3 Temmuz 2012 Salı

just like heaven (2005)

Sonunda kabul da ediyorum, itiraf da. Romantik komedileri seviyorum. En sevdiğim tür olmasa bile en azından iki numarada diyebilirim yani. Evet, seviyorum. Bunca yıl onlarcasını sektirmeden, ayırt etmeden izledikten sonra kararım bu.
Utanmıyorum da bundan. Haklıyım çünkü. Sevmekte haklıyım. Bu tamamen yapay, sırf mutluluk dolu, klişelerden ibaret, her bir adımını tahmin edebildiğimiz dünyalara bayılıyorum. Başka nerede güzel kadınların utangaç çocuğa veya fıstık gibi adamların çirkin kıza aşık olduğunu ve sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını görebiliriz ki? Başka nerede yalnız kalmış iki ruhun tanışması kaderdir? Başka hangi dünyada en olmadık yerde, en olmadık zamanda, en olmadık şekilde hayatınızın aşkıyla, ruh eşinizle tanışırsınız ki?
Başka nerede aşık olduğunuz insan yüzünüze gülümsediğinde gözlerinde parıltılar olur, yumuşacık teni pürüzsüzce hemen karşınızda durur, her daim saçları yapılıdır - sizinkiler de - , hep en olması gereken anda, en olması gereken şekilde öpüşürsünüz? Başka hangi gezegende herşey bu kadar kolay, bu kadar tatlı, bu kadar güzel olabilir?
Ve hayır gerçekliği reddetmiyorum, kafamı kuma gömmüyorum, sorumluluklardan, fikirlerden kaçmıyorum. Bir iki saatliğine oradaki dünyanın içinde kendimi mutlu hissetmem, buradaki kötü-her gün içinde olmak zorunda kaldığım dünyayı görmezden geldiğim anlamına gelmiyor. Bazıları - büyük çoğunluk - gibi tamamen kafam başka bir partinin, eğlencenin içinde diğer herşeyi sallamamazlık etmiyorum. Çünkü içindeyim herşeyin. Her gün evden çıkıp lanet trafiğin içinde saatler geçiriyorum, daha bir hafta önce iş çıkışı yürüyerek şehrin merkezine gittiğim yolda göçük olduğu için işe saatlerce geç kalıyorum, tvyi her açtığımda karşıma yeni bir şehit haberi gelecek, bu sefer acaba hangi arkadaşımın olduğu yerden gelecek diye spazm geçirerek bakıyorum, otobüste yanına oturduğum adam katil mi, cani mi, benimle aynı durakta inip beni takip edecek mi diye paranoyakça düşüncelerle durakta zor iniyorum, evin kapısını yüz kere kilitliyorum, otobüste herkes kokuyor, serviste herkes burnunu çekiyor. Ben bu dünyada yaşıyorum tüm gün, bu dünyaya katlanıyorum ve ondan kaçmıyorum. Düzelmesi için elimden geleni yapıyorum.
Ama bunun için de işte o diğer dünyaya gitmem gerekiyor. Orada sonsuza kadar mutlu yaşadılar halini görüp rahat etmem gerekiyor. Orayı yaşayıp, herşeye inancımı - temelsiz de olsa - geri kazanmam gerekiyor ki ertesi sabah kalkıp yine bu dünyaya katlanabileyim.
Neyse, asıl anlatmak için yola çıktığım "Just Like Heaven"dı. Türün olmazsa olmazı kızla erkek tanıştılar, aşık oldular, ayrılır gibi oldular, zorluk çıktı ama muratlarına erdiler olay örgüsüne bir miktar değişik bir bakış açısı katmış olması güzel. Çünkü burada karakterlerimiz biri hayaletken tanışıyor ve aşık oluyorlar. Bu aşamada koma vakalarında fişin çekilmesi konusunda ufak tefek tehlikeli sulara girebilecek olsa da sonuçta asıl amacı romantik komedi olduğundan kimse o kadar takmıyor.
Yönetmen Mark Waters zaten türün yabancısı değil, işi iyi çeviriyor ama elinde de Reese Witherspoon ile Mark Ruffalo var, formül tutacak besbelli. Nitekim su gibi izlenip gidiyor Just Like Heaven.
Ben yine böyle en  olmadık zamanlarımda oturup bir romantik komedi koyup izleyeceğim. Sadece romantik olmayacak ha. Komedi de olacak ki salak saçma güleyim, gülümserken aşık olayım, gülümserken tek tük gözyaşı dökeyim. Bunda utanılacak birşey yok çünkü. Hepimiz bu dünyada yaşıyoruz ve orası, romantik komedinin orası, bir çeşit cennet gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...