11 Kasım 2012 Pazar

Bölüm 1 : And if you wait too long, then you'll never see the dawn again

Hafta başında tez hocam tezimi bu haliyle kabul edemeyeceklerini, tezden kalmış olduğumu söyledi. Hiçbir şey demedim, hafifçe gülümsedim. Suratıma yerleştirdiğim o gülümsemeyi odasından çıkana kadar bırakmadım, bir kaçarsa bir daha geri getiremezdim çünkü. Gene de bir bölüm başkanına göstereyim, sen de bir düşün taşın ne yaparsın artık bilemem, yeni konu da seçebilirsin yeni bir hocayla da devam edebilirsin, nasıl olsa atılma falan yok artık bitirene kadar devam edebiliyorsun diye sıralarken o cümlelerini, ben kafamı onaylar vaziyette ufak ufak sallayıp gülümsemeye devam ettim (çünkü bir sonuca ulaşabileceğim, bir çıkış yolu bulabileceğim için ya da bana hakikaten yardım etmek istediği için söylemiyordu onları, yarım gülümsemesiyle dalga geçmek içindi).
O da haklı, ben de haklıyım. Aslında az haklıyım ben, o daha çok haklı. Yanlış yaptım, yine yanlış seçimler yaptım. Her zamanki gibi. 25 yıl boyunca nasıl her defasında yanlışı seçip, sonrasında deliler gibi, köpekler gibi pişman olduysam gene aynısı oldu. Elimden kaçırdıklarımı ancak onlardan çok uzağa düşünce tamamıyla görebildim. Çalışmaya başlamasaydım eğer, o kasım günü, o cuma sabahı babama "gitmek istemiyorum ben işe, başlamak istemiyorum." diye karşı dursaydım eğer, neler olabileceğini, neler kazanabileceğimi gördüm orada, o koltukta, o masanın önünde otururken.
Diyebilir miydim onu bilmiyorum. Pek uymuyor ama en azından fikir olarak benziyor, Gwyneth Paltrow'un oynadığı bir film vardı - hiç başından sonuna izlemedim nedense - Türkçe'ye Rastlantının Böylesi diye çevirmişlerdi orijinali "Sliding Doors"tu 1998 yapımı. Bir kadının hayatını izliyorduk iki paralel hikaye şeklinde. Bir trene binmesi ve binmemesi durumunda hayatının nasıl olacağına dair iki paralel evren. Pazartesi günü kendi iki paralel evrenim geçti gözlerimin önünden. İşe başlama kağıdım geldiği akşam ben yarın sabah gitmeyeceğim deseydim neler olacaktı, demediğim için neler oldu diye.
Deseydim eğer, inat etseydim babama, o akşam bir kere çıkacaktı büyük bir kavga. Ne olacak şimdi boş boş mu gezeceksin, arkeolog mu olacaksın, tozun toprağın içinde mi duracaksın tüm yazdan tutun da senden hiçbir şey olmaz ne işe yarayacaksın sen otur evde o zaman annenle öğlenlere kadar uyu dizi film izle öyle ye kadar ne kadar laf varsa, hepsini sonlanmayan bir gürlemeyle birlikte dinleyecektim. Gürlemesi bittiğinde duygu sömürüsüne geçeceklerdi birlikte annemle. Evden cenaze çıkmış gibi karalara bürüneceklerdi, herşey normalmiş onlara göre hayatımın fırsatını reddetmişim gibi düşünmüyorlarmışçasına davranmaya çalışıp devamlı üzgün süzgün dolanacaklardı. Ve hayır uydurmuyorum kafamda, abartmıyorum da. Çünkü gördüm daha önce yaptıklarını böyle, biliyorum ben onları, doğduğumdan beri onlarlayım, kendimden bile iyi tanıyorum mallarımı.
Tüm bunlara dayanmaya çalışacaktım her gün her saat. Aşağılanmaya, bağırılmaya, psikolojik baskıya hepsine göğüs germeye çalışarak yüksek lisans derslerime gitmeye devam edecektim. Bir yandan da bunun sonu var mı, bu beni bir yere götürecek mi diye aklımdaki kurtlarla uğraşacaktım. Sırf başka bir bölümden geldim diye, sırf onların verdiği eğitimi almadım diye devamlı aşağılayan, çocukmuşum gibi davranan, yaptığım ettiğim hiçbir şeyi beğenmeyen, yeterli bulmayan, yüzüme bile bakmayan hocaların arasında aklımı yiyip bitiren endişelerle koşturup duracaktım. Kampüse ulaşabilmek için o hindistan trenleri gibi otobüslerde, ankara'nın bitmek bilmeyen yollarında şu yaşımda cebimde bilete yetecek kadar para var mı diye düşüne düşüne heba olacaktım. 6 yıllık bilgisayarım artık 90 yaşındakiler gibi hırıltılı nefesleriyle her dizi izlemeye çalıştığımda, her fazladan birkaç pencere açtığımda kendini kaybedip şak diye kapandığında yeni bir tanesini alamayacaktım. Arkadaşlarım hadi bu akşam buluşalım dediklerinde gitmeyecektim, diğerleri hadi tatilde şunu yapalım şuraya gidelim dediklerinde olmaz diyecektim. Özenerek baktığım dans kurslarına, dil kurslarına öylece bakınacak ama gitmeyecektim. Kitapçıda dolanıp dolanıp, her bir hazineye ellerimi sürüp geri bırakacaktım. Tüm gitmek istediğim yerler, tüm seyahatler hayal kalacaktı. Çünkü hiçbiri için, hiçbir şey için annemlerden para istemeyecektim. İstemek zorunda kalmamaya çalışacaktım, onlardan harçlık istemektense hayattan, insanlardan olduğu gibi kopmayı göze almış olacaktım. Yaz gelip de kazıya gittiğimdeyse ortama alışabilecek miydim, insanlarla anlaşabilecek miydim, neler hissedecektim, hayatım boyunca istediğim onca şeyden bir tanesi gerçekleştiriyor olmaktan dolayı çok mutlu olacak mıydım yoksa çok büyük bir hayalkırıklığı mı yaşayacaktım, orasını bilemiyorum paralel evrenimde.
Bunun yerine ben o sabah babamın beni arabayla götürüp işyerim olacak yere bırakmasına izin verdim. Hiç sesimi çıkarmadım. Yol boyu ölü gözlerle önüme baktım, o birkaç kere başlatmaya çalıştı. Yanında neredeyse bir cenaze taşımakta olduğu fark ettiğinde o da sustu, halbuki içi içine sığmıyordu yola çıkarken. Çok mutluydu, küçük kızı nihayet iş bulmuştu, çocukları için isteyebileceği en güzel gelecek ellerine gelmişti. Ama halimi fark ettikten sonra içindeki tüm bu sevinç uçup gitti, ne yaptığının farkına vardı, o da bir cesedi gömmekte olduğunun ayırdına vardı, sustu. Elinden birşey gelmiyordu, çünkü ben geri dönmeyecektim.
Sonuçta işe başladım, her gün sabahın köründe evden çıkıp servise binmeye, günde 9 saat bir bilgisayarın başında yapay ışıkla aydınlatılmış bir odada oturmaya, akşamın kör karanlığında yorgun, bitmiş halde eve ulaşmaya razı oldum. Haftanın 5 günü, 9 saatimi hiçbir şey yapmamaya ama buna rağmen deliler gibi stres altında olmaya adadım. Hafta içi temelde "yaşamıyor, nefes almıyor" oluşumdan dolayı haftasonları odamdan çıkmamaya başladım. Pijamalarımı çıkarmadım, hiçbir yere gitmek istemedim. Hiçbir şey yapmak istemedim. Aslında sırf "yaşayabilmek" için, bunun için elzem olan parayı elime geçirebilmek için razı olduğum bu "çalışma" lanetinden dolayı, ironik bir biçimde, gene yaşayamıyorum. Harcamadığım bir parayı kazanmak için gün be gün, adım adım ölüyorum. Yine bakıyorum gitmediğim kurslara, almadığım kitaplara, gezmediğim yerlere. Ve yine yapmıyorum tüm o istediklerimi. İşe girdiğimden beri her haftam, her günüm aslında bugün şu tez için birşeyler yazmalıyım diyerek endişe etmekle ama bir türlü birşey yapmamakla geçti. Boş boş durup endişe, keder, iç sıkıntısı içinde günlerimi harcamaya devam ettim. Çalışmıyor olsam neden param yok da şimdi atlayıp şu şehre gidemiyorum diye karalara bürünmekle geçecekken vaktim, çalıştığım için vaktim yok da tezimi yazamıyorum araştırma yapamıyorum diye kendimi boğmakla geçti. Paramın olması hiçbir şeyi değiştirmedi, gene annemlerle yaşamaya devam etmek zorundayım, gene hiçbir şekilde kendi kararlarımı veremiyorum, gene kendim olamıyorum. Üstüne daha fazla endişe, daha fazla stres, daha fazla mutsuzluk geldi.
Oysa sadece yaşamak istiyorum. Gerçek anlamda yaşamak istiyorum. Kimseye bir zararım olmadan, kimsenin oyuncağını, birşeyini elinden almadan. Sadece yaşamak istiyorum. Şu her zaman evden uzakta olan, sadece bayramlarda, özel günlerde sürpriz yapıp gelen, yeğenlerin hep bir sürü ilginç hikayesi olduğu ve onlara gittiği yerlerden çok özel hediyeler getirdiği için bayıldığı, bayram bittiğinde yine yoluna düşen halalardan olmak istiyorum ben (teyzeler de diyebilirdik, kızkardeşler, ablalar da. ama benim durumumda bu sadece hala-kızkardeş falan olabildiği için öyle diyorum ben.). Ev ahalisine veda edip, mutlu bir kahvaltıdan sonra yola çıkan, "yine mi gidiyorsun, biraz daha kalsan" dedikleri. "Gelirim gene, merak etmeyin ararım" diyerek koşup gidenlerden. Dünyanın her yerine ayak basmak, fakültelerde ülkelerin tarihini, insanların tarihini, benim gördüğüm gibi benim sevdiğim gibi anlatıp hayatı yeni göreceklere de sevdirmek istiyorum. Evimi elimdeki, kolumdaki, sırtımdaki çantada taşımak istiyorum. Gittiğim her yer evim olsun istiyorum, yerleşmek, eşyalara bağlanmak, onların kölesi olmak istemiyorum. Arkadaşlarım her çağırdığında atlayıp yanlarında olabilmek istiyorum, kafam estiğinde koşup onlara sarılıp ağlayabilmek istiyorum. Mutlu anlarında orada olup görebilmek istiyorum, ben de mutlu olmak istiyorum onların mutluluğuyla. Yazabilmek istiyorum tüm bunları, tüm bir gün boyunca oturup yazmak istiyorum mesela. Aklımda dönüp duran, gözümü her kapadığımda önüme üşüşen, yazmadığım anlatmadığım için beynimi yiyen hikayeleri, kitapları yazabilmek istiyorum. Hayal ettiğim dünyaları, içinde yaşadığım dünyaları paylaşabilmek istiyorum böylece. Filmler görmek istiyorum, filmler yazmak istiyorum.
Oysa bunların hiçbirini yapamıyorum. Onun yerine oturup, karanlığa gömülüyorum, ölüyorum günden güne. Diziler, filmler, şarkılar, kitaplar hepsi morfinim oluyor, sadece dayanabildiğim yere kadar beni oyalıyorlar.
Çünkü benim cesaretim yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...