4 Nisan 2012 Çarşamba

One Tree Hill'e veda ederken

Edebilir miyim onu da bilmiyorum ya. Hayatımın hemen hemen 7-8 senesinde vardı çünkü. 2003'te ABD'de ilk yayınlandığından en fazla bir yıl sonra bizde de Cnbc-e göstermeye başlandı. Lisede olduğumu hatırlıyorum çünkü, akşamları okuldan geldikten sonra tvnin karşısına geçip başlamasını beklediğimde. Hatta birkaç hafta boyunca Cnbc-e'de reklamlarını izledikten sonra ilk bölümü heyecanla bekleyip, daha da artan bir heyecanla da izlediğimi gayet net hatırlıyorum.
O kadar çok şey var ki söyleyebileceğim OTH ile ilgili, bana neler hissettirdiğiyle, bendeki yeriyle ilgili. Başka bir kıtada, başka bir dil konuşan, tamamen bambaşka bir kültürde ve yaşamdaki insanların tekrarlarla, klişelerle dolu abartılmış hikayeleri nasıl olur da bana böyle hissettirir diye düşünüyor olabilirsiniz. Anlam veremiyor, küçük görüyor, yargılıyor, bunalıyor bile olabilirsiniz. Ben de abartıyor olabilirim. Hiçbir derinliği olmayan uydurma ve yabancı bir dünyaya kendimi kaptırmış, dalmış gitmiş, onunla yaşamış da olabilirim. Ama yine de, söylenebilecek tüm olumsuz şeylere, getirilebilecek tüm mantıklı açıklamalara karşın, OTH'nin bir şekilde bana kattıklarını yadsıyamam.
Bir kere "zor zaman dizi"mdir OTH benim. Hani biz diziciler arasında vardır bu, bir sürü dizi görmüş geçirmişizdir ama bir tanesi, o tek bir tanesi, bizim için farkında olmasak da özeldir. En zor anlarımızda, en kötü olduğumuzda açıp birkaç sahnesini izliyorsak işte o zaman fark ederiz. Benim için OTH'nin böyle olduğunu ben de kötü zamanlarımda anlamıştım. İstemsiz bir şekilde, onca dizi arasından açıp ondan görüntüler izleyip, yatağa yalancı bir saadetle giriyordum.
Dizi izleme alışkanlığımı pembe dizilerle edinmiş olmamın etkisi de diyebilirsiniz buna. Dawson's Creek, Ally McBeal, Full House, Buffy The Vampire Slayer ve Angel'ın açtığı yol beni bir şekilde OTH'ye götürdü işte. Kanalda aynı zamanda The O.C. de başlamıştı mesela. Tamam onu da izledim aynı sadakatle. Onu da sevdim, o da çok güzel vakitler geçirtti bana. Ama olmadı, Seth'e, Sandy'ye, Ryan'a, Marissa'ya (ve hayır Summer'a değil, yoo ona kesinlikle değil) ayrı ayrı bayılsam da, aynı şekilde hissettirmedi Orange County'nin Noel'de bile 26 derece olan sıcaklığı.
Hikayelerle, kahramanlarla özdeşleştirdiğimizde severiz onları denir ya hani. Ondan desem ben de, OTH'nin bize, bizim yaşantımıza, en azından benim durumuma ne kadar uzak olduğunu söyledim. Gene de bir bağ kurmuş olmalıyım, birşeyleri kendimle ilgili görmüş olmalıyım. Bu özdeşleştirme durumu, sanırım, o yüzden direkt hikayeyle veya karakterle olmuyormuş. O hikayenin o karaktere ne yaşattığı, ne hissettirdiğiyle ilgiliymiş herşey. Ben de onlarla bağ kurmuş olabilirim, açıklaması bu.
Ki bu da beni Peyton Sawyer'a götürüyor. Götürdü yani 8 sene boyunca. OTH benim için biraz da Peyton'dı. Gençlik dizileri tarihinin görebileceği en ilginç, en istisnai kadın karakterine hayat verdi Mark Schwann. Depresif ponpon kızdı Peyton. Hayatında değişiklik istediğinde odasının duvarlarını boyardı farklı renklere. Odası eviydi, yuvasıydı. Duvarı boydan boya plaklarla dolu raflarla kaplıydı. Eski deri ceketini giyer, punk dinlerdi. Müzik, onun için herşeydi, yaşamdı, nefesti, yalnızlığının ortağı, sessizliğinin sesiydi. 6 sezon boyunca onun her defasında soğuk kalmasını, ısınmasını, güvenmesini, bağlanmasını, korkmasını, terk edilmesini, yalnızlığa düşmesini, tökezlemesini, yeniden ayağa kalkmasını ve sonunda her yine kendi yolunu bulmasını izledik, tekrar tekrar.
Bu yüzden OTH benim için Peyton'ın müziği, çizimleri de demekti. Belki de müziği en iyi kullanan diziydi. Her bölüm ayrı bir güzellikteki bir şarkını ismini taşıdı, her sahne inanılmaz müthiş parçaların özenle çekilmiş videoları gibiydi. Müzik hakkında bildiklerimin yüzde ellisini OTH'den öğrendim ben (dudak bükmeyin, hakikaten iyidir bu konuda).
Aynı zamanda edebiyat hakkında bildiklerimin de. Senaryoların görüp görebileceği en sinir, en kaypak, en ne hissettiğini bilmeyen, en ayran gönüllü erkeği Lucas Scott'ın tek bir takdir edilesi yönü vardı; çok kitap bilir, çok kitap okurdu. Onun ve zaman zaman diğerlerinin seslerinden bölüm açılışlarında ve kapanışlarında ne sözler işittik, ne alıntılara dumur olup kalmadık ki. Her bölüm yeni bir yazar, yeni bir kitap keşfederdim. Her bölüm, düşünmeye sorgulamaya sebep olan sözler çınlatırdı aklımı.
Gerçekten, abartmıyorum. Kötü şeyler söylemiyordu OTH. Saçma şeyler de söylemiyordu. Tamam en salak saçma "script"lerden birine sahipmiş gibi görünebilir, ona birşey demiyorum zaten. Ama bunu anlatış ve sunuş şekli, her hafta o 40 dakikayı mıhlanmış gibi izlemeye sebep oluyordu. İnsanın gelişimine şahit olduk OTH'de. Kendini beğenmiş, şımarık, züppe basketbol takımı kaptanının her kararını ailesinin iyiliği için alan, hayatta ne istediğini bilen, sevdikleriyle yetinebilen, önemli olanın bu olduğunu anlayan, mantık ve ahlaksal olarak hep en doğru kararları veren aşık bir aile babasına dönüşünü izledik. Kavga edip duran ve ona hiçbir şekilde ilgi göstermeyen bir ailede büyümenin verdiği duyguyla dışarıda kendini ilgi çekmeye zorlayan, sadece gününü gün edip, partilerde dağıtan okulun seksi kızı, ponpon kızların kaptanının kendine ve sevdiklerine değer vermeyi öğrenmesini, kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmesini, yalnızlığını sevgisiyle boğabilmesini izledik. Ve dizi tarihinin en gerçek duygulara sahip karakterlerinden biriyle, Dan Scott'la tanıştık. OTH'nin hikayesini başlatan bir anlamda oydu. İki ayrı kadından iki ayrı çocuk sahibi olup olayları karıştıran oydu. İkisine de bir şekilde zarar veren, hayatları mahveden hep oydu. Dan Scott bu hikayenin kötü adamıydı belki ama o her şeyi sırf gerçek duygulara sahip olduğu için yaptı. Abisini kıskandığı için hırslandı, hırslandığı için basketbolda zirveye yürüdü, hatasını sevdiği kadınlardan ve çocuklarından çıkardı.
Harika anlar yaşatmakta da üstüne yoktu OTH'nin. Harika anlar ve onların oluşturduğu doğa-dışı (!?) olaylar. En az Tsubasa'nın golleri kadar heyecanlı geçen, dram, trajedi, entrika dolu basketbol maçları vardı, yangınlar, kumsal partileri, psikopat katiller, 16 yaşında evlenen gençler, 16 yaşındayken üniversiteli kız arkadaşının doğurup ona bırakıp kaçtığı bebeğine babalık etmeye çalışan gençler, kendi kardeşini vurup öldürenler, kendi oğlunu boğmaya çalışanlar, birbirine yumruk yumruğa giren kızlar, mafyayla anlaşıp bahis tutturmak için maçı satanlar, kalp ilacını almadan maça çıkanlar, limuzinle köprüden uçanlar...hepsi vardı, hepsi yaşandı.
Bugün, bu akşam bitiyor bu hikaye. Biz yataklarımızda son saatlerimizi geçirirken 5 nisan sabahında, orada çok uzakta, başladığı yerde 4 nisan akşamıyken daha, bitecek. Büyük bir heyecanla vurulup, yıllar geçtikçe gelişen, büyüyen, daha büyük heyecanlar yaşatan bir dost gibi, iyi zamanları, kötü zamanları yaşadık OTH ile. İkimizde büyüdük sonunda, değiştik, anladık herşeyi. Ne kadar güzel olsak da birlikteyken, artık birbirimizden öğrendiklerimizle ayrı yollara gitme vakti geldi.
Hoşçakal One Tree Hill.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...