtlaSil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...